14 Kasım 2013 Perşembe

HUKUK METODOLOJİSİ-1 DERS NOTLARI (DOÇ. DR. SEVTAP METİN) 2013-14 ÖĞRETİM YILI GÜZ DÖNEMİ VİZE SORUMLULUĞU

HUKUK  METODOLOJİSİ-1
-DERS NOTLARI-
Doç. Dr. Sevtap Metin

Yöntem sorunu, düşüncenin en temel sorunudur. Bu bakımdan felsefe ile de birbirine çok sıkı bağlantılıdır.
Düşünce, yöntemle kendini bir kalıba sokmakta, kendisine biçim kazandırmaktadır. Bu biçim düşünceye, arzuladığı kesinliği, başkalarınca onanmayı ve saygınlı getirecektir. Bu nedenle her düşünce –zihinsel ürün- içeriğinin doğru olduğunu ileri sürerken yönteminin güvenilirliğine dayanmaktadır. Bilgi adını hak etmek isteyen zihinsel ürünler iki yönden yönteme gereksinirler: Öncelikle bilgiye ulaşma yolu olarak ardından da elde edilen bilginin doğruluğu ve kesinliğinin bir denetimi ve güvencesi olarak.
“ HAKİKİ YÖNTEM, ARAŞTIRILAN ŞEYLERİN DOĞASINI İZLER, BİZİM ÖN YARGILARIMIZI DEĞİL”.
Geniş anlamlı bir tanım verecek olursak; sonuca ulaşırken aklın izlediği düzenli, tanımlanabilir yol yöntemdir. Yöntemin, düzenli ve tanımlanabilir olması esastır. “Ben kendime göre bilimsel hakikate ulaşıyorum” biçiminde bir yöntem olanaksızdır. Çünkü bilimsel hakikat evrensel, nesnel, herkes için apaçıktır ve genel geçerliliğe sahiptir. Yöntem, bireysel ve öznel olursa sonucun nesnel, evrensel ve genel geçerliliğe sahip olması düşünülemez. Yani yalnızca bir kişinin uygulayabileceği yalnız onun düşünce ve yeteneklerine uygun yolla elde edilen bilginin nesnel olduğu iddia edilemez. Yöntem anlatılabilir ve herkesçe izlenebilir olmalıdır.

    1.  BİLGİ TANIMI VE BİLGİ TÜRLERİ
İnsan içinde bulunduğu evrende çeşitli varlıklarla karşılaşır ve onları bilmeye çalışır. Bilinç sahibi bir varlık olarak ya kendisinin dışındaki bir varlığı yahut kendisini kavramak ister. Bu bilme etkinliğinde insanın bizatihi kendisi “bilen” yani özne, karşılaştığı nesneler ise “bilinen” yani objedir. O halde özne (bilen) ile nesne (bilinen) arasında oluşan bir etkinlik sürecinin sonunda çıkan ürüne de bilgi adı verilir. [1].
Kendi dışındaki varlıkları ve kendini bilmeye çalışan insan, bilgi nesneleriyle girdiği çok çeşitli ilişki sonucu farklı bilgi türlerine ulaşır. Bilgi, taşıdığı özelliğe ve elde ediliş yöntemlerine göre farklı türlere ayrılır.

  1. Gündelik Bilgi
Bilim bilgidir ancak her bilgi bilim değildir. Belli bir yönteme dayanılmadan ve neden-sonuç ilişkisi kurulmadan, doğrudan kişinin duyu verilerine ve sezgilerine dayanarak elde edilmiş bilgi türüne gündelik ya da adi bilgi denmektedir. Gündelik bilgi, insanın gündelik yaşamında kullandığı pratik bilgilerdir. Gelişigüzel, pratik hayatın gereksinimlerine göre elde edilen adi bilgi değişkendir, öznel yani sübjektiftir, görelidir, kapma ve dağınık olduğundan sistemleşmemiştir. Gündelik bilgi, akıl ve deney temelli açıklamalar yapmaksızın, deneme-yanılma sonucu varılan genellemelerdir. Soğuk-sıcak karşısındaki tepki, tehlikeden kaçış, daha önce yaşanmış olaylardan kazanılan deneyimler gibi günlük hayatın olay ve olgularına dayalı bulunan bu bilgiler doğru da olabilir yanlış da. Doğru olanları yaşam mücadelesinde yararlıdırlar. Ancak neticede kişinin öznel algı ve yargılarına dayanmasının yanında gerçek anlamda neden-sonuç ilişkisiyle ve bilimsel yöntemle elde edilmediği için rastlantısaldır. Ulaşılan bilgi türü rastlantısal elde edilmekle genel geçer ve güvenilir bir bilgi de değildir.

  1. Teknik Bilgi
Akıllı varlık olarak insan, varlık ve olayları tanıma ve bilmekle kalmayıp kendi istekleri doğrultusunda kullanmak için değiştirme gücüne de sahiptir. İşte bunu sağlayan alet ve gereç yapma bilgisine teknik bilgi denir. Yunanca “techne” sözcüğünden gelen teknik, beceri ve sanat anlamına gelir. Teknik, doğada olmayan ancak insanın kendi aklı sayesinde doğadan aldığı malzemeyi kendi hayatını kolaylaştıracak alete çevirmesidir. Teorik bir bilgi olmaktan ziyade bir şeyin pratik kullanıma dönüştürülme bilgisi olup, insana yarar ve kolaylık sağlayan bir işleve de sahiptir.
Teknik bilgile bilimsel bilgi birbirlerini her zaman desteklemelerine hatta birlikte varlıklarını sürdürmelerine rağmen farklı bilgi türleridir. Teorik bilgi olması itibariyle bilimsel bilgi günümüzde teknik bilgiden yani pratik üretimden önce gelmektedir. Teknik, bilimin bir sonuç ürünü ya da pratiğe uygulanışı biçiminde tanımlanmaktadır.

  1. Dini Bilgi
Özne ve nesne arasındaki bağ, aşkın ve yüce bir varlık olarak kabul edilen Tanrı tarafından belirlenen bir inanç sistemine dayanarak elde edilen bilgi türüdür. Dini bilgi, belli bir din temeli üzerinde evreni, insanı ve toplumu açıklayan dogmatik yani kesin ve değişmez olduğu kabul edilen bilgidir. Kaynağı Tanrı olduğu için de mutlak ve bağlayıcıdır. İnanç bağından kaynaklanan mutlak, değişmez, zorlayıcı ve kesin bilgidir.

d. Felsefi Bilgi

Felsefe sözü Yunancadan Arapçaya ve oradan da Türkçeye geçmiştir. Sözün Yunanca aslı olan philosophia iki kelimeden oluşur.                    
PHİLO: SEVGİ       
SOPHİA: BİLGİ YA DA BİLGELİK

O halde philosophia; Bilgi sevgisi ya da bilgeliği sevmek anlamına gelir.

Filozof, bilgeliği seven, bilgeliği arayan ve ona ulaşmak isteyen kişidir, hakikat aşığıdır. “Sophia”  kelimesi sadece kuru ve soyut bir bilgi değildir. Filozof, yaşamın anlamını bulmaya çalışıp, bu anlama uygun yaşamak isteyen kişidir. Felsefenin amacı sadece bilgi edinmek değil aynı zamanda doğru davranışlarda bulunmamızı sağlamak, ahlaklı yaşamın yollarını öğretmektir.

Felsefe Tanımı: Varlığı bir bütün olarak (külli) derinliğine ve tüm boyutlarıyla inceleyen tümel bilgiler sistemine felsefe denir.

·Varlığın, varlık olarak incelenmesi, ilk nedenin araştırılması (causa prima) ve son amacın (causa finale) kavranması sorunlarını içerir.     
Rönesansa kadar zaten tüm bilimler felsefenin çatısı altında ele alınıyordu. Rönesans ile birlikte diğer bilim dalları yavaş yavaş felsefeden kopmaya başladı. Ancak yine de bilimlerin varlığı parçalara ayırıp incelemesine karşın felsefenin genelleyici ve birleştirici tavrına ihtiyaç vardır. Felsefeye bilimlerin anası denmesinin sebebi işte budur.

FELSEFENİN BÖLÜMLERİ
          İÇ AYRIM
    
       SORUNLAR

VARLIK (ONTOLOJİ)
  
FİZİK
METAFİZİK
·Varlık madde kökenli mi?
·Varlık ide kökenli mi?
·Maddeyi ide mi yarattı?
·Yoksa madde mi ideyi yarattı?

BİLGİ KURAMI (EPİSTEMOLOJİ)

AKIL
DENEY
SEZGİ
·Bilgiyi elde etmek mümkün mü?
·Her şeyin aslını bilebilir miyiz?
·Yoksa bir rüyalar evreninde mi yaşıyoruz?
DEĞER KURAMI (AKSİYOLOJİ)
ESTETİK
ETİK
DİN
·Salt değerler var mı?
·Yoksa her şey göreceli mi?


VARLIK (ONTOLOJİ):  Varlığın, varlık olmak bakımından incelenmesidir.
·Var olan tikel şeyleri değil de varlığın kendisini tümel olarak konu alan,
·Somut varlık yerine varlığı soyut biçimde araştıran
·Ayrıca varlık olmak bakımında doğasının ne olduğu sorusunu yanıtlamaya çalışan felsefe bölümüdür.
Fizik ve metafizik olarak ikiye ayrılır. Metafizik; var oluş sebebinin üzerinde durur. Varlığı yaratan nedir? Kimdir? sorusu ile başlayıp din felsefesinin alanına girer.

BİLGİ (EPİSTEMOLOJİ): Bilgiyi genel olarak ele alır ve bilgi ile ilgili problemleri araştırır.
·Bilginin olanaklılığı; bilginin bilinemezliğinden bilginin ulaşılabilir olduğuna kadar uzanan bir dizi tartışmayı içerir.
·Bilginin kaynağı ise bilginin elde edilmesinin nasıl gerçekleşeceği sorunudur. Deney, akıl ve sezgi yöntemleriyle belirginleşir.

DEĞER (AKSİYOLOJİ) FELSEFESİ: İnsanın seçimlerini yerleştireceği kriterleri ortaya koyar[2].

e. Bilimsel Bilgi

 BİLİM, AYNI KONUYA YA DA KONU ALANINA YÖNELMİŞ VE GENEL OLARAK GEÇERLİ BİLGİLERİN SİSTEMİDİR.


Tanımdan çıkan bilimsel bilginin nitelikleri;

· Bilimsel bilgi; önce aynı konu ya da konu alanına ilişkin bilgilerden olmak gerekir. Çünkü bilim, aynı konu ile ilgili bilgilerin bir bütünüdür. Bilimden ancak birçok bilgiler, birlik biçiminde ve çelişmesiz bir bütün meydana getirdikleri zaman söz edilebilir. Bilgilerin birlik ve bütünlüğünü, öncelikle onların aynı konuya yönelmiş olmaları belirler.
· Bilimsel bilginin özelliklerinden ikincisi, bu tür bilginin, genel olarak geçerli bulunuşudur. Bilimsel araştırmanın vardığı sonuçlar, her yerde ve her zaman doğrudur.
· Bilimsel bilgi, doğruluğu kanıtlanmış bilgidir. Bilimsel çalışmada, doğruluğu kanıtlanmamış her şeye kuşku ile bakılır.
· Bilimsel bilgi, nesneldir. Kişisel çıkarların ya da sempati ya da antipatilerin ürünü değildir. Duygudan uzak, nesnel ve kanıtlanabilir olmasından ötürü, bilimsel bilgi kimsenin tekelinde değildir. Kişisel çıkar, duygu ve tutkuların, kişisel eğilimlerin ürünü değildir.

            Yukarıda bilim ve felsefeyi açıklarken kendileri de birer bilgi türü olan felsefi bilgi ve bilimsel bilginin niteliklerini de çıkarmış olduk. Şimdi de bilimsel bilgi ile felsefi bilginin bir karşılaştırmasını yapacağız:
         Felsefe-Bilim İlişkisi
·Bilimsel bilginin temel alındığı doğa bilimleri alanında temel bilgi edinme yöntemi deney-gözlemdir. Bu anlamda felsefi bilgi, deney ve gözleme dayanmaz o nedenle de nesnel yani doğruluğu kanıtlanmış bilgi olduğu iddiasında değildir. Bu yüzden de nesnel bir bilgi olmamakla felsefenin, bilimsel bilgi ile çelişmemesi gerekir.
·Varlığı bir yönüyle ve tek bir bakımdan konu edinen bilimlerden farklı olarak felsefe, varlığı bütün olarak ele alır. Olanı inceleyen doğa bilimlerinden farklı olarak da olması gerekene yönelir.
·Felsefe, bilimsel bilgi ile cevaplandırılamayan soruları yanıtlama çabasındadır. Örneğin belirli bir konu alanında doğru bilgiye ulaşmaya çalışan bilimin kendisi aslında en temel soru olan “bilgi” nedir, olanaklı mıdır ya da bilginin kaynakları nedir gibi soruları kendine yöneltmez. Bunlar felsefi problemlerdir.
·Özellikle yeni bilimsel buluş ve teknolojilerin getirdiği sorunları, bu gelişmelerin değerler açısından yol açabileceği sakıncaları tartışma görevi felsefeye düşmektedir.
          Bilim felsefesinin konusu, bilimsel bilginin niteliği ve onu diğer bilgilerden ayıran özelliklerin neler olduğudur. Bilim felsefesi ile bilimsel bilgi üretimi arasındaki ilişkide bilim, felsefeyi önceler. Bilim felsefecileri, bilim tarihinden hareketle bilim adamlarının etkinlikleri söz konusu olduğunda onu hangi ölçüt yahut süreçlerin bilimsel kıldığını araştırmaya çalıştıkları için bilim felsefesi, bilimi arkadan izlemektedir. Bilim felsefesinin asıl muhatabı, bilim adamları değildir. Elbette bilim insanları da boş zamanlarında, kendileri ve etkinlikleri konusunda bilim felsefesinin ne dediğine bakacaklardır ancak bilim felsefecisinin birinci muhatabı entelektüel kitledir.
Bilim adamları bilimi üretir, bilim felsefesi de bilimle bilim olmayanın farkı üzerinde durarak insanların yanlışlıkla bilim diye başka bilgilere saygı duymalarının önüne geçmiş olurlar.
2. DOĞRU BİLGİNİN OLANAĞI VE SINIRLARI PROBLEMİ
Doğru bilgi olanaklı mıdır? Bu soru, kesin ve güvenilir bilginin olanağı ve sınırlarını belirleme amacı gütmektedir. Aynı zamanda bu soruya verilecek cevap, bilim felsefesinin diğer meselelerine geçmeyi olanaklı kılması yahut bilim felsefesini ortadan kaldırması bakımından en temel sorudur ve iki şekilde yanıt verilmektedir.
a. Dogmatizm
Bu okula mensup filozoflara göre bilgi mutlaktır ve sınırları yoktur. Daha doğrusu bilginin sınırları, düşünmenin sınırlarıyla birdir. Doğru bilgi olanaklıdır diyenler, insanın kendisinden bağımsız olarak var olan gerçekliğin bilgisini bilebileceğini öne sürerler. Bilginin olanaklı olduğunu ileri sürenler de bu doğru bilginin kaynağı yani nereden geldiği (duyu, akıl, sezgi) konusunda kendi içlerinde çeşitli görüşler ortaya koyarlar. Bir kısmı deneye dayanan bilginin sağlam ve kesin olduğunu kabul ederken diğer bir bölümü bunun tam tersine deneyden gelmeyen bilginin değişmezliğine güvenleri tamdır. Fakat sonuçta bilginin olanak dâhilinde olduğunu kabul etmeleri nedeniyle onların tümüne dogmatik bilim kuramcıları denmektedir. Bilgiye bir tür akide (dogma, inanç) niteliğini yükleyerek adeta bilgi ile inanç arasında ayrım gözetmezler. Bilginin olmadığından asla şüphe etmezler[3].
b. Kuşkuculuk
Kuşkuculara göre ise doğru, nesnel bilgi olanaklı değildir. İnsanın kendisinden bağımsız olarak var olan gerçekliğin yani dış dünyanın bilgisini bilemeyeceğini ileri sürerler. Herkes için geçerli ve aynı bilginin olanağından kuşku duymalarından dolayı bu görüşü savunanlara kuşkucular[4] (septikler) denilir. Kuşkuculuğa yol açan genel sebepler şöyledir;
a.               Deneyimler ve duyumlar; deney bilgimiz duyu verileri üzerine temellenmiştir ve duyu verileri de bizi sıkça yanıltmaktadır. İlk bilgi kaynağımız olan duyular sık sık hataya düşmemize yol açıyorsa kesin ve doğru bilgiyi hiçbir zaman bilemeyiz. Örneğin su dolu bir bardağın içindeki kaşık kırık görülür. Kırık olmadığı halde kırık görülmesi duyu deneyimimizin bir yanılsamasıdır.
b.              Var olan değişim; Herakleitos’un “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” deyişinden yola çıkarak eğer var olan her şey hareket ve oluş içindeyse nasıl olur da bu değişen varlıkların değişmez, kesin bilgisine ulaşabiliriz.
c.               Toplumsal görelilik; bilgimiz kişiye göre olmasa bile aynı zaman diliminde bir toplumdan diğer topluma göre hatta aynı toplum için bir zamandan diğerine göre değişir.
d.              Bilimsel bilginin tarihsel değişimi; kuşkucuların bir diğer argümanı ise bilim tarihi sürecinde doğru bilginin değişmesidir. Örneğin yüzyıllarca Aristo fiziği ile desteklenmiş Batlamyus astronomisi, evrenin merkezinde hareketsiz gezegen olan dünyanın olduğunu doğru bilgi olarak sunmuştu. Sonraki bilimsel gelişmeler bu bilginin yanlışlığını gösterdi. Yerini Kepler astronomisi ve Newton fiziği ile değiştirdi. İlerde yeni gelişmeler sonucu şu anda gördüğümüz Newton fiziği ve Kepler astronomisi de değişebilir.
Pozitivist okula göre ise bilgi alanı, müspet bilim dallarının sınırlarıyla çevrilmiştir. Tabiat bilimleri alanının dışında kesin, güvenilir bilgi yoktur. Fizikötesini tanımayıp bilgiyi yalnızca olgular üzerine kurarlar.

 B1. Postmodernizmin Epistemoloji Anlayışı
Postmodernizm, modern olana kaşı duran, kesin iddialara kuşkuyla yaklaşan, ne ileri sürdüğünden çok neyi yadsıdığıyla belirginleşen bir umutsuzluk halinin ideolojik formülasyonudur. Modernizmin karakteristik toplum yapısı olan sanayi toplumu tüketim toplumuna veya başka bir adıyla iletişim toplumuna dönüşmeye başlamış ve bu yeni dönemin adı postmodernizm olarak adlandırılmıştır. Postmodernizm, özellikle bilimsel bilgiyi yücelten, laik ve rasyonel düşüncenin insanı bilimsel bilgiye ulaştıracağını ve insanın bu bilgiyi kullanmak suretiyle doğayı/evreni dönüştürme hakkına sahip olduğu iddiasındaki modernizmi yadsır.
Modernin zaman itibariyle ardından geleni olan postmodern dönemin öyküsünü 17.yüzyıl rasyonalizminden başlatabiliriz. 17.yüzyıla damgasını vuran Descartes ve Spinoza, Leibniz gibi diğer rasyonalistler, geometrik yöntemi ve aklı kutsamışlar, insanın doğruyu bulabileceğini ve her tür gizemi bilme cüreti göstereceğini ileri sürmüşlerdir. 17.yüzyılın akla ve geometrik yönteme verdiği öncelik Aydınlanma ile birlikte yavaş yavaş yerini gözlem ve deney yöntemine ve buna bağlı bir akıl anlayışına bırakmıştır. Sonuçta aydınlanma ve modernizmin iki temel ilkesi vardır ve bunların biri düzen diğeri de ilerlemedir. Bu anlayışa göre bilimlerdeki ilerleme sonsuzca devam edecek ve insanı her bakımdan daha iyi bir dünyaya doğru götürecektir[5].
Postmodernizmin, modernizmin yadsınması sonucu elde edilen belli başlı ilkeleri şunlardır.
1. İşçilerin kurtuluşu, sınıfsız toplum, insanlığın ilerlemesi, aydınlanma gibi büyük öyküler/ anlatılar daha da doğrusu masallar içeren açıklama biçimlerine karşı çıkılmalıdır. İnsanlığın kurtuluşu için büyük anlatılar üretmek yerine yerel değerlerle sınırlı anlatılarla ve yerel ölçekli mücadele edilmelidir. Evrensel değerleri yakalamak, özgünlük ve özgüllükleri yok etmek anlamına geleceğinden yerel değerler peşinde koşulmalıdır.
2. İnsanlara yol gösterecek tek bir soyut akıl kategorisi yoktur ve bu yüzden tümel akıl kategorisi arkasına saklanarak totaliter söylemler üretilmemelidir. Modern bilim, insan aklını tek bir şekle sokmakta ve sınırlanmış insan aklı her şeye, nesnel doğruluğu içeren bir bilim anlayışı ile bakmaktadır.
3. İndirgemeciliğe, nesnelliğe, özcülüğe ve temelciliğe karşı çıkmak gerekir. Hiçbir yaklaşım, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kategorileri tekeline alamaz. Farklı bilgi yahut bilim önerileri, onları öne süren insanlar tarafından kendilerine yüklenen anlamlara göre değer kazanırlar. Bunun dışında ölçüt aramak beyhude bir çabadır.

Buna karşılık postmodern anlayışın tümü, bilgiyi ve gerçekliği teklikle değil çoklukla; akılla değil diğer olanaklarla ve de tek yöntemle değil birçok yöntemle açıklamayı kendilerine hedef seçmiştir.  Çağımız çoğulcu görüşe paralel olarak Antik Yunan’daki Sofizm geleneğini yeniden canlandırarak göreceliği de yeniden benimsemiştir. Artık tek gerçek ve doğru yoktur. Sonuçta bilginin kaynağı konusunda postmodern anlayış, inançlar dahil çoğulcu kaynak ve yöntem anlayışını benimsemiştir. Postmodernizmin bilim felsefesi alanına yansıması ise bilimsel despotizme karşı alternatif bilgilenme yöntemlerine var olma hakkı tanınmasına yönelik taleplerin,  anti-bilim adı altında ve neredeyse her olumsuz gidişin baş sorumlusu olarak görülen bilim düşmanlığına dönüşmesidir.
B2Anti-bilim
      Modern bilime olumsuz bakış açısıyla yaklaşan bu sosyal ve düşünsel hareket anti-bilim olarak bilinmektedir. Modern bilimden duyulan rahatsızlık ortak paydasında buluşan anti-bilim hareketi üç ana kaynaktan beslenmektedir.
a. Bilim ve Teknolojinin İstenmeyen Sonuçlarının Yarattığı Hoşnutsuzluk
Aydınlanma geleneğinde insan-doğa ilişkileri insan merkezci olup insana, doğayı sınırsız dönüştürme hakkı tanımaktadır. İnsanı evrenin merkezine yerleştiren ve diğer varlıkları insanın çıkarlarına hizmetçi kılan, bu bencil ve materyalist anlayış, doğal dengenin bozulmasının ve önü alınmayan problemlerin ortaya çıkmasının temel sorumlusudur. Modern bilim ve teknolojinin insanoğluna daha önceki dönemlerde görülmemiş oranda bir enerjiyi kullanabilme olanağı yaratması, eko-sosyal sistem için bir tehdit unsurudur. Bu olumsuz sonuçların temelinde, modern bilimin gelişmesine zemin hazırlayan, insana doğayı sınırsız dönüştürme hakkı tanıyan ve insan aklını hiçbir sınır tanımadan bilgi üretiminin tek otoritesi kılan aydınlanma zihniyetidir. Antibilimcilere göre modernleşmenin arzu edilmeyen bu sonuçlarının faturası modern bilime aittir. Bilim, insanlığın aleyhine olan atom bombası, nükleer silah vs. askeri teknolojiyi geliştirmeye hizmet etmektedir. Birinci dünya savaşıyla birlikte bilimin tarafsızlığı tartışılmaya başlanmış bilimi ordunun ve kapitalizmin yönlendirdiği iddiaları da artmıştır. Birinci ve İkinci dünya savaşı sonrasında artık bilim adamları yeni ve öldürücü silahlar geliştirmekten, bombalar tasarlamaktan, savaş alanlarına sürmekten sorumlu tutulmaktaydı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaları bilimin askerleştirildiği iddialarını pekiştirmişti.
b. Doğu Düşüncesi ve Mistisizm
Altmışlı yıllara kadar batı için doğu uygarlıkları, gelişmemişlik, gerilik, medeni olamamak anlamını taşıyordu. Bilim tekti ve o da en gelişmiş haliyle batıdaki bilimdi. Başta Hint ve Çin gelmek üzere doğu kültürünün kapıları aralanınca değişik bir kültür ortamının yanında farklı bir bilim anlayışının da varlığı görünür olmaya başladı.
c. Eleştirel Teori
Neo-marksist yani eleştirel teori tartarlarına göre modern bilim; gerek tarihsel olarak ortaya çıkışı gerekse bugünkü kullanış biçimi açısından toplumsal çatışmalardan ve bu çatışmaların yeniden üretiminden bağımsız değildir. Bugünkü bilimsel düzen, üretim tarzının egemen kıldığı sınıfın lehine çalışan sömürü sistemin işleyişinin ve yeniden üretiminin en güçlü araçlarından biridir. Bu bakış açısı eleştirel bakmanın ötesinde bilime alternatif bir  yaklaşım getirmemektedir.

B3. Postmodern Bilim Savaşları
Postmodernizm tartışmalarında soğuk duş etkisi yaratan ancak damgasını vurmuş bir tartışmaya değinmeden geçmek mümkün görünmemektedir. Bilim savaşları nitelendirmesinde bulunmanın abartılı kaçmayacağı bu tartışmanın tarafları, bilim insanları ile kendilerini eleştiren postmodernist kurmacılar (kültürel çalışmalar yaklaşımcıları) oluşmaktadır. Postmodernistler, bilim savunucularını, bilimi yeni bir din haline getirmekle itham ediyorlardı. Bilim varsayımlarının cinsiyetçilik koktuğunu, bilimsel çalışmaların temelinde kapitalizmin yattığını, bilim ve teknolojinin çevre ve toplum üzerinde yıkıcı etkileri olduğunu iddia etmektedirler. Ancak tüm bu söylemleri dile getirenler bilim adamı değil felsefeci, tarihçi, sosyolog, edebiyat eleştirmeni olması gerçeğine karşın içerden yani bilim adamlarından beklenen destek de çıkageldi.
Kuzey Amerika’da en önemli dergilerden biri olan ve kültürel çalışmalar yaklaşımını savunan Social Text’te, Bilim Savaşları (Science Wars) başlıklı özel bir sayı çıkarılmasına karar verilmesinin ardından dergi editörlerinin önüne 28 Kasım 1994 günü Alan S. Sokal (New York Üniversitesi fizik profesörü) imzalı yeni bir makale geldi. Dergi editörleri makaleyi inceledi. Kaynakçada, post modernizmin savunucularından olan Derrida, Lacan ve Jean-François’in makalelerine atıfta bulunulmuştu. Yine makalede toplam 150 farklı kaynağa atıf yapılmış ve bu atıflar toplamı, 35 sayfadan oluşan makalenin sonunda 10 sayfadan fazla yer tutarak bu durum makaleye bilimsel ağırlık kazandırmıştı. Editörler, postmodern bilimi savunuyor gibi görünen makaleyi, yapılan küçük değişikliklerden sonra 13 Mayıs 1995 günü dergide yayımlanmak üzere kabul ettiler. “Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravitiy (Sınırların Aşımı: Kuantum Yerçekiminin Dönüştürücü Hermenötiğine Doğru”  ismini taşıyan makale Social Text’in Bahar/Yaz 1996 sayısında yayımlandı. Bu makalede Sokal özetle, kuantum fiziğinin, postmodern epistemolojiyi (bilgi kuramını) doğruladığını, bilimde nesnellik denilen şeyin yıkıldığını, nesnelliğinbir uzlaşıdan ibaret bulunduğunu müjdeliyordu. Kapitalist, babaerkil, militarist matematik gözden geçirilmeli, parçacık teorisi üzerine özgürleştirici matematiğin temelleri atılmalıydı. Diğer taraftan aynı yıl, akademik hümanistlerin dergisi olarak bilinen Lingua Francanın Mayıs sayısında yine Alan S.Sokal’ın başka bir yazısı daha yayımlandı. “A Physicist Experiments with Cultural Studies (Bir Fizikçinin Kültürel Çalışmalarla Olan Tecrübesir) isimli yazı aslında bir skandalın itiraf metni  idi. İtiraf yazısında Sokal, Social Text dergisinde yayımlanan makalesinin bilimsel olarak yalan-yanlış bilgilerle ve bilimsel saçmalıklarla dolu uydurma bir yazı olduğunu, kaynakçada bulunan atıfların çoğunun makaleyle ilgisinin bulunmadığını, söylüyordu. Yine Sokal’ın iddiasına göre, makalesinin bilimsel içeriğine bakılmadan yalnızca derginin savunduğu fikirleri destekliyor göründü ve editörlerin çalışmalarına referans verdiği için kabul edilerek yayımlanmıştı.
Alan Sokal, kendi deyimiyle akademik çevrelerde entelektüel standartların geçerliliğini test etmek için basit bir deney yapmaya karar verip, uygulamıştı. Dergi editörlerini suçlayan Sokal, bu makaleyi herhangi bir uzman fizikçi yahut matematikçi hatta lisans düzeyinde bir öğrenci bile incelemiş olsa onun bir parodi olduğunun farkına varabileceğini halbuki dergi editörlerinin kuantum fiziği gibi spesifik bir konuda yazılan bir makaleyi bu alanda bilgi sahibi olan kimseye danışma gereği hissetmeden sırf kendi savundukları görüşe uygun göründüğü için yayımladıkları çıkarımına varmıştı. Alan Sokal, postmodernistlerin bilime ve bilim adamlarına zarar verdiğini düşünüp, kurmacıların bağnazlıklarını ve matematik cehaletlerini ortaya koymak amacıyla plan yapmış ve uygulamaya koymuştu.[6].
Postmodernizm, modernizmin tasallutundan zarar gören kesimlerin entelektüel repertuarlarında bulundurması yararlı birer söylemden ibarettir. Çünkü moderrnizmin evrenselci, nesnelci ve evrimci varsayımlara dayalı söylemlerine karşı bu başkaldırı, örtülü ya da açık olarak, içeriği farklı da olsa yeni dayatmalar getirmektedir. Modern olarak nitelenen her şeyin nerdeyse yasaklanması, örtük ama katı bir totalitarizme yol vermektedir.
Bilim doğadaki gerçeklerin kendisidir dolayısıyla da ideoloji yoktur ve tarafsızdır/nötrdür. Onu taraf yapan, siyasallaştıran, insanlığın lehine veya aleyhine kullanan yine insandır. Bilim adamları elbette eleştirilebilmelidir ama bu eleştiriler yıkıcı olmamalıdır. Postmodernizm, bilime ilişkin eleştirilerini haklı gerekçelere dayandırdığı müddetçe bilime de yarar sağlayacaktır ancak postmodernizm aklına gelenin her şeyi söylediği ve dayanaksız eleştirilerden ibaret bir akım olmamalıdır[7].

Sorgulanan Yöntembilim: FEYERABAND (1924-1994)
Viyana’da doğan filozof 1950’li yıllarda Londra’da Karl Popper’in öğrencisi olduktan sonra tamamen Popper’e karşıt bir kuramsal konumda düşüncelerini temellendirmiştir[1]. Hocasının eleştirel akılcılığını kabul edilemez bularak akılcılığın, bilim felsefesinden arındırılmasına yönelir. Popper, bilimsel bilginin sahip olduğumuz en iyi bilgi türü olduğunu öne sürerken Kuhn da bilimin bir rasyonellik örneği olduğunu iddia eder. Feyerabend ise hem bilimi hem de bilimsel bilginin oluşmasına katkıda bulunan başta deney gelmek üzere yöntemi reddeden bir anarşisttir. Bu bakımlardan çalışmaları, bilimsel dogmatizme karşı çıkan anarşist bir kuramdır.  Feyerabend, bilimin yanı sıra bunun doğal sonucu olarak bilim kuramını da reddetmektedir. Zira bilim kuramı da bilimlerin ortay koydukları düşünsel sorunları inceleyen ve bilimlerin yöntemlerini, ilkelerini araştıran felsefe dalı olmakla yadsınmaktadır.
Bilgi kuramsal anarşizmin, hiçbir kurama bitmez tükenmez bir bağlılığı yoktur fakat esasen düşmanlığı da yoktur. Mutlak olarak karşı çıktığı tek şey evrensel ölçülerdir. Aklın tek ve bütünsel bir nitelik taşıdığına itiraz ederek görece bir bilim anlayışını savunur. İnsanlar, dünyayı kendi yapılarının elverdiği ölçüler içinde ve sahip oldukları dilin olanakları çerçevesinde algıladıklarından dolayı bütün insanların aynı şekilde algılayacakları ne kendiliğinden bir düzen ne de bağımsız ve ortak bir deney/gözlem dili yoktur. Bu bakımdan bilimsel kuramlar görelidir ve bilgi bakımından diğer kaynaklardan üstün ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olamazlar diyerek bilimsel dogmatizme karşı durur. Bilim de tıpkı din, sanat, edebiyat, sihirbazlık gibi mümkün bilgi olanaklarından biridir, her biri bilgi edinmenin farklı yollarıdır. Birbiriyle ortak ölçülebilir değildirler. Bir noktadan sonra neyin bilimsel olduğu yahut bilim olanla olmayanın birbirinden ayırt edilmesini sağlayacak ölçütlerin neler olduğu o kadar önemli değildir. İşte ortak bir deney ve gözlem dili olmadığından hangi tür bilginin başarılı olacağının önceden bir garantisi yoktur. Bunun için de birbirine alternatif tüm bilgilerin birbirleriyle yarışmasına olanak verilmelidir.
Oysa modern toplumda bilim, bireyin eğilimlerine göre benimsenebilen veya benimsenmeyebilen bir düşünce sistemi diye değil de itiraz edilemeyecek bir şeymiş gibi düşünülür. Ayrıca bir bilginin bilimsel olması ona, insanların itaatini zorunlu kılacak bir nitelik kazandırmamaktadır. Feyerabend, modern toplumda bilime haddinden fazla itibar edilmesinin yersiz şekilde bilime yüksek statü bahşettiğini düşünmektedir. Bbilimi, modern insan üzerinde dinin özellikle de Hıristiyanlığın daha önce toplum üzerindeki nüfuzuna benzer bir güce sahip bir ideolojiye ya da dine benzetir. Hıristiyanlığın, toplum üzerindeki nüfuzunu sağlamlaştırmak için kullandığı baskı araçlarına benzer bir yöntemi kullanarak bilim de modern insanın gözündeki yüksek statüsünü devam ettirir. Bilim artık en saldırgan dinsel kurum olmuştur.
Bilime ve bilimsel standartlara karşı çıkan Fayerand’ın önemli bir diğer gerekçesi, bilimin bilim için yapıldığı ve toplumun aydınlanmasına hizmet etmediğidir. Toplum yararına olması gereken bilim, devlet egemenliğinden kurtarılıp, demokratikleştirilmelidir ve demokratik bir bilim anlayışı, insanlığa hizmet edecektir. Bu demokratikleştirmenin diğer ayağı olarak vatandaşlar, bilim adamlarının egemenliğinden de kurtarılmalıdır. Hatta daha ileriye giden Feyerabend, bilim adamlarının yürüttüğü araştırma sonuçlarının halkın yaşamı üzerinde etkide bulunduğu durumlarda halkın bu kararlara katılmasını, demokratik haklar arasında saymaktadır.
Toplumun, bilimin hegemonyasından kurtarılmasının yanında bilimin de yöntembilimcilerin öngördüğü kuralların hegemonyasından kurtarılması lazımdır. Keskin bir anarşist sıfatıyla Feyereband, yöntemin hükümranlığının tek amacının, akademik otoritelerin entelektüel konforunu ve iktidarını sağlama almak olduğunu düşünmektedir. Diğer taraftan yöntemden kurtulma bilimin ve en azından bazı bilim insanlarının da özgürleşmesiyle sonuçlanacaktır. Bilimin modern toplumda kurumlaşması, bilim adamı olmayı amaç edinen bir kimsenin, bilimin standartlarını kurumlaşmış eğitim ve öğretim yoluyla öğrenmesini gerektiren bir şeydir. Bu standartlardan sapan birisi cemaatten ihraç edilir ve görüşleri bilimdışı olmakla yaftalanır. Feyerabend’in kastettiği bu kurumlaşmadır.  Bilimin değişmez, genel geçer kurallarla işlediği düşüncesi zararlıdır. Genel geçer kuralları güçlendirme çabası, bilim insanının mesleki niteliklerini, insanlığını tehlikeye atma pahasına arttırmasına bağlıdır. Bilim insanlarının, genel geçer kuralları güçlendirmekten vazgeçmesi onları özgürleştirecektir.
Özgür Bir Toplumda Bilim adlı eserinde yöntem karşıtlığını Feyerabend’ın, Copernicus ve Galileo analizleri üzerine temellendirerek, birbirine bağlı iki saptamada bulunmaktadır. Bir taraftan her yöntembilimin kuralları, en aydın bilim insanları dahil bilinçli olarak ihlal edilmiştir, diğer taraftan zaten bu kuralların ihlali de gereklidir zira söz konusu ihlal, bilimlerdeki ilerlemenin olmazsa olmaz koşuludur. O halde geçerli tek yöntembilimsel kural, “ne olsa gider, işe yarar (anything goes) şeklinde vecizleştirilebilir. Bundan sonra ise Feyereband, mevcut yöntembilimlerin kullandıkları kavramların tarihsel süreçte anlamlarının değiştiğini, bu değişimin de dil oyunlarına ve egemen yaşam biçimlerine bağlı bulunduğunu gösterir. Galileocu devrim örneğinde fenomenleri gözlemleyerek değil gözlem sözcüğünün anlamını değiştirerek ve böylece bu kelimenin anlamını yeni bir dil oyununa dahil etmek suretiyle hareket etmiştir. Nitekim bu hareket neticesinde yeni tavrı, eskisine dayatmış olmaktadır.  
Bilimsel olan ile olmayan arasında bir ayrıma gidilemeyeceği gibi doğruya yakınlık açısından hiçbir hiyerarşik ölçüt olamaz. Her şey ama her şey bilimi geliştirebilir; önemli olan kuramları azaltmak değil tam tersine onları çoğaltmaktır. Bilim karşı-tümevarımla ilerler. Karşı-tümevarımı, bir kuramı çürütecek gözlem ancak bu kuram ile uyuşmayan başka bir kuram aracılığıyla ortaya konabilir şeklinde açıklamaktadır. Bu ilke yalnızca alternatiflerin icat edilmesini önermekle kalmaz, çürütülen teorilerin dahi tasfiye edilmesini önleyici bir işlev de görür. Çürütülen teori gündemde kaldığı müddetçe rakip teorinin içeriğine katkıda bulunacaktır. Ne teorilerin birbirinin yerini almaları ile ilgili ne de bir teorinin doğruluğunu garantileyen ölçülere sahip olmadığımız için her türlü bilgiye yarışma şansı vermek en güvenilir yoldur. Feyerabend buna çoğalma ilkesi demektedir.
Sonuç olarak Fayerabend’e göre, bilim adamları diktatoryası ile siyaset yahut dini otoritelerin diktatoryası arasında bir nitelik farkı yoktur. Bilimin doğasında onu kurtarıcı yapan hiçbir şey olmadığına göre insanların onayını almak şartıyla her şey gider en iyi ilkedir.

3. DOĞRU BİLGİNİN KAYNAKLARI
a. Deneycilik/Empirizm                                                     
Deneycilik, tüm bilgilerimizin kaynağını gözlem/deneye ve sınırlarını da duyu verilerine indirger. Empiristler, bilginin kaynağını genellikle beş duyumuzun sağladığı yaşantılara dayandırırlar. Bir empiristi bir şeyin var olduğuna ikna etmeye çalışsak şöyle kendisi bize şöyle derdi: “Göster bana!”.  Deneycilere göre herhangi bir şeyin varoluşu yahut var olmayışı hakkındaki bir önermenin anlam taşıması için herkes tarafından doğrulanabilir olma ölçütünü karşılamalıdır. Deneyciliğin bir başka özelliği, düzenlilik ilkesine bağlılığıdır. Doğal dünya düzenlidir. Olayların geçmişteki oluş tarzı ya da şimdiki benzer şeylerin hareketlerindeki birörneklilikten hareketle nesnelerin gelecekteki olası davranışlarıyla ilgili öndeyilerde bulunmamız meşrulaşır. Empirist, düzenliliğe başvurmanın yanı sıra benzerlik ilkesinden de yararlanır. Benzerlik, insanın farklı nesne ve algıların benzer yanlarını soyutlayabilme yeteneğini gerektirir.
Deney dışında bilginin olmadığını ileri süren bu görüş, metafiziğe karşı çıktığı için önsel bilgileri de reddeder. Deneycilerin başında gelenlerden John Locke’un savı şudur:  İnsan zihni doğuştan boş bir levhadır (tabular asa). İnsan doğduğunda bilgi yüklü olarak değil de boş fakat yazılmaya olanaklı bir anlama yetisiyle donatılmıştır. Bu boş levha, deneylerimizden gelen basit izlenim ve bu izlenimlerin oluşturduğu idelerle yavaş yavaş dolmaya başlar. Tüm bilgilerin deneyden gelmesi, bilginin deneyden sonra yani a posteriori kazanıldığına işaret etmektedir. Çağdaş köktenci deneyciler ise Locke’u anlaşılması daha kolay şu sözcüklerle yeniden dile getirebilirler: Bilgi, içinde dış nesnelerin bir ya da daha fazla duyu organını uyardığı ve beyin denen fiziksel organda maddi ya da elektriksel bir değişikliğe yol açtığı karmaşık bir nöro-kimyasal sürecin ürünüdür.
Deneyciler analitik bilgi yerine sentetik bilginin önemi üzerinde durarak bu bilgilerin de deney sonrası çıktığını ifade ederler. Eğer tüm bilgilerimiz deneyden geliyorsa aklın ilkeleri olarak bilinen özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü halin olanaksızlığı ilkesi de deneylerimiz sonucu öğrendiğimiz bilgilerden bir şey olamaz. Çünkü doğuştan gelen hiçbir bilgi zihinde yoktur.
b. Akılcılık/ Rasyonalizm
Akılcılık, somut olgulara, gözlem ve deneylere dayanmak yerine aklıda önceden var olan bazı ilke ve bilgilerin yardımı ile bilebileceğimizi söyleyen öğretidir. Deneylerin temelinde yatan duyu verilerinin güvenilirliğini tartışmaya açan akılcı yaklaşım, duyuların bazen yanıltıcı olabileceğini ortaya koymuştur. Duyu ve deney bilgisine kuşkucu yaklaşmaları, akılcıların sağlam ve değişmez, kesin bilginin peşinde koşmalarındandır. Onlara göre duyular, kesin, doğru ve evrensel bilginin kaynağı olamaz çünkü duyular, değişen şeylerin bilgisidir. Tüm nesneler hareket içindedir ve hareket yani değişim, bize değişmez ve kalıcı bilgiyi sağlamaz. Bilgi, genel-geçer, her yerde ve durumda aynı olmalıdır.
A priori bilgiyi kabul ederek deneycilerin aksine insan zihninin doğuştan boş olmadığını öne sürerler. İnsanlar doğdukları anda önceden bazı bilgilerle donatılmışlardır ve zamanla bunları anımsarlar. Sistemlerini üzerine kurdukları temel aksiyomlar (belitler), insan zihni için açık seçik ve kesin olduğu öne sürülen idelerden türetilir. İnsan zihni bu ideaları bilme gücüne sahip olmakla birlikte onları yaratmadığı gibi deneyim yoluyla da öğrenmez. Bu idealar (fikirler) bir biçimde insan zihni tarafından içerilir. Rasyonalizm klasik anlatımını Platon’da bulur. Platon’a[8] göre bir kimse, bir önermenin daha önce doğru olduğunu bilmezse, öğrendiği zaman da onun doğru olup olmadığını söyleyemez. Bir diğer deyişle, insanlar hiçbir şey öğrenemezler sadece zaten bildikleri şeyleri anımsarlar. Tüm temel ve evrensel ilkeler, insanların zihinlerinde önceden vardır. Geometri, akılcıların gözde örneklerinden biridir. Geometrinin örneğin; “iki nokta arasındaki en kısa mesafe doğrudur”, türünden temel aksiyomları,  insanların tam olarak bildikleri açık seçik idealardır.
Böylece de doğuştan getirdiğimiz bilgileri kabul eden akılcılar, bilgilerimizin sınırlarını deneycilerden daha geniş tutmaktadır. Zira bilgimizin sınırlarının deney ötesine geçebileceğini söyleyerek metafizik bilgiyi olanaklı hale getirirler.
Akılcılar yöntem olarak bilimde tümdengelimi kullanırlar[9].

c. Bilginin Kaynağı Hem Akıl Hem Deneydir
Bilginin kaynağını daha doğrusu bilginin elde edilmesindeki önceliği radikal biçimde deney yahut akılda görenlere karşı olarak her iki kaynağı da bilginin temeline koyan uzlaştırmacı görüştür. Bu görüşe göre bilgi için hem deney hem de akıl gereklidir. Yalnızca biri olması, bilginin oluşması için yeterli değildir.  Bu görüşün en iyi temsilcisi Kant’tır.

4. BİLGİYE ULAŞMANIN MANTIKTA BAŞLICA YÖNTEMLERİ
Bilgiye ulaşmada tümdengelim ve tümevarım yöntemlerini incelemeye geçmeden önce tarihi bağlamları içinde kısaca değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Tümevarımcılığın tarihi 1600lü yıllara kadar geri gider. Kilise otoritesine ve Aristocu tümdengelim mantığına başkaldıran Francis Bacon, bilgi edinmede gözlem ve deneyin önemli olduğunu savunarak tümevarımın temellerini atmıştır. Düşünce tarihinde akılcılık- deneycilik ya da tümdengelim/tümevarım arasındaki çatışma yalnızca epistemolojik (bilgi kuramsal) farktan kaynaklanmaz. Bu iki yaklaşımın, geniş toplumsal ve siyasal arka planı olup batı düşünce tarihinde akılcılık, kutsal kitapların açıklanmasında deneycilik de kiliseye ve onun dünya tasavvuruna karşı yürütülen mücadelenin bilgisel zeminini kurmada önemli işlevler yüklenmiştir. Ortaçağda temel bilgi üretim ve aktarım kurumu kiliseydi ve bu süreçte yer alan kişilerin en temel işi de iyi bir Hıristiyan toplumu ortaya çıkarmaktı. Bilgi üretim sürecinde kilise otoritesi azalmaya başlayıp, öte dünya merkezli Hıristiyan öğretisi yerine bu dünyayı esas alan aydınlanma felsefesi geçince, dini ilkelere göre belirlenen normatif (olması gerekene ilişkin) bilgi, değerini kaybetmeye başlamıştır. Esas olarak nasslardan sonuç çıkarma olan tümdengelim yerini tümevarıma bırakmıştır. Tümdengelim, öte dünya merkezli ve bu dünyayı aşan ilke ve değerler doğrultusunda dönüştürmeyi amaçlayan; tümevarım ise bu dünyada olanların epistemolojik düzeydeki izdüşümüdür[10].
a.TÜMEVARIM 
Boşluğa bıraktığım 1.cisim düştü.
Boşluğa bıraktığım 2.cisim düştü.
Boşluğa bıraktığım 3. cisim düştü.
Boşluğa bıraktığım n. Cisim düştü.
------------------------------------------------
                             O halde boşluğa bırakılan bütün cisimler düşer.
                                  Tümevarım, bir varım yöntemidir.
Naif tümevarımcılığa göre bilim deney/gözlem ile başlar. Sağlıklı duyu organlarına sahip olan gözlemci, gözlemekte bulunduğu durum hakkında görebildiği, duyabildiği vb.şeyleri önyargısız bir şekilde kaydetmelidir.
Sınırlı sayıda bir dizi gözlem önermesinden evrensel bir yasayı genelleme meşrudur. Tümevarımcının bu tür genellemeleri meşru sayması için şu koşulların karşılanmış olması gerekir:
a.       Bu genellemeye temel oluşturan gözlem önermelerinin sayısı çok olmalıdır.
b.      Gözlem ve deneyler çok değişik şartlar altında tekrarlanmalıdır.
c.       Hiçbir kabul edilmiş gözlem önermesi, onlardan elde edilen yasayla çelişmemelidir.
Metal bir çubuğun genleşmesiyle ilgili tek bir gözlem temeli üzerine tüm metallerin ısıtıldıkları zaman genleştikleri sonucuna varmak, sarhoş bir Alman ile ilgili tek bir gözlem temeli üzerinde bütün Almanların ayyaş oldukları sonucuna varmaktan daha doğru değildir. “Bütün metaller ısıtıldıklarında genleşir” önermesi sadece genleşmeyle ilgili gözlemler çok değişik koşullar altında yapımlı bir deney/gözlemler serisine dayanıyorsa meşru bir genelleme olabilir. Farklı metal türleri ısıtılmış olmalıdır. Uzun demir çubuklar, kısa demir çubuklar, gümüş çubuklar, bakır çubuklar vb., yüksek basınç altında, alçak basınç altında,yüksek ısılarda, düşük ısılarda vb. ısıtılmış olmalıdır. Şayet bütün durum ve koşullar altında ısıtılan metaller genleşiyorsa ancak ve ancak o zaman elde edilen gözlem/deney önermeleri listesinden, yasayı genellemek meşru olur. Ayrıca örneğin belirli bir metal örneğinin ısıtıldığında genleşmediği gözlemlenmişse, bu durumda evrensel genelleme meşruiyet kazanamaz.
İşte tikelden tümele yani tek tek deney/gözlemlerden hareketle genel yasalara varan akıl yürütme türüne tümevarımlı akıl yürütme, sürece de tümevarım denmektedir.

b. TÜMDENGELİM

Bilimin önemli özelliklerinden biri de açıklama ve tahminde bulunma yeteneğidir. Bilim adamı bir kez evrensel yasa ve teorilere sahip oldu mu bu yasa ve teorilerden çeşitli sonuçlar çıkarması mümkün demektir. Örneğin “metaller ısıtıldıklarında genleşirler” olgusu dikkate alındığında kesintisiz inşa edilmiş uzayıp giden demiryolu raylarının güneş sıcağı altında eğrilip büğrüleceği olgusunu çıkarmak mümkündür. Bu akıl yürütme tarzına tümdengelimli akıl yürütme denir.
Tümdengelim, Bir Çıkarımdır.

Öncüllerin doğru kabul edilmesi halinde sonucun, bu öncüllerden zorunlu olarak doğru çıktığı yani aslında mantıkta geçerli olabilen tek akıl yürütme yöntemi dedüksiyondur.                       
Geçerli bir tümdengelime dayalı akıl yürütmede, sonuç önermesi, öncüllerin içinde zaten saklı ve örtük olarak vardır.  Sonuç, öncülleri içerik yönünden ne aşmakta ne de ona yeni bir şey ilave etmektedir. Bu nedenle öncüller doğru ise sonucun yanlış olması olanaksızdır. Dedüksiyonun öncüllere bir şey katmaması nedeniyledir ki başarısızlık tehlikesi olmaksızın daima uygulanabilir.

                             Bütün A’lar   B’dir
                                          X, bir A’dır.
                          -------------------------------------
                          O halde X, bir B’dir.

       
 Bütün insanlar ölümlüdür.        
  Sokrat bir insandır.         
             --------------------------------------------------------
 O halde Sokrat bir ölümlüdür.

          Sonuç, Öncülleri İçerik Yönünden Ne Aşmakta Ne De Ona Yeni Bir Şey İlave Etmektedir.
Anlaşılacağı üzere Sokrat’ın ölümlü olduğunu belirten sonuç önermesi zaten “bütün insanlar ölümlüdür” öncül önermesinde örtük ve saklı olarak vardır.

 Örnek2:          Felsefeyle ilgili birçok kitap pahalıdır.
                        Bu kitap felsefeyle ilgili bir kitaptır.
                       O halde bu kitap pahalıdır.
Bu örnekte ise bir ve ikiden zorunlu olarak üçüncü çıkmaz. Birinci ve ikinci öncülün doğru fakat sonuç önermesi olan üçüncünün yanlış olması mümkündür. Söz konusu kitap, felsefeyle ilgili pahalı olmayan kitaplar azınlığı içindeki kitaplardan biri çıkabilir[11].
Ancak öncüllerin doğruluğunun saptanması, mantıksal bir sorun değildir. Mantık yalnızca öncülleri doğru saymakla işe başlar. Mantığı ilgilendiren, öncül halindeki önermelerin doğru kabul edilmeleri halinde sonucun, bu öncüllerden zorunlu olarak çıkıp çıkmayacağıdır. Önermelerin içerik yönünden doğruluk ve yanlışlığı ile mantık ilgilenmez. Mantıkta geçerli bir akıl yürütme, önermelerin içerik bakımından doğruluk ve yanlışlıklarına değil akıl yürütmenin formuna ait bir özelliktir. İçerik açısından yanlış öncüllerle, geçerli bir tümdengelim akıl yürütmesi mümkündür

   Bütün insanlar kuştur.
   Ahmet insandır.
-----------------------------------
                          O halde Ahmet kuştur.

Tümdengelim, bize yeni bilgi vermeyip eldeki bilgiyi tekrarladığı yönünden eleştirilmiştir. O, bilgilerimizi arttırmaktan çok bilgilerimizi çözümleyici, bilgiyi açığa çıkarıcı, sistemleştirici ve denetleyici bir akıl yürütme türüdür. Tümdengelimin asıl önemi ve işlevi, bilgilerimizi sistemli bir şekilde düzenlemeye elveren kanıtlayıcı özelliğindedir.
Tümdengelim, Yeni Bilgi Vermez Ancak Bilgileri Düzenler Ve Denetler.
Tümdengelimcilerin eleştirildikleri iki ana nokta daha vardır. Bu noktalar;
  1. Bir çıkarım veya ispat yolu olan tümdengelimin bir bilgi üretme yolu olarak görülmesi,
  2. Aksiyom veya postula denilen ilk önermelerin doğruluğunun apaçık ya da yadsınamaz birer mutlaklık olarak kabul edilmesi ve bunlara ulaşmanın tek yolu olarak da akıl yahut sezginin gösterilmesidir[12].
c. TÜMEVARIM PROBLEMİ
Yaptığı tüm deneylerde arı suyun 100 °C’ de kaynadığını saptayan bir fizikçi, kendisinden önce yapılmış deneyleri de hesaba katarak “arı su 100 °C’ de kaynar” gibi bir sonuca varır. Oysa mantıksal açıdan bakıldığında varılan sonuç zorunlu değildir.
Varılan sonuç, öncüllerle sınırlı kalmamakta, öncülleri aşan, onların dışına çıkan bir bilgiye bizi götürmektedir. Varılan sonuç, gözlem ve deneyle saptanmış olanı aşmaktadır. “Boşluğa bırakılan bütün cisimler düşer” sonucunun zorunlu olabilmesi için boşluğa bırakılan tüm cisimlerin her zaman (geçmiş, şimdi ve gelecek) ve her yerde (uzamın her bölgesinde) düştüklerinin fiilen gözlemlenmiş olması gerekir. Bu zaman açısından olanaksız olduğu gibi (geleceğe ilişkin deneylerimiz olmaz), uzam açısından da olanaksızdır.
Tümevarımda, Sonuç Önermesi Daima Öncülleri Aşar.
Şimdiye kadar gördüğüm kuğular, tüm kuğuların ancak bir bölümünü oluşturmakta. Gördüğüm kuğularda gözlemlediğim beyaz olma özelliğini, tüm kuğulara genellediğimizde artık öncüller aşılmakta yeni bir sonuca gitmekteyiz. Sonuç, öncüllerde yer alan gözlemlere dayalı fakat kapsamı yönünden bunları aşan bir genelleme niteliğindedir. Bir diğer deyişle sonuç, evrenin tümünü kapsamakta halbuki öncüller bu evrenin yalnızca bir parçasından söz etmektedir. Öncüllerdeki gözlem sayımızı ne denli arttırırsak arttıralım, sonucun doğruluk olasılığı artar fakat bu doğruluk hiçbir zaman kesinlik kazanmaz. Mevcut kuğuların tümünü gözlemleme güçlüğü bir yana geçmişteki ve gelecekteki kuğuların hepsini gözlemleme olanaksızlığından kurtulamayız.

Öncüllerin Tümü Doğru Olsa Bile Sonucun Doğru Olduğu Kesin Olarak Söylenemez.

 Burada deney ve gözlem yoluyla varılan sonucun bundan sonra da her gözlem ve deneyde gerçekleşeceği, bunun böyle olacağı umulabilir, beklenebilir ve bu konuda bizde bir inanç oluşabilir. Ama tüm bunlar bir zorunluluk olarak ifade edilmez ve ileri sürülemez. Burada sonuç, gözlem ve deneyi aşan bir genelleme niteliğindedir. Varıla sonuç önermesi mantıksal zorunluluğu değil olasılığı ifade etmektedir.
Doğa Bilimlerinde Kullanılan Tümevarım, Eksik Tümevarımdır[13].

Popper, Yanlış ve Yanlışlamacılık
      Popper’in başlangıçta tümevarım sorununu çözmek için yaptığı girişim, bu sorunu çözmekten öte tartışmanın zeminini genişleterek bilim felsefesini zenginleştirmiştir. Popper da[14] öncelikle bilim ile bilim olmayan arasında bir ayrımın nasıl yapılabileceği ile ilgilenmektedir. Mantıksal pozitivistler bunun ölçütünü doğrulanabilirlik olarak belirlemişlerdi. Doğrulama işleminin özünde yatan şey; ileri sürülen bir iddia (hipotez) ya da teorinin bilimsel bir temelde bulunup bulunmadığını saptamak için, onun olgusal ve deneysel verilerle doğrulanabilir olup olmadığına bakmak gerektiğidir. İşte Karl Popper, klasik bilim görüşünün yanlışlığını savunur ve bu pozitivist, ilerlemeci ve birikimci bilim anlayışını, eleştirir. Popper;
  1. Teoriden bağımsız gözlem olamayacağını; tikel bilgilerin genellemesiyle tümel bilgi elde etmenin mantıksal bir kesinlik taşımadığını,
  2. Bilimselliğin ölçütünün genel kanının aksine doğrulanabilirlik değil yanlışlanabilirlik olduğunu,
  3. Yine yaygın kanaatin tersine bilimsel bilginin, doğruların biriktirilmesiyle değil yanlışların ayıklanmasıyla ilerlediğini öne sürmüştür.
Yanlışlanabilirliğin anlaşılmasındaki kilit kavram, sınanabilirliktir. Buna göre sınanamayan bir önerme bilimsel olamaz. Zira sınanamayan bir önermenin ne zaman yanlışlanmış olacağı bilinemez. Bu bakımdan metodolojik açıdan önermenin doğru veya yanlış olması önemli değildir. Önemli olan önermenin mantıksal yapısının, onun sınanmasına olanak tanıması, hangi gözlem veya sınama sonucunda yanlışlanmış olacağını açıkça ifade eden önermeler içermesidir.
Bazen de önermenin içeriğinin sınanması mümkünse de mantıksal kurgu açısından yanlışlanamayan bir yapısı olabilir. Örneğin “Yarın hava ya sıcak ya da soğuk olacak” biçimindeki bir önermeyi ele alalım. Bu önerme hava hem sıcak hem de soğuk olduğunda doğru olacaktır. O halde bu önermenin bilgi içeriği bulunmamaktadır. Yarınki hava durumuyla ilgili olabilecek bütün ihtimalleri kapsadığı için yanlışlanamaz bir önermedir ve bu yüzden de bilim değildir. 
Yanlışlamacılık, esasen yararlı bilimsel hipotezlerle sözde bilimsel hipotezleri ayırt etmeyi sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Bu bağlamda Popper, Marks ve Freud’un teorilerinin belirli somut olguların kuramlarına nasıl uygun düştüğünü kolayca göstermelerine karşın hangi koşulların ortaya çıkması durumunda kuramlarını savunmaktan vazgeçeceklerini hiçbir zaman belirtmiyorlardı. Bir örnek vermek istersek; Adlerci psikolojinin temel ilkesi, insan eylemlerini aşağılık duygusunun motive ettiğidir. Nehre düşmüş ve boğulmakta olan bir çocuğu gören bir adamın muhtemel iki tavrını bu kurama göre analiz edelim. Şayet adam çocuğu kurtarmak için nehre atlıyorsa Adlerci psikanalist bu davranışı, adamın tehlikeye rağmen suya atlamaya cesaretli olduğunu ispatlayarak aşağılık duygusunu yenmeyi amaçladığına yoracaktır. Eğer adam nehre atlamazsa bu defa da adam çocuk boğulurken bile kıyıda kalma soğukkanlılığına sahip olduğunu ispat ederek aşağılık duygusunu örttüğünü söyleyecektir. Adlerci psikolji, her tür insan davranışına uygundur ve bu yüzden insan davranışı hakkında bize hiçbir şey söylememektedir. Benzer bir diğer örnek olarak da  Freud’un psikanalizini verebiliriz…… Psikanalist, hastanın gördüğü düşün, gerçekte hastanın çocukluğundan kalma ve çözüme kavuşturulmamış bir cinsel çatışmayla ilgili olduğu iddiasında bulunduğunda, bu iddiayı yanlışlaması mümkün hiçbir gözlem bulunmamaktadır. Bu bakımdan bilimsel olduğu düşünülen bazı hipotezler, yakından incelendiğinde test edilemez olduğu ortaya çıkar. Test edilemez teorilerden uzak durulma nedeni, bunların, bilimin ilerlemesine engel olmasıdır. Çürütme olanağı yoksa o zaman bunları daha iyi bir teoriyle değiştirmenin yolu da yoktur.
Bir teori, onu yanlışlayabilecek mümkün bir deney yoksa bilimsel sayılamaz.
“Su, 100 °C’de kaynar” hipotezini yanlışlayabilecek testler yapmak, sınamak olanaklıdır. Keza “bir ışık ışını, uçak aynasından yansıdığında, geliş açısı yansıma açısına eşittir”de öyle. Bir yasa yahut teori, ne kadar iddialı olursa evren hakkında daha kapsamlı tezler öne sürmekte ve bu yüzden de yüksek derecede yanlışlanabilme imkânı vermektedir. Yeter ki daha sonra fiilen yanlışlanmamış olsun. Bunun da teorilerin açık ve kesin biçimde ifade edilmeleri gerektiği yolunda bir sonucu vardır. Yanlışlamacı, ışık hızının bir vakum içinde saniyede 299.8X10 6metre olduğu tezini, saniyede yaklaşık 3000X106olduğu yolundaki daha az kesin teze daha fazla yanlışlanabilir olduğu için tercih edecektir.
       Tek bir çürütücü örnek, bir teorinin yanlış veya yetersiz olduğunu göstermeye yeter. Bütün kuğular beyazdır dediğimde tek bir siyah kuğu gözlemi, teorimi çürütmeye fazlasıyla yeter. Yanlış olduğu gösterilen teori bir tarafa bırakılır ya da en azından yeniden gözden geçirilerek, değişikliğe uğratılır.  Böylece bilim, teori ve bilimsel kanunların doğru olduğunu kanıtlamak yerine yanlış olduğunu göstermeye çalıştığı takdirde gelişir. Eğer ben bir taşı yere düşürerek Newton’un teorisini doğrularsam bilime katkıda bulunmuş sayılmam. Halbukiiki cisim arasındaki çekimin, cisimlerin sıcaklıklarına bağlı olduğunu ima eden ve Newton’un teorisini yanlışlayan spekülatif bir teoriyi doğrularsam bilime önemli katkıda bulunmuş olurum. Bilimsel bilgi süreci,  bilgi dağarcığımızdan yanlış bilgilerin ayıklanması biçiminde işlemektedir. Bir zamanlar öne sürülmüş teoriler, gözlem ve deney tarafından acımasız şekilde test edilmelidir. Bu testlere karşı koyamayan teoriler elenerek yerlerine daha spekülatif (yeni) varsayımlar konmalıdır.  Bilim, deneme ve yanılmalarla ilerler ve yalnızca en güçlü teoriler ayakta kalır. Bir teorinin doğru olduğu hiçbir şekilde meşru olarak ileri sürülemezken önceki teorileri yanlışlayan testlere direnmeye muktedir olması anlamında daha iyi ve güçlü olduğu ileri sürülebilir.
Yanlışlamacılığın Eleştirisi
a.Tarihsel hakikatlere aykırılığı: yanlışlamacılık, bilim tarihindeki önemli gelişmelerin hemen hiçbirini yeterince açıklayamamaktadır. Kopernik devrimini yani güneşin evrenin merkezinde olup dünyanın ve diğer gezegenlerin onun çevresinde döndüklerinin kabulünü ele alalım. Yanlışlayıcı örneklerin mevcudiyeti olgusu, alanın büyük şahsiyetlerini, hipotezlerini reddetmeye sevk etmemiştir. Teori, fiziğin yüzyıllar süren gelişmesinden sonra ancak gözlemler karşısında tam ve gereği gibi test edilebilmiştir. Aynı şekilde Newton’un teorisi de ayın yörüngesine ilişkin olarak, teorisinin kamuoyuna açıklanmasından hemen sonra gerçekleştirilen gözlemler tarafından açıkça yanlışlanmıştı. Oysa yanlışlayıcı bu gözlemlerin yanıltıcı oldukları ancak epey bir süre geçtikten sonra anlaşılmıştır. Bu aşikar çürütmeye rağmen Newton ve diğerleri yerçekimi teorisine bağlı kaldılar ve bunun bilimin gelişmesine olumlu katkıları oldu. Hâlbuki Popper’in yanlışlamacı bilim modeline göre Newton’un teorisinden yanlışlanmış olduğu gerekçesiyle çoktan vazgeçilmiş olması gerekirdi. Bu iki örnek, yanlışlamacı bilim teorisinin bilimin fiili tarihine her zaman uygun düşmediğidir. Bilimsel teorilerin nasıl aşıldığı doğru açıklayabilmek için en azından düzeltilemeye muhtaçtır[15]
Bundan da anlaşılıyor ki bir teori nihai olarak yanlışlanamaz. Çünkü hatalı tahminlerin sorumlusu,  teste tabi tutulan teori dışındaki bir unsur olabilir. İşte astronomi tarihinden bunu açıkça ortaya koyan örnekler. Newton teorisinin, Uranüs gezegeninin yörüngesiyle reddedilmiştir. Uranüs gezegeninin hareketiyle ilgili ondokuzuncu yüzyıl gözlemleri, Uranüs yörüngesinin tahmin edilen yörüngeden önemli ölçüde saptığını gösterdi. Bu durum Newton teorisi için problem ortaya çıkarıyordu. Uranüs civarında daha önce keşfedilmemiş bir gezegen bulunduğu öne sürüldü. Uranüs ile varsayılan gezegen arasındaki çekim, Uranüsün yörüngesindeki sapmanın nedeni sayıldı.

c. ANALOJİ

Diyelim ki elimizde x gibi ortak bir özelliği paylaşan A ve B gibi iki nesne var. Ayrıca A’nın , “y” gibi başka bir özelliği daha olduğunu biliyoruz. İşte iki nesne arasındaki daha önceki benzerliğe bakarak B’nin de, “y” özelliğini taşıdığını düşünmemiz, analoji yoluyla akıl yürütmenin esasını oluşturur.
ÖRNEK: Elçin ve Yalçın’ın ikisi de solak, çok güzel resim yapıyorlar. Elçin’in bir özelliğini daha biliyoruz. Renkler içinde en çok kırmızıyı sevmekte. O halde Yalçın da kırmızıyı sever diye düşünebiliriz.
O halde analoji; iki şey veya olay arasındaki benzerliğe dayanarak bunlardan birisi hakkında verilen hükmü diğeri hakkında da vermektir. Görünen ve bilinen benzerliklerden, görünmeyen ve bilinmeyen benzerlikleri ortaya çıkartmaktır. Örneğin;
Dünya gezegeninin atmosferi vardır ve üzerinde canlı yaşar.
Merih’te de atmosfer vardır.
O halde Merih’te de canlıların bulunması gerekir.

ORTAK ÖZELLİKLERİN SAYISI NE KADAR FAZLAYSA SONUCUN DOĞRU OLMA OLASILIĞI O KADAR ARTAR.

 ANCAK ORTAK ÖZELLİKLERİN ÇOK OLUŞU, SONUCUN DOĞRULUĞUNU İSPATLAMAYA YETMEZ.      
Tümevarımda tekil olgu ve nesneler için saptanmış olanın, o olgu ve nesnelerin bütünü için de doğru sayılmasıdır. Yani bir genellemeye gidilmiş olmasıdır. Oysa analojide bir genellemeye gidilmez. Bazı olay, olgu veya nesnelerden öbür bazı olgu, olay ve nesnelere gidilir ve varılır. Analoji, benzerden benzerliği, tümevarım ise tikelden tümeli çıkartır.

TÜMEVARIMDA TİKELDEN TÜMELE, ANALOJİDE İSE TİKELDEN TİKELE VARILIR.
Analojide dört tane unsur bulunur. Bunlar;
    1. Benzetilen: Yukarıdaki  örnekte “Merih”.
    2. Kendisine benzetilen. “Dünya”.
    3. İllet/neden: Bu ikisi arasında bulunan ortak anlam yani örnekte “Atmosfer”.
    4. Benzetme/hüküm: “Canlı bulunması”.


f. SEZGİ YÖNTEMİ
Sezgiciler, deneyciliğin ve akılcılığın ötesine geçerek doğru bilginin sezgiyle bilinebileceğini öne sürerler. Akıl ve deneyin bilgiyi sınırladığını ve gerçek bilgiyi veremediğini düşünerek bilginin alanının daha geniş olduğunu kabul ederler. Doğru bilginin ölçütünü, akıldan daha üstün olan sezgiye yüklerler. Zira sezgi, aracısız olan doğrudan bilgiyi, onu kavramaya çalışana yine aracısız olarak verir. Böylece sezgiciler, kesin ve apaçık bilginin sezgisel olduğunu varsayan bir bilgi kuramı geliştirmeye çalışmışlardır.
Sezgi; bilginin süjesiyle(insan, akıl), bilginin nesnesi (obje) arasında doğrudan, aracısız kurulan ilişkiye verilen addır. Sezgi, öznenin nesne ile birleşip hakikatı bulmasıdır. Sezginin, nesne hakkındaki doğrudan ve aracısız bilgi edinme yöntemi olduğu hakkındaki tanım eleştirilmektedir. Sezgi yöntemi aslında akıl-deney sentezidir. Deney birikiminin, rastlantısal olarak veya bilgi dağarcığının dolması sonucu aniden kendini göstermesinden başka bir şey değildir. Başka bir anlatımla Arşimet’in “evreka”sı, bilim adamının o sözü söyleyerek hamamdan fırladığı güne kadar yaptığı deneylerin, o yönde yoğunlaştırdığı ussal çalışmaların aniden sonuçlanmasının deyimidir.
Ayrıca sezgi yöntemi aslında aklın bir operasyonudur. Fakat klasik akılcılıkta olduğu gibi bir yargıdan diğerine mantıksal bir yol izlenmemekte, bilinç doğrudan doğruya nesneyi algılamaktadır.
       5. MANTIK
Mantık; Arapçada “söylemek, konuşmak, dile getirmek” anlamına gelen nutuk kökünden türeyip dilimize geçmiştir. Batı dillerindeki karşılığı olan logos; akıl, düşünme, yasa, düzen, söz anlamlarını içerir. Mantık; düşünmenin, doğru akıl yürütmenin, doğru sonuçlara ulaşmanın şart ve kurallarıyla meşgul olan bir disiplindir. Mantık konuları; önerme, kavram, çıkarım sıralamasını izler. Mantığın kendisi bilgi üretmez ama mantık süzgecinden geçmemiş bir şey de bilgi haline gelmez. Önermeler bahsine geçmeden önce mantık yasalarına bakalım.
5.1.MANTIK YASALARI
      Antik Yunan felsefesi düşünürü Aristoteles tarafından sistemleştirilen bu mantık ilkeleri, akıl için evrensel ve zorunludurlar. Evrensel oluşları, her renk, her çağ ve her coğrafyanın insanı için geçerli olmalarından; zorunlulukları ise bunlara riayet etmeyen zihnin bir şey ortaya koyamaması, kendisini ifade edememesi ve bir türlü anlaşmayı sağlayamamasından dolayıdır.
        a. ÖZDEŞLİK: Özdeşliği ancak öbür bilinen ve kendisine yakın kavramlar karşısındaki sınırlarını çizmeye çalışarak aydınlatabiliriz. Bir kere özdeşlik, eşitlik demek değildir. Eşitlik,  benzerliğin bir sınır durumudur. Benzerlik ise iki ayrı şey arasındaki bir ilişkidir ve iki ayrı şeyin değişik oranlarda ortak özelliklere sahip olması durumudur. Ortak özelliklerin sayısı arttıkça iki ayrı şey arasındaki benzerlik de artar. Bu durumda eşitlik, benzerliğin bir sınır durumu olarak iki farklı şey arasındaki tüm özelliklerin ortak olması durumudur. Oysa özdeşlik, iki ayrı şey arasındaki bir ilişki değil bir şeyin kendisi olmasıdır. Bu nedenle benzerler eşit olabilir ama özdeş olamazlar. Özdeşlik, bir şeyin başka bir şeyle ilişki kurulmaksızın kendisi olarak düşünülmüş olmasını ifade eder.
Mantıkta özdeşlik “A, A’dır” ifadesiyle açıklık kazanır. Bu önermede bir şeyin başka bir şeyle olan ilişkisi değil yalnızca kendisi olduğu ifade edilmektedir. Bir şey, kendisi dışındaki bir şeyle özdeş olamaz ancak benzer veya eşit olur. Özdeşlik önermesindeki iki A, kâğıt üzerinde ve dilsel ifade gereği iki adet yer alır.
            Özdeşlik; “Bir şey ne ise odur. Her şey kendisinin aynıdır”.
Bir akıl yürütmenin başında bir terime verilen anlam ne ise o akıl yürütme boyunca o terim hep aynı anlamı taşımalıdır. Bu akıl yürütmenin tutarlılığının, fikirlerin sağlamlılığının ve yeni fikirler elde etmenin zorunlu şartıdır. Herhangi bir konunun açıklanmasında zihin bu ilkeye uymazsa o konu anlaşılmaz. İlk bakışta pek basit görünen A, A’dır ifadesi, doğru düşünme için zihnin uyması gerekli baş ilkedir. Özellikle doğru düşünmenin bir ilkesi olarak tek tek her zihin buna uymak zorunda olduğu gibi diyaloglarda yani başka zihinler arası fikir alışverişlerinde de bu ilkeye uyma zorunluluğu vardır. Diyaloglarda kullanılan kavramlara taraflar aynı anlamı değil de farklı anlamları yüklerse fikir karışıklığı olur sonuçta anlaşma olmaz, doğruyu ortaya koyma olanaksızlaşır. Fikir kavgalarının, tarafların anlaşmaya varamamalarının başta gelen nedenlerinden birisi özdeşlik ilkesine uymamadır. Tartışmanın verimli olabilmesi için kullanılan terimlerin tanımlarında fikir birliğine varmak ve tartışma boyunca kullanılan terimler üzerinde anlaşmaya varılan tanımdan farklı bir anlam vermemek gerekir.
        b. ÇELİŞMEZLİK: Özdeşlik, mantıkta başat bir ilke durumunda olsa da tek başına düşünme açısından verimsizdir. Bir şeyin kendisinden başka bir şeyle özdeş olduğunu düşünmek çelişkidir. Buna göre çelişmezlik ilkesini;
        “Bir şey hem kendisi hem de başka bir şey olamaz” şeklinde dile getirebiliriz. Çelişmezlik, özdeşlik ilkesi olmadan düşünülüp, tasarlanamayacak bir ilkedir. Bir diğer deyişle, çelişmezlik ilkesi, özdeşlik ilkesinin bir türevi durumundadır. Bir şeye A dedik mi A’dan başka olan her şey, A’ya özdeş olmayan bir şey demektir.
       Çelişmezlik ilkesi, “A, A olmayan değildir” biçiminde formüle edilebilir. Aslında çelişmezlik ilkesini, özdeşlik ilkesinin bir onaylanışı, bir tasdiki olarak da yorumlayabiliriz. İlkenin formüle edilişinde bir yadsıma, mantıki deyimle değilleme varmış gibi gözüküyorsa da aslında özdeşliğin bir onayı söz konusudur.
“Her şey kendisi ile özdeştir, hiç bir şey kendisinden başka bir şeyle özdeş olamaz” . Çelişmezlik her ne kadar özdeşlik ilkesinin bir türevi ise de düşünme evrenini (düşünülebilen her şeyi) A ve A olmayan şeklinde iki alana ayırma olanağı sağladığından, özdeşlik ilkesine yeni bir şey katmakta ve düşünme alanımızı genişletmektedir. Gerçekten de tek başına ele alındığında özdeşlik, düşünmemiz için kısır bir ilkedir. Düşünmemiz sadece özdeşlik ilkesinde kalmış olsaydı, bir şeyin kendisi olduğunu düşünmekten öte bir adım atamazdık. Çelişmezlik ilkesinin düşünmemiz açısından önemi, onun bize kendi olmama, kendi dışında başka olma olanağını düşündürtmesi ve böylece düşünülen şeyler arasında ilişki kurabilmemizi sağlamasıdır.
Böylece bir şey –aynı zaman ve şartlar içerisinde- hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Birbiri ile çelişik iki önermeden biri doğru ise diğeri mutlaka yanlıştır. Aynı niteliğin aynı özneye aynı zamanda hem ait olması hem de olmaması olanaksızdır. Yine aynı konuya aynı yüklem aynı zaman ve şartlarda hem olumlu hem olumsuz olarak yüklenemez. Yanlışa düşmemek için düşünceler arasında çelişme bulunmaması gerekir. Örneğin sınıfta asılı şemsiyeyi aynı zamanda hem şemsiye hem atkı olarak göremeyiz. O şemsiye ise şemsiyedir. Hem şemsiye hem atkı olamaz. Tutarlılık, mantıksal düşünmenin de ötesinde kafa ahlakının bir gereğidir.
c. ÜÇÜNCÜ HALİN OLANAKSIZLIĞI İLKESİ: Düşünülebilen tüm şeylerin A ve A olmayan üzere düşünme evrenimizi iki alana ayırdığı açıktır. Bu şu demektir; “ A ve A olmayan dışında üçüncü bir hal düşünülemez”. Bu ilke mantıkta şöyle ifade edilebilir;
Her x, ya A ya A olmayan olmak zorundadır. Üçüncü hal düşünülemez”.
Bu ilke özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerinin bir türevi durumundadır. Diğer bir ifade ile iki çelişik önermeden biri doğru ise öteki zorunlu olarak yanlıştır. İkisi arasında üçüncü bir hal yoktur.
ELEŞTİRİLER: Bu üç ilkeye dayanan klasik mantığa “iki değerli mantık” denir. Örneğin bir kutuda iki renkte bilye bulunuyorsa kutudan ancak bu iki renkten birini taşıyan bilye çıkabilir, üçüncü bir renk çıkmaz. Eğer kutuda üç renkli bilye bulunsaydı bu durumda dördüncü renkte bilyenin çıkması mümkün olmazdı. Kaç değerli mantık sistemi kabul edersek ona göre üçüncü halin imkânsızlığını kabul etmek gerekir.
Buna karşın klasik olmayan mantık, klasik mantığın üç ilkesinden bir veya ikisini dışarıda bırakmalarından ötürü çok değerli mantık olarak adlandırılır. Çok değerli ya da üç değerli mantık, üçüncü halin olmazlığı ilkesinin dışarıda bırakılmasıyla geliştirilmiş bir mantık olur. Üç değerli mantık; doğru, yanlış değerleri arasına belirsiz diye üçüncü bir kategoriye yer veren mantıktır. Klasik determinizm, hareket halindeki cisimlerin durumlarını yer ve hız yönünden aynı zamanda saptamanın mümkün olduğu varsayımına dayalıdır. Oysa kuantum teorisi, elektron ve diğer atom altı parçacıkların herhangi bir andaki durumlarını bu iki yönden aynı zamanda saptayabilmenin olanak dışı bulunduğunu göstermiştir. Makro düzeyde geçerli görünen nedensellik ilkesi mikro düzeyde yetersiz kalmıştır. Konumu saptamada elde edebileceğimiz kesinlik ne kadar yüksekse momentumu saptamada elde edeceğimiz kesinlik o kadar düşük kalmakta. Bunun bir ölçme güçlüğü olduğu itirazları yapılmakla birlikte buna bağlamanın doğru olmadığı yönünde karşı düşünce de vardır.
İtiraz edilen bir diğer ilke de çelişmezlik ilkesidir. Durağan kalıplar çerçevesinde kalmış eski mantık için çelişki, giderilmesi gereken bir aksaklık, bir hata idi. Oysa diyalektik mantıkta çelişki, hatalı düşünmenin bir ürünü değil aksine düşünce eyleminde yer alan bir özelliktir. Diyalektik mantık işlevini çelişkiden sakınmakta ya da onu düzeltmekte görmediği gibi çelişmeyi, bir üst gelişme aşaması için özümsemelidir.
Üçüncü şıkkın imkânsızlığı ilkesine yapılan itirazlar, bu ilkenin yanlışlığını değil onun sınırlı olduğunu ortaya koyar[16].
Bir şeyin bilgi sayılması için öncelikle bir önerme ile dile getirilebilir olması lazımdır. Bu bakımdan bilimsel bilgi içeren önermeleri, bu önermelerin yapısına bakarak, diğer bilgi türlerini içeren önermelerden ayırt edici özellikleri ile ortaya koymaya çalışacağız. Bilimsel bilgiyi,diğer bilgi türlerinden ayırmada ve kendine ait özelliklerini belirlemede de dilsel ve mantıksal analizden yararlanabiliriz.




[1] Ömer Demir, Bilgi Felsefesi, Bursa, Asa Kitabevi, 2001, s.16-17.
[2] Niyazi Öktem, Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe, Sosyoloji, Hukuk ve Devlet, Der Yayınevi, İstanbul, 2001, s.1-6.
[3] Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, Bursa, Asa yayınevi, 2001, s. ;Ernest Hirş, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Güncel Dile Uyarlayan: Selçuk Baran, İkinci Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara1996,s.
[4] Bu bağlamda Antik Yunan’da kuşkucu düşüncenin  temellerini atan Sofistler’den bahsetmeden geçemeyiz.  Yunan felsefesindeki MÖ. 600’den 450’ye kadar süren ilk dönemi kozmolojik dönem diye adlandırıyoruz. Bu dönemdeki sorunlar physis ve doğa ya da kozmos ile ilgiliydi. M.Ö.450 civarında insan merkezci döneme geçilerek bizatihi insanla ilgili sorunlar ilgi odağı haline geldi ve ahlaki-siyasi sorunlara kayıldı.
M.Ö.V yüzyılın ortalarında tarih sahnesinde seslerini duyurmaya başladılar. Yunan sitelerinin sosyal ve siyasal yapısı MÖ.V.yüzyılda büyük ölçüde değişmişti. Ticaret yaparak zenginleşen ama aristokrat kökenli olmayan yeni bir sınıf, tüccarlar sınıfının özellikle bilgi ihtiyacını karşılayan ve insanlara güzel konuşma metotlarını öğreten fikir adamlarıdır. Bu yeni dönemde
Demokratik temsilin genişlemesi, siyaseti belirli bir zümrenin tekelinde kurtarıp halkı etkileyecek herkese, bu belagat gücüne sahip olanlara lider olma olanağını hazırlamıştı.

Protagoras’ın  meşhur

İNSAN HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜDÜR. VAR OLAN ŞEYLERİN VAR OLDUKLARININ, VAR OLMAYAN ŞEYLERİN VAR OLMADIKLARININ ÖLÇÜSÜDÜR. HER ŞEY BANA NASIL GÖRÜNÜRSE BENİM İÇİN BÖYLEDİR, SANA NASIL GÖRÜNÜRSE SENİN İÇİN DE ÖYLE

Deyişinin anlamı şudur: İnsan için dünya, ona olduğu şekliyle olduğu gibi görünen dünyadır. Bir insan tir tir titrediği zaman hava onun için soğuktur. Soğuk, onun için fiilen var olduğundan ona havanın gerçekte sıcak olduğunu söylemenin hiçbir anlamı yoktur.
Protagoras’ın daha genç yaştaki çağdaşı Gorgias ise hiç bir şeyin var olmadığını, bir şey var olsaydı bile onun bilgisine sahip olamayacaklarını, birileri her şeye rağmen bilebilseydi bile bilgisini başkasına aktaramayacağını kanıtlamaya çalışmıştır.
KESİN VE DOĞRU BİLGİ OLANAKSIZDIR.  BİZİM SADECE SANILARIMIZ OLABİLİR.
Kesin ve doğru bilgi olanaksızdır. Zira evrende her şey değişmektedir, sürekli bir akış halindedir. Böylesi bir değişim ve akşın, kalıcı-değişmez bilgileri olanaksızdır. Duyum ve algılarımız da kişiden kişiye değişmektedir. Değişebilen algı ve duyumlar da kesin bilgi değil sanılar doğurur. Sanılar da kişiye bağlıdır. Yani her sanı doğrudur.
NE KADAR KİŞİ VARSA O KADAR HAKİKAT VARDIR. BİREY HAKİKATİN VE İYİNİN ÖLÇÜSÜDÜR.
Tüm bu nedenlerden ötürü felsefe doğru bilgiyi değil insanı mutlu edip ona yararlı olan bilgiyi araştırmalıdır.

Sofistler, bu bilgi görüşünden pragmatik bir sonuca vardılar:
                    YARARLI OLAN BİLGİ DOĞRUDUR.
Hal böyle olduğunda gerçekte önemli olan yegane şey, başarılı olmak ve başkaları üzerinde etki elde etmekti. Vatandaşlar için güç ve paraya sahip olmanın yollarından biri de politikadır. Ayrıca doğrudan demokrasi, yüksek bir eğitim seviyesi ister. Toplumun yönetimine herkesin katılması isteniyorsa gene eğitim daha iyi olmak zorundaydı. Siyasi hayata katılmak için gerekli konuları öğreten Sofistler halkı aydınlatma misyonu yüklenmişlerdi. Bu yol, demokrasilerde etkili konuşmayı gerektiriyordu. Onlar, münakaşa ve hitabeti öğretmeyi vaat etti. Sofistlerin en çok eleştirilen yanlarından biri para ile ders vermeleri yani bilgiyi satmalarıdır. Para karşılığı ders vermek bu yüzyıla kadar görülmüş şey değildi. Platon, fikirlerini para karşılığı satmalarından ötürü sofistleri “ruhun beslenmesi için gerekli gıdayı satan tüccarlar” olarak nitelemiştir.  Bu anlamda felsefeden para kazanan ilk ve belki de tek filozoflar sofistler olmuştur. Oysa sofistler bu sayede bilgiyi topluma yayma, toplumun hizmetine sunma işini önemli ölçüde başarmışlardır.


[5] Ahmet Ulvi Türkbağ, “İki Soruda Postmodernizm ve Hukuka Yansıması”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C.LXI, S.1-2, 2003, s.177-178.
[6] Demir, Bilim Felsefesi, s.  ; Bilal Güneş, “Paradigma Kavramı Işığında Bilimsel Devrimlerin Yapısı ve Bilim Savaşları: Cephelerdeki Fizikçilerden Thomas S. Kuhn ve Alan S. Sokal”, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt: 1, Sayı:1 (Kış 2003), 23-44.

[7] Postmodernizimden ve onun biligi ve yöntem anlayışından söz açmış iken bu alanda düşünceleriyle etki yapmış iki bilim insanı ve bilim felsefecisinden bahsetmeden de geçemeyeceğiz. Bunlardan ilki Thomas Kuhn diğeri ise Feyeraband’dır. Üçüncü isim olan Karl Popper’ı ise aşağıda başka bir vesile ile ele alacağız.
Kuhn ve Bilimsel Relativizm
Mantıksal pozitivistlerle ilişkilendirilen geleneksel bilim anlayışına göre yeni kuramlar eskisini kısmen değiştirse dahi bilimsel değişim birikimsel (kümülatif) ve ileriye giden doğrusal bir süreç izler. Keza yine bu görüşe göre bilimsel kuramların amacı hakikate ulaşmaktır. Kuhn ise birikimsel bilimsel değişim düşüncesine karşı çıktığı gibi bilimsel kuramların temel amacının hakikate ulaşmak olmadığı keza hakikatin de kuramdan bağımsız bulunmadığı savını ileri sürer. Bilim tarihinde kırılmalar olduğunu ileri süren Kuhn açısından bilimsel gelişmeler ancak yerleşik bilim anlayışından kesin bir kopuşla mümkündür. Böyle radikal kırılmayı Kuhn, paradigma değişimi olarak nitelendirir. Kuhn bunu, bilim tarihindeki temel gelişim safhalarının eski kanunlara yenilerinin eklenmesiyle değil yeni teorinin eski teorilerle uyuşmazlığını ortaya koyarak gösterir. Bilimsel değişim süreci bir düzenli birikim süreci değil bir yıkım ve yeniden yaratış süreci şeklinde anlaşılmalıdır[7]. Örneğin oksijen, X ışınları ve Uranus’un keşfinde bilim birikimsel değildir zira bunların keşfi farklı paradigmalar içinde olmuştur. Kuhn’un devrim yaratan bilim felsefesine göre bilimde paradigma değişimi birtakım rasyonel ilkelere değil bilim adamlarının sosyolojik ve psikolojik tercihlerine dayanır. Bilim adamları topluluğunun seçimleri her zaman rasyonel ya da bilimsel değildir. Bilim adamlarının kararlarında tarihsel ve toplumsal etkenler önemli rol oynar.
Kuhn, bilimsel disiplinlerin devamlı tekrarlanan farklı safhalardan geçtiğini söyler ve bu safhaları şu şekilde formüle eder. 1.Gelişmemiş bilim 2. olağan gelişmiş bilim 3.bunalım dönemi bilimi 4.devrim dönemi bilimi 5.yeniden olağan bilime götüren anlaşma dönemi.
Gelişmemiş bilim döneminde birbiriyle yarışan ve disiplinin geleceğine ilişkin farklı görüşlere sahip çeşitli bilim okulları vardır. Bunlardan hiçbiri henüz bir üstünlük sağlayamamıştır. Kuhn’a göre sosyal bilim disiplinlerin çoğu hala bilimin bu gelişmemiş evresinde olup ilk paradigmanın oluşması beklenmektedir. Paradigma terimi esas itibariyle bilim adamaları topluluğunun kullandığı standartlar, ön kabuller, inançlar, gizli kurallar ve yöntemler, kullandıkları teknikler kümesidir. Paradigma oluşturulduğunda ise artık ilkel bilim dönemi sona erer ve olağan bilim devresi başlar. Olağan bilim döneminde paradigmanın kuramsal çerçevesinden yararlanan bilim adamları yeni olguları keşfederek kuramın hem genişlemesine hem güçlenmesine katkıda bulunurlar. Yine normal bilim döneminde kurama aykırılıklarla karşılaşıldığında suç kurama değil gözleme yahut araştırmayı yapan bilim adamına yüklenir. Kuhn’un verdiği örnekte olduğu gibi Newton kuramının tahminleri ile sesin hızı ve Merkür’ün hareketi arasında ciddi problemler bulunmasına rağmen Newton kuramı sorgulanmamıştır. Bu dönemde bilim adamları kuramı kurtarmak için ellerinden geleni yaparlar.
Ama bazen çözülemeyen sorunlar artık öyle bir noktaya ulaşır ki bilim adamaları paradigmaya güvenlerini kaybetmeye başlarlar. Çözülememiş sorunlar çoğalıp krize yol açtığında bu kez bilim adamaları paradigmayı sorgulamaya ve yeni paradigma arayışlarına başlarlar. Devrimci bilim dönemi, eski paradigmaya bağlı bilim adamaları ile yeni paradigma/paradigmaları savunanların mücadele ettiği ve bu mücadele sonucunda daha iyi çözüm yoları sunan yeni paradigmaya geçiş yapıldığı dönemdir.
Paradigmaların karşılaştırılması için tarafsız deney ve gözlem verileri olmadığından paradigmalar ortak ölçülemez. Kuhn’n ortak ölçülemezlik savının altında yatan, aslında deney ve gözlemin nötr olmayıp kuram içermesidir. Deney ve gözlem daima bir kuram çerçevesinde yapıldığı için o kuramın kabullerini içerir. İki paradigmanın aynı ölçütlere vurulamamasının nedeni aynı terimlere sahip olsalar da iki paradigmadaki terimlerin genelde farklı anlamlara sahip oluşudur. Örneğin hem Newton hem de Einstein mekaniğinde karşımıza çıkan kütle, zaman, mekan gibi kavramlar söz konusu iki kuramda farklı anlamlara sahiptir. Bilimsel kavramların anlamı kuram bağımlıdır. “Bilimsel bilgi tıpkı dil gibi bir grubun ortak malı olduğundan gruptan bağımsız herhangi bir şey ifade etmez. Onu anlayabilmek için onu yaratan ve kullanan grubun özel niteliklerini bilmek zorundayız.”
Kuhn, bilimin geçerliliğini yok etmekle eleştirilmektedir. Kuhn’un; paradigmaların birbirine çevrilemezlik fikri, hakikatin kuramdan bağımsız olmadığı düşüncesi, bilim adamlarının değişik kuramlar arasında tercih yaparken nesnel ölçütlerde çok bilim topluluğunun sosyolojik, psikolojik tercihlerine başvurduklarına ilişkin görüşü, bilim felsefesine görecelik getiren temel etkenlerdir. Bilimsel hakikatı belirlemeyi güçlülerin eline bırakmaktadır. Bu şekilde Kuhn, bilim adamaları topluluğunun kararını nihai sayarak aslında istemeyerek de olsa onların kararını eleştirmenin önünü kapatmaktadır. Öte taraftan Lakatos’un iddiası, Kuhn’un bilimsel değişmeyi mistik bir karaktere bürüdüğü ve din değiştirmeye benzediğidir.
Rölativizm suçlamalarını kabul etmeyen Kuhn, yazılarında bunlara yanıt vermeye çalışır. Kendisinin relativist olmadığını ve bilimsel ilerlemeye inandığını söyler. Kuhn, kuram tercihinde kullanılacak evrensel bir ölçüt sunmaktadır ki o da kuramın, bulmaca çözme yeteneğidir. Ancak bulmaca çözme yeteneğinin bağlayıcı olmadığını, bilim adamları topluluğunun tercihlerinin bağlayıcı olduğunu söyleyen de yine Kuhn’un kendisidir. Bunun dışında bir paradigmanın diğerlerinden daha iyi olduğunu belirlemenin, doğruluk, verimlilik, yalınlık, tutarlılık, kapsam yahut etkinlik alanı gibi ölçütleri vardır. Bir kuram hem kendi içinde, hem diğer kuramlarla, hem de doğa ile tutarlı olmalıdır. Kuhn, bu değerlerin izafi olmadığı ve sonraki bilimsel kuramların problem çözme konusunda öncekilerden daha iyi olduğu iddiasındadır. Kuhn ilerleme fikrine inanmakla birlikte bunun hakikate doğru bir ilerleme olmadığını açıkça ifade eder. Geleneksel ilerleme anlayışı, yeni kuramların doğayı ya da gerçekliği daha iyi açıkladığı noktasından hareket ederken Kuhn’un ilerleme savı, kuramların bulmaca çözme yeteneğine bağlamaktadır.
Kuhn’un gayesi bilime ve bilimsel metoda meydan okumak değildir. Kuhn’un söylemeye çalıştığı; rakip alanlardaki bilimsel teorilerden hangisinin daha doğru ve geçerli olduğunu belirleyecek bir kriter bulunmadığıdır. Teoriler arasındaki tercih objektif yahut saf rasyonel mülahazalara dayanamaz. Kuhn bu yolla değer yargılarından arınmış bilimsel objektivite, hakikatin temsilcisi olarak bilim gibi ifadelerin tehlikelerine dikkat çeker. Kuhn’a göre paradigma demek olan teorik bir konsensüsün varlığı ya da yokluğu, olgun bilimleri olgun olmayanlardan ayırmaya yarar. Ancak diğer taraftan Kuhn’un ne normal bilim ne de olgun bilimden neyi anladığı açık değildir. Kuhn’a göre teorik konsensüs bilimin olgunluk safhasına işaret eder ama bu, bir disiplini bilime dönüştürmek için bir ön şart değildir.
[8]  PLATON     (MÖ.427-347)
Platon’a göre öğrenme, anımsamadır. Yani doğmadan önce sahip olduğumuz bilgiyi, kendi zihinsel kaynaklarımızdan çıkarıp anımsamaktır. Modern idealist filozoflar, Platon’u izleyerek doğuştan bilginin olduğunu savunmuşlardır. Cesaret, adalet, güzellik nedir sorularının cevabı önceden akılda gizil olarak varsa, bildiğimiz şeyler, içinde yaşadığımız emprik dünyadan önce var olmalıdır.
Platon’un genel felsefesi ikili dünya ile karşımıza çıkar: İdeler (Akıl) Dünyası ve Duyular (Nesneler) Dünyası.
Varlık Kuramı: Eğer kesin, mutlak ve değişmez bilgi varsa bu bilgi içinde yaşadığımız nesneler dünyası olamaz. Bilgiyi olanaklı kılan başka bir evren, bir ideler, kavramlar dünyası vardır. Eğer bu ideler dünyası var olmasaydı Sofistlerin tüm söyledikleri doğru olurdu. Nesnelerin görünümlerinin dışında bir de asılları vardır. Nesneler zamanla kaybolup göçerler ama ideler her zaman için aynı kalır. Güzel değişir ama güzellik idesi her zaman vardır. Çünkü maddenin özü, idedir.
GERÇEĞİ MADDEDE ARAMAK HATADIR, GERÇEK ÖZDEDİR.
Nesneler, ideye benzemeye çalışır; bu benzeme halkalar halinde aşamalarla yetkinleşmeye doğru gelişir. Ancak nesneler, öze yani ideye benzemeye çalışsalar da tam benzerlik elde edemezler.

Mağara örneği iki ayrı dünya anlayışını somut biçimde açıklar. Duyular dünyasının insanı, mağaraya tutsak edilmiş gibidir.. Arkaları, mağaranın kapısına dönüktür, zincirlerle bağlıdırlar, başlarını geriye çeviremezler ancak ideler dünyasının mağara duvarına çarpan, çarpık gölgelerini görürler. Onlar için geçek ve doğru olan budur. Oysa mağaranın dışında ideler dünyası vardır. İnsan ruhu ideler dünyasına aittir. İnsan bu dünyaya gelmeden evvel özgürdü. İdeler dünyasını tanımış, nesnelerin nasıl olması gerektiğini görmüştü. İdeler aleminde işlenen bir suçtan ötürü yahut evrene hakim olan bir yasa yüzünden) inmiştir. Duyular dünyasına beden tarafından tutsak edilmiştir. İnsan bu beden kalıbından ancak ölümle kurtulur. Ama idealar evreninde gördükleri, ruhunun derinliklerinde bir özlem olarak durmaktadır. Anımsama yolu ile idealara ulaşmanın itici gücü bu özlemdir.
İnsan daha önce akıl dünyasında yaşadığından yapacağı şey o dünyayı anımsamaya çalışmaktır.
İnsan ruhunun ereği, yurduna yani ideler dünyasına yeniden kavuşmaktır. Bu da insanda eros (sevgi) kavramının doğmasına yol açmıştır. Sıradan bir insanda eros, karşı cinsten güzele karşı duyulan tutku şeklinde kendini gösterir. Ama doğuştana ayrıcalığı olan seçkin kimselerde eros, iyi bir eğitimle felsefi bir coşkuya dönüşür. Bu coşkun ruh durumu, küllenmiş olan ideaların birden anımsanmasıdır.  Bedene hapsedildiğinde asıl değerleri taşıyan ideler dünyasına olan sevgisiyle yanıp tutuşur.
DUYULAR DÜNYASINDA ALGILANAN GÖRÜNÜMLER, DOKSA (SANI) DIR.
ASIL BİLGİ AKILDAN ÇIKAN, İDELER DÜNYASINA AİT OLAN EPİSTEMEDİR (BİLGİ).
PLATON, BİLMEYİ EROS KIVILCIMINA BAĞLAMAKTADIR. İNSAN RUHU, EROS TARAFINDAN İTİLİP İDEYİ ARAR.
Ama tek bir yaşam süresi içinde insan ruhunun salt değere/mükemmele ulaşması güçtür. Bu nedenle salt iyiye ulaşmak için insanın birkaç kez duyular alemine gelmesi gerekecektir. (orpheusçu düşünce) İnsan ruhu aklın yardımıyla karanlık mağaradan kurtulacak ve ışıklı ideler dünyasındaki yerini bulacaktır.
ASIL DEĞERLER; İYİ, GÜZEL, DOĞRU, MUTLULUK İDELER DÜNYASINDADIR.
Bu dünyadan başka bir dünyanın, dünyamıza değer ve anlam veren her şeyin var olduğu ideal dünyanın bulunduğu düşüncesinin, batı kültürü üzerinde büyük etkisi olmuştur.

[9] Çüçen, Bilgi Felsefesi, s.80-81; Stanley M.Honer, Thomas C.Hunt,DennisL.Okholm, Felsefeye Çağrı, Çeviren:HasanÜnder, İmgeYayınevi,İstanbul,2003,s.  139-146.                        


[10] Demir, Bilim Felsefesi, s.29.
[11] Alan F. Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, Türkçesi: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma yayınları, 2008, s. 11-24.


[12] Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1979, s.72.
[13] Tümevarım hakkında bkz. Doğan Özlem, Mantık, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1991, s.37-40; İbrahim Emiroğlu, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, Asa Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 218-222; Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, 7.Basım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000, s.35-39; Hans Reıchenbah, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Türkçesi: Cemal Yıldırım, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2000, s.
[14] Karl L. Popper 1902 yılında Viyana’da doğmuştur. Viyana Üniversitesi’nde doktorasını verir ve Viyana Çevresi’nin toplantılarına devam eder. Okulun temel tezlerine muhalefet ettiği için kendisine “resmi muhalif” lakabı takılmıştır. Avrupa’da savaşın patlak vererek Avusturya’nın Nazi Almanya’sına katılacağını sezerek 1937’de Yeni Zelanda’ya gitmek üzere ülkesinden ayrılır. 1937-45 arasında Canterbury University College’de felsefe okutur. Bu arada kendi kendine Yunanca öğrenir. 1945’de en önemli eserlerinden biri sayılan Açık Toplum ve Düşmanları kendisine hatırı sayılır bir ün kazandırır. !946 yılında İngiltere’ye yerleşir ve emekliye ayrıldığı 1969 yılına kadar 23 yıl London School of Economics’de mantık ve bilimsel yöntem profesörlüğü yapar. Bu arada 1965’de “sir” unvanı alır.  Tarihselciliğin Sefaleti (The Poverty of Historicism), Tahminler ve Çürütmeler: Bilimsel Bilginin Büyümesi (Conjecture and Refutations: The Growth of Scientific Knowledge), Nesnel Bilgi: Evrimci Bir Yaklaşım (Objective Knowledge:An Evolutionary Approach), en önemli eserleri arasındadır ve 1994 yılında ölümüne değin birçok makaleye de imza atmıştır. Ömer Demir, Bilim Felsefesi, Vadi Yayınları, Ankara 2007,s.46-47
[15] Nigel Warburton, Felsefeye Giriş, İstanbul, Paradigma Yayınevi, 2000,s. 136-137.
[16] Doğan Özlem, Mantık, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1991, s.47-50.