11 Mayıs 2017 Perşembe

Kadın Sorunları - Ders Notu

KADIN SORUNLARI

Bu not 2017-2018 yılı Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi İkinci öğretim lisans dersleri için, ders materyali olarak okutulmak amacıyla, çeşitli kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır.

8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Grevci işçilerin talepleri arasında 16 saatlik işgücünün 10 saate indirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi bulunuyordu. Ancak polisin işçilere saldırması ve grevde dışarıdan destek görmelerini engellemek için işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, ardından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucu çoğu kadın 129 işçi can verdi.  İkinci olay bu direnişi anmak üzere 8 Mart 1908 yılında yine New York’da Cotton tekstil fabrikasında kadın işçilerin daha iyi yaşama koşulları için greve çıkmalarıydı. 15.000 kadın işçi,  kadınlara oy hakkı, çalışma saatlerinin azaltılması, çocuk işçi çalıştırılmasının yasaklanması gibi taleplerle yürüdüler. Sloganları Ekmek ve Gül idi. Ekmek ekonomik adaleti ve güvenceyi gül ise daha iyi yaşam koşullarını simgeliyordu. 1910 yılında Kopenhag’da toplanan II. Sosyalist Kadınlar Konferansı (kadın enternasyonali olarak da bilinir)’nda Alman Sosyal Demokrat Partisi önderi Clara Zetkin, 1857 yangınında ölen tekstil işçisi kadınların anısına 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisini getirdi ve öneri oybirliği ile kabul edildi. 1911’de ise New York Triangle gömlek fabrikasında çıkan yangında çoğu çocuk yaşta 148 kadın işçi öldü. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti. Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında Emekçi kadınlar günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Tanzimat ile başlayan modernleşme Osmanlı ataerkil yapısını etkilemiş; erkeklerin ev dışı kamusal yaşama, kadınları ise ev içi aile yaşamına ait gören ideal cinsiyet düzeninde bazı değişiklikler talep edilir olmuştur.

Kadınların eğitimine yönelik ilk girişimler, 1842 yılında Avrupa’dan getirilen ebe kadınların Mekteb-i Tıbbiye’de verdiği kurslarla başlar. Bunu, ortaöğretim alanındaki İnas Rüştiyeleri ile 1864’de İstanbul’da ilk Kız Sanat Okulu izler. 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile 6-11 yaş arası kızlara sıbyan mekteplerine devam zorunluluğu getirilir. 1870 yılında ise Dar’ül Muaalimat, kadın öğretmenler yetiştirmek için kurulur. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, mirasın kız ve erkek evlat arasında eşit paylaşımı esasını getirir.

1844 yılında çıkarılan bir emirname ile (mehr hariç) başlık parası geleneği kaldırılmak istenir ve yasağa uymayanların şiddetli cezalandırılacağı irade edilir.

1917 tarihli Hukuku Aile Kararnamesi evlilik yaşını kızlar için 17, erkekler için 18’e çıkarır ancak velilerin izniyle gerçekleşecek evliliklerde erkeklerin 12 kızların ise 9 yaşın doldurulması kafi gelecektir. Kararnamedeki bir başka düzenleme de çok eşliliği yasaklamaz ama evlenmeden evvel kadının kocasından tek eşli kalma şartını isteme hakkı tanır.

Öte yandan kadının kıyafetiyle ilgili kısıtlamalar da artış görülür. Kadınların Boğaziçi’ndeki seyir ve mesire yerlerinden evlerine geç dönmeleri, yasaklayıcı hatta cezai yaptırımı öngören ferman ve iradelerin konusu olur. Kadınların çarşılarda, Beyoğlu ve mesire yerlerinde tesettür kaidelerine uymayıp ferace yerine sadece tül örtmeleri, üstü açık arabalarda herkesin geçtiği mahallerde gezmeleri, Fenerbahçe, Sarıyer gibi yerlerde gece vaktine kadar kalmaları kınanıyor, Padişah tarafından bu durumun önlenmesi irade buyuruluyordu. Örneğin II.Abdülhamit bir ara Hristiyan kadınların kıyafetine benzettiği siyah çarşafı yasaklamış, fakir kadınların daha masraflı olan ferace satın alamamaları üzerine serbest bırakmıştır. 1910 yılında çarşaflı dahi olsa Beyoğlu gibi yerlerde erkeklerle dolaşmak bir daha tekrar etmemesi gereken bir durum sayılırken 1916 yılında bir Müslüman kadının çarşafsız tiyatroya gitmesi sürgün cezası almasına neden olabiliyordu.
Osmanlı Döneminde kadın özgürleşmesi problemini ilk ortaya koyan öncüler de büyük ölçüde bürokrat ve aydın ailelere mensuptular.  Hareketin önde gelen simalarından Fatma Aliyye Hanım, Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı ve ilk Türk kadın romancıdır. Hareketin diğer belli başlı simaları; Halide Edip, Şair Nigar, Nezihe Muhiddin, Yaşar Nezihe, Nakiye Hanım, Emine Seniye.
Yaşar Nezihe BÜKÜLMEZ; Kadınlar Dünyası Dergisi’nde kadınlara peçelerini çıkarma kampanyasına öncü olarak peçesiz fotoğrafını yayınlar. Yaşar Nezihe babasından gizlice sadece bir yıl okula gidebilmiştir. Zorla evlendirilmiş, eşinin tekrar evlenmesi üzerine üç çocuğuyla evi terk etmiştir. Amele Cemiyeti’ne üye olmuş, işçi kesimine verdiği destek ve yazdığı 1 Mayıs şiiri ile de tanınır.

Nezihe Muhittin: Üç kere evlenmiş, hep kendi soyadını kullanmıştır. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra kurulan ve aslında ilk parti sayılabilecek olan KADINLAR HALK FIRKASI’nın kurucusudur. 15 Haziran 1923’te kurulduğu açıklanan partiye “1909 tarihli Seçim Kanunu’na göre kadınların siyasi temsilinin mümkün olmadığı” gerekçesiyle valilik tarafından faaliyet izni verilmez ve fırka “Türk Kadınlar Birliği” adıyla derneğe dönüştürülür.

Kadın hareketi HANIMLARA MAHSUS GAZETE, ŞÜKÜFEZAR; KADINLAR DÜNYASI, MEBASİN  gibi dergiler üzerinden ilerler. Buralarda yazıp çizen kadınların gündeme getirdikleri konular ise başlıca eğitim hakkı, çalışma talebi, örtünme ile ilgilidir. Bu dönemde İngiltere’de Süfrajet hareketi de Osmanlı kadınları arasında konuşulur ancak oy hakkı talep edene kadar öncelikli sorunların eğitim ve çalışma hakkı olduğuna karar verilir. Nitekim 1913’de kurulan OSMANLI MÜDAAFA-İ HUKUK-I NİSVAN CEMİYETİ’nin kadınlar için siyasi hak talebini dernek programına alması 1921 yılında gerçekleşir.

“İşte acizane tenkit etmek istediğim bir cihet daha! Erkeklerin yaratılışça, aklen kadınlara üstünlüğü neden iddia ediliyor? Çünkü onlar daha iyi tahsil ediyor, zeka-yı fıtriyelerini sanat, fen ile tekmil ediyorlar. Bu halde henüz aynı desteği göremeyen kadınları onlardan aşağıda diye tahkir etmek pek insaflı olmaz zannederim”. (İsmet Hakkı Hanım)

Bu dönemde feminizm kelimesinin Türkçe karşılığı konusunda tartışma başlar.
“Yakup Kadri Bey, feminizm kelimesinin karşılığının bile dilimizde bulunmamasını feminizmin yokluğuna bir delil addediyor. Bu sözü kabul etmezsek mazur görsünler. Çünkü birçok mühim şeyler vardır ki her millette mevcut olduğu halde birçok milletlerde ismi hatta tercümesi bile yoktur.(Telgraf, otomobil, vapur) Bİnanaleyh nisallik, nisaiyyun tabirlerine hiçbir ihtiyaç hissetmiyoruz. Feminizm kelimesini aynen kullanmayı tercih ederiz, varsın lisanımıza bir ecnebi kelime daha girmiş olsun”.

Feminizm  20.yüzyıla ait bir kavramdır. 1840’larda ve 1850’ler de ilk örgütlü kadın hareketleri gelişmiş “İLK DALGA” feminizm olarak adlandırılan bu hareket 1893’de Yeni Zelanda’da, İngiltere’de 1918’de, ABD’de 1920’de kadınlara seçme hakkının verilmesiyle amacına varmıştır. Seçme ve seçilme hakkıyla erkeklerle eşit haklara sahip olmayı hedefleyen kadınlar, elde ettikleri bu haklarla eşitliği yakaladıkları kanısına varmışlardı. Ancak durumun bu kadar basit olmadığı “İKİNCİ DALGA” feminizm ile 1960’larda açığa çıkarılır. İkinci dalga feminizm, siyasi ve hukuki/yasal hakların kazanımıyla kadın sorununun çözülmediğini iddia ederek feminizme daha radikal bir hal kazandırır. İkinci dalga feministlerin temel amaçları “kamusal alan-özel alan” ayrımlarının ortadan kaldırılması, toplumların ataerkillikten sıyrılması, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımının ortadan kaldırılması şeklindedir.

Kamusal-özel alan ayrımında özel alan, özel hayatın bir parçası dolayısıyla gayrı siyasi olarak algılanmıştır. Ancak siyasetin her yerdeliğine, bütün gruplar içinde gerçekleşen bir etkinlik olduğuna inandıkları için bu ayrıma karşıdırlar ve “KİŞİSEL OLAN SİYASALDIR” sözünü referans alarak bu ayrımın ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.  “Babanın yönetimi” anlamına gelen ve aile içindeki koca-baba üstünlüğüne tekabül eden ataerkillik, sadece aile içinde kalmayarak kamusal alana da sirayet ederek eğitim, iş, siyaset gibi alanlarda erkek egemenliğine yol açmıştır. 
Muhafazakar düşünceye göre kadın biyolojisi gereği zayıf, daha güçsüz olduğu ve doğurganlık özelliğinden dolayı kadına biçilen rol, ev içerisi ve annelik rolüdür. Bu zihniyet kamusal alanı erkek egemen alan olarak kabul eder. Bu bakış açısı toplumsal cinsiyetçi düşüncenin kadına rol biçmek ve kadını özel alana kapatmak için kullandığı bir argümandır. Çünkü toplumsal cinsiyet kültürle bir kavramdır. Bu kavram, toplum tarafından kadın ve erkeğe biçilen rolleri çağrıştırır. Bu yüzden toplumsal cinsiyet reddedilir.

KADINA ŞİDDET
Yapılan arkeolojik çalışmalarda, kadınların fiziksel şiddetle karşı karşıya kalmalarının 3000 yıl öncesine kadar uzandığı, kadın mumyaların kemiklerinde erkek mumyaların kemiklerine göre daha fazla kırık olduğu görülmüştür. Eski Roma’da erkekler eşlerini dövebilirdi; zina, toplum içinde sarhoşluk ya da halka açık oyunlara gitme gibi nedenlerle öldürme hakkına sahipti. ABD’de 1884 yılına kadar erkeğin eşini dövmesi yasal kabul ediliyordu. ABD’de ancak 1920’de, tüm eyaletlerde bu uygulama yasalarda cezai yaptırım altına alınacaktı.  18.ve 19. Yüzyılda İngiltere’de erkeğin, doğru yoldan ayrılan karısını kontrol edebilmesi için işaret parmağından kalın olmayan bir sopa ile dövmesi yasa ile düzenlenmiş ve fiziksel cezalandırma hakkını tanımıştı.

Dünyada şiddet özellikle de kadına şiddet önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Verilere göre  Papua Yeni Gine’de bazı yerli toplulukları hariç dünyada her toplumda her coğrafyada görülmekte. Kadına karşı şiddetin daha anne karnında başladığını söylemek yanlış olmaz. Zira ultrasonda çocuğun cinsiyeti ortaya çıktığında cinsiyet ayrımcılığı da başlıyor. Üreme teknolojisi çağı, fetüsun cinsiyetini belirleme olanağını getirmiştir. Ultrason ve amniyosentezin yaygınlaşan kullanımı ve gerekse pre-natal genetik testler, IVF gibi tıbbi uygulamalar,  erkek çocuk sahibi olma tercihinin yoğun olduğu pek çok ülkede, sağlıklı kız ceninlerin kürtajına yol açmaktadır.

Bu konuda veri alabileceğimiz en önemli örnek olan Hindistan’da çeşitli eyalet yasaları ve Gebeliğin Tıbben Sonlandırılması Yasası, cinsiyet taramasını yasaklamış, bu yasağın ihlaline para ve hapis cezası öngörmüştür. Hindistan’da cinsiyet taramasını yasaklayan kanun, kadın için bir ceza öngörmemekte, cezayı sadece koca ve jinekolog için muhafaza etmektedir. Bu da yasa koyucunun zımni olarak, kadının bu yöntemi isteyerek seçmediğini bildiğini göstermektedir. Cinsiyete dayalı kürtajın yasaklanması bir çözüm olarak önerilebilir mi? Hindistan’daki radikal feministler, genetik tarama neticesinde kız fetüslerin seçici kürtajına şiddetle karşıdırlar. Diğer yandan ABD gibi endüstrileşmiş ülkelerdeki libertaryan feministler, kız ceninlerin seçilerek kürtaj edilmesinden rahatsızlık duymakla birlikte bu teknolojinin kullanımına getirilecek hukuki bir yasağın, kadının üreme konusunda otonom karar verme hakkını ihlal edeceğini düşünmektedirler. Bundan da anlaşılacağı üzere bu konuda tek bir feminist duruşun olduğunu söylemek mümkün değildir. Liberal feministler, bireysel eşitliğin cinsiyet bakımından uygulanmadığı toplumlarda en iyi eylem türünün, kadının seçimi ve seçeneklerini arttırmak olduğu görüşündedir. Tıp teknolojisi bu anlamda kadına ilave seçenekler sağlamakta ve böylece durumlarını düzeltmelerine yardımcı olmaktadır.  Kız cenini kürtaj ettirme hakkını yasaklamak, erkek çocuk doğurarak içinde bulundukları durumu iyileştirebilecek kadınları daha da fazla güçsüzleştirmektedir. Bu bağlamda liberal feministler, “kaygan zemin” argümanını da kullanırlar. Bu argüman gereği, devlet bir kez üreme kararları üzerinde kontrolü ele aldığında, bu durum kaçınılmaz şekilde, güçlükle kazanılmış üreme haklarının kaybedilmesine yol açacaktır. Cinsiyet seçimi nedeniyle kürtajı yasaklamak, kürtaj hakkını sınırlamakla eş değerdir. Kürtaja belli koşullarda izin vermek, başka koşullarda bu pratiğe izin vermeme sonucunu doğuracağından artık kadınlar, kürtaja başvurmak için hukuken meşru ve kabul edilebilir bir neden göstermek durumunda kalacaklardır. Ayrıca baskı ve eziyetin kaynağına inmeden sadece hukuki yasaklamalar, cinsiyete dayalı kürtajı yeraltına kaydıracaktır. Çin ve Hindistan’da cinsiyete dayalı kürtaj ve cinsiyet belirlenmesi amacı ile amniyosentez ve sonogram (görüntüleme teknikleri) yasak olmasına rağmen bu pratik halen devam etmektedir. Kız çocuk doğurma tercihini kabul edilebilir kılmak üzere toplumun yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç vardır. Cinsiyete dayalı kürtaj yasağı, oğlan çocuk tercihine yol açan nedenleri ortadan kaldıracak sosyo-kültürel değişim gerçekleşmedikçe pratikte etkin olamayacaktır.

ERKEKLER  2016’da 261 KADIN  ÖLDÜRDÜ.
Her 4 kadından 1’i boşanmak istediği için öldürüldü.  Erkeklerin diğer cinayet bahaneleri arasında; kadının telefon mesajlarını göstermek istememesi, telefon şifresini vermemesi, çocuk bakımıyla ilgili tartışmalar, kadınların tecavüze direnmesi, kadının “senden koca olmaz” demesi, evin kapısını çaldığında kapının açılmasının gecikmesi, annesine şiddet uygulayan babasının hapse girmesinden annesini sorumlu tutması ve annesini öldürmesi gibi şeyler yer aldı.

Katillerin %4’ü cezaevinden kaçarak ya da izinli çıkarak öldürdü. ( 6 erkek cezaevi idaresinden izin alarak, 4 erkek cezaevinden kaçıp kadınları öldürdü.

6 Suriyeli mülteci kadın öldürüldü.
Kadınların %9’u şiddet gördükleri yolundaki şikayetlerine ya da koruma kararlarına rağmen öldürüldü.
Kadınların %68’ini koca/sevgili/nişanlı ya da eski partnerleri, %10’unu erkek akrabaları öldürdü.

31 kadın cinayetinin failleri henüz bulunamadı.
14 kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. Bunlardan yaklaşık %20’si Suriye, Rusya, Azerbaycan, Rusya ve Gürcistan uyrukluydu.
Şiddet gören, tacize/tecavüze maruz kalan 17 kadın/kız çocuğu intihar etti yahut intihar ettikleri öne sürüldü.
9 kadın şiddet gördükleri erkekleri öldürdü. Sekiz kadın ise kendilerine saldıran tacizci veya tecavüzcüleri öldürdü.
2016’da en az 75 kadına tecavüz olayı medyaya yansıdı. Tecavüze uğrayan kadınların %8’i yabancı uyrukluydu. %5’i engelliydi.
Dünya Sağlık Örgütü kadına yönelik şiddeti; “cinsiyete dayanan, kadını inciten, ona zarar veren fiziksel, cinsel, ruhsal hasarla sonuçlanma olasılığı bulunan, toplum içerisinde ya da özel yaşamında kadına baskı uygulanmasını ve özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranıştır” şeklinde tanımlamasından hareketle kadınların fiziksel, cinsel, ekonomik, duygusal birçok şiddet türüne uğradığı söylenebilir.
Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet (KSGM) araştırmasına göre ülke genelindeki kadınların %39’unun fiziksel şiddet, %15’inin cinsel şiddet yaşadığı, %42’sinin de iki şiddetten en az birisini yaşadığını ortaya koymuştur. Bu konuda elde edilen önemli bir bulgu da şiddet uygulayanların baba, ağabey, koca veya eski koca, yakın akrabalar gibi aile üyeleri ve tanıdık kişiler olmalarıdır.
Şiddet, fiziksel, psikolojik, cinsel veya ekonomik şiddet olarak nitelikleri itibariyle ayrıma tabi tutulabilir.

Bu kapsamda, tokat atma, tekmeleme, herhangi bir aletle vurmak, hırpalamak, kolunu bükmek, ittirmek, boğazını sıkmak, bağlamak, saçını çekmek, kezzap veya kaynar suyla yakmak, vücudunda sigara söndürmek, sakat bırakmak, işkence yapmak, sağlıksız koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak gibi eylemler fiziksel şiddete örnektir. Psikolojik şiddet ise bağırmak, korkutmak, küfür etmek, tehdit etmek, hakaret etmek, ailesi veya yakınlarıyla görüştürmemek, eve kapatmak, küçük düşürmek, çocuklarından uzaklaştırmak, kıskançlık bahanesiyle sürekli kontrol altında tutmak, başkalarıyla kıyaslamak, nasıl giyineceği, nereye gideceği, kimlerle görüşeceği konusunda baskı yapmak, kişinin kendisinin geliştirmesine engel olmak ve benzeri eylemlerdir.

Kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, kadına istemi dışında yöneltilen her türlü cinsel amaçlı söz veya eylem cinsel şiddettir. Evli olduğu kişi bile olsa, kendisiyle veya başkalarıyla cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), cinsel organa zarar vermek, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya, kürtaja, ensest ilişkiye ya da fuhuşa zorlamak, zorla evlendirmek, telefonla, mektupla ya da sözlü olarak cinsel içerikli rahatsızlık verici davranışlarda bulunmak gibi eylemler ise cinsel şiddeti oluşturmaktadır.

Para vermemek veya kısıtlı para vermek, ailenin mali durumu konusunda bilgi vermemek, kadının mallarını veya gelirlerini almak, çalışmasına izin vermemek, istemediği işte zorla çalıştırmak, çalışıyorsa iş hayatını olumsuz etkileyecek kısıtlamalar getirmek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda tek başına karar vermek gibi hareketler de ekonomik şiddete örnek olarak gösterilmektedir.
Aile içinde kadına yönelik şiddeti tek bir nedenle açıklamak imkansızdır, şiddet nedenleri ve sonuçları çok boyutludur. Ancak kadına yönelik şiddetin kaynağında cinsiyet ayrımcılığı ve bunu besleyen ataerkil düzen yatmaktadır.

Yaşanılan kültür tarafından belirlenen cinsiyet rol kalıpları geleneksel kültürde erkeğe aktif, güçlü, cesur olmayı öğretirken; kız çocuklarına pasif ve itaatkar olmayı öğütler. Sosyal faaliyetlere katılımı büyük ölçüde engellenen veya denetim altında tutulan bir kız çocuğu, annesinin de aynı davranışları sergilediğini görmesi sonucu bu davranışları daha rahat benimsemektedir. Toplumsallaşma süreçlerinde katı cinsiyet rolü sosyalizasyonu sonucunda kadın çaresiz kalmayı öğrenir. Şiddet de diğer davranışlar gibi öğrenilen bir davranış olduğunu ileri süren bilişsel davranışçı yaklaşım; bir çocuk olarak aile içinde şiddet görme veya şiddete tanık olma ile yetişkinlikte şiddet uygulayan olma ilişkisine geniş yer vermektedir. Şiddet uygulayan erkeklerin üçte birinin çocukluklarında şiddete maruz kaldığını ortaya koyan çalışmalar vardır. Özetle kadın ve erkek, toplumsallaşma sürecinde öğrenmiş oldukları bu cinsel rol kalıpları doğrultusunda erkek şiddeti öğrenirken kadın da şiddete uğramayı benimseyip onu içselleştirmektedir.

Daha az konuşulmasına karşın kadının maruz kaldığı birçok şiddet türünün temelinde de ekonomik şiddet yer almakta. Kadınların ekonomik anlamda bağımlı kılınması, onları fiziksel veya psikolojik, ekonomik, cinsel şiddete maruz kalmasına neden olmaktadır. Ekonomik faktör iki vektörlü olabilir. Ya kadın erkeğe bağımlıdır ya da tersine mesleki statü açısından erkekten üstündür. Bu durumu gücü elinde bulundurmasına bir tehdit olarak gören erkek şiddete yönelmekte ve şiddet sayesinde içinde bulunduğu duygusal baskı ve hayal kırıklıklarını ortadan kaldırmakta. Kamusal alanda çalışmasına rağmen kazancından mahrum bırakmak, çalışmasına izin vermemek, başlık parası karşılığı satmak, mirastan yoksun bırakmak vb. geniş anlamda alındığında ekonomik şiddettir.

Eşit işe eşit ücret uygulaması sözde kalıp, kadın emeği sömürülmektedir. Cam tavan kavramı, kadınların hak ettikleri halde cinsiyet ayrımı nedeniyle üst düzey yönetime ulaşamadıklarını ifade eder. Tavan sözcüğü, yukarıya çıkmanın engellenmesinden, cam sözcüğü ise görülmeyen ama varlığı hissedilen bir engelden bahsetmektedir. Kadınların kadın işi sayılan alanlarda yoğunlaşmasının temelinde kadınların geleneksel rollerini (annelik ve ev kadınlığı) aksatması korkusu yatmaktadır. Kadınların istihdama katılımı, sermayenin istediği biçimde iş güvencesinden yoksun, sosyal güvencesiz ve esnek biçimde daha sonra da ataerkil normlar uyarınca yani erkeklerin istediği şekilde kadınların ev içi sorumluluklarını da devam ettirerek katılımı öngörülmektedir.

Zaten mevcut ataerkil yapı ve kamuoyu algısı, bu türden kurum ve kişilerin yönlendirmelerine son derece açıktır. Bu türden bir ayrımcı cümlenin halk arasında söylenmesi ile halkın değer yargılarını yönlendirme konumunda olan makam temsilcileri tarafından söylenmesi arasında da fark vardır. Statüleri gereği algıları yönlendirme ve mesajını kamuoyu ile kolayca paylaşma olanağına sahip kişi ve kurumların toplum önünde sarf etiği bazı söylemleri kadınların hayatına şiddet olarak yansımakta, kadınların kamusal hayata katılımını engellemeye hizmet etmektedir.

Dilin, kültürün taşıyıcısı olduğunu düşündüğümüzde dilde yerleşik kadına yönelik ifade biçimleri de kadına yönelik şiddetin normalleştirilmesinde önemli rol oynamaktadır. “Saçı uzun aklı kısa”, “kızını dövmeyen dizini döver, “kız kocaya oğlan hocaya”, “kadına mı gidiyorsun kamçını unutma”, gibi dile girmiş olan ifade biçimleri, kadına yönelik olumsuz bakışın ve şiddetin normalleştirilmesinde önemli etken olabilmekte.

Türkiye Nüfus Sağlık Araştırmasına katılan kadınların %39’u, kadının yemeği yakması, kocasına karşılık vermesi, müsriflik, çocukların bakımını ihmal, cinsel ilişkiyi red gibi durumların en az birisinin gerçekleşmesi halinde, kocanın karısını dövebileceğini belirtmişler. Yine KAMAR tarafından 23 ilde 2007 kişiyle yapılan çalışmada, katılımcıların %64’ü, erkeklerin eşlerini dövmesini doğru bulmuşlar.

Adam öldürme ve adam öldürmeye teşebbüsten hükümlü 273 kadınla yapılan bir çalışmada bu kadınların %51’i kendilerine yönelik kötü muameleyi ve fiziksel şiddeti hak ettiklerine inanarak kendilerini suçlamışlardır Arat ve Altınay’ın 2007’de yaptıkları bir çalışmada Türkiye’de her 3 kadından birinin fiziksel şiddet yaşadığı ve kadının daha çok para kazanmasının dayak riskini iki kat arttırdığını saptamıştır. Aynı çalışmada kadınların öğrenim düzeylerinin artmasıyla fiziksel şiddet görme oranının düştüğü görülmekte. Okuma-yazma bilmeyen kadınlarda en az bir defa dayak yiyenlerin oranı %43, yüksek öğrenim görmüş kadınlarda ise bu oran %12.

¢  Bahçeşehir Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen Türkiye Değerler Araştırması sonuçlarına göre; : “Bir erkeğin birden fazla eşinin olması kabul edilebilir”  sözüne katılanların oranı 1996’da %10 iken 2011’de bu oran %23’e çıkmış.  “Bazı kadınlar kocalarından dayak yemeyi hak ediyor” diyenlerin oranı 1996’da %19 iken 2011’de bu oran % 30 olmuştur.
Şiddet ve özellikle aile içi şiddet, kadını intihara sürükleyebilmekte, cinayete kurban gitmesine neden olabilmekte, kadının mesleki ve kariyer yaşamını olumsuz etkileyerek onu yoksulluğa ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmeye itebilmektedir. Ayrıca aile içi şiddet kadınlarda önemli ruh sağlığı sorunlarına yol açabilen bir halk sağlığı sorunudur. Şiddete uğrayan kadının öz saygısı azalmakta, benlik duygusunu yitirmekte, sağlık sorunları artmakta, girişimciliği gelişmediği gibi tam tersine kaybolmaya başlamaktadır. Şiddete uğrayan kadın korkar, kendini suçlar, ve baskıyı içselleştirir ve yalnızlaşır. Şiddet gören kadın; katı bir aile ortamında pasif olmaya itilmiştir, sosyal açıdan yalnızdır, şiddetin bütün ailelerde olduğuna inanmaktadır, saldırganın davranışlarından kendini sorumlu tutmaktadır, onun birgün değişeceğine inancı tam olduğundan itaatkardır. Özbenlik saygısı az ve bağımlı kişilik özelliği sergilerler.

AİLENİN KORUNMASINA DAİR KANUN  Kanun Numarası            : 4320 Kabul Tarihi : 14/1/1998 Yayımlandığı R. Gazete : Tarih: 17/1/1998   Sayısı: 23233
Madde 1 – (Değişik: 26/4/2007-5636/1 md.) Türk Medenî Kanununda öngörülen tedbirlerden ayrı olarak, eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerinden birinin veya mahkemece ayrılık kararı verilen veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı olan veya evli olmalarına rağmen fiilen ayrı yaşayan aile bireylerinden birinin aile içi şiddete maruz kaldığını kendilerinin veya Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bildirmesi üzerine Aile Mahkemesi hâkimi meselenin mahiyetini göz önünde bulundurarak re’sen aşağıda sayılan tedbirlerden bir ya da birkaçına birlikte veya uygun göreceği benzeri başka tedbirlere de hükmedebilir: Kusurlu eşin veya diğer aile bireyinin; a. Aile bireylerine karşı şiddete veya korkuya yönelik söz ve davranış- larda bulunmaması, b. Müşterek evden uzaklaştırılarak bu evin diğer aile bireylerine tahsisi ile bu bireylerin birlikte ya da ayrı oturmakta olduğu eve veya işyerlerine yaklaşmaması, c. Aile bireylerinin eşyalarına zarar vermemesi, ç. Aile bireylerini iletişim araçları ile rahatsız etmemesi, d. Varsa silah veya benzeri araçlarını genel kolluk kuvvetlerine teslim etmesi, e. Alkollü veya uyuşturucu herhangi bir madde kullanılmış olarak şiddet mağdurunun yaşamakta olduğu konuta veya işyerine gelmemesi veya bu yerlerde bu maddeleri kullanmaması, Bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi için başvurması. Yukarıdaki hükümlerin uygulanması amacıyla öngörülen süre altı ayı geçemez ve kararda hükmolunan tedbirlere aykırı davranılması halinde tutuklanacağı ve hakkında hapis cezasına hükmedileceği hususu şiddet uygulayan eş veya diğer aile bireyine ihtar olunur. Eğer şiddeti uygulayan eş veya diğer aile bireyi aynı zamanda ailenin geçimini sağlayan yahut katkıda bulunan kişi ise hâkim bu konuda mağdurların yaşam düzeylerini göz önünde bulundurarak daha önce Türk Medenî Kanunu hükümlerine göre nafakaya hükmedilmemiş olması kaydıyla talep edilmese dahi tedbir nafakasına hükmedebilir.

Temyiz Mahkemesi bir içtihadında “4320 Sayılı Kanun ile aileyi koruyucu tedbirlerin aile mahkemesi hâkimi tarafından resen alınması hükme bağlanmıştır. Bu Kanun’un amacı aile içi şiddeti durdurma, özellikle kadını ve çocukları koruma olduğu sevk gerekçesinde açıklanmıştır. Hatta aile mahkemesi mağdurların tekrar şiddete uğrama ihtimalini göz önüne alarak başvurusunun hemen ardından tanık ya da karşı tarafın dinlenmesine gerek olmadan bu kararı verebilecektir. Şiddete uğrayanların mahkemede şiddete uğrama ihtimallerini kanıtlama yükümlülüğü de bulunmamaktadır. Mahkeme kararında altı ayı geçmemek üzere tedbirin uygulama süresi belirtilecek ve tedbire aykırı davranışta bulunulması halinde tutuklanacağı ve hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edileceği kusurlu eşe ihtar olacaktır açıklamaları yapılmıştır.

Yüksek Mahkeme bir içtihadında “…Ancak, temyiz yolu kapalı olan kararlar; bu Yasanın uygulanabileceği kişiler, resmi olarak evlilik birliği devam edenler hakkındaki kararlardır. Somut olayda; tarafların 14.11.2007 tarihinde boşandıkları dosyadaki nüfus kaydından anlaşılmaktadır. Boşanan kişiler hakkında 4320 sayılı Kanuna göre tedbire hükmedilemez...”26 gerekçesiyle boşanmış eşler hakkında tedbir kararı verilemeyeceğinden bahisle kararı bozarak, AKDK.’da öngörülen tedbirlerin ancak resmi evliliğin varlığı halinde uygulanabileceğini belirtmiştir.

AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN Kanun Numarası : 6284 Kabul Tarihi : 8/3/2012 Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 20/3/2012 Sayı : 28239 Yayımlandığı Düstur : Tertip : 5 Cilt : 52 BİRİNCİ BÖLÜM Amaç, Kapsam, Temel İlkeler ve Tanımlar Amaç, kapsam ve temel ilkeler MADDE 1 – (1) Bu Kanunun amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.

Töre ve namus cinayetleri, “bazı ailelerin veya erkeklerin, duygu ve bedenleri üzerinde belirleyici hakka sahip olduklarına inandıkları aile üyesi kadınlardan birini, kendi iradesi veya iradesi dışında karşı cinsle yaşadığı bir olay veya ilişkiyi; toplumsal çevrenin törel değerlerine aykırı sayarak,  namus ve şereflerine leke sürüldüğü gerekçesiyle aile meclisi kararı veya aile büyüklerinden birinin ya da bunlardan bağımsız olarak erkeğin karar vererek öldürmesidir.

Geleneksel toplumlarda erkek kendisinin ve ailesinin şerefini ve namusunu yani cinsel davranışa ilişkin saflığını korumakla yükümlüdür. Kadına da ailenin onayladığı erkekle evlenme, eş ve kardeş dışında yabancı erkeklerle konuşmama, iletişim kurmama gibi cinsel sakınma rolü yüklemektedir.  Kadın, kocası, baba-oğul, erkek kardeş tarafından namusu korunmak zorunda olan, onlara ait bir nesne konumundadır. Kadın bu görevini yerine getirmediğinde ahlaki değerler namusun kanla temizlenmesini öngörmektedir. Namus cinayetleri genelde Müslüman topluluklarda işlendiği görülmekle birlikte asıl kökeninin ataerkil toplumsal yapıya dayandığı düşünülmekte ve kökenleri İslamiyet öncesine kadar uzanmaktadır. Namus cinayetlerinin işlendiği bölgelerde hala aşiret kuralları geçerli, feodal yapılanma güçlüdür. Özellikle feodal yapının gücünü koruduğu bölgelerde kadınların namus adına daha çok öldürüldüğü görülmekte.

Urfa ve Batman’da intiharların bir kısmının namus nedeniyle gerçekleştiği daha doğrusu namus gerekçesiyle kadınların aileleri tarafından intihara zorladığı düşünülmektedir. Bu konuda yapılan çalışmalarda katılımcılar, namussuzluğu; kadının zina yapması, bekaretini kaybetmesi, açık gezmesi ( kısa kollu elbise, kısa etek giymesi), erkeklerle konuşması, ailenin istemediği kişilerle evlenmesi olarak ifade edilmiştir. Araştırmaya katılanlar, namusla ilgili olaylarda kulak ve burun kesme, saç kazıma gibi cezalandırma yöntemlerini de önermişlerdir. Namus cinayetleri daha çok eş, baba, eski eş, kardeş ve diğer erkek akrabalar tarafından gerçekleştirilmektedir.
Namus-töre cinayetlerinde Marmara ve Ege bölgeleri ilk sırada çıkmıştır. Ancak mağdur ve şüphelilerin doğum yerlerine bakıldığında Doğu ve Güneydoğu bölgeleri ilk sırada yer almaktadır. Cinayet zanlılarının %9’u, 18 yaşından küçük çocuklardır.
Kadın Dayanışma Merkezi KA-MER’in yaptığı çalışmanın sonuçları da namus cinayetleri ile ilgili önemli bilgiler içermektedir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre; kadınların ve/veya ailelerin eğitim ve ekonomik düzeyleri düştükçe fiziksel şiddet ve namus cinayetlerinin yaşanma sıklığının arttığı görülmektedir.

Töre nedeniyle kız kardeşini öldüren bir erkek: “Kızkardeşimin bir erkekle beraber olduğunu herkes biliyordu. İnsan içine çıkamıyorduk. Bizi görenler önce namusunuzu temizleyin diyorlardı” sözleriyle cinayet nedenini açıklamaktadır. Töre-aşiret ve gelenek hukukunun, mevcut yasaların üstünde olduğuna işaret etmesi açısından bu örnek düşündürücüdür. Eski TCK’da planlı cinayet ceza artırımına neden olurken, planlı cinayet olmasına rağmen bu durum namus cinayetlerinde dikkate alınmadığı gibi uygulamada da Türk Ceza Kanunu’nun bu tür cinayetlerde ağır tahrik olduğu varsayımından hareketle ceza indirimi uygulanmaktaydı. Ya da cinayetler çocuk yaştakilere işletilerek ceza indirimi sağlanıyordu. Yeni TCK 82/k ile  töre saiki ile adam öldürme, suçun ağırlaştırılmış halidir ve daha ağır cezayı gerektirmektedir. Ancak yasal değişiklik ile uygulamada toplumsal zihniyet dönüşümünün tam olarak sağlandığı söylenemez. Kaldı ki Yargıtay içtihatlarına göre töre saiki ile işlenmiş cinayet sayılabilmesi için “aile meclisi kararı” alınmış olması şart konmuştu. Namus cinayeti ise, bir erkeğin kişisel namus anlayışının, kadının davranışıyla lekelenmesi halinde söz konusudur. Sosyolojik bir olgu olan töre saikinin failde bulunduğunun kabulü için, ölüm kararının aile meclisi tarafından alınması gerekir. Namus saiki ise daha genel ve kapsayıcı bir kavram olup, töre saikinden aile meclisi kararına gerek olmaması ve bu yüzden de daha çok bireysel nitelik taşıması bakımından ayrılmaktadır. Yasa koyucu, töre saikini nitelikli olarak kabul edip cezayı artırmasına karşın, erkeğin kadın üzerindeki iktidarını sürdürmeyi amaçlayan namus cinayetlerini bu kapsama sokmamıştır. Oysa her ikisinde de kadının, erkek egemen sistem tarafından denetlenmesi söz konusudur ve namus cinayet ve yaralamaları, halen Türkiye'de en önemli, en sık rastlanan kadının insan hakkı ihlalidir. Ancak son içtihatlarında ise Yargıtay’ın isabetli olarak «aile meclisi kararı» unsurunu aramaktan vazgeçmiş olduğunu da belirtelim.

ÇOCUK YAŞTA EVLİLİK[1]:

Bugün Türkiye’deki en önemli toplumsal sorunlardan biri çocuk evlilikleridir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi başta, ülkemizin pek çok yerinde on’lu yaşlardaki kızlar, para karşılığı yaşça büyük erkeklerle evlendirilmekte. Araştırmalar bugün Türkiye’de her üç kadından birinin çocuk evliliği yaptığını göstermekte. (Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yapılan Nüfus ve Sağlık Araştırmaları’na göre) Türkiye’de kızlarda evlenme yaşı 12’ye kadar düşmüştür. Çocuk evlilikleri genellikle yasal olmayan evlilikler şeklinde gerçekleştiğinden çocuk gelinler, medeni nikahla kazanacakları haklardan mahrum olmaktadır. 15-19 yaş aralığında kızlarda evlenme oranı Türkiye’de %15.5 olarak saptanmıştır. Ancak Türkiye’ye dair bu veriler Nüfus ve Vatandaşlık Dairesi Genel Müdürlüğü verilerine dayanmaktadır. Yani sadece kanunun öngördüğü şekilde hakim kararıyla yapılmış erken evliliklerin kaydı bulunmakta, sosyolojik anlamda yapılan erken evliliklerin yani imam nikahlı evliliklerin kaydı bulunmamaktadır. Resmi oranı, sosyolojik araştırmalarda elde edilen verilerle birlikte okuduğumuzda Türkiye’de çocuk gelin oranının %30 ile %35 arasında seyrettiği sonucu ortaya çıkmaktadır.(CEDAW  Türkiye Gölge Raporu)
Kız çocukların erken yaşta evlendirilme sebeplerinin başlarında geçim sıkıntısı gelmekte ve yoksul aileler, hanelerinin yoksulluğunu azaltmak için oyun çağındaki kız çocuklarını yaşça büyük erkeklerle evlendirmektedir. Çocukevliliklerinin hangi gelir grubuna giren ailelerde görüldüğüne ilişkin yapılan ulusal ölçekteki araştırmalar, çocuk gelin görülme sıklığı ile ailenin yoksulluğu arasında doğru orantı bulunduğunu; küresel ölçekte de çoğunlukla Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Örgütleri tarafından yapılan araştırmalar da kız çocuklarının erken evliliği ile ülkenin gelişmişlik düzeyi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir. Türkiye’de çocuk evliliklerine en çok mutlak yoksulluk sınırı altında yaşayan ailelerde ve ondan sonraki sırada  da göreli yoksulluk sınırı altında yaşayan ailelerde rastlanmaktadır. Ülkelere ait kişi başına düşen milli gelir rakamlarıyla söz konusu ülkelerdeki çocuk gelin oranı birlikte değerlendirildiğinde ülkelerin gelişmişlik düzeyi arttıkça çocuk gelin oranının düştüğü varsayımı doğrulanmaktadır.
Bunun yanında  töreler, aile içi cinsel saldırı, evlilik dışı gebelik ve geleneksel yaşayışta hakim olan kocaya itaatin erken yaşta tesis edilmesi gerektiği şeklindeki anlayış ve hatta dağa gitmesin diye evlendirilme diğer sebepler arasında sayılabilir. Kızların evlendirilmek üzere okuldan alınması, geleneksel anlayışta olağan karşılanmaktadır.

Türk hukuk sisteminde de kimin çocuk gelin sayılacağı konusunda birbiriyle çelişen yasal düzenlemelere rastlamaktayız. Şöyle ki; Türk Medeni Kanunu 124. Madde; “erkek ve kadın, on yedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak hakim olağanüstü durumlarda ve pek önemli sebeple on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir” demektedir. Türk Ceza Kanunu ise 104/1. Fıkrasında; “cebir, tehdit ve hile olmaksızın, on beş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi, şikayet üzerine altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır” hükmünü getirmekte. Böylece de on beş yaşını doldurmuş bir kız, hukuki olarak değilse de sosyolojik anlamda evlendirildiğinde bu kızla cinsel ilişkiye giren eş, şikayet edilmediği sürece cezalandırılmamaktadır. Yani TCK, evlilik yaşını örtülü şekilde on sekiz yaşın altında tutmaktadır. Özetlersek; Türk Medeni Kanunu’na göre 17 yaşını doldurmamış kızlar, Çocuk Koruma Kanunu’na göre 18 yaşını doldurmamış kızlar, Türk Ceza Kanunu’na göre ise 15 yaşını doldurmamış kızlar çocuk gelin sayılmakta. Yasalar arasındaki bu uyumsuzluk, kız çocukların erken yaşta evlendirilmelerine karşı verilen bütün mücadeleleri etkisizleştirmektedir.
Sosyologlara göre  ise 14-19 yaş grubunu kapsayan gelişme çağındaki nüfus, toplumsal olarak olgunlaşmamış bireyler olarak tanımlanmaktadır. Tıbbi açıdan bakıldığında da hekimlere göre ilk adetin 14 yaşında görülmesi halinde 14-21 yaş aralığı, genital sistemin olgunlaşma süreci sayılmakta. Biyolojik olarak da evliliğe hazır olmayan kızların çocuk evliliği yaparak kendilerini cinsel eylem içinde bulmaları, genital bir dizi hastalığa davet çıkarmanın yanısıra kalıcı psikolojik hastalıkların da oluşabilmesine davetiye çıkarmaktadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, On sekiz yaşını doldurmadan evlendirilmeleri sosyolojik ve tıbbi olarak doğru değildir. Kaldı ki uluslararası belgeler kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerini, kız çocuklarına yönelik şiddet olarak kabul etmektedir.









[1] Kamuoyunda “çocuk gelinler” ifadesi ile bilinmekle birlikte bu ifade olayın vahametini gölgeleyip gelin sözcüğündeki masumiyet arkasına gizlendiği için eleştirilmektedir.