13 Ocak 2020 Pazartesi





         Gustav Radbruch
           Hayatı: Gustav Lambert Radbruch, 21 Kasım 1878’de tanınmış bir tüccar olan Heinrich Radbruch ve karısı Emma’nın üçüncü ve son çocuğu olarak Lübeck’de dünyaya gelmiştir. Babasının önerisine uyarak hukuk eğitimini 1895-1900 yılları arasında Münih, Leipzig ve Berlin’de tamamlamıştır. Berlin´de Ceza Hukukunda reformun babası olarak bilinen Franz List´le tanışan Radbruch, 1.Devlet sınavını orada verir, hâkimlik stajını memleketi Lübeck´te tamamlayıp, 1902´de Berlin´e dönerek “ceza hukukunda nedensellik bağlantısı” konusundaki doktora tezini pekiyi dereceyle bitirir. Bu dönemde List´in liberal etkisinin Radbruch´u derinden etkilediği düşünülmektedir.  1904’de Heidelberg’de Türkiye’de doçentlik ve profesörlük sürecine tekabül eden “Habilitation“ çalışmasını kısa sürede başarıyla tamamlayan Radbruch, 1904-1914 arasında ceza ve ceza usul hukuku, hukuk felsefesi dallarında dersler verir.  1914´de felsefe dünyasında Kant´ın şehri olarak da bilinen Königsberg’de kadrosuz profesörlük işi bulan Radbruch, I. Dünya Savaşı sırasında 1915´de gönüllü olarak askere yazılmış, 1918’de ise Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) katılarak aktif politikanın içinde yer almaya başlamıştır. 1920’de Kiel Üniversitesinde profesör olarak çalışırken çıkan isyanda işçilerin safında yer alması ve isyanı bastırmak isteyen askerlerin linç edilmesini önlemesi ile Sosyal Demokrat Partide kendisine ün kazanan Radbruch, meşhur bir tacirin oğlu olmakla birlikte 1920’den itibaren parlamentoda sosyal demokrat bir parlamenter ve 1922-26 yılları arasında da Weimer Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanı sıfatlarıyla iki dönem görev yapmış ve 1922 tarihli Alman Ceza Kanunu Tasarısı ile ceza hukuku reformuna katkıda bulunmuştur. Daha sonrasında akademik hayatı tercih etmesi nedeniyle Bakanlıktan ve Meclisten ayrılarak, 1926’da Heidelberg’e kadrolu profesör olarak atanan ancak 1933 Ocak ayı sonunda Naziler Almanya’da iktidara geldiğinde “Yahudi Ataları Olan Yahut Politik Olarak Güvenilmez Kamu Görevlilerinin Vazifelerinden Uzaklaştırılması Yasası”na binaen “siyasi olarak güvenilmez” ilan edilen Radbruch, Heidelberg’deki görevinden alınır. Nazi rejimi süresince de kendi ahlaki bütünlüğüne ve rejime hiçbir şekilde taviz vermeyen Radbruch’un bu gelişmeler karşısında Anglo-Sakson hukukunu tanımasını sağlayacak bir bursla 1935-36’da Oxford Hukuk Fakültesi’ne gitmesine izin verilir. Nazi dönemi sadece kariyeri açısından değil özel yaşamıyla da trajik geçen Radbruch, yirmili yaşlarının ortasındaki kızını 1939 yılında İsviçre’de kayak yaparken çığ düşmesi sonucu, oğlunu ise 1942’de Rus cephesinde kaybedecektir. 1945’de Nazi rejiminin sona ermesinin ardından profesörlük görevine ve kürsüsüne geri dönen Radbruch, Heidelberg Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanı olmuş ardından 1949’da ölmüştür.

Gustav Radbruch’un belli başlı eserleri şöylece sıralanabilir:
Hukuk Bilimine Giriş
Hukuk Felsefesine Giriş
Aphorismen zur Rechtsweisheit,(Bu eser Prof.Dr. Vecdi Aral tarafından Hukukta Bilgelik Dolu Sözler adıyla Türkçeye kazandırılmıştır.)
İngiliz Hukukunun Ruhu
Sosyalizmin Kültür Öğretisi

        Radbruch Formülü
20. yüzyılın hukuk felsefesinin en etkin tezlerinden biri olarak nitelendirilen ve Üçüncü Reich adı verilen Hitler rejiminin hukuk ile tasfiye edilmesi sürecinde ortaya çıkan Radbruch formülü, bu tip hukuksuz rejimlerin üstesinden gelmede mahkemeler tarafından bir araç olarak kullanılmış ve uygulanmıştır. Radbruch formülünün en önemli özelliği, hukuk-ahlak arasında zorunlu bir bağlantı şart koşmayan pozitivist bir hukuk kavramının karşısında oluşudur. Ancak Radbruch formülüne göre de; kimi ahlaki kusur ve aykırılıklar yüzünden hukuki geçerlilik ortadan kalkarken; kimilerindeki aykırılık ise geçerliliği ortadan kaldırmaz. Sadece aşırı ve ağır derecede adaletsizlik durumunda ve bu eşik aşıldığında hukuk normlarının geçerliliğini kaybedeceğini kayıt altına alan Radbruch formülü, hukuk kavramı ve hukukun doğası, hukuk hakkındaki doğrular üzerine bir tartışmadır.
Radbruch formülü, bu sürecin sonrasında da 1941 Alman Vatandaşlık Kanunu gereği ırksal nedenlerle yurttaşlıkları ellerinden alınan Yahudilerin vatandaşlık haklarına ilişkin Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1968 yılında verdiği kararda; daha yakın zamanlarda ise Doğu Almanya Cumhuriyeti’nin ceza hukuku aracılığıyla tasfiyesinde rol oynamıştır. Böylece bu formül yardımıyla -bu durumda silah kullanmalarına izin veren yasalara rağmen- hem firarilere ateş açan Doğu Alman sınır muhafızlarının hem de ateş açma emrini veren üstlerinin mahkûm edilebilmesi sonucuna ulaşılmıştır. Keza 1998 yılında Alman Anayasa Mahkemesi ölçüsüz biçimde yüksek cezalar vermiş olan bir Doğu Alman yargıcı hakkında, hukuku kötüye kullandığı sebebiyle verilen mahkûmiyet kararını yine bu formüle dayanarak onaylamıştır. Tüm bu davalarda mahkemeler açık biçimde Radbruch formülüne dayanmış yahut göndermede bulunmuştur[1].

Yazılı hukukun geçerliğini sınamanın bir ölçütü olarak düzenlenen Radbruch formülü iki parçadan oluşur:
         •Tahammül edilemezlik
        •Yadsıma/inkar.  
Formülün birinci ilkesi gereği; adaletten ayrılmak tahammül edilemez düzeye eriştiğinde yasa, adalet karşısında geri çekilip hukuki geçerliliğini yitirir.
Formülün ikinci kısmı ise adaletin özü olan eşitliğin yasama faaliyetinde bilinçli olarak kabul görmemesi halinde pozitif yasaların hukuki karakterini kaybetmesidir. Bu durumda pozitif yasa artık hukuki uyuşmazlıklara uygulanamaz ve vatandaşların hukuki hak ve yükümlülüklerini etkileyemez. Adaletin özü olan eşitliğe teşebbüs dahi edilmeyip, yapılması esnasında bunun bilinçli olarak reddedildiği pozitif yasa, yalnızca adalete aykırı olmayıp hukukun gerçek doğasından tamamen yoksundur.
 Yasalı Haksızlık ve Yasaüstü Hukuk” Radbruch, yasaüstü hukuka atıfta bulunan Radbruch; bireysel hakların devlet tarafından tamamen reddedildiği bir hukuku “mutlak anlamda temelsiz” olarak nitelemektedir. Bundan başka Radbruch, “adalet” ve “hukuk güvenliği” arasında uzlaştırılamaz bir uyuşmazlık belirdiğinde hukuk güvenliğinin tercih edilmesi gerektiği yönünde II.Dünya Savaşı öncesindeki görüşünü de artık terk etmiştir. Gerçi usulüne uygun şekilde yayınlandığı ve devlet kuvveti tarafından desteklendiği takdirde öncelik pozitif hukuka verilmeli hatta pozitif hukuk kuralı adalete ve genel refaha aykırı olsa bile bu doğrultu benimsenmelidir. Şüphesiz içeriğine hiçbir gönderme yapılmadan her pozitif yasa, bir değer içerir. Zira herhangi bir yasa, en azından hukuk güvenliği yarattığı için hiç yasa olmamasından her zaman daha iyidir Ancak adaletin ihlali, hukuk kuralını gerçekte “hukuksuz hukuk” durumuna getirecek ölçüde katlanılmaz düzeye getirirse, artık adaletin üstünlüğü esası kabul edilmelidir[2].
“Adalet ve hukuki kesinlik arasındaki çatışma belki en iyi şu şekilde çözülebilir: Yasama ve iktidar tarafından güvence altına alınan pozitif hukuk, onun içeriği adaletsiz olduğu ve insanlara yarar sağlamadığı zaman dahi, şayet yasa ve adalet arasındaki çatışma tahammül edilemez bir düzeye erişmedikçe üstünlüğe sahiptir. Tahammül edilemez duruma eriştiğinde yasa, adaletsiz olduğu kabul edilerek adaletin karşısında çekilmelidir. Yasalı haksızlık ile yanlışlarına rağmen geçerli yasa arasında keskin bir hat çizmek olanaksızdır. Yine de son derece açıklıkla çizilebilecek bir ayrım çizgisi vardır. Adaletin özü olan eşitliğe teşebbüs dahi edilmeyip, yapılması esnasında bunun bilinçli olarak reddedildiği pozitif yasa, yalnızca adalete aykırı olmayıp hukukun gerçek doğasından tamamen yoksundur. Pozitif hukuk dâhil bir sistem ve kurum olarak hukuk, adalete hizmet etmek anlamından başka bir şekilde tanımlanamaz”.
Formülün ifadelerine göre; adalet ve hukuki kesinlik arasındaki çatışma mutlak kesin bir şekilde değil ancak koşullu bir öncelik üstünlüğüne izin verilerek çözülebilir. Bu koşullu üstünlük hukuk güvenliği lehinedir ve hukuk güvenliğinin üstünlüğü, adaletsizlik tahammül edilemez düzeye gelindiğinde ortadan kalkar. Hukuk güvenliği ve adalet arasında kesin bir üstünlüğün olduğunun reddi, Radbruch’un hukuk felsefesini hem hukuksal pozitivizm hem de doğal hukuk teorisinin ötesinde bir üçüncü seçenek kılar. Zira klasik doğal hukuk teorisi adalete mutlak üstünlük tanırken hukuki pozitivizm aksine hukuk güvenliği ve hukukun kesinliğini üstün tutar ve hukuk kurallarının geçerliliğinin ahlaki niteliğinden ayrı olduğunu iddia eder[3].
Radbruch’a değin hiçbir önemli filozof doğal hukuk ve hukuksal pozitivizmin diyalektik merkezi tezlerini uzlaştırmaya teşebbüs etmemişken, Radbruch doğal hukukun ahlakilik teziyle pozitivizmin ayrılabilirlik tezini olağan-olağanüstü olmak üzere iki alana ayırarak birleştirmeyi başarmıştır.  Bu olağanüstü durum, vatandaşları siyasi liderlerin tahammül edilemez baskılarından hukuk sisteminin koruyamadığı durumlardır[4]. Radbruch formülü yalnızca haksızlıkların söz konusu olduğu “aşırı durumlarda” doğal hukuku gündeme getirir ve normal durumlarda hukuki pozitivizme öncelik tanımayı sürdürür[5].                      
Hart-Fuller Tartışması
II. Dünya Savaşı sonrası hukuk felsefesinin bu ünlü tartışmanın çıkış noktası; 1957 senesinde Lon L. Fuller’ın daveti üzerine H.L.A. Hart’ın, Harvard Hukuk Fakültesi’nde verdiği derste yaptığı konuşmasıdır. Bu konuşma öncesinde çok stresli olduğu söylenen Hart, konuşmanın başarılı geçmesi ile rahatlamıştı. Fuller ise o sırada derste olan bir öğrenciden aktarıldığına göre; Hart’ın konuşması sırasında, “sinirli bir aslan gibi” salonun arka tarafında ileri geri gidip gelmiş hatta başka bir kaynağa göre ise ders bitmeden salonu terk etmiştir. Daha sonra bir cevap hakkı talep eden Fuller’ın, Hart’a olan cevabı Harvard Law Review’de, Hart’ın makalesinin peşi sıra basılır[6].
İşte yirminci yüzyılın hukuk felsefesi alanındaki en önemli ve ünlü tartışmalarından birisi olan Hart-Fuller tartışması, II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Alman mahkemelerinin hüküm verdiği kinci muhbir (grudge informer) olarak da bilinen davalar hakkındadır. Hart-Fuller tartışmasında, Radbruch’un “adaletsizliği ve haksızlığı hoş görülemeyecek yasaları adalete boyun eğdiren yaklaşımı” ve bu yaklaşımının söz konusu yargılamalar üzerindeki etkisi de belirleyici bir role sahiptir. Söz konusu tartışmanın önemi ve etkisi, tartışmacıların kimliği yanında büyük oranda hukuk felsefesi geleneğini belirleyen doğal hukuk ve hukuksal pozitivizm teorilerinin en temel sorunlarından birisi olan hukuk-ahlak ilişkisi ile ilgili olmasından kaynaklanır. Her iki hukuk felsefecisi de ekollerinin tipik temsilcisi olmamakla birlikte bu tartışmada hukuksal pozitivizmi Hart, doğal hukuku ise Fuller temsil eder.  
Esasında “kinci muhbir” davaları, Nazi döneminde bazı kişilerin baskıcı yasaları ve yargılama usullerini kullanarak, kendi kişisel garezleri ve çıkarları doğrultusunda yargıyı kullandıkları bir takım olaylarla ilgilidir. İhbar ettiği şahsın karısıyla evlenmek, işini ve evini almak ya da intikam vs.gibi menfaatlerle ihbar ettiği kişiden kurtulmak amacıyla Nazi döneminde muhbirlik yapan bu kişiler, II.Dünya Savaşı sonrasında bu kez yeni Almanya’nın ve onun yeni hukuk düzeninin önünde kendilerini sanık olarak bulmuşlardır. Örneğin Puttfarken isminde bir adliye kalem memuru, Göttig isminde bir taciri, bir tuvaletin duvarına: “Hitler, bir seri katildir ve savaşın sorumlusudur” yazdığı için ihbar ederek mahkûm edilmesine ve idamına neden olduğu için bu kez savaş sonrasında Nordhausen’de Thüringen Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yargılanır ve ömür boyu hapse mahkûm edilir.
Tartışmanın dinamosunu oluşturan davaya konu olayda ise: 1944’te bir Alman asker, ordudan izinli olarak evini ziyaret ettiği sırada zaten bir başka erkekle ilişkisi olan ve ondan kurtulmak isteyen karısı bunu fırsat bilerek -Nazi rejimini eleştirdiği ve Hitler hakkında hakaret içeren sözler sarf ettiği- gerekçesiyle asker kocasını Nazi yetkililerine ihbar eder[7]. Yargılanan koca idama mahkûm edilirse de savaş koşulları nedeniyle cezası infaz edilmeyip Rus cephesinde asker olarak görev yapmaya çevrilir. Savaş sona erdikten sonra ise bu defa 1949 yılında kocasının özgürlüğünü yitirmesine aracılık ettiği gerekçesiyle ihbarcı kadın hakkında soruşturma açılır. Kadın mahkeme önünde, “Hiçbir suç işlemediği aksine yaptığı ihbarın Nazi rejimi dönemindeki 1934 ve 1938 tarihli iki yasaya da uygun ve hukuken meşru bulunduğunu ileri sürerek, eyleminin suç oluşturmadığı” savunmasında bulunur. Kadının bu savunmasına rağmen Alman İstinaf Mahkemesi, 1871 tarihli Alman Ceza Kanununa göre “bir kimseyi yasaya aykırı şekilde özgürlüğünden mahrum ettiği” için suçlu bulur. Kocanın cezalandırıldığı söz konusu 1934 ve 1938 tarihli yasalar dikkate alınmadığından, kocanın özgürlüğünden yoksun bırakılmasına yani hapsedilmesine neden olan kadının eylemi 1871 tarihli Alman Ceza Kanunu’na göre cezalandırmaktır. Hâlbuki kocanın cezalandırılıp mahkûm edildiği yasaların geçerli olduğu kabul edilseydi kadının ihbarı 1871 tarihli Alman Ceza Kanununa göre suç sayılmayacaktı.
Hart, mahkemenin bu ve benzer kararlarının yanlış olduğu düşünür. Çünkü 1934 tarihli Nazi dönemi yasası “tanıma kuralının” gereklerini karşılayan geçerli bir yasadır. Bu durumda yapılacak olan şey ya kadını cezasız bırakmak ya da geriye yürürlük gücüne sahip ve bu suretle ihbar yasalarını yürürlükten kaldıran bir yasa çıkararak, kadını bu yolla cezalandırmaktır. İkinci yolun hukukun belirlilik ilkesine daha çok hizmet edeceğini söyleyen Hart, geriye dönük bir yasa yapmadan intikamcı muhbiri cezalandırmanın, onun cezasız kalmasına izin vermekten daha kötü olacağını düşünmektedir. Gerçi geriye dönük yasaların bu defa da suçta ve cezada kanunilik ilkesine aykırı düşme gibi bir problemi vardır. Diğer bir ifadeyle her iki seçenek de olumsuz sonuçlar içermektedir. Kadını serbest bırakmayı seçtiğiniz takdirde, kadın yaptığı şey karşısında cezasız kalacaktır; kadını cezalandırmayı seçtiğinizde “pek çok hukuk sisteminin kabul ettiği çok değerli bir ahlâk ilkesi bu cezalandırma eylemine kurban verilecekti.
Lakin Hart bu olayda kadını cezasız bırakmak kötülüğüyle suçta ve cezada kanunilik ilkesini terk etme kötülüğü arasında kendince ehven-i şer olan suçta ve cezada kanunilik ilkesini feda ederek, geçmişe etkili bir kanun yapma faaliyetiyle kadının cezalandırılmasını tercih etmektedir. Hart’a göre kadın geçmişe yürür kuralla cezalandırıldığı zaman açıkça bir ilke ihlal edilmektedir fakat Radbruch’un formülüyle olay değerlendirildiğinde, bu ilkenin hangi noktada ihlal edildiği tespit edilememektedir.
Bu tercihle de Hart, Alman İstinaf Mahkemesi’nin 1934 ve 1938 tarihli yasaları görmezden gelerek geçersiz saymasını kabul etmemek suretiyle hukuksal pozitivizmin ayrılabilirlik tezine sadık kalmıştır. Hart’ın öne sürdüğü çözümün önemi, kocanın cezalandı­rılmasına dayanak olan kanunun geçerli olarak kabul edilmeye devam edilmesi ve daha sonra itaat edilemeyecek kadar adaletsiz olan kuralları geçersiz kılan geçmişe yürür bir kanunla kadının cezalandırılmasıdır. Diğer bir ifadeyle, pozitivistlerin hukuk ve ahlâk ayrımındaki ısrarı korunmaktadır. Nazi Almanyasında da yapılan yasalar, baskıcı veya ahlaka aykırı oluşlarından bağımsız olarak, biçimsel bakımdan tanıma kuralına uygun olarak yaratılmışlardır. Hart’ın hukuk anlayışında yargıcın, bir kuralın sistemin tanıma kuralına göre geçerli olduğunu kabul edip, buna rağmen kuralı görmezden gelmesi mümkün değildir[8].
Buna karşılık Fuller’ın cevap olarak yazdığı makalesinde yaptığı tartışmasının ekseni, Nazi Dönemi’nde hukuk sistemi olarak nitelendirilebilecek bir hukuk düzeni olup olmadığı ve böyle bir sistemde yaşamak zorunda olanlar için hukuka bağlılık idealinin ne anlama geldiğiyle ilgilidir. Ancak Fuller, Hart’ın aksine, Nazi hukukunun ahlaktan çok uzaklaştığını ve artık hukuk olarak nitelendirilemeyeceğini söyleyerek mahkemenin kararının yanında yer alır. Hukuku sadece biçimsel özelliklerinden hareketle tanımlamaya çalışmak, hukukun meşruluğunu güç-zorlama ve iradenin egemenliğine bırakmalarına yol açar. Bununla birlikte Fuller, Nazi dönemi hukukunun hukuk olarak kabul edilip edilmeyeceği tartışmasında, hukuk kurallarının içeriğine odaklanmaz. Fuller bu doğrultuda, Nazi döneminde, hukukun iç ahlâkının ne şekilde ihlal edildiğini ortaya koyar.  Hukukun dışından gelen ahlaki standartlarla değil, hukuka içkin ahlaki standartlar ile Nazi yasaları arasında çatışma gören Fuller’a göre, çok bulanık kavramlar içeren muhbir yasaları, sınırlanmamış bir iktidar örneğidir. Bunun yanısıra bu dönemin yasaları açıklık yanında ilan edilme/yayımlanma ilkesinden de mahrumdur[9]. Kontrolü ellerinde bulundurduğu sürece Naziler, geriye dönük yürürlüğe sahip yasalardan büyük avantaj sağlamıştır[10]. Suçta ve cezada yasallık ilkesi ihlal edilerek; eyleme doğrudan uygulanacak bir yasa bulamadıkları durumda yargıçlara ceza yasalarını analoji yoluyla uygulayarak, boşluk doldurmak suretiyle yasa yaratmak yetkisi verilmişti.  Hukuki formalizm kalıbına bürünen bu diktatörlük, hukukun içsel ahlakından o derece uzaktı ki o artık bir hukuk sistemi değildi. Birisi yağı dahi kesmeyen uzun ince metal bir nesnenin bıçak olmadığını söylerse, onu çok kolay anlarız. Aynı şekilde hukukun davranışları yönlendirmekle ilgili olduğunu düşünen birisi için de kötü yapılmış ve kötü işleyen örneğin pek çok muğlak, geçmişe yönelik ya da birbiriyle tutarsız kurallar içeren ve yargının bunları uygulamasıyla, kuralların özüne uymayan sonuçların ortaya çıktığı, vatandaşların davranışlarını hukuka uygun bir şekle getiremedikleri hukuk sistemi görünümündeki şeyin gerçekten hukuk olmadığını söyleyebilecektir. Fuller Nazi diktatörlüğünün hukuk sayılamayacağını şu sözlerle ifade eder:
Göz boyayıcı bir hukuk formu ile kendini donatmış bir diktatörün, düzenin ahlâkiliğinden, hukukun bizatihi kendi içsel ahlâkından, bir hukuk sistemi olmayı sona erdirecek kadar sapabileceğini söylemekte bana göre şaşırtıcı hiçbir şey yoktur. Kendisini hukuk olarak adlandıran ama yürürlüğü amaçlayan yasaların lafzının yargıçlar tarafından genellikle ihmal edilmek suretiyle hüküm verildiği, sistemin hukuki bozukluklarının hatta en büyüklerinin bile geriye dönük yasalarla onarılmasının alışkanlık hâline getirildiği, sadece caddelerdeki çapulcuların terörüne dayanan, hukukiymiş gibi dayatılan sınırlamalara karşı koymaya hiç kimsenin cesaret edemediği, tüm bunların bir diktatörlüğün gerçeği olduğu bir yerde ve sistemde, benim için en azından ona hukuk demeyi inkâr etmek güç değildir. (Fuller, Fidelity to Law)”
Davanın Gerçek Olguları Neydi?
Bu tartışmanın sürprizi olan bir noktaya da kısaca açıklık getirmekte fayda  vardır. Hart-Fuller tartışması aslında baştan itibaren bir yanlış anlama sonucu hatalı bir zeminde yürütülmüştü. Bu durum, Harvard Law Review’un, kinci muhbir davaları ile ilgili oldukça özet ve yanıltıcı bir açıklama ile davayı hatalı şekilde aktarmasından kaynaklanmıştı. Dolayısıyla tartışma, -hatalı bir biçimde- mahkemenin söz konusu yasayı ahlaka aykırı içeriğinden dolayı geçersiz kıldığı varsayımı üzerinden yürütülmüştür[11]. Oysa Bamberg İstinaf Mahkemesi ne doğrudan Radbruch formülüne dayanmış ne de kocanın yargılandığı muhbir yasalarının, hukukun doğasını bozduğu” iddiasıyla geçersiz kılmıştır.
    Bu yargılama sırasında, kadın kocasını ihbar etmek yükümlülüğü olmadığı halde ihbar ettiği için yargılanmıştır. Mahkeme, kadının ihbar etme yükümlülüğü olmadığı halde, kocasını ihbarın muhtemel sonuçlarının  tüm temiz insanların vicdanlarına ve adalet duygularına” aykırı bulmuştur.
Örnekteki kocanın yargılamasına dayanak olan Nazi dönemi kuralları 1938 ve 1934 yıllarına aittir. Fuller ilk olarak
         1938 tarihli kanunu ele alır:

“Almanya ordusunda veya Almanya’yla müttefik ordularda hizmet yüküm­lülüklerini yerine getirmeyi reddetmeyi alenen teşvik veya tahrik edenler veya düşmanlara karşı kendini kararlı bir şekilde savunan Almanya veya müttefiklerin halklarının iradelerine alenen zarar vermek veya yok etmek arayışında olan kişiler, direnişin ulusal gücünü yıkmaktan suçlu olup, ölümle cezalandırılacaklardır.”
         1934 tarihli kanuna göre:
1. Ulusun veya Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin önde gelen kişilerinin bizatihi kendilerine yahut aldıkları tedbirlere veyahut da oluşturdukları kurum­lara karşı kamuya açık bir şekilde kin dolu veya kışkırtıcı ifadeler kullanan ya da küçük düşürücü sözler ifşa eden ve bu tavırları, halkın siyasi liderlere yönelik güvenini zedelemek üzere sergileyen hapis cezasıyla cezalandırılır.
2. Dile getirenler kamuya ulaşacağını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa kamu önünde dillendirilmeyen kötü niyetli sözlü ifadelere de tıpkı kamu önünde açıklananlar gibi muamele edilir.
3. Bu sözler aleyhine ancak Ulusal Adalet Bakanlığı’nın emri ile kovuşturma açılabilir; söylemin Alman Sosyalist İşçi Partisi’nin ileri gelen bir şahsiyetine yöneltilmiş olması durumunda Adalet Bakanlığı, ancak liderin temsilcisinin rızası ve tavsiyesiyle birlikte kovuşturma izni verebilir.
4. Adalet Bakanlığı, yukarıda I. kısımdaki amaçlar açısından önde gelen kişiler sınıfına girenleri, liderin temsilcisinin rıza ve tavsiyesiyle belirler.”

Nazi Askeri mahkemeleri bu yasaları keyfi ve hukuka aykırı biçimde uygulamışlardır. Nazi yasası, küçümseyici beyanların alenen kamuya açık biçimde yapılması şartı koşar. Hâlbuki mahkemeler, Nazi iktidarı boyunca, umuma açıklık (publicity) kavramını olağanüstü geniş ele alarak, en yakın kişiler arasında yapılan açıklamaları bile aleniyet olarak yorumlamıştır. Fuller’a göre de, bu kanun kocanın ölüm cezasıyla cezalandırılması bakımından haklı neden sunmamaktadır. Bu kanun da, 1938 tarihli kanun gibi, suç olarak kabul edilen davranışın kamusal alanda yapılmasını ön görmektedir. Koca ise suç olarak kabul edilen sözleri, evde söylemiştir. Şayet “karısının ihbarı, kocasının sözlerini ‘kamuya açık’ hale getiriyorsa bu defa da yasa bağlamında özel alanda dile getirilen söylem diye bir şeyden bahsedilmeyecektir.” Fuller’ın analizi göstermiştir ki, kocanın davranışları, o dönemin kanunları açısından dahi suç teşkil etmemeliyken, kanunların keyfi yorumlanmaları neticesinde koca suçlu bulunmuştur. Bu durum, henüz, o dönemde Fuller tarafından dile getirilmese de, sekizinci ilke olan yayımlanmış kurallar ile yetkililerin davra­nışları arasındaki uyum ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Kanun çok açık bir biçimde kamusal olmayı öngörmektedir. Ayrıca 1934 tarihli kanunun, özellikle dördüncü fıkrası bir keyfilik içermektedir. Bu durum da hukukun iç ahlâkı açısından bir problem teşkil etmektedir. Bu noktada Fuller ile Radbruch’un hukuki geçerliliğe ilişkin doğal hukuk yaklaşımlarının farkı da belirginleşmektedir. Söz konusu yargılamalarda Radbruch üstün hukuk (higher law) kavramına başvurmuştur. Dolayısıyla Nazi döneminde yapılanlar, adaletsiz olduğu için, adalete çok büyük oranda aykırı olduğu için hukuk değildir.  Fuller bakımından ise burada üstün hukuka başvurmaya gerek yoktur; çünkü hukukun iç ahlâkının gerektirdikleri açısından o dönemin düzenlemelerine bakıldığında, Nazilerin kurduğu ve devam ettirdiği sistemin hukuk sistemi olmadığı görülecektir. Sonuç olarak Fuller’a göre, bu hukuk olamayacak kadar kötüdür demektense, bu hukukun içsel ahlâkını o kadar ihmal etmektedir ki hukuk olamaz denilebilirdi.  Fuller’ın bu iddiası, Radbruch ve Fuller arasındaki ‘doğal hukuk’ anlayışının farklılığını göstermek bakımından önemlidir[12].

    

                Lon Fuller

1902 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Texas eyaletinde Hereford’da dünyaya gelen Lon L. Fuller, Stanford Hukuk Okulu’ndan mezun olmuştur. Kırk sekiz yıl sürecek akademik kariyerine Oregon Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde başlayan Fuller, Duke Üniversitesi’nden sonra 1948’de başına geçtiği Harvard Hukuk Fakültesi’ndeki hukuk felsefesi ve hukukun genel teorisi  (jurisprudence) kürsüsündeki görevinden 1972 yılında emekliye ayrılmıştır. Hukuk pratiğinde avukat olarak da hukuk uygulamasına dahil olan Fuller, Duke Üniversitesi’nde iken öğrencisi olan ve Cumhuriyetçi Başkan adayı Richard M. Nixon’un 1960 yılındaki seçim kampanyasına katkıda bulunmuş olmasıyla da bilinir. İki çocuk babası olan Fuller, 1978 yılında 75 yaşında iken hayatını kaybetmiştir.
  20.yüzyılda doğal hukukun yeniden canlanmasında önemli bir payı buluna Lon L.Fuller, “olanla olması gereken arasındaki sert ayrıma karşı çıktığı“ için kendisini doğal hukuk geleneği içerisinde görür. Fuller’ın böyle bir ayrımı kabul etmemesinin temelinde yatan, hukuku amaçsal bir faaliyet olarak görmesidir. Bir insan tasarımı olan hukuk, içerisinde örtük bulunan ahlaki bir amaca sahiptir ve bu amaç da insan davranışlarını, insanların toplumda bir arada var olabilmeleri ve işbirliği yapmalarını mümkün kılacak şekilde yönlendirmek ve koordine etmektir. Eğer hukukun amaçsal yönü yadsınır ve hukuki pozitivistlerin dediği gibi egemenin buyruğu olarak görülürse, hukuk sistemini tanımlamak olanaksız hale gelecektir. Çünkü kesmeyen şey nasıl bıçak olamazsa işlevini gösteremeyen, dolayısıyla amacını yerine getirmeyen hukuk da hukuk olmayacaktır.
Fakat Fuller, pozitif hukuka üstünlük iddiası olan ve içerik bakımından kendisine aykırı düştüğü durumda pozitif hukuku geçersiz ilan eden bir doğal hukuk anlayışına da sahip değildir. Radbruch’un Nazi hukukunun geçersizliğine ilişkin açıklamalarında “yasa üstü hukuk” kavramına başvurmasını benimsemeyen Fuller, bir düzenin hukuk olup olmadığının değerlendirilmesinde üstün bir hukuku ölçüt kabul etmeye gerek görmez. Ayrıca Hristiyan Doğal Hukuk ve 18.yüzyıl rasyonalist doğal hukuk doktrinini de reddeder. Böylece Fuller, olan ile olması gereken arasında bir ayrımı kabul etmesi ve hukuku amaçsal yaklaşması açısından doğal hukuk kuramı içerisinde konumlanır. Fakat doğal hukuk kuramının en temel kabulü olan hukuki geçerliliğin sınanmasında üstün bir hukuka başvurulmasını ise reddetmekle, klasik doğal hukuk düşüncesinden ayrışmaktadır. Fuller, klasik doğal hukuk düşüncesinden ayrılarak, prosedürel bir doğal hukuk anlayışını benimsemiştir. Maddi doğal hukukun aksine hukukun içeriği ile ilgilenmeyen “prosedürel doğal hukuk” anlayışı, hukuka dışsal bir ahlak anlayışı yerine hukukun kendine özgü içsel bir ahlakiliğinin olduğunu savunur. Fuller’a göre hukukun bağlı olması gereken ahlakilik, dışsal ahlak değil, hukuka özgü bulunan ahlakiliktir. Doğal hukukçuların “adil olmayan kanun, kanun değildir” iddiasına karşılık, Fuller’ın teorisi belirli bir hukuk kuralına değil, “hukuk sisteminin” kendisine odaklanmaktadır. Onun hedefindeki soru, hukukun dışına çıkmadan, hukuk kavramının kendisinin içinde kalarak bir hukuk-ahlâk ilişkisinin kurulup kurulamayacağıdır.
Fuller, hukukun içsel ahlakı kavramını ve bu kavramın içeriğini bir alegori yardımıyla temellendirir. Ülkesinin tahtına oturan Kral Rex kendisinden önceki kralların en büyük başarısızlığının hukuk alanında olduğunu düşünür. Davalara ilişkin prosedürler çok yavaştır, hukuk dili günlük dilden uzaklaşmış, anlaşılmaz bir hale gelmiştir, hâkimler ve yasa uygulayıcıları yozlaşmıştır. Tahta çıkmasının ardından ülkesindeki hukuk sistemine yeni bir düzen vermeye çok hevesli, ismini tarihe büyük bir kanun koyucu olarak yazdırmaya kararlı ama bu çabasında başarısızlığa uğrayan kral Rex’in hikâyesi ile olumsuzdan hareketle yani bir yasa koyucunun hukuk oluştururken neleri yapmaması gerektiğinden, olumlu sekiz ilkeye ulaşır.
Tüm mevcut yasaları ilga ederek, yerine yeni bir Kod (code) hazırlamaya girişen Kral Rex, bu konudaki deneyimsizliği ve eğitim eksikliği nedeniyle basit genellemeleri bile yapamadığını görünce bu projesini rafa kaldırır. Bundan böyle ülkede doğacak bütün uyuşmazlıkları yargıç sıfatıyla bizzat kendisi çözeceğini tebaasına duyurur. Zira önüne gelen her uyuşmazlığı çöze çöze genelleştirme kabiliyetini kazandıktan sonra bir kurallar sistemi yaratabileceğini ümit etmektedir. Fakat önüne gelen ihtilafları çözmek için elinde başvuracağı hiçbir örnek olmadığı için verdiği kararlardan ne kendisi ne de tebaası bir düzenlilik çıkarmayı başaramaz.
Genelleştirme yapabilme konusundaki yetersizliğini telafi için bir kursa devam eden monarkımız, bu sefer daha donanımlı şekilde yeniden bir kanun taslağı hazırlar ve bundan böyle uyuşmazlıkları bu kanuna göre çözümleyeceğini halkına açıklar. Fakat yaptığı kanun, devlet sırrı olup, kendisi ve katibi dışında herkesten gizlidir. Rex’in bu kararına tebaası itiraz eder çünkü bir kimsenin, davasının karara bağlandığı kuralları bilmemesi hoş bir şey olmayacaktır. Bunun üzerine kralımızın bir sonraki planı, bir önceki yılın uyuşmazlıklarını yeni yılın başlangıcında çözüp, verdiği kararları ve bu kararları verirken uyguladığı gerekçelerden elde ettiği kuralları halka duyurmaktır.  Ancak önceki davalarda verilen kararların ve gerekçelerinin, gelecek davalarda da muhakkak uygulanacağın nazarıyla bakılamayacağını düşünen tebaası,                                                                       kendilerine uygulanacak kuralları önceden bilmek ister ve kralın bu planını da kabul etmez.
Gelecekte ortaya çıkabilecek uyuşmazlıklara uygulanacak kuralları önceden yayımlamaktan kaçamayacağını anlayan Rex, yeni bir kanun hazırlar. Fakat yayımlandığı zaman bu kanunun bu kez de belirsizliklerle dolu olduğu anlaşılır. Değil sıradan halk, hukukçular bile bu belirsizlik şaheseri kanundan bir cümleyi dahi anlayamamaktadır.
Bunun üzerine Kral Rex, görevlendirdiği uzmanlara, kanunun içeriğine dokunmadan hükümlerini açık hale getirmelerini emreder. Kanun metni açık hale getirilir getirilmesine ama açıklık kazanmasıyla kanun maddelerinin, her biri diğerini nakzedecek/hükümsüz kılacak şekilde çelişkilerle dolu olduğu su yüzüne çıkar.
 Tebaasının sürekli sızlanması karşısında sabrı tükenen ve onlara bir ders vermek isteyen kral, uzmanlara kanundaki çelişkileri gidermelerini ve fakat aynı zamanda sertleştirerek yeni suçlar getirmelerini emreder. Yeni kanunda halk, kanunun değiştirilmesi için danışılmak üzere kendilerine verilen on günlük süre zarfında tahta çağrıldığında, on saniye ara verileceği ve Kralın önünde herhangi bir kimsenin hapşırma, hıçkırma, bayılma veya yere düşme fiilleri karşılığında on yıllık hapis cezasıyla cezalandırılacağı hükmü yer aldı. Bu ilerlemeci, demokratik çözümleri anlamamak ve inanmamak ise vatana ihanet suçu oluşturacaktır. Bu duruma ise halk, “Yapılamayacak olanı emretmek hukuk yapmak değildir, hukuk yapmamaktır, uyulamayacak bir emir hiçbir amaca hizmet etmez; karışıklık, korku ve kaostan başka” yazılı dilekçeler gönderir.
Kanun yine yeniden gözden geçirilir. Kralın görevlendirdiği tarafından açık, tutarlı, halkından gücünün ötesinde bir şey talep etmeyen bir kanun daha hazırlanır ve her sokak başında dağıtılır. Ancak düzeltmeler, gözden geçirmelerle geçen zamanda ülkede pek çok değişiklik olduğundan bu sefer de yeni ihtiyaçlara cevap veremez. Bu sebeple yeni şartlara uyum sağlayabilmesi için yürürlüğe giren kanun, günlük olarak değişime tabi tutulur. Sonuçta yine bir hoşnutsuzluk dalgası, sokaklarda beliren anonim bir broşürde “her gün değişen yasa, yasasızlıktan daha kötüdür” sloganıyla dile gelir.
Tüm bu olumsuzlukların yükünü görevlendirdiği uzmanlar kuruluna çıkaran Rex, yargı gücünü tekrar kendi üzerine alır. Kararlarında, tüm bu reform süreçlerinden geçmiş bulunan kendi Krallık kanununu uygulayacağını ilan eder. Ancak kararlar yayınlandığında Kralın verdiği kararlarla kanun arasında hiçbir bağlantı olmadığı görülür. Halk kralı artık tahttan indirmek için ne tür önlemler alınabileceğini düşünürken Rex ölür[13].

Kral Rex’in acıklı hikâyesini ve hukuk yaratmada başarısız olduğu sekiz olguyu  şöyle özetleyebiliriz:
 ·Bunlardan ilki Kral Rex’in hiçbir kural elde edememesi ve her soruna ad hoc çözüm bulması,
·Uyması gereken kuralları ilan etmeme ya da en azından etkilenen tarafa iletmemesi,
·Geçmişe dönük değişiklik tehdidi nedeniyle yürürlükteki kuralların bütünlüğünün altını oyan geriye dönük etkili yasaların kötüye kullanılması,
·Kuralların anlaşılır olmasını sağlayamaması,
·Çelişkili yahut
·Etkilenen tarafların gücünü aşan bir eylem gerektiren kuralların kabulü,
·Tabi olan kişinin eylemlerini ona göre uydurmasını engelleyecek kadar sık kural değiştirmesi ve
· İlan edilen kurallar ile fiili uygulamaları arasında uyum oluşturamamasıdır.
Fuller, bu alegorik canlandırma ile Kral Rex’in sekiz yanlışından, bir hukuk sisteminde bulunması gereken ve hukuku mümkün kılan hukukun sekiz erdemine (değerine) ulaşır. Bu ilkelere uymayan bir normatif düzenin hukuk olarak adlandırılması da mümkün değildir. Bunlar:
          Hukukun İçsel Ahlakının İlkeleri
Genellik İlkesi: Fuller’in hukukun içsel ahlakı ilkelerinin ilki genellik ilkesidir. Burada kastedilen bir hukuk sisteminde kuralların var olması; yani sorunların ad hoc kararlarla değil, kurallarla çözülmesi gerekliliğidir. Dolayısıyla hukuk gelip geçici çözümlerden ibaret olmamalıdır. Aynı sorunları aynı şekilde çözmemize olanak tanıyacak bir kuralın olması genellik ilkesi için yeterlidir. Fuller’ın bu ilke ile sağlamaya çalıştığı şey ise öngörülebilirlik ya da hukuk güvenliğidir.
İlan Edilme (Yayımlanma) İlkesi: Hukukun içsel ahlakının en önemli ilkelerinden biri yasaların ilan edilmesidir. Bu ilkenin esası, yayımlanmayan gizli kuralların, vatandaşların davranışlarını kurallara göre önceden yönlendirmesine yardım edemeyecek oluşudur. Bir yüksek mahkeme yargıcının “yasaların yayımlaması üzerindeki titizliğin gereksiz olduğunu” söylemesi, Fuller’ı bu ilke üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. Yargıca göre binlerce yasa mevcuttur ve yurttaşların çok azı bunları okumaktadır. Oysa bir yurttaş ceza kanununu bilmese bile hırsızlık yapmaması gerektiğini bilir. Bu açıdan yasaların yayımlanması hususunda uzun boylu titizlik gereksizdir. Fuller’ın bu yargıca cevabı, yasaları bilmek isteyen yüzde birlik bir kesim bile olsa bu zahmete girmeye değeceğidir. Bu ilke esasında sorumlu bir yurttaşın pratikte yürürlükteki bütün hukuk normlarını okuyup öğrenmesi gibi pratikte anlamsız bir düşünceye dayanmaz. Önemli olan kuralları öğrenmek isteyen yurttaşa bu olanağın sunulmasıdır. Ayrıca yayımlanma ilkesi geriye yürümezlik ilkesi ile bağlantılıdır. Çünkü ilan edilmemiş kuralların geriye mi ileriye mi etkili olarak uygulandığı bilinemeyeceğinden, geriye dönük keyfi cezalandırma için araç olarak kullanılabilecektir.
         Geriye/Geçmişe Yürümezlik İlkesi: Hukuk kurallarının geriye yürümezliği ilkesi, kuralların yürürlüğe girdikten sonraki olaylara uygulanmasını ifade eder. Hukukun davranışa rehber olabilmesi için bu ilke açık bir gerekliliktir. Henüz var olmayan kurallar ile vatandaşların davranışları yönlendirilemez. Bilhassa politikacılar için geçmişe yürür yasa yapma, hatalarının üstünü örtmek ve hukuku kendi çıkarları için kullanmak açısından ideal bir araçtır. Böylelikle, bu ilke, keyfiliğe ve siyasetin hukuku güdümlemesine karşı önemli bir güvence sağlar. Bununla birlikte Fuller, geriye doğru yürüyen bir yasa yapmanın kaçınılmaz olduğu istisnai durumlar olabileceğini kabul eder ve böyle zamanlarda geriye doğru etkili  bir yasanın, hukukun içsel ahlakının ilkelerine hizmet edebileceğini söyler. Fakat geriye yürüyen bir yasa, bireyleri haklarından yoksun bırakıyorsa hiçbir şekilde kabul edilemezdir.
        Açıklık (Belirlilik) İlkesi: Hukuk kuralları insan davranışına yol gösterebilmesi için yeterli derecede açık olmalıdırlar. Fuller’e göre tutarsız ve anlamı kapalı bir yasa, yasayı muhatabı için kavranamaz hale getirir. Ancak bu, yasama faaliyetinin tam bir kesinlik ve mutlak bir belirlilik içerisinde yapılması gerektiğini söylemek değildir. Hukukta açık normlar kaçınılmazdır. Her olası durumu önceden öngöremeyiz. Dolayısıyla Fuller’a göre; belirli durumlarda hakime hakkaniyetli hükmetme olanağı sunabilen “iyi niyet”, “gerekli özen” gibi ifadeleri kategorik olarak eleştirmek doğru değildir. Fakat bazen kurallar o kadar müphem ve belirsizdir ki oldukça farklı şekillerde yorumlanabilirler. Bu durum özellikle anti-terör yasaları alanında söz konusu olur. Şüpheli bir teröristi savunan bir avukatın veya yorumları nedeniyle bir gazetecinin terörizmi önemsemediği düşünülebilir; böylece hem avukat hem de gazeteci bu yasa gereği yargılanabilir. Bilhassa yargıçların ve savcıların etkili bir şekilde siyasi baskıdan bağımsız olamamaları durumunda, bu tür belirsiz terör yasaları kolayca siyasi muhalifleri susturmak amacıyla kötüye kullanılabilecektir.
 Çelişmezlik İlkesi: Kötü bir şekilde kaleme alınmış yasa karşıtlıklar içerebilir ve vatandaşlardan tam olarak ne talep edildiği belirsizleşir. Bir şeyin yapılması emredildiği halde aynı hukuk sistemi bütünü içerisinde başka bir kural ile yasaklanması bir tutarsızlıktır. Fuller’e göre yasaların birbiriyle olan uyumu konusundaki dikkatsizlik, yasallık ilkesine büyük zararlar vermesine rağmen bu zararı ortadan kaldıracak basit bir kural yoktur. Dolayısıyla yasa koyucuların kanunların birbiriyle olan uyumu konusunda özenli davranmaları gerekmektedir Özellikle çok sayıda ilgisiz yasa değişiklerini bir yasa altında toplayan torba yasa yapma, bir hukuk sisteminde kolayca tutarsızlıklara yol açabilir. Genellikle bu tür değişikliklerin tutarlı bir hukuk sisteminde nasıl uyumlu bir şekilde bir araya gelebileceğine dair çok sistematik bir şekilde düşünülmeyecektir.
Yapılması İmkânsız Olanı İstememe İlkesi: Kişilerin kurallara uyabilmesi ve hukuka bağlı kalabilmesi için kurallar onlardan kapasitesinin üzerinde olanı talep etmemelidir. Hukukun içsel ahlakı, hukukun muhatabı konumundaki kişilerden imkansızın talep edilmesine karşıdır.
        Süreklilik (İstikrar) İlkesi: Süreklilik ilkesi, hukuk kurallarının sık sık değiştirilmemesi gerektiğini ifade eder. Eğer kurallar çok sık değişirse, vatandaşlar davranışlarına rehberlik etmekte kuralları ciddiye almayacaklardır. Fuller’e göre  yasalar sık sık değişirse bu yasama faaliyetinin istikrarsızlığını gösterir. Şüphesiz hukuk düzeninin istikrarı uğruna hayatın yeni gelişmelere uyarlanmasını sağlayacak değişikliklerin yapılmaması da yanlıştır. Hukuki istikrar ile değişen koşullara uyum arasında hassa bir denge bulunmaktadır ve yasa koyucu basiretli bir tutumla bu dengeyi gözetmelidir.
Resmi Eylemler ile İlan Edilen Kuralların Örtüşmesi İlkesi: İlk yedi ilke kuralların veya yasaların kendileriyle ilgiliyken, sekizinci ilke hukukun uygulamasına odaklandığı için farklı bir karaktere sahiptir. Hukuk sadece vatandaşları değil, aynı zamanda hukuki yetkilileri de bağlar. Bu hukuk devletinin en önemli gerekliliklerinden biridir. Bu ilkenin özünde ise hukuki yetkililerin, hukuku yayımlanmış olduğu gibi yorumlamaları ve uygulamaları yatar. Buna göre kurallar ile bunların yürütülmesi arasındaki tutarlılık açısından en önemli araç yorumdur. Yasallık, yargıçların ve diğer görevlilerin hukuku, uygun yorum ilkeleriyle ve objektif olarak yorumlamasını gerektirir. Kurallar ile onların uygulanması arasında bir tutarlılığı sağlanması, esasında adli ve idari görevlilerin tarafsız kalmaları ile mümkün olacaktır. Özçıkar, bağnazlık, bilgisizlik gibi tarafsızlıktan uzaklaştıran şeyler insanın yorum kabiliyetini azaltır. Tabii mesele bunun da ötesindedir. Eğer yolsuzluğa karşı kurallar varsa bunların uygulanması bağımsız bir yargı ayrıca siyasi olarak bağımsız bir polis teşkilatını gerektirir. Eğer bu makamlar çok açık bir biçimde siyasi otoriteye bağlıysa, hukuk devleti tehlikededir.
İşte Fuller’a göre, yasa koyucunun bir hukuk sistemi oluşturmak için yerine getirmesi gerekli bu sekiz ilke, hukukun iç ahlakını oluşturmaktadır. Bu sekiz koşulu yerine getirmeyerek vatandaşlarının davranışlarını yönlendirme konusunda başarısız olan bir normatif düzenin ise “hukuk sistemi” olarak adlandırılması da mümkün değildir. Bu sekiz ilkeden birine uymadığı ya da bir kısmını tam anlamıyla yerine getiremediği durumlarda o toplumda “hukukun” olduğu söylenemeyecektir. . Fuller’ın kendi ifadesiyle; “sekiz ilkenin herhangi birinde bütünüyle başarısızlık, sadece kötü bir hukuk sistemine yol açmayacaktır; tam anlamıyla hukuk sistemi olarak adlandırılabilecek bir şey dahi yoktur.” Böylelikle Fuller, maddi bir doğal hukuk yaklaşımı yerine yöntemsel bir doğal hukuk yaklaşımını benimsemektedir. Hukukun içsel ahlakını meydana getiren bu sekiz ilke, hukukun maddi amaçları yani harici ahlak karşısında nötr yani tarafsızdır. Ama bu sekiz ilkeye uymak, Fuller’a göre, gerçekten kötü yasaların kabul edilmesi olanağını azaltmaktadır.
Rex’in hikâyesinin gösterdiği bir diğer şey ise, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir hukuk sisteminde vatandaşın da kurallara uymak konusunda bir nedeninin kalmamasıdır. Fuller için hukuk sadece yasa yapmaya yetkili organlar aracılığıyla verilen tek yönlü bir emir olmayıp karşılıklılık ilişkilerine dayanan ortak bir girişimdir. Hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantıyı açıklamanın bir diğer yolu olan sekiz ilke, kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisi oluşturur Kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklılık şuna dayanır: Bir yandan kanun koyucu vatandaşların bir bütün olarak kendisinin yaptığı kuralları hukuk olarak kabul ettiğini ve bunlara uyacağını umacak; diğer yandan da vatandaşlar kanun koyucunun kendi yapmış olduğu kurallara bağlı kalacağını (özellikle vatandaşların davranışları yargılanacağı zaman) umacaklardır. Hukuk ancak vatandaşlar ve devlet görevlileri işbirliği yaptığı, her birisi kendi işlevini yerine getirdiği takdirde çalışabilir.
Böylece bu ilkeler hukukun asgari ahlâki niteliğini güvence altına almaktadır. Örneğin, genellik ilkesi keyfiliğe karşı bir güvence sağlar. Açıklık, geçmişe yürümezlik ve istikrar ilkeleri vatandaşların eylemlerini planlamalarını mümkün kılar; eğer hukuk onların planlarını yasaklamıyorsa, bu planları yapmakta özgürdürler. Daha da ötesi, eğer bu ilkelere riayet edilirse vatandaşların ve kamu yetkililerinin davranışlarını ön görebiliriz ki bu da güvenlik ve özgürlüğü sağlar. Kuralların yayımlanmadığı, belirsiz ve yerine getirilmesi imkansız talepleri içerdiği rejimlerde, vatandaşlar devamlı bir tehlike korku ve kaos altında yaşamaktadır. Çünkü yerine getirilmesi mümkün olmayan veya ne anlama geldiği açık olmayan kurallara uymak zorunda olmak, vatandaşı çok geniş ve hatta keyfi bir takdir yetkisine sahip bir yönetimle karşı karşıya getirmektedir. Belirsiz kurallar, yönetenlerin vatandaşlara karşı istediğini yapabilmesi, yetkililere istediği kişiler hakkında kovuşturma açma imkânı sunmaktadır. Böyle bir yönetimle karşı karşıya kalan vatandaşlar ise hayal kırıklığına uğramanın da ötesinde artık plan da yapamamakta ve korku ve tedirginliğin yanı sıra hükümetleri kızdırmamaya ve muhalefet etmemeye çalışmak durumunda kalmaktadırlar.
Fuller’ın sekiz ilkesi ile özetlenen hukuka içkin ahlak, bireyin özerkliğine duyulan saygı üzerine kurulmuştur. Bir diğer deyişle; hukuk, bireyin iradesiyle mümkün kılındığı ve yapıldığı takdirde gerçeklik kazanabilecektir. Hukuka içsel ahlakiliğinin temelini kazandıran bireysel özerkliğe saygı, aslında bireyin politik özerkliği kabul edilmeden ve bu özerkliği hayata geçirmeden olamayacak birşeydir. Zira aksi durumda vatandaşlar hukuka bağlı hissetmeyeceklerdir. Dolayısıyla iyi işleyen bir hukuk, hem kamusal alanda hem parlamento alanında hem de yargı alanında iletişimin açık kanallarına ihtiyaç duymaktadır. Fuller’a göre, hatta, eğer maddi doğal hukuk olarak adlandırılabilecek bir hukuk varsa, “insanların birbirine ne düşündüklerini, ne hissettiklerini ve ne arzuladıklarını iletmek için kullandıkları iletişim kanallarının tamlığını oluşturmak, sürdürmek ve korumak” ilkesinden ibarettir. Bu düşüncenin Fuller için merkezi önemde olmasının nedeni, özgür iletişim olmaksızın hukukun etkili olamayacağıdır.
         Fuller’ın teorisinde saklı bir insan görüşü vardır:
Şimdi en önemli hususa gelmiş bulunuyorum. Bu önemli husus da hukuki ahlâkın taleplerine riayet edilmesiyle insan hayatının genel olarak daha büyük amaçlarına hizmet edilebileceğidir. Bu hukukun iç ahlâkında saklı insan görüşüne dayanır. Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim. Hukuki ahlâk kendi içindeki insan görüşüne karşı nötr olamaz. İnsan davranışını kuralların yönetimine tabi kılma girişimi insanın sorumlu bir eyleyen, kuralları anlama ve takip edebilme yetisine sahip ve kendi hatalarından sorumlu olduğu veya olabileceği görüşüne zorunlu bir bağlılık içerir.
Hukukun iç ahlâkından her bir ayrılış, sorumlu bir hukuki özne olarak insanın onuruna hakaret etmek demektir. Onun davranışlarını yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak ya da ona yerine getiremeyeceği emirler vermek, onun özerkliğine karşı kayıtsızlığı ortaya koymaktır. Bunun aksine, insanın sorumlu eylem yetisi olmadığı kabul edildiğinde, hukuki ahlâk (legal morality) var olma nedenini kaybedecektir. Onun davranışlarını, yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak artık bir hakaret olmayacaktır, çünkü artık bir hakaret yoktur – hatta bu bağlamda yargılamak sözü de yersiz olacaktır; biz artık bir insanı yargılamıyoruz, onu kontrol (act upon) ediyoruz.
   Hukukun İç Ahlakına Yöneltilen Eleştiriler
Hukukun ahlakından ve/veya hukuktaki ahlaktan bahseden Fuller’ın bu anlayışına getirilen en önemli tepki; hukukun içsel ahlak ilkelerinin “ahlaki” karakterde olmadığı ve üstelik bu ilkelere haksız ve adil olmayan bir düzende de pek ala uyulabileceği eleştirisidir. Bu ilkeler etkili bir yasama faaliyetini veya hukuk kurallarının verimliliğini sağlayan ilkelerdir ve ahlaki karakter taşımazlar. Esasen etkililik veya verimliliğe ilişkin olan içsel ahlak ilkeleri bir amaca ulaşmada belirli usuller öngörürken ahlaki değerlendirme gerçekleşen bir olayın nihai değerlendirmesi ile ilişkilidir. Daha açık ifade edersek: söz konusu sekiz ilke kötü amaçlara sahip bir yönetimle bir arada var olabilir. Fuller’ın içsel ahlakı ile uyumlu olmanın adil bir düzen sağlayıp sağlayamayacağı tartışmaya açıktır. Örneğin ülkesindeki bir azınlığı köleleştirmek isteyen bir yasa koyucu, hukukun içsel ahlakının ilkeleriyle uyumlu hareket etmesi, bu yasa koyucunun maddi anlamda herhangi bir ahlaki ilkeyle uyum içinde olduğunu veya ahlaki davrandığını göstermez. Fuller, ırkı keyfi olarak tanımlayan apartheid yasalarının içsel ahlaktan yoksun olduğunu kabul etse de apartheid dönemi Güney Afrika hukuk sistemi muhtemelen Fuller’ın içsel ahlakı oluşturduğunu söylediği sekiz ilkenin tümüne uymaktaydı. Dolayısıyla Fuller’ın prosedürel doğal hukuk kuramı ile hukuk ile ahlak arasında kavramsal bir zorunluluk bulunmadığını öne süren hukuki pozitivizm arasında aslında bir anlaşmazlık bulunmadığını söylemek yanlış mıdır?
Buna karşın bu ilkelerin ahlaki karakterde olduğunda ısrarcı olan Fuller, bu önermesine dayanak olarak sekiz ilkeye kayıtsızlığın içeriksel anlamda da ahlaka aykırılık oluşturacağını söyler.  Ya da olumlu olarak tekrar edersek; yöntemsel olarak adil olan bir hukuk sistemi sonuçta maddi açıdan da adil bir hukuk sistemi üretecektir. Bu ikisi arasında bir korelasyon kesinlikle vardır. Kaldı ki açıkça hukukun iç ahlâkı ve dış ahlâkı ayrımı yapan Fuller’ın temel amacı sekiz ilkenin nasıl adaletsizliklerin önüne geçebileceğini açıklamak değildir. Fuller, “hukukun iç ahlâkı, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun kendine özgü bir ahlâkı olup olmadığı sorusuyla ilgilidir; hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğiyle değil” demektedir. Sekiz ilke kişinin özerkliğine saygı göstererek, öngörülebilir bir çerçeve sağlayarak, vatandaşı korku ve kaostan uzak tutarak, aslında insanın yapısal olanaklarını geliştirmesine dolaylı yoldan hizmet ettiği için etik ilkelerle ilişkili ilkeler olarak kabul edilebilir.
Fuller’ın prosedürel doğal hukuk kuramında,  bu sekiz ilkenin hangisinde ve ne derecede bir başarısızlığın, o düzene hukuk düzeni demekten bizi alıkoyacağına dair bir belirsizlik görülebilir.  Ancak söz konusu kriterler sadece hukukun varlığını-yokluğunu belirleyen bir kriter olmayıp azlığına-çokluğuna dair bir kriter oluşudur. Bu Fuller’ın kısmen hukuk dediği şeydir: “...hukuk kuralları da hukuki sistemler de kısmen var olabilirler ve olurlar da. Bu durum da bunların tam olarak ortaya çıkması için gerekli amaçlı gayretin ne yazık ki sadece kısmen başarılı olması durumunda gerçekleşir”.





                                            






[2] 
[4] 
[5] Radbruch’ta yasaüstü hukukun üstünlüğünün sadece Nazi dönemi gibi olağanüstü durumlara özgü olduğu yorumuna katılmayan karşı görüş için ve Radbruch formülü hakkında daha ayrıntılı bilgi  için bkz. Spaak, “Meta-Ethics and Legal Theory: The Case of Gustav Radbruch”, Law and Philosophy, 2009, No:28, s.261-290; Sevtap Metin, Altan Heper, Ceza Hukuku Felsefesine Katkı: Radbruch Formülü, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2014.  

[9] Nazi rejimi süresince “gizli yasalar” söylentisi alıp başını yürümüştü. Prof. Hart tarafından eleştirilen makalede Radbruch, toplama kamplarındaki tüm öldürmelerin, gizli bir yasayla hukukileştirildiğine dair bir rapordan söz eder.
[10] Böyle geriye dönük yasaların onarıcı gücünün en açık kullanımlarından biri ise 3 Temmuz 1934’de “Roehm temizliği”nden* sonra yapılandır. Fırtına Birlikleri (SA) liderleri arasında ve Adolf Hitler rejiminin sözde muhalifleri arasında bir temizlik harekâtı yapıldı. Bu temizlik harekâtı "Uzun Bıçaklar Gecesi" olarak anıldı. 80’den fazla SA lideri tutuklanarak, mahkemeye çıkarılmadan kurşuna dizildi. Hitler bu temizlik harekâtının SA’in hükümeti devirme planına karşılık olduğunu iddia etti. Ernst Roehm’in liderliğindeki SA, Alman ordusunun yerine geçme arzusundaydı. Roehm’in görevden alınması, Hitler’e olan ordu desteğini artırdı. Parti içi vuruşma sona erdiğinde ve yetmişten fazla Nazi -kimsenin söylemekten kaçınamayacağı şekilde- “temizlendiğinde” Hitler, Berlin’e dönecek ve üstelik artık infazı hukuka uygun kabul edilen bu kişilerin isimlerinden hiç bahsetmeksizin 30 Haziran-1 Temmuz 1934 tarihleri arasında alınan tedbirleri onaylayan geriye yürür bir yasayı kabinesinden geçirecektir.
[11] Nitekim daha sonra Hart da mahkeme kararını yanlış anladığını farkeder yine de dava konusunda yaptığı yanlış anlamanın, kendi anlamış olduğu şekli ile gerçek şekil arasındaki farkın ikincil-önemsiz olduğunu vurgular. Öngördüğü çözümün halen daha geçerli olduğunu düşünür. Bkz. Mertens, “Radbruch and Hart on the Grudge Informer: A Reconsideration”, s.200; Beysan, “Hart-Fuller Tartışması: “Kinci Muhbir” Davaları Ekseninde Ayrılabilirlik Tezi”, Yayınlanmamış Bildiri Metni, s. 20.
[12]