17 Mayıs 2016 Salı

(2015-2016 ÖĞRETİM YILI, İKİNCİ ÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİ İÇİN) HUKUK SOSYOLOJİSİ DERS NOTLARINA EK

(2015-2016 ÖĞRETİM YILI, İKİNCİ ÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİ İÇİN)
HUKUK SOSYOLOJİSİ NOTLARINA EK

MILGRAM DENEYİ / POSTMODERNİZM VE HUKUK


MİLGRAM DENEYİ: OTORİTEYE İTAAT

20. yüzyılda savaşlarda 143 milyon insanın öldüğü ve 250 milyona yakın insanın sakat kaldığı ifade edilmektedir. Soykırımlar, işkenceler, toplama kampları gerçekleşirken bu tek bir zihnin hastalıklı ürünü olarak ortaya çıkmadı; otoriteye tam itaat etmiş milyonlarca insan bu katliamlarda yer aldı. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda Naziler’in yaptığı kitlesel kıyımlar ve başka yerlerde başka katliamlar, bilim adamlarını olanları anlamaya ve açıklamaya yönelik çalışmaya itmiştir. Bu çalışmalar arasında Muzaffer Şerif, Solomon Asch ve Stanley Milgram’ın sosyal etki deneyleri katkıları nedeniyle çok önemli bir yer tutar.[1]
Milgram deneyi, Stanley Milgram’ın ifadesiyle “yıkıcı itaat” üzerine laboratuarda yapılan bir çalışmadır.[2] Milgram, sosyal itaatin nasıl oluştuğunu ve bir otoritenin emrine, kendi vicdani değerleriyle çatışsa bile, kişinin bu emre ne kadar uyacağını laboratuar ortamında deney yaparak, araştırmıştır.[3] Bu deneyin yapılmasına kaynaklık eden Nazi Almanyası deneyimidir. Milgram, deneyi nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra Temmuz 1961’de yapmıştır. Milgram, deneye başlarken şu soruları sormuştur: “Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırıma aktif olarak katılan binlerce kimse yaptıkları korkunç şeyin ne kadar bilincindeydi? Bu kötülükleri bilerek, isteyerek ve farkında olarak mı yapmışlardı, yoksa toplu bir ahlaki değişim ile kendi değer yargılarını görmezden gelerek otoritenin doğrultusunda sadece emirleri mi uyguladılar?”[4] Bu araştırmasını ilk olarak 1963’te yazdığı Behavioral Study of Obedience makalesinde, daha sonra ise 1974’te yayımladığı Obedience to Authority; An Experimental View (Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış) adlı kitabında değerlendirmiştir. Milgram 1974 tarihli The Perlis of Obedience adlı makalesinde deneyle ilgili sonuçları şu şekilde özetler:
“İtaatin hukuksal ve felsefi açılardan çok büyük önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesi’nde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren önemli bulgusudur.
            Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.”[5]
1933-1945 yılları arasında milyonlarca masum insan sistematik olarak emirle katledildi. Bir fabrikanın verimli çalışması için gereken düzen, soykırımı gerçekleştirmek için de kuruldu: gaz odaları inşa edildi, ölüm kampları kuruldu. “Bu insanlık dışı politikalar tek bir kişinin beyninin ürünü olabilir, fakat kitlesel ölçekte ancak çok büyük sayıda insanın emirlere uymasıyla yerine getirilebilirdi.”[6]
            İtaat, bireysel davranışı politik amaçlara bağlayan psikolojik bir mekanizmadır. Aynı zamanda insanları otorite sistemine bağlayan “yatkınlık çimentosu”dur. Yakın dönem tarihin olguları ve günlük yaşamın gözlemlenmesi, birçok insanın itaatinin son derece kökleşmiş bir davranış eğilimi olabileceğini ileri sürer. Hatta bu eğilim etik, sempati ve ahlaki davranış eğitimini alt eden baskın bir dürtüdür. Fakat bütün itaatlerin diğerlerine saldırganlık gerektirdiği düşünülmemelidir. İtaat sayısız üretken fonksiyona da hizmet eder. Aslında toplumsal yaşam onun varlığına dayanır. İtaat eğitici ve ulvileştirici olabilir ve yıkıcı olduğu kadar yardımsever ve merhametli davranışlara sevk edebilir.[7]
“İtaat, bir otoritenin isteklerine boyun eğmek, bir emir veya isteği yerine getirmek ya da yasaklanan bir şeyi yapmamak ve istenilene uymama davranışının doğuracağı sonuçtan çekinilmesi veya korkulması sonucunda gösterilen uyma davranışıdır. İtaat sürecindeki kişi, ‘hırsızlık, öldürme ve saldırı gibi çirkin ve nefret edilecek işleri’ zorlanmadan gerçekleştirirken kendini bulabilir.”[8]

Deneyin İşleyişi
Deney, itaati incelemeye yönelik yararlı bir araç olarak düzenlenmiştir. Deney için kabul edilen deneklere, öğrenme deneyi bağlamında kurbana giderek daha fazla elektrik şoku vererek öğrenmede cezanın etkisinin ölçüleceği söylenir. Ceza, 15 volttan 450 volta kadar 30 kademeli şekilde bir şok jeneratörü aracılığıyla birçok kez elektrik vermeyi içerir. Şok aletinin üzerinde Hafif Şok (Slight), Tehlikeli Şok (Danger) gibi sözlü tanımlamalar da bulunmaktadır. Gerçekte bu şok aleti çalışmamaktadır.[9] İtaat, bireyin bir otoritenin doğrudan emrine boyun eğmesi ve davranışını bu emre göre gerçekleştirmesidir. İtaat, bir gruba olduğu gibi, bir kişinin emrine uyma şeklinde de görülebilir. İtaat etme davranışının temelinde üstün bir gücün varlığının kabulü söz konusudur. İtaat eden, otorite olarak gördüğü güce uyar.[10]

Denekler 20 ila 50 yaş arasında gazete ilanıyla ve doğrudan posta yoluyla New Haven ve çevresinden bulunan 40 erkektir. 26 denek deney yapanların emirlerine tamamen uymuşlar ve en yüksek şoku kurbana vermişlerdir. Denekler Yale Üniversitesi’nde hafıza ve öğrenme ile ilgili bir çalışmaya katılacaklarını düşünerek başvurmuşlardır. Deneklerin meslekleri geniş bir yelpaze oluşturur: posta memurları, lise öğretmenleri, satış elemanları, mühendisler ve işçiler tipik deneklerdir. Deneklerin eğitimleri ilkokul terkten, doktora derecesine kadar çeşitlilik göstermektedir. Deneylere katılmaları karşılığında 4,50 $ ödenmiştir. Deneklere, bu ödeminin onların laboratuara gelmelerinin karşılığı olduğu ve oraya varmalarından sonra ne olacağının önemli olmadığı, bu paranın onlara ait olduğu söylenmiştir. Yani laboratuara gelip deneyi duyunca katılmasalar bile ücreti alacaklardır.[11]
Deneklere kura ile öğretmen ve öğrencinin belirleneceği söylenir. Kura ayarlanmıştır ve öğrenci olarak önceden ayarlanmış bir kişi seçilir, gerçek denekler ise kurada her zaman öğretmen çıkar. Öğretmen olan denek ve işbirlikçi öğrenci birbirlerini duyabilecekleri, fakat göremeyecekleri iki ayrı odaya alınırlar. Öğretmen olan deneğe deney öncesi 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak, öğrenciye uygulayacağını sandığı şok hakkında bir fikir verilir. Öğretmen, bir dizi kelime çiftini okuyacak ve öğrencinin bunları tekrarlamasını isteyecektir. Öğrenci yanlış cevap verdiğinde giderek artan şekilde şok uygulanacaktır. Fakat deneyin bir parçası olan öğrenci sık sık yanlış cevaplar verir. Denekler, yanlış cevaplar karşısında işbirlikçi öğrenciye şok verdiklerini sanmaktadırlar. Deneyin işleyişinde deneğe sürekli olarak daha fazla miktarda şok verilmesi emredilir, hatta bu tehlikeli seviyeye ulaşsa bile emir verilmeye devam edilir. Deneklerin içsel direnişleri daha güçlü hale gelir ve bir noktada deneye devam etmeyi reddederler. Çalışmanın özü, deneyde emirlere uyma derecesini değiştirildiğine inanılan faktörlerin sistematik olarak çeşitlendirilmesi ve buna göre emre uyma oranındaki değişikliklerin tespit edilmesidir. Deneyi etkileyen faktörler emrin kaynağı, içeriği, formu, mazeret için araçlar, amaç, genel sosyal ortam vb. olabilir ve bunlar değişik şekillerde deneyde formüle edilebilir. Milgram açısından deneyin, sosyo-psikolojik açıdan itaatin işleyişini aydınlatmak olan amacına en uygun şekilde tasarlanmasıdır.[12]
Şok makinesine bağlı kayıt cihazı ile her şok miktarına bağlı olarak önceden kaydedilmiş çığlık sesleri mevcuttur ve denekler şok verdikçe bunları duymaktadırlar. Deneyin bir sürümünde de işbirlikçi öğrenci, deneklere kalp rahatsızlığını deney başlamadan önce söylemekte ve deney esnasında ise belirli bir aşamada kalp rahatsızlığı olduğunu söyleyip, durması için yalvarmaktadır.[13]
Denek, deneyin herhangi bir aşamasında deneyi durdurmak istediğinde, araştırmacı tarafından aşağıdaki sırayla sözlü uyarılarda bulunulmaktadır:
1.      Lütfen devam ediniz.
2.      Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3.      Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4.      Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız.”
Deneğe yönelik uyarılar yukarıdaki sırayla yapılmakta ve bir uyarı başarısız olunca bir sonrakine geçilmektedir. Dördüncü uyarı yapıldıktan sonra denek hala uymayı reddediyorsa deney durdurulmaktadır. [14]
Deney gerçekleştirmeden önce Milgram, 14 psikoloji yüksek lisans öğrencileriyle deneyin sonuçlarının ne olacağına yönelik bir anket yapmıştır. Ankete katılanlar, birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltaja çıkacağını düşünüyordu. Milgram, benzer soruyu informel şekilde meslektaşlarına sormuş ve benzer cevaplar almıştı. Onlarda çok az sayıda insanın en yüksek voltaj vereceğini düşünmekteydiler.[15]
Şok veren denek, toplumsal çevresinden gelen ve birbiriyle uyuşmazlık içerisinde bulunan iki istek arasında kalmıştır ve bu çelişkiyi çözmek zorundadır.  Gerçek denek araştırmacının buyruğuna boyun eğip öğrenciye şiddeti giderek artan dozda verebilir ya da buyruklara uymayıp öğrencinin sesine kulak verebilir.
Deney sonucunda 40 denekten 26’sının (yani %65’inin), vicdanlarıyla çatışmalarına rağmen en yüksek volt olan 450’yi uyguladıkları görülmüştür. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt öncesi durmamıştır. 5 denek 300 voltta, 4 denek ise 315 voltta durmuştur. 14 denek, kurban itiraz edip, cevap vermeyi reddedince deneyi durdurmuşlardır. Deney esnasında bazı deneklerde uç düzeylerde gerilimler ortaya çıkmış ve aşırı terleme, titreme ve kekeleme gibi duygusal endişelerin tipik özelliklerini göstermişlerdir. Bazı deneklerde ise gerilimin beklenmeyen işareti olarak gülme krizleri görülmüştür.[16]
Milgram deneyleri çeşitli kereler farklı yerlerde denenmiş ve hemen hemen aynı sonuçlara ulaşılmıştır. Thomas Blass, Milgram deneyinden 35 yıl sonra, farklı kurum ve kişiler tarafından yürütülmüş Milgram deneylerin sonuçlarını değerlendirmiş ve ortalama itaat oranının Milgram’ın sonuçlarıyla uyumlu (%65 itaat) olduğunu ortaya sermiştir.[17]
Deneye katılanlarla sonrasında yapılan ankette, katılımcıların %84’ü bu deneye katılmaktan “memnun” veya “çok memnun” olduklarını, %15’i nötr olduklarını söylemişlerdir.[18]

DENEY SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ

YETKEYE YAKINLIK:  Araştırmacı fiziksel olarak laboratuvardan uzaklaşınca itaat düşüş göstermiştir. Araştırmacının laboratuvarda bulunduğu koşullarda 26 denek tam itaat gösterirken, telefonla talimat verdiği ikinci koşulda itaat sayısı  9’a inmiştir. Araştırmacı ile yüz yüze karşılaşmak durumunda kalmayınca denekler araştırmacıya karşı daha güçlü bir tavır takınabiliyorlardı. Araştırmacının fiziksel varlığı, bir değişken olarak itaat doğrultusunda daha kuvvetli sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.

KURBANIN GÖRÜNÜRLÜĞÜ: Bir diğer deneysel koşulda bu kez kurban, denekle aynı odada bir yere yerleştirilir. Yani hem görülebilir hem de duyulabilir uzaklıktadır. Bu koşulda deneklerin %6o’ı yani 24 kişi araştırmacıya karşı koymuştur.

KURUMSAL YETKE: Deney sonrası konuşmalarda birçok denek, araştırmanın yapıldığı kurumun, araştırmanın yetkili kişiler tarafından yapıldığı konusunda yeterli güveni sağladığını ve bu araştırma başka bir kurumda yapılsaydı öğrenciye şok vermekten kaçınacaklarını belirtmiştir. Deneyler Yale gibi çoğu deneğin saygı duyduğu bir kurumda yapılmıştı. Bize söylenenlere ve verilen buyruklara itaat edip etmememiz, bu buyrukların verildiği yerlerle yakından ilgili olabilir. O HALDE İTAAT KAVRAMI İLE ONUN ORTAYA KONDUĞU ORTAM ARASINDAKİ İLİŞKİYİ AKILDA TUTMALIYIZ.
Bu sebeple aynı deney Bridgeport adında başka bir şehirde bir başka kontrol grubuyla tekrarlanır. Deneklere bu kez sınai işletmeler için araştırmalar yapan özel bir kuruluş olduğu bilgisi verilir. Buradaki bulgularda itaat derecesi biraz daha az olmakla birlikte Yale’dekinden belirgin bir farklılık göstermez. Bridgeport deneklerinin %48’i de en yüksek şok derecesine varırken Yale’de oran %65 idi.

SONUÇ: Bazı durumlarda bireyin davranışlarını belirleyen etmen, onun nasıl bir insan olduğundan çok nasıl bir ortam içinde olduğudur. İnsanı şaşırtan bir süreklilikle iyi kişilerin, yetkenin işlemleri karşısında büküldüğü ve kötü eylemlerde bulunduğu görüldü. Günlük hayatlarında efendi insanlar olan denekler yetkenin tuzağına düştüler.
Milgram, deney sonuçlarını değerlendirmiştir. Denekler, vicdanlarıyla otoritenin emri arasında çatışma yaşamalarına ve kurbanlarının yalvarma ve çığlıklarına rağmen genellikle otoriteye itaat etmişleri. Yetişkin insanların istekli bir şekilde vicdanlarında çatışma yaratmasına rağmen otoriteye itaat etmeleri, açıklanması gereken önemli bir bulgudur. Otoritenin emriyle görevleri gereği, sıradan insanlar korkunç bir yok etme sürecinin bir parçası haline gelebilmektedirler. Yaptıkları işin kendi değerleriyle çatışması, onların otoriteyi reddetmesini getirmemiştir.[19] Milgram, Araçlaşma Kuramı’nı deneyin sonuçlarına dayanarak geliştirmiştir. Ona göre, “itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler.” Sorumluluğun yeri değiştirilerek, eylemleri gerçekleştirenler sorumluluğun emirleri veren otoritede olduğunu düşünürler. Böylece araçsal rollerini küçümseyerek ya da karartarak, eylemleri için kişisel sorumluluk hissetmezler. Eylemlere yönelik tepkilerden kurtulduklarını düşünürler.
“Sorumluluğun yerini değiştirmek suretiyle apaçık insanlık dışı davranışlardan kendini-muaf tutma, en dehşet verici haliyle toplumsal olarak onaylanmış kitle infazlarında gözler önüne serilir. Nazi hapis komutanları ve onların emrindeki personel, eşi görülmemiş insanlık dışı davranışlarında kendilerini kişisel sorumluluktan muaf tutmuşlardır. Sadece emirleri yürüttüklerini ileri sürmüşlerdir. Korkunç emirlere kendini-aklayıcı boyun eğme, My Lai toplu kıyımı gibi askeri vahşetlerde benzer şekilde aşikârdır.”[20]


Postmodernizm ve Hukuk; Modernde Postmodern Kırılmalar

Daha eskilere de götürülebilmekle birlikte postmodernite (ve postmodernizm) kavramının 1934’de İspanyol yazar Federico de Onis tarafından, modernitenin ötesinde bir anlatımı ifade etmek ve moderniteye tepkisini belirtme için kullanıldığı söylenebilir. [21]Postmodernizm kavramı ilk olarak rasyonel mimariye karşı bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkar[22]. Başlangıçta postmodernizm sadece sanat alanında kendini göstermişken daha sonra sosyal bilim alanlarında yeni paradigmalara yol açmıştır[23].
Postmodern düşünürlerin esin kaynakları arasında, Nietzsche ve Heidegger sayılmaktadır. Bugün Wittgenstein, Bataille, Deleuze& Guattari, Foucault, Levinas, Derrida, Lyotard, Baudrillard, Rotry, Jameson, Kristeva günümüzün postmodernistleri olarak değerlendirilmektedirler.
Modern ve postmodern arasındaki ilişki konusunda farklı görüşler mevcuttur. Postmodernizmin, modernin devamı ve aralarında bir süreklilik olduğu yönünde anlayışlar olduğu gibi, ikisinin bir birinden tamamen farklı, yani postmodernitenin modernden bir kopuş olduğunu ileri süren görüşler de mevcuttur. Heller ve Feher’e göre postmoderniteyi “dış çizgileri modernite” ile çizilmiş, moderniteyle problemleri olanların ileriye sürdüğü, “modernitenin daha geniş kapsamlı zamanı ve mekanı içerisindeki özel-kolektif zaman ve mekan”dır. Postmodernistler sonra olmayı isteyen ama modernin şimdisinde yaşayanlardır[24].
Genel olarak postmodern düşünürler, postmodernitenin bir devam olmadığını, geçmişten kopuk ve yeni bir tarihsel dönemi ifade ettiğini ileri sürerler. Bu düşünürler için postmodern aşamayı belirleyen unsurlar ileri teknoloji kullanan medya ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan dönüşümdür.  “Buna göre, bilişim ve iletişim alanlarında ortaya çıkan teknolojik atılımlar, yeni bilgi formları ve sosyo-ekonomik sistemdeki değişme postmodern toplumu oluşturmuş bulunmaktadır.” Bu dönüşümü bazı düşünürler yeni bir bilgi anlayışı ve bilgi teknolojileri çerçevesinde değerlendirirken, neo-marksistler kapitalizmin yoğunlaşmış ve küreselleşmiş homojenitesi olarak kabul ederler[25]. Bu bağlamda 1980’li ve 1990’lı yıllarda ortaya yoğun bir şekilde çıkan postmodern söylemin kapitalizmin evrimi ile ilişki içinde olup olmadığı sorusu gündeme gelir[26].
Postmodernitenin, Aydınlanma karşıtı niteliğini öne çıkaranlar postmodernizmin, aydınlanma felsefesi ile bilimsel bilgi ve felsefeye olan inancı yıkmakta olduğunu, akılcılığı reddederek aynı kuralların her yerde aynı olmasını gerektiren evrensel akla karşı[27] olduğunu savunurlar. Postmodern söylemi, ilerlemeci yaklaşımlara göre ilerlemesi ve iktidara gelmesi beklenen sınıfın zaafa uğradığı, ya da “insanlığın Özgürlük ve Adalete doğru büyük yürüyüşündeki geçici duraklamalardan biri” olarak görenler de vardır[28]. Postmodernizmin “post” ekinden kaynaklanan bir sonralık, bir başkaldırı, (moderniteye karşı) anlamını da içermektedir. Sonuç olarak yapısal nedenlerle bir tanıma sahip olamayacak olsa da postmodernizm öncelikle temel hedefini ve söylemini modernlikle bir hesaplaşma olarak ortaya koymuştur. Diğer bir ifadeyle modernizm karşıtlığı, postmodernizmin içeriğini oluşturmaktadır.[29] Bunun sonucu olarak tartışmalar “post-“lar üzerinde yürümekle birlikte (postmodernizm, postkapitalizm, postendüstriyalizm, postmarksizm ve hatta postyapısalcılık vb. gibi) kavramlar hala modernitenin ikili kavrayışının (iyi/kötü, eril/dişil vb.) yürürlüğü nedeniyle modernite, rasyonalite karşıtlığı şeklinde yerini bulabilmektedir[30].
II. Dünya Savaşı sonrası Fransa’da halkın çoğunluğu tarafından yaşantılanan değişim hissini ortaya koymak için yeni kitle kültürü biçimlerini, tüketim toplumunu, teknolojiyi ve modernleşmiş kentleşmeyi analiz eden yeni toplum teorileri ortaya çıkmıştır. Bu yeni toplumsal biçimler bazıları tarafından “post-endüstriyel toplum” olarak teorileştirilmiştir. Post-endüstriyel toplum, yeni bir ideolojinin altyapısı olarak da tanımlanabilir.[31] 1960 sonrası modernizasyon teorilerine dayanan toplum modellerine yönelik eleştiriler, aynı zamanda moral-kültürel kriz tanımlamasına dayanmaktaydı. Toplumsal dünyanın kavranabilir ve şekillendirilebilir olduğunun kabulüne dayalı modernliğin yaslandığı varsayımlar hakkında duyulan güçlü kuşkular krizin temelinde yer alır[32]. 1980’li yıllara gelinirken Fransa’da başlayan sonra Amerika olmak üzere bütün dünyaya yayılan yeni postmodern teorilerin yükselmesi, bir dizi toplumsal- ekonomik, kültürel, teorik ve politik olayla birlikte değerlendirilebilir. Modern devlet, Batı merkezli idi. Postmodernite ise Avrupa merkezciliğinin sonu, Amerika merkezciliğinin ideolojisi olarak görülmektedir[33].
Postmodernistlerin moderniteye yönelik temel eleştirileri iki noktada toplanır: “meta-anlatılar” ve “özne” kategorisi. Bir taraftan meta-anlatıların baskıcı ve totalci yönüne dikkat çekilirken, diğer yandan bireyin ve bireyselliğin sonu tezi ileri sürülmektedir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, postmodernistler “öznellik” kavramından ziyade, Descartes döneminden bugüne yasal, siyasal, bilimsel ve estetik söylemlere damgasını vuran tekil ve özcü “özne” kategorisine karşı bir savaş ilan etmişlerdir. Bu anlamda özne, aynı zamanda, postmodern söylemin karşı çıktığı meta-anlatılardan birini teşkil etmektedir.[34] Bilgi gibi özne de kurgudur. Öznellik, birlik kurgusunun retoriğidir[35]. Özgür istenç bu kurguyla anlamlı bir başka kurgudur. Gerçek dünyada özgür istenç yoktur zaten. Ahlak, bireyler üzerinde güç uygulamanın bir aracıdır. Doğal ahlak, güdülerle yönlendirilen ahlaktır. Doğal olmayan ahlakta insanlar güdülerinin tersine hareket ederler. Rahipler, insanları köle gibi itaat ettirmek için günah kavramını yaratmışlardır. Özgür istenç de insanları sorumlu kılmak kurgulanmıştır. Mevcut düzen, cezalandırma gücünü kullanabilmek için insanlarını sorumlu kılmak zorundadır.[36] Hukuk, sorumlu tutabilecek hukuk kişisi kategorisini yaratmıştır. Hukuk kişisinin yaptığından sorumlu tutulabilmesi için özgür iradeye sahip ve rasyonel olduğu kabulü ile sorumlu tutulabilir hale gelmişlerdir.
Postmodernizme göre dil kurucu bir özelliğe sahiptir. Modernizm dil ile insanların düşünsel ufkunu kurmuş ve ideolojisini insanların düşünme kalıpları olarak yerleştirmiştir. Aynı şekilde kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildir, aynı zamanda ideolojisinin sürekliliği için dili kendi ideolojisi içinde biçimlendirmiş, yapılandırmıştır. Dil, postmodernist yaklaşımla eleştirel bir niteliği bürünerek yıkıcı gücünü kullanmalıdır. Postmodernistler dili “iktidar biçimlerinin bir cisimleşmesi ya da gerçekleşmesi” olarak düşünürler, iktidarın meşruiyetinin parçalanması için dil yeniden yapılandırılmalıdır. Bu anlayışa göre her şeyin dil yoluyla gerçekleştiği gibi örtük bir iddiaya götürür[37].
Postmodernizm modernin bilim ve bilgi anlayışını da eleştirir. Modern bilim anlayışına göre bilmek, güç ve iktidar kurma aracıdır. Bilginin doğruluğu sayesinde, doğaya egemen olmak, toplumu planlamak mümkün hale gelir. Doğru ve yeterli bilgi ile etkili denetim yapılabilir. Bacon’ın dediği gibi “Bilgi güçtür”. Kontrol sahibi olmak demek ise, müdahale etme ve değiştirme gücüne sahip olmak demektir. Bunu postmodernist yaklaşımlar insanın sınırlanması, denetlenmesi ve meta-anlatıların baskısı olarak değerlendirirler. Bu nedenle buna karşı geliştirilen postmodernite, her şeyin bir bütün içinde belirli tanımlarla, kavramlarla sınırlandığı, büyük teorilerle açıklanmaya çalışıldığı modern bilgi ve bilim anlayışını reddederek,  dil aracılığıyla modern bilimin kurduklarını yıkmaya çalışır[38]. Modern bilim yoluyla gerçeklik olarak ifade edilen şey, aslında temsil edilemezdir. Diğer bir ifadeyle tek bir gerçek olmadığı gibi, olan şey dil ile ifade edilemez. Çünkü olan ile dilin ifade ettiği şey aynı değildir. Gerçeklik çok katlılığını, çoğulluğunu, bölük pörçüklüğünü ve belirlenmemişliğini ileri süren[39] bu yaklaşımın modernitedeki gibi gerçeğin ne olduğu konusunda bir konsensuse ulaşma çabası da yoktur.  Çünkü çoğulculuk anlayışı bir ortaklık bulma zorunluluğunu dışarıda bıraktığı gibi[40], bunun sonucu olarak uzlaşıma dayalı olmayan adalet fikri ve pratiği de gerçekleştirilebilir. Diğer bir ifadeyle ihtilafa düşmüş iki tarafın ikisinin de hakları aynı oranda gözetilebilir. Yargılamanın bir kurama göre yapılması gerekmediğinden, yargılama çeşitli hamleler ve bunların sonuçlarının değerlendirilmesi ve dil oyunlarını da mümkün kılan bir çeşit müzakeredir.[41] Aynı bağlamda modernlerin hukuktaki insanı ve tüm insanlığı kapsar şekilde kullandığı soyut kişi ve soyut insanlık kavramının genellemeci, evrenselci ve mutlakçı yaklaşımı yerine çoğul, tikel ve göreli somut insan söz konusudur[42]. Deleuze ve Guattari’ye göre postmodern insan bedenin ve arzunun özgürleşmesiyle tanımlanırlar. Arzu insanı devindiren enerjidir. Tüm toplumsal ve tarihsel gerçekliği yaratandır[43]
Sonuç olarak özetlersek postmodernite çoğulculuk, atomize birey, ideolojilerin yıpranmışlığı bakış açısından ve ayrıca dünyayı belirleyen değişkenlerin yeni biçimleri (ekonomik, sosyal, siyasal) yeni bir düşünce süreci olarak karşımıza çıkar[44]. Gelecek kaygısı ve modeli olmayan postmodern söylemler toplumsal-ekonomik gelişmelere verilen eleştiri ve tepkilerden ibaret görünmektedir[45].

Postmodern Hukuk

İkinci Dünya Savaşı sonrası her alanda yaşanan kriz modern hukukta da karşılık bulmuştur. İki dünya savaşı, bu savaşlarda kullanılan silahlar ve tarihte görülmemiş kıyımlar, bilimin insan ve doğa aleyhine kullanılmasının getirdiği zararlar modernitenin sorgulanmasını getirmiştir[46]. Kriz modern hukukun üzerinde durduğu yapı olan “güvenlik ve kaynağındaki vazgeçilmez tekliğin yok olmaya yüz tutması” ile ortaya çıktı. Hukuk alanında bunların yokluğu “öngörülebilirliğin yok oluşu”nu göstermektedir. Modern kurumlar, soyut sisteme ve özellikle uzmanlaşmış olmalarına dayanan güvene bağlı olarak etkinlik kazanırlar. Güven içinde yaşam bu tür kurumlarla sağlanan belirlilik ile mümkündür[47].
Postmodernist hukuk yaklaşımları 1980’lere kadar hukuka çok ağırlık vermemişlerdir Eleştirel Hukuk Araştırmaları’nın postmodern hukuk açısından hukukun ne olduğuyla ilgilenmesi ile postmodern hukuk çalışmalarının gündeme girdiğini söyleyebiliriz.  Postmodern söylem doğası gereği hukuk alanında tartıştığında, bütünleştirici, homojenleştirici bir normlar ve kavramlar sistemi olarak hukuku reddedecektir[48].
Postmodern hukuk anlayışı ancak modern hukuk anlayışını yıkarak kendisine yer açabilecektir. Modern hukuk soyutlama, sübjektivizm, aklın evrenselliği, basitlik, sadelik, genellik, devlet ve sivil toplum arasındaki ayrım ve öngörülebilir olmasına da dayanan güven ilkesi üzerinden işler. Postmodernizm, modern hukuku da yapıbozuma uğratak sökmeye çalışmaktadır. Ortaya koyduğu ilkeler; pragmatizm, süjenin merkez olmaktan çıkarılması, rölativizm, aklın birliği ve kesinliğine karşı çoğulculuk, karmaşıklık, yerellik, hukukun belirliliğine bağlı güven ilkesinin ortadan kaldırılması olarak sayılabilir. Postmodern hukuk bu ilkeleri öne sürerken konjonktürden beslenmektedir. Fakat henüz modern hukuk düşüncesini alt edecek güce ulaşmadığından, modern hukuk sistemi varlığını devam ettirecektir[49].
Postmodern teoriler toplum teorilerine saldırdıkları gibi, toplumsal olan kurumlara, normlara ve pratiklere de baskıcı, totalleştirici olduğu vb. iddialarıyla eleştirirler. Aklın getirdikleri reddedildiği oranda, modern hukuk zaten kusurlu, adaletsiz, baskıcı olduğu için, bu konudaki iddiaları çeşitlendirmek mümkündür[50]. Toplumsala ilişkin herhangi bir olumlayıcı bakış açısından yoksun olan bu teoriler, öznelerarası, topluluk veya dayanışmaya ilişkin normatif bir yaklaşım da geliştiremezler. Bu nedenle varolan normların, pratiklerin ve toplumsal ilişkilerin eleştirel değerlendirilmesinde de kapı açamazlar[51].
“Bölük pörçük ve libidinal varlık” olarak birey, “insanın ölümü”nün sonrasındaki postmodern birey olarak modern özne yerine konumlandırılır. Bu ise totalleştirici, tek tipleştirici insan kavramının ve onun özerkliği ve haklarının reddidir. Yeni arzu tarzlarının geliştirilmesi ve araçsal akıldan kurtulunması amaçlanırken, özerklik, haklar ve adalet konularında bir dil geliştiremez. Arzu ve hazın bireyci vurgulanışı, doğal hukukun ve liberalizmin soyut insanına dayanan soyut özerklik, haklar ve adalet anlayışını dışlayarak, modern hukuku da yok etmeye çalışır. Hümanizmin temelinde yatan değerler karşıya alınarak, “hak ve özgürlüklerin savunulmasını mümkün kılan ahlaki bir dilin ölümünü” de gerçekleştirirler[52].
Postmodernizmin savunduğu hukuksal çoğulculuk, pek çok hukuksal-sosyal yapının bir arada ve aynı düzlemde varolmasıdır[53]. John Griffiths, hukuki çoğulluğu “herhangi bir sosyal alan için, davranışın birden fazla hukuk düzenine uygun olarak meydana geldiği, ilişkiler durumu” olarak tanımlamaktadır[54]. Çok hukukluluk örgütlü bir toplumda yaşayan küçük ya da büyük alt grupların, birbirinden farklı etnik, kültürel, dini ya da mezhep farkına göre ayırımlaşmış kendi hukuklarının aynı zaman ve uzam içinde geçerli olmasıdır. Bir başka deyişle; devletin resmi, pozitif ve uygulanan hukuk sistemi dışında var olan, işleyen çeşitli ve başka hukuk kaynaklarının eş zamanlı olarak yaşaması ve uygulanmasıdır[55]. Modern devletin pozitivist yaklaşımını, “hukuki merkeziyetçilik ideolojisi”dir; yani tek bir merkezden yürütülen hukuktur. Modern hukuk, yargılama alanında tüm yetkileri elinde topladığı gibi, tek biçimli ve devlet kurumları tarafından yürütülen hukuktur[56].  Hukuksal çoğulculukta, hukuk sadece devletin iktidar tekeline ait olarak görülmez; yasa hukukun kaynaklarından sadece biridir. Diğer geleneksel hukukun kaynaklarından türeyen hukuksal düzlemler bir arada yaşarlar[57].Çok farklı sosyal alanların varlığı postmodernistler açısından hukuksal çoğulculuğun hem gerekçesini, hem kaynağını, hem de meşruluğunu oluşturur. Bu sosyal alanlar içinde etkin olan hukuk fiilen vardır ve diğer hukuklarla rekabet eder, etkileşime girer, müzakere eder, bazen uzlaşır, bazen yalnız kalır ve bağlam bağımlısı anlayışa göre hukuk pratikte öngörülemez ve karmaşık bir örüntü olarak tasvir edilir [58].
Çok hukukluluğu savunanlar, devletin artık tek hukuk yaratan kaynak olmaktan çıktığını ileri sürerler. İmparatorluklar, çok hukukluğun örnekleri olarak değerlendirilir. Roma İmparatorluğu’nda Roma vatandaşlarına ‘ius civile’ ile yabancılara ‘ius gentium’ uygulanması, heterojen hukukun bir örneğidir. Tarihsel örneklerden yola çıkıldığında tek hukukun devletlerin gelişmesine paralel olarak gündeme geldiği görülür. Orta Çağ’da feodal düzen çok merkezli hukuku besleyen niteliktedir. Toplumsal siyasal yapıdaki hiyerarşik düzen, insanların sadece kendi sınıfları içinde eşit olmasını getirmektedir. Her ne kadar tanrısal hukuk insanları eşit kabul etse de, bu toplumsal hiyerarşik yapıyı kırmaya yönelik hukuksal bir anlayışı ortaya çıkarmamıştır. Hukukta çoğulculuk anlayışı modern öncesi dönemleri anımsatmaktadır[59].
Bugünkü koşullarda postmodernistler, hukukun artık zaten tek merkezden üretilmediği düşüncesini ileri sürmektedirler. Küresel hukuk, yerel ve ulusal hukukları biçimlendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında birçok hukuk kaynağı vardır ve neredeyse eşdeğerdedirler. Çeşitli kaynaklardan çıkan hukuklar aynı konu, nesne ve süje üzerinde düzenleme yapmaktadırlar. Burada vaka postmodernistlerin iddiasından ettiği gibi çok hukukluluktan ziyade ulusal hukukların küresel hukukla biçimlendirilirken yeni bir sistemin ortaya çıktığıdır. Burada farklı hukuksal alanlar ve hukuk yaratan odaklar yeni bir normatif ağ oluşturmaktadır[60].
Kültürel görecelilik, çok hukukluğun dayandığı bir başka argümandır. Günümüzde göç olgusunun da beslediği çok kültürlü yaklaşım; dini, etnik, siyasi azınlıkların ulusal yapılar içinde bir değer ve demokrasiyi geliştirici bir unsur olarak öneme sahiptir. Demokrasinin ilkelerine dayanarak çok hukukluluk kendisine haklılık payı çıkartmaya çalışmaktadır. Daha çok demokrasi ve daha çok insan hakları talebi ile hukukta çoğulculuk talebini bir birine karıştırmamak gerekir[61].
Lyotard Adil Oyun adlı kitabında evrensel ve mutlak yargı ölçütlerine saldırır. Adalet yalnızca yerel, çok katlı ve geçici olarak nitelenir ve tartışıma ve dönüşüme açıktır. Tüm söylemler dil oyunlarında hamleler olarak değerlendirilir ve daima bağlamı içinde değerlendirilerek adil dil oyunları gerçekleştirilir. Böylece bağlam bağlı ve sınırlı talimatlar sunan ve adaleti bunun içinde tanımlayan anlayış ortaya çıkar. Kural koyucu ifadeler (meli/malı) ile betimleyici ifadelerin (dır/dir) kıyaslanamayacağını, kural koyucu ifadelerin ancak özgüllüğü içinde değerlendirilebileceğini ve evrenselleştirmeye uygun olmadığını belirtir. İnsanların kurallara ihtiyacının olduğunu belirten Lyotard, fakat kural koyucu ifadeleri evrensellik iddiasında bulunmadan ortaya koymamız gerektiğini belirtir. Çünkü adalet çoğulluğu ve bir çok katlılıklar adaleti söz konusudur[62]. Çok katlı adalet için ilk adım dil oyunlarının çokluğunun kabul edilmesi ve bunu kabul etmeyenlerin baskılarının reddedilmesidir. İkinci adım ise oyunun kurallarının yerel ve mevcut oyuncularla belirlenmesidir. Belirlenen kurallarının her zaman iptal edilebileceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Artık meta buyurucular sınırlı sayıda değildir. Burada adalet arayışı paralojiktir, diğer bir ifadeyle adaletin meşrulaştırılması paralojiyle sağlanır[63]. Bilineni değil, bilinmeyeni üreten bu yaklaşım ile adalet bağlam bağlı olarak tanımlanır[64].
Postmodern hukukun da dayandığı ve uluslar arası alanda tartışılan esnek hukuk (soft law) kavramı 1970’lerde ortaya çıkmıştır. Modern hukukun emir kipindeki normunun yerini, daha yumuşak sanki emir değil de bir dilek hedef gibi ifade eden bir üslupta düzenlenmektedir. Bu üslup kural koyuculuktan çok, açıklayıcıdır ve aslında durumun müzakere edilebilir olduğunu göstermektedir. Modern hukukun genel, soyut ve emredici nitelikteki normun yerini, “şart”, “ortak deklarasyon,” “tavsiye karar” gibi bağlayıcılığı belirsiz düzenleme almıştır. Esnek hukuk “birlikte yapma” düşüncesiyle yoruma dayalı ve uygulayıcıya geniş yetki veren niteliktedir. Bu esnek anlayış hukukta çoğulculuk ilkesine dayandırılabilir. Postmodern yaklaşım hukukta yerelliğin önceliğini vurguladığı oranda, esnekliğin gerektirdiği müzakere alanı kurulacaktır. Bu aynı zamanda farklı hukuk ağlarının birbirine geçmesi ve hukuklararası durumuda gerçekleştirir. Bu nedenle esnek hukuku çoğulculuk olgusunun başka bir yüzü olarak değerlendirebiliriz[65].
Hukukun bir diğer temel unsuru yargılama postmodern hukuk çerçevesinde iki açıdan tartışılır: Birincisi modern hukukun yargılama boyutu hukukun dili, gramatiksel yapısı, mantıksal ilkesi onu uygulayan hakimler, inceleyen teorisyenler ve hukukçular tarafından kapalı bir sistem haline getirilmiştir ve düzenin meşruiyeti için kullanılmaktadır. İkincisi uluslar arası alanda yargı mekanizmalarının yaygınlaşması dolayısıyla etkinliğinin giderek artmasıdır. Modern hukukta hukuk alanına dahil edilen sorunlar, soyut, genel kuralların olaya uygulanması, diğer bir ifadeyle yorumlanması yoluyla çözülür. Burada objektif hukuk kurallarının olaya uygulanması ile objektif bir yargılama yapıldığı varsayımına dayanılır. Adalet olmasa bile, haksızlıklara karşı yatıştırıcı bir hüküm ortaya çıkartılmaya çalışılır. Aslında bu sistemin bütününe bakıldığında yargılama sonucunda elde edilen hüküm bizi adalete değil, iktidarın işlevine götürmektedir. Yargılamada yapılan yorum, egemen kültürden bağımsız değildir ve bu nedenle hüküm liberal hukukun, diğer bir ifadeyle iktidarın teyit edilmesidir[66].
Özetle postmodern yaklaşımlara göre; doğal hukuk ortadan kalkmalı, hukuki sorunlara çözüm rölativist bir yaklaşımla çözümlenmelidir. Çünkü hakikat diye bir şey yoktur. Nesnellik yalandır. Her bir çıkar grubunun kendine göre bir hukuk yaklaşımı vardır. Bu nedenlerle hukuk bilimi ölmüştür. Her şey gider!!![67]

Sonuç
Descartes ile başlayan, Kant ve Hegel ile genişleyen modernite postmodernistlerin yoğun eleştirisi altındadır. Şurası açıktır ki modernizm birçok yönüyle kriz yaşamaktadır ve kriz modernitenin anlamlı insan temelli değerlerinin üzerini kapatmakta ve görünmez ya da kirli göstermektedir. Aklın bu kriz içinde çökmesi kaosu ve köktendinciliği beslemekte, insanların ötekine yönelmesini sağlamakta ve akıldışı olanı aklın gereği gibi sunmaktadır. Bu kaos insanların tutunabileceği hakikat yokluğunda insanları güvencesiz bırakmaktadır. Tutunulabilecek olan yerel, bölük pörçük olandır: Dini, etnik vb. anlayışlar gibi. Tarih boyunca insanlığa ışık tutmuş aydınlar da ellerindeki meşaleleri söndürdüklerinden kendileri de yollarını yitirmişlerdir. Gidecek yol, bulunacak hedef ve geleceğe yönelik kurucu arayış totalleştirme veya meta-anlatı veya kalıplara sokma olarak damgalandığından yapacak tek şey kendini mutlu etmektir. Bu anlayışa küreselleşmenin ideolojisi dışında nasıl bir anlam verilebilir?
Hukuk alanından baktığımızda ise postmodernizmin ve hukukun kullandığı paradigmaların birbirini dışlayıcı nitelikte olması nedeniyle, postmodern hukuk diye ortaya serdiğimiz bir takım unsurlar daha çok postmodernizmin varlık-nedensel niteliklerini, hukukun içine yerleştirmek şeklindedir. Diğer bir ifadeyle postmodern hukuk yaklaşımı için bütünlüklü bir sistem beklemek zaten yanlıştır. Modern hukukun işlemeye devam ettiğini, postmodern yaklaşımların da kendini hissettirdiğini söylememiz gerekiyor. Modernin kavram olarak hep yeniyi belirttiğini düşünürsek, postmodernin moderne ait yeni bir bakış açısı olduğunu da söylemek mümkün hale geliyor. “Tamamlanmamış bir proje olarak modernlik” postmodernin sorularına cevaplayıp tamamlanacak mı sorusunu yanıtlamak için henüz erken görünmekte.




[1] Murat Yıldız, “Sosyal Etki Süreçlerinin ‘Tehlikeli Oyun: Dalga’ Filmi Bağlamında Değerlendirilmesi,” ZfWT, Vol.8, No.1 (2016), s.42.   (41-65)
[2] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[3] Murat Yıldız, “Sosyal Etki Süreçlerinin ‘Tehlikeli Oyun: Dalga’ Filmi Bağlamında Değerlendirilmesi,” ZfWT, Vol.8, No.1 (2016), s.46.   (41-65)
[4] Stanley Milgram, Obedience to Authority; An experimental View, Harpercollins, 1974.
[5] Stanley Milgram, “The Perils of Obedience,” Harper’s Magazine, 1974.
[6] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[7] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[8] Murat Yıldız, “Sosyal Etki Süreçlerinin ‘Tehlikeli Oyun: Dalga’ Filmi Bağlamında Değerlendirilmesi,” ZfWT, Vol.8, No.1 (2016), s.43-44.   (41-65)
[9] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[10] Nihan Demirkasımoğlu, “Toplum Yaşamında Kurallar: Birey-Kural İlişkisi,” CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:13, Sayı:1, Mart 2015, Beşeri Bilimler Sayısı, s.151. (138-156) http://dergipark.ulakbim.gov.tr/cbayarsos/article/view/5000112575/5000104843
[11] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[12] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[13] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[14] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.374. (371-378)
[15] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.374. (371-378)
[16] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[17] Thomas Blass, “The Milgram Paradigm After 35 Years: Some Things We Now Know About Obedience to Authority,” Journal of Applied Social Psychology, 1999, 29, 5, pp.955-978. http://neuron4.psych.ubc.ca/~schaller/Psyc591Readings/Blass1999.pdf
[19] Stanley Milgram, “Behavioral Study of Obedience,” Journal of Abnormal and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[20] Albert Bandura, “İnsanlıkdışı Suçların İşlenmesinde Ahlaki Bağlantının Kesilmesi,” Hikmet Yurdu, Çev. Hamdi Onay, Yıl:3, C:3, S:6, Temmuz-Aralık 2010, s.243. (235-269)
[21] Stanley J. Grenz, A Primer On Postmodernism, Michigan/Cambridge U.K., William B. Eerdmans Publishing, 1996, p.15.
[22] Steven Best, Douglas Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, Çev. Mehmet Küçük, 2. Bs., İstanbul Ayrıntı Yayınları, 2011, s.26. Best ve Kellner, postmodern  sanatı “yeni bir lakaytlık, yeni bir oyunculuk ve yeni bir eklektisizm” ile betimlerler.
[23] “Postmodernizm, insanların oluşturduğu dünyaya ya da insan deneyimine özgü nihai hakikat arayışlarının sonunu; sanatın siyasal ya da misyonerce iddialarının sonunu; egemen üslubun, yerleşik sanatsal ölçütlerin, sanatsal kendine güvenin estetik zeminine ve sanatın nesnel sınırlarına yönelik ilginin sonunu ilan ediyordu.” Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular, Çev. Kemal Atakay, İstanbul, Metis Yayınları, ss.143-144.
[24] Agnes Heller, Ference Feher, Postmodern Politik Durum, Çev. Şükrü Argın, Osman Akınhay, Ankara, Öteki Yayınevi, 1993, s.7.
[25] Şeylan, Postmodernizm, s.127.
[26] Şeylan, Postmodernizm, s.129.
[27] Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, s.42 vd.
[28] Aslan, Yılmaz, “Modernizme Bir Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm,” ss.100-101; Bkz. Küçük, “Postmodernin Modern Karakteri Ya da Dönemleştirmenin İronisi,1994, s.204.
[29] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, ss.47-48.  Necmi Zeka, “Yolları Çatallanan Bahçe, Aynalı Gökdelenler, Dil Oyunları ve Robespierre,” Postmodernizm, 2. basım, İstanbul, Kıyı Yayınları,  1994, s.8.
[30] Ahmet Çiğdem, Bir İmkan Olarak Modernite, İstanbul, İletişim Yayınları, 1997, s.7.
[31] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, ss.33-34. Bkz. Callinicos, Postmodernizme Hayır: Marksist Bir Eleştiri, ss.116-117 vd.
[32] Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi: Özgürlük ve Cezalandırma, Çev.Mehmet Küçük, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1996, s.249. 
[33] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.9.
[34] Zühtü Arslan, “Postmodern Söylem Ve İnsan Hakları,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56-1, s.2. 
[35] Callinicos, Postmodernizme Hayır: Marksist Bir Eleştiri, s.105.
[36] Koch, Dionysosçu Siyaset, .
[37] Steven Connor, Post-modernist Kültür, Çev. Doğan Şahiner, İstanbul, YKY Yayınları, 2001, ss.314-315.
[38] Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular, s.10-11.
[39] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, s.18.
[40] Connor, başka bir bağlamda “çoğul seslerin aslında rahat, mistik bir konjonktür oluşturduğu”na vurgu yapar. Fakat bence bu yorum çoğulluk konusunda her bağlamda kullanılabilir. Connor, Post-modernist Kültür, s.305.
[41] Zeka, “Yolları Çatallanan Bahçe, Aynalı Gökdelenler, Dil Oyunları ve Robespierre,” s.23- 27.
[42] Mehmet Yüksel, Modernite, Postmodernite ve Hukuk, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2002, s.192.
[43] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, ss.110-114.
[44] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.8-9.
[45] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, s.31.
[46] Ahmet Ulvi Türkbağ, “İki Soruda Postmodernizm ve Hukuka Yansıması,” İÜHFM, C. LXI, S.1-2, 2003, s.178.
[47] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.5.
[48] Bkz. Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, 8 bs., Ankara, Siyasal Kitabevi, 2009, Sururi Aktaş,  Eleştirel Hukuk Çalışmaları, İstanbul, Kazancı Yayınları, 2006.
[49] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.122.
[50] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.175.
[51] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, s.338.  Bu noktada postmodernistlerle belli noktalarda buluşan Habermas’ın iletişimsel eylem kuramını hatırlamak gerekir. Tahakkümden bağımsız iletişim ve bunun sonucunda dayanışmayı geliştirmeyi amaçlayan Habermas, toplumsala ilişkin normatif bir açıklamada bulunmuş olur. Bkz. Jürgen Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, Çev. Mustafa Tüzel, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2001.
[52] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, ss.345-347.
[53] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.122.
[54]John Griffiths, “What is Legal Pluralism,”Journal of Legal Pluralism, C: 24, 1986, p.2.
[55] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.123.
[56]Griffiths, “What is Legal Pluralism,” p. 2.
[57] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.123.
[58] Griffiths, “What is Legal Pluralism,” p.39.
[59] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.124-126.
[60] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.127-128.
[61] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.130.
[62] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar, ss.198-199.
[63] Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, ss.40-42.  
[64] F. Lyotard,  Postmodern Durum, çev. A. Çiğdem, İstanbul, Ara Yayınları, 1990, s.50.
[65] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.148-149.
[66] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.150-151.
[67] Edwin Fruehwald, “Postmodern Legal Thought and Cognitive Science,” Georgia State University Law Review, Çevrimiçi http://ssrn.com/abstract=942812 11/07/2015