KADIN SORUNLARI
Bu not 2017-2018 yılı
Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi İkinci öğretim lisans dersleri için, ders materyali
olarak okutulmak amacıyla, çeşitli kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır.
8 Mart 1857 tarihinde
ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları
istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Grevci işçilerin talepleri
arasında 16 saatlik işgücünün 10 saate indirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi
bulunuyordu. Ancak polisin işçilere saldırması ve grevde dışarıdan destek
görmelerini engellemek için işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, ardından da çıkan
yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucu çoğu
kadın 129 işçi can verdi. İkinci olay bu
direnişi anmak üzere 8 Mart 1908 yılında yine New York’da Cotton tekstil
fabrikasında kadın işçilerin daha iyi yaşama koşulları için greve çıkmalarıydı.
15.000 kadın işçi, kadınlara oy hakkı,
çalışma saatlerinin azaltılması, çocuk işçi çalıştırılmasının yasaklanması gibi
taleplerle yürüdüler. Sloganları Ekmek ve Gül idi. Ekmek ekonomik adaleti ve
güvenceyi gül ise daha iyi yaşam koşullarını simgeliyordu. 1910 yılında
Kopenhag’da toplanan II. Sosyalist Kadınlar Konferansı (kadın enternasyonali
olarak da bilinir)’nda Alman Sosyal Demokrat Partisi önderi Clara Zetkin, 1857
yangınında ölen tekstil işçisi kadınların anısına 8 Mart’ın Dünya Emekçi
Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisini getirdi ve öneri oybirliği ile kabul
edildi. 1911’de ise New York Triangle gömlek fabrikasında çıkan yangında çoğu
çocuk yaşta 148 kadın işçi öldü. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık
1977 tarihinde 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti.
Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında Emekçi kadınlar günü
olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Tanzimat ile başlayan
modernleşme Osmanlı ataerkil yapısını etkilemiş; erkeklerin ev dışı kamusal
yaşama, kadınları ise ev içi aile yaşamına ait gören ideal cinsiyet düzeninde
bazı değişiklikler talep edilir olmuştur.
Kadınların eğitimine
yönelik ilk girişimler, 1842 yılında Avrupa’dan getirilen ebe kadınların
Mekteb-i Tıbbiye’de verdiği kurslarla başlar. Bunu, ortaöğretim alanındaki İnas
Rüştiyeleri ile 1864’de İstanbul’da ilk Kız Sanat Okulu izler. 1869 tarihli
Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile 6-11 yaş arası kızlara sıbyan mekteplerine
devam zorunluluğu getirilir. 1870 yılında ise Dar’ül Muaalimat, kadın
öğretmenler yetiştirmek için kurulur. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, mirasın
kız ve erkek evlat arasında eşit paylaşımı esasını getirir.
1844 yılında çıkarılan
bir emirname ile (mehr hariç) başlık parası geleneği kaldırılmak istenir ve
yasağa uymayanların şiddetli cezalandırılacağı irade edilir.
1917 tarihli Hukuku Aile
Kararnamesi evlilik yaşını kızlar için 17, erkekler için 18’e çıkarır ancak
velilerin izniyle gerçekleşecek evliliklerde erkeklerin 12 kızların ise 9 yaşın
doldurulması kafi gelecektir. Kararnamedeki bir başka düzenleme de çok eşliliği
yasaklamaz ama evlenmeden evvel kadının kocasından tek eşli kalma şartını
isteme hakkı tanır.
Öte yandan kadının
kıyafetiyle ilgili kısıtlamalar da artış görülür. Kadınların Boğaziçi’ndeki
seyir ve mesire yerlerinden evlerine geç dönmeleri, yasaklayıcı hatta cezai
yaptırımı öngören ferman ve iradelerin konusu olur. Kadınların çarşılarda,
Beyoğlu ve mesire yerlerinde tesettür kaidelerine uymayıp ferace yerine sadece
tül örtmeleri, üstü açık arabalarda herkesin geçtiği mahallerde gezmeleri,
Fenerbahçe, Sarıyer gibi yerlerde gece vaktine kadar kalmaları kınanıyor,
Padişah tarafından bu durumun önlenmesi irade buyuruluyordu. Örneğin
II.Abdülhamit bir ara Hristiyan kadınların kıyafetine benzettiği siyah çarşafı
yasaklamış, fakir kadınların daha masraflı olan ferace satın alamamaları
üzerine serbest bırakmıştır. 1910 yılında çarşaflı dahi olsa Beyoğlu gibi
yerlerde erkeklerle dolaşmak bir daha tekrar etmemesi gereken bir durum
sayılırken 1916 yılında bir Müslüman kadının çarşafsız tiyatroya gitmesi sürgün
cezası almasına neden olabiliyordu.
Osmanlı Döneminde kadın
özgürleşmesi problemini ilk ortaya koyan öncüler de büyük ölçüde bürokrat ve
aydın ailelere mensuptular. Hareketin
önde gelen simalarından Fatma Aliyye Hanım, Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı
ve ilk Türk kadın romancıdır. Hareketin diğer belli başlı simaları; Halide
Edip, Şair Nigar, Nezihe Muhiddin, Yaşar Nezihe, Nakiye Hanım, Emine Seniye.
Yaşar Nezihe BÜKÜLMEZ;
Kadınlar Dünyası Dergisi’nde kadınlara peçelerini çıkarma kampanyasına öncü
olarak peçesiz fotoğrafını yayınlar. Yaşar Nezihe babasından gizlice sadece bir
yıl okula gidebilmiştir. Zorla evlendirilmiş, eşinin tekrar evlenmesi üzerine
üç çocuğuyla evi terk etmiştir. Amele Cemiyeti’ne üye olmuş, işçi kesimine
verdiği destek ve yazdığı 1 Mayıs şiiri ile de tanınır.
Nezihe Muhittin: Üç kere
evlenmiş, hep kendi soyadını kullanmıştır. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra
kurulan ve aslında ilk parti sayılabilecek olan KADINLAR HALK FIRKASI’nın
kurucusudur. 15 Haziran 1923’te kurulduğu açıklanan partiye “1909 tarihli Seçim
Kanunu’na göre kadınların siyasi temsilinin mümkün olmadığı” gerekçesiyle
valilik tarafından faaliyet izni verilmez ve fırka “Türk Kadınlar Birliği”
adıyla derneğe dönüştürülür.
Kadın hareketi HANIMLARA
MAHSUS GAZETE, ŞÜKÜFEZAR; KADINLAR DÜNYASI, MEBASİN gibi dergiler üzerinden ilerler. Buralarda
yazıp çizen kadınların gündeme getirdikleri konular ise başlıca eğitim hakkı,
çalışma talebi, örtünme ile ilgilidir. Bu dönemde İngiltere’de Süfrajet
hareketi de Osmanlı kadınları arasında konuşulur ancak oy hakkı talep edene kadar
öncelikli sorunların eğitim ve çalışma hakkı olduğuna karar verilir. Nitekim
1913’de kurulan OSMANLI MÜDAAFA-İ HUKUK-I NİSVAN CEMİYETİ’nin kadınlar için
siyasi hak talebini dernek programına alması 1921 yılında gerçekleşir.
“İşte acizane tenkit
etmek istediğim bir cihet daha! Erkeklerin yaratılışça, aklen kadınlara
üstünlüğü neden iddia ediliyor? Çünkü onlar daha iyi tahsil ediyor, zeka-yı
fıtriyelerini sanat, fen ile tekmil ediyorlar. Bu halde henüz aynı desteği
göremeyen kadınları onlardan aşağıda diye tahkir etmek pek insaflı olmaz
zannederim”. (İsmet Hakkı Hanım)
Bu dönemde feminizm
kelimesinin Türkçe karşılığı konusunda tartışma başlar.
“Yakup Kadri Bey,
feminizm kelimesinin karşılığının bile dilimizde bulunmamasını feminizmin
yokluğuna bir delil addediyor. Bu sözü kabul etmezsek mazur görsünler. Çünkü
birçok mühim şeyler vardır ki her millette mevcut olduğu halde birçok
milletlerde ismi hatta tercümesi bile yoktur.(Telgraf, otomobil, vapur)
Bİnanaleyh nisallik, nisaiyyun tabirlerine hiçbir ihtiyaç hissetmiyoruz.
Feminizm kelimesini aynen kullanmayı tercih ederiz, varsın lisanımıza bir
ecnebi kelime daha girmiş olsun”.
Feminizm 20.yüzyıla ait bir kavramdır. 1840’larda ve
1850’ler de ilk örgütlü kadın hareketleri gelişmiş “İLK DALGA” feminizm olarak
adlandırılan bu hareket 1893’de Yeni Zelanda’da, İngiltere’de 1918’de, ABD’de
1920’de kadınlara seçme hakkının verilmesiyle amacına varmıştır. Seçme ve
seçilme hakkıyla erkeklerle eşit haklara sahip olmayı hedefleyen kadınlar, elde
ettikleri bu haklarla eşitliği yakaladıkları kanısına varmışlardı. Ancak
durumun bu kadar basit olmadığı “İKİNCİ DALGA” feminizm ile 1960’larda açığa
çıkarılır. İkinci dalga feminizm, siyasi ve hukuki/yasal hakların kazanımıyla
kadın sorununun çözülmediğini iddia ederek feminizme daha radikal bir hal
kazandırır. İkinci dalga feministlerin temel amaçları “kamusal alan-özel alan”
ayrımlarının ortadan kaldırılması, toplumların ataerkillikten sıyrılması,
cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımının ortadan kaldırılması şeklindedir.
Kamusal-özel alan
ayrımında özel alan, özel hayatın bir parçası dolayısıyla gayrı siyasi olarak
algılanmıştır. Ancak siyasetin her yerdeliğine, bütün gruplar içinde
gerçekleşen bir etkinlik olduğuna inandıkları için bu ayrıma karşıdırlar ve
“KİŞİSEL OLAN SİYASALDIR” sözünü referans alarak bu ayrımın ortadan
kaldırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
“Babanın yönetimi” anlamına gelen ve aile içindeki koca-baba üstünlüğüne
tekabül eden ataerkillik, sadece aile içinde kalmayarak kamusal alana da
sirayet ederek eğitim, iş, siyaset gibi alanlarda erkek egemenliğine yol
açmıştır.
Muhafazakar düşünceye
göre kadın biyolojisi gereği zayıf, daha güçsüz olduğu ve doğurganlık
özelliğinden dolayı kadına biçilen rol, ev içerisi ve annelik rolüdür. Bu
zihniyet kamusal alanı erkek egemen alan olarak kabul eder. Bu bakış açısı
toplumsal cinsiyetçi düşüncenin kadına rol biçmek ve kadını özel alana kapatmak
için kullandığı bir argümandır. Çünkü toplumsal cinsiyet kültürle bir
kavramdır. Bu kavram, toplum tarafından kadın ve erkeğe biçilen rolleri
çağrıştırır. Bu yüzden toplumsal cinsiyet reddedilir.
KADINA
ŞİDDET
Yapılan arkeolojik
çalışmalarda, kadınların fiziksel şiddetle karşı karşıya kalmalarının 3000 yıl
öncesine kadar uzandığı, kadın mumyaların kemiklerinde erkek mumyaların
kemiklerine göre daha fazla kırık olduğu görülmüştür. Eski Roma’da erkekler
eşlerini dövebilirdi; zina, toplum içinde sarhoşluk ya da halka açık oyunlara
gitme gibi nedenlerle öldürme hakkına sahipti. ABD’de 1884 yılına kadar erkeğin
eşini dövmesi yasal kabul ediliyordu. ABD’de ancak 1920’de, tüm eyaletlerde bu
uygulama yasalarda cezai yaptırım altına alınacaktı. 18.ve 19. Yüzyılda İngiltere’de erkeğin,
doğru yoldan ayrılan karısını kontrol edebilmesi için işaret parmağından kalın
olmayan bir sopa ile dövmesi yasa ile düzenlenmiş ve fiziksel cezalandırma
hakkını tanımıştı.
Dünyada şiddet özellikle
de kadına şiddet önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Verilere göre Papua Yeni Gine’de bazı yerli toplulukları
hariç dünyada her toplumda her coğrafyada görülmekte. Kadına karşı şiddetin
daha anne karnında başladığını söylemek yanlış olmaz. Zira ultrasonda çocuğun
cinsiyeti ortaya çıktığında cinsiyet ayrımcılığı da başlıyor. Üreme teknolojisi
çağı, fetüsun cinsiyetini belirleme olanağını getirmiştir. Ultrason ve
amniyosentezin yaygınlaşan kullanımı ve gerekse pre-natal genetik testler, IVF
gibi tıbbi uygulamalar, erkek çocuk
sahibi olma tercihinin yoğun olduğu pek çok ülkede, sağlıklı kız ceninlerin
kürtajına yol açmaktadır.
Bu konuda veri
alabileceğimiz en önemli örnek olan Hindistan’da çeşitli eyalet yasaları ve
Gebeliğin Tıbben Sonlandırılması Yasası, cinsiyet taramasını yasaklamış, bu
yasağın ihlaline para ve hapis cezası öngörmüştür. Hindistan’da cinsiyet
taramasını yasaklayan kanun, kadın için bir ceza öngörmemekte, cezayı sadece
koca ve jinekolog için muhafaza etmektedir. Bu da yasa koyucunun zımni olarak,
kadının bu yöntemi isteyerek seçmediğini bildiğini göstermektedir. Cinsiyete
dayalı kürtajın yasaklanması bir çözüm olarak önerilebilir mi? Hindistan’daki
radikal feministler, genetik tarama neticesinde kız fetüslerin seçici kürtajına
şiddetle karşıdırlar. Diğer yandan ABD gibi endüstrileşmiş ülkelerdeki
libertaryan feministler, kız ceninlerin seçilerek kürtaj edilmesinden
rahatsızlık duymakla birlikte bu teknolojinin kullanımına getirilecek hukuki
bir yasağın, kadının üreme konusunda otonom karar verme hakkını ihlal edeceğini
düşünmektedirler. Bundan da anlaşılacağı üzere bu konuda tek bir feminist
duruşun olduğunu söylemek mümkün değildir. Liberal feministler, bireysel
eşitliğin cinsiyet bakımından uygulanmadığı toplumlarda en iyi eylem türünün,
kadının seçimi ve seçeneklerini arttırmak olduğu görüşündedir. Tıp teknolojisi
bu anlamda kadına ilave seçenekler sağlamakta ve böylece durumlarını
düzeltmelerine yardımcı olmaktadır. Kız
cenini kürtaj ettirme hakkını yasaklamak, erkek çocuk doğurarak içinde
bulundukları durumu iyileştirebilecek kadınları daha da fazla
güçsüzleştirmektedir. Bu bağlamda liberal feministler, “kaygan zemin”
argümanını da kullanırlar. Bu argüman gereği, devlet bir kez üreme kararları
üzerinde kontrolü ele aldığında, bu durum kaçınılmaz şekilde, güçlükle
kazanılmış üreme haklarının kaybedilmesine yol açacaktır. Cinsiyet seçimi
nedeniyle kürtajı yasaklamak, kürtaj hakkını sınırlamakla eş değerdir. Kürtaja
belli koşullarda izin vermek, başka koşullarda bu pratiğe izin vermeme sonucunu
doğuracağından artık kadınlar, kürtaja başvurmak için hukuken meşru ve kabul
edilebilir bir neden göstermek durumunda kalacaklardır. Ayrıca baskı ve eziyetin
kaynağına inmeden sadece hukuki yasaklamalar, cinsiyete dayalı kürtajı
yeraltına kaydıracaktır. Çin ve Hindistan’da cinsiyete dayalı kürtaj ve
cinsiyet belirlenmesi amacı ile amniyosentez ve sonogram (görüntüleme
teknikleri) yasak olmasına rağmen bu pratik halen devam etmektedir. Kız çocuk
doğurma tercihini kabul edilebilir kılmak üzere toplumun yeniden
yapılandırılmasına ihtiyaç vardır. Cinsiyete dayalı kürtaj yasağı, oğlan çocuk
tercihine yol açan nedenleri ortadan kaldıracak sosyo-kültürel değişim gerçekleşmedikçe
pratikte etkin olamayacaktır.
ERKEKLER 2016’da 261 KADIN ÖLDÜRDÜ.
Her 4 kadından 1’i
boşanmak istediği için öldürüldü.
Erkeklerin diğer cinayet bahaneleri arasında; kadının telefon
mesajlarını göstermek istememesi, telefon şifresini vermemesi, çocuk bakımıyla
ilgili tartışmalar, kadınların tecavüze direnmesi, kadının “senden koca olmaz”
demesi, evin kapısını çaldığında kapının açılmasının gecikmesi, annesine şiddet
uygulayan babasının hapse girmesinden annesini sorumlu tutması ve annesini öldürmesi
gibi şeyler yer aldı.
Katillerin %4’ü
cezaevinden kaçarak ya da izinli çıkarak öldürdü. ( 6 erkek cezaevi idaresinden
izin alarak, 4 erkek cezaevinden kaçıp kadınları öldürdü.
6 Suriyeli mülteci kadın
öldürüldü.
Kadınların %9’u şiddet
gördükleri yolundaki şikayetlerine ya da koruma kararlarına rağmen öldürüldü.
Kadınların %68’ini
koca/sevgili/nişanlı ya da eski partnerleri, %10’unu erkek akrabaları öldürdü.
31 kadın cinayetinin
failleri henüz bulunamadı.
14 kadın şüpheli şekilde
ölü bulundu. Bunlardan yaklaşık %20’si Suriye, Rusya, Azerbaycan, Rusya ve
Gürcistan uyrukluydu.
Şiddet gören,
tacize/tecavüze maruz kalan 17 kadın/kız çocuğu intihar etti yahut intihar
ettikleri öne sürüldü.
9 kadın şiddet gördükleri
erkekleri öldürdü. Sekiz kadın ise kendilerine saldıran tacizci veya
tecavüzcüleri öldürdü.
2016’da en az 75 kadına
tecavüz olayı medyaya yansıdı. Tecavüze uğrayan kadınların %8’i yabancı
uyrukluydu. %5’i engelliydi.
Dünya Sağlık Örgütü
kadına yönelik şiddeti; “cinsiyete dayanan, kadını inciten, ona zarar veren
fiziksel, cinsel, ruhsal hasarla sonuçlanma olasılığı bulunan, toplum
içerisinde ya da özel yaşamında kadına baskı uygulanmasını ve özgürlüklerinin
keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranıştır” şeklinde
tanımlamasından hareketle kadınların fiziksel, cinsel, ekonomik, duygusal
birçok şiddet türüne uğradığı söylenebilir.
Türkiye’de Kadına Yönelik
Aile İçi Şiddet (KSGM) araştırmasına göre ülke genelindeki kadınların %39’unun
fiziksel şiddet, %15’inin cinsel şiddet yaşadığı, %42’sinin de iki şiddetten en
az birisini yaşadığını ortaya koymuştur. Bu konuda elde edilen önemli bir bulgu
da şiddet uygulayanların baba, ağabey, koca veya eski koca, yakın akrabalar
gibi aile üyeleri ve tanıdık kişiler olmalarıdır.
Şiddet, fiziksel,
psikolojik, cinsel veya ekonomik şiddet olarak nitelikleri itibariyle ayrıma
tabi tutulabilir.
Bu kapsamda, tokat atma,
tekmeleme, herhangi bir aletle vurmak, hırpalamak, kolunu bükmek, ittirmek,
boğazını sıkmak, bağlamak, saçını çekmek, kezzap veya kaynar suyla yakmak,
vücudunda sigara söndürmek, sakat bırakmak, işkence yapmak, sağlıksız
koşullarda yaşamaya mecbur bırakmak gibi eylemler fiziksel şiddete örnektir.
Psikolojik şiddet ise bağırmak, korkutmak, küfür etmek, tehdit etmek, hakaret
etmek, ailesi veya yakınlarıyla görüştürmemek, eve kapatmak, küçük düşürmek,
çocuklarından uzaklaştırmak, kıskançlık bahanesiyle sürekli kontrol altında
tutmak, başkalarıyla kıyaslamak, nasıl giyineceği, nereye gideceği, kimlerle
görüşeceği konusunda baskı yapmak, kişinin kendisinin geliştirmesine engel
olmak ve benzeri eylemlerdir.
Kim tarafından
gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, kadına istemi dışında yöneltilen her
türlü cinsel amaçlı söz veya eylem cinsel şiddettir. Evli olduğu kişi bile
olsa, kendisiyle veya başkalarıyla cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), cinsel
organa zarar vermek, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya, kürtaja, ensest
ilişkiye ya da fuhuşa zorlamak, zorla evlendirmek, telefonla, mektupla ya da
sözlü olarak cinsel içerikli rahatsızlık verici davranışlarda bulunmak gibi
eylemler ise cinsel şiddeti oluşturmaktadır.
Para vermemek veya
kısıtlı para vermek, ailenin mali durumu konusunda bilgi vermemek, kadının
mallarını veya gelirlerini almak, çalışmasına izin vermemek, istemediği işte
zorla çalıştırmak, çalışıyorsa iş hayatını olumsuz etkileyecek kısıtlamalar
getirmek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda tek başına karar vermek gibi
hareketler de ekonomik şiddete örnek olarak gösterilmektedir.
Aile içinde kadına
yönelik şiddeti tek bir nedenle açıklamak imkansızdır, şiddet nedenleri ve
sonuçları çok boyutludur. Ancak kadına yönelik şiddetin kaynağında cinsiyet
ayrımcılığı ve bunu besleyen ataerkil düzen yatmaktadır.
Yaşanılan kültür
tarafından belirlenen cinsiyet rol kalıpları geleneksel kültürde erkeğe aktif,
güçlü, cesur olmayı öğretirken; kız çocuklarına pasif ve itaatkar olmayı
öğütler. Sosyal faaliyetlere katılımı büyük ölçüde engellenen veya denetim
altında tutulan bir kız çocuğu, annesinin de aynı davranışları sergilediğini
görmesi sonucu bu davranışları daha rahat benimsemektedir. Toplumsallaşma
süreçlerinde katı cinsiyet rolü sosyalizasyonu sonucunda kadın çaresiz kalmayı
öğrenir. Şiddet de diğer davranışlar gibi öğrenilen bir davranış olduğunu ileri
süren bilişsel davranışçı yaklaşım; bir çocuk olarak aile içinde şiddet görme
veya şiddete tanık olma ile yetişkinlikte şiddet uygulayan olma ilişkisine
geniş yer vermektedir. Şiddet uygulayan erkeklerin üçte birinin çocukluklarında
şiddete maruz kaldığını ortaya koyan çalışmalar vardır. Özetle kadın ve erkek,
toplumsallaşma sürecinde öğrenmiş oldukları bu cinsel rol kalıpları
doğrultusunda erkek şiddeti öğrenirken kadın da şiddete uğramayı benimseyip onu
içselleştirmektedir.
Daha az konuşulmasına
karşın kadının maruz kaldığı birçok şiddet türünün temelinde de ekonomik şiddet
yer almakta. Kadınların ekonomik anlamda bağımlı kılınması, onları fiziksel
veya psikolojik, ekonomik, cinsel şiddete maruz kalmasına neden olmaktadır.
Ekonomik faktör iki vektörlü olabilir. Ya kadın erkeğe bağımlıdır ya da tersine
mesleki statü açısından erkekten üstündür. Bu durumu gücü elinde bulundurmasına
bir tehdit olarak gören erkek şiddete yönelmekte ve şiddet sayesinde içinde
bulunduğu duygusal baskı ve hayal kırıklıklarını ortadan kaldırmakta. Kamusal
alanda çalışmasına rağmen kazancından mahrum bırakmak, çalışmasına izin
vermemek, başlık parası karşılığı satmak, mirastan yoksun bırakmak vb. geniş
anlamda alındığında ekonomik şiddettir.
Eşit işe eşit ücret
uygulaması sözde kalıp, kadın emeği sömürülmektedir. Cam tavan kavramı,
kadınların hak ettikleri halde cinsiyet ayrımı nedeniyle üst düzey yönetime
ulaşamadıklarını ifade eder. Tavan sözcüğü, yukarıya çıkmanın engellenmesinden,
cam sözcüğü ise görülmeyen ama varlığı hissedilen bir engelden bahsetmektedir.
Kadınların kadın işi sayılan alanlarda yoğunlaşmasının temelinde kadınların
geleneksel rollerini (annelik ve ev kadınlığı) aksatması korkusu yatmaktadır.
Kadınların istihdama katılımı, sermayenin istediği biçimde iş güvencesinden
yoksun, sosyal güvencesiz ve esnek biçimde daha sonra da ataerkil normlar
uyarınca yani erkeklerin istediği şekilde kadınların ev içi sorumluluklarını da
devam ettirerek katılımı öngörülmektedir.
Zaten mevcut ataerkil
yapı ve kamuoyu algısı, bu türden kurum ve kişilerin yönlendirmelerine son derece
açıktır. Bu türden bir ayrımcı cümlenin halk arasında söylenmesi ile halkın
değer yargılarını yönlendirme konumunda olan makam temsilcileri tarafından
söylenmesi arasında da fark vardır. Statüleri gereği algıları yönlendirme ve
mesajını kamuoyu ile kolayca paylaşma olanağına sahip kişi ve kurumların toplum
önünde sarf etiği bazı söylemleri kadınların hayatına şiddet olarak yansımakta,
kadınların
kamusal hayata katılımını engellemeye hizmet etmektedir.
Dilin, kültürün
taşıyıcısı olduğunu düşündüğümüzde dilde yerleşik kadına yönelik ifade
biçimleri de kadına yönelik şiddetin normalleştirilmesinde önemli rol
oynamaktadır. “Saçı uzun aklı kısa”, “kızını dövmeyen dizini döver, “kız kocaya
oğlan hocaya”, “kadına mı gidiyorsun kamçını unutma”, gibi dile girmiş olan
ifade biçimleri, kadına yönelik olumsuz bakışın ve şiddetin
normalleştirilmesinde önemli etken olabilmekte.
Türkiye Nüfus Sağlık
Araştırmasına katılan kadınların %39’u, kadının yemeği yakması, kocasına
karşılık vermesi, müsriflik, çocukların bakımını ihmal, cinsel ilişkiyi red
gibi durumların en az birisinin gerçekleşmesi halinde, kocanın karısını
dövebileceğini belirtmişler. Yine KAMAR tarafından 23 ilde 2007 kişiyle yapılan
çalışmada, katılımcıların %64’ü, erkeklerin eşlerini dövmesini doğru bulmuşlar.
Adam öldürme ve adam
öldürmeye teşebbüsten hükümlü 273 kadınla yapılan bir çalışmada bu kadınların
%51’i kendilerine yönelik kötü muameleyi ve fiziksel şiddeti hak ettiklerine
inanarak kendilerini suçlamışlardır Arat ve Altınay’ın 2007’de yaptıkları bir
çalışmada Türkiye’de her 3 kadından birinin fiziksel şiddet yaşadığı ve kadının
daha çok para kazanmasının dayak riskini iki kat arttırdığını saptamıştır. Aynı
çalışmada kadınların öğrenim düzeylerinin artmasıyla fiziksel şiddet görme
oranının düştüğü görülmekte. Okuma-yazma bilmeyen kadınlarda en az bir defa
dayak yiyenlerin oranı %43, yüksek öğrenim görmüş kadınlarda ise bu oran %12.
¢ Bahçeşehir
Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen Türkiye Değerler Araştırması
sonuçlarına göre; : “Bir erkeğin birden fazla eşinin olması kabul
edilebilir” sözüne katılanların oranı
1996’da %10 iken 2011’de bu oran %23’e çıkmış.
“Bazı kadınlar kocalarından dayak yemeyi hak ediyor” diyenlerin oranı
1996’da %19 iken 2011’de bu oran % 30 olmuştur.
Şiddet ve özellikle aile
içi şiddet, kadını intihara sürükleyebilmekte, cinayete kurban gitmesine neden
olabilmekte, kadının mesleki ve kariyer yaşamını olumsuz etkileyerek onu
yoksulluğa ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmeye itebilmektedir. Ayrıca aile
içi şiddet kadınlarda önemli ruh sağlığı sorunlarına yol açabilen bir halk
sağlığı sorunudur. Şiddete uğrayan kadının öz saygısı azalmakta, benlik
duygusunu yitirmekte, sağlık sorunları artmakta, girişimciliği gelişmediği gibi
tam tersine kaybolmaya başlamaktadır. Şiddete uğrayan kadın korkar, kendini
suçlar, ve baskıyı içselleştirir ve yalnızlaşır. Şiddet gören kadın; katı bir
aile ortamında pasif olmaya itilmiştir, sosyal açıdan yalnızdır, şiddetin bütün
ailelerde olduğuna inanmaktadır, saldırganın davranışlarından kendini sorumlu
tutmaktadır, onun birgün değişeceğine inancı tam olduğundan itaatkardır.
Özbenlik saygısı az ve bağımlı kişilik özelliği sergilerler.
AİLENİN KORUNMASINA DAİR
KANUN Kanun
Numarası :
4320 Kabul Tarihi : 14/1/1998 Yayımlandığı R. Gazete : Tarih:
17/1/1998 Sayısı: 23233
Madde 1 – (Değişik:
26/4/2007-5636/1 md.) Türk Medenî Kanununda öngörülen tedbirlerden ayrı olarak,
eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile
bireylerinden birinin veya mahkemece ayrılık kararı verilen veya yasal olarak
ayrı yaşama hakkı olan veya evli olmalarına rağmen fiilen ayrı yaşayan aile
bireylerinden birinin aile içi şiddete maruz kaldığını kendilerinin veya
Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bildirmesi üzerine Aile Mahkemesi hâkimi meselenin mahiyetini
göz önünde bulundurarak re’sen aşağıda sayılan tedbirlerden bir ya da birkaçına
birlikte veya uygun göreceği benzeri başka tedbirlere de hükmedebilir: Kusurlu
eşin veya diğer aile bireyinin; a. Aile bireylerine karşı şiddete veya korkuya
yönelik söz ve davranış- larda bulunmaması, b. Müşterek evden uzaklaştırılarak
bu evin diğer aile bireylerine tahsisi ile bu bireylerin birlikte ya da ayrı
oturmakta olduğu eve veya işyerlerine yaklaşmaması, c. Aile bireylerinin
eşyalarına zarar vermemesi, ç. Aile bireylerini iletişim araçları ile rahatsız
etmemesi, d. Varsa silah veya benzeri araçlarını genel kolluk kuvvetlerine
teslim etmesi, e. Alkollü veya uyuşturucu herhangi bir madde kullanılmış olarak
şiddet mağdurunun yaşamakta olduğu konuta veya işyerine gelmemesi veya bu
yerlerde bu maddeleri kullanmaması, Bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi
için başvurması. Yukarıdaki hükümlerin uygulanması amacıyla öngörülen süre altı
ayı geçemez ve kararda hükmolunan tedbirlere aykırı davranılması halinde tutuklanacağı
ve hakkında hapis cezasına hükmedileceği hususu şiddet uygulayan eş veya diğer
aile bireyine ihtar olunur. Eğer şiddeti uygulayan eş veya diğer aile bireyi
aynı zamanda ailenin geçimini sağlayan yahut katkıda bulunan kişi ise hâkim bu
konuda mağdurların yaşam düzeylerini göz önünde bulundurarak daha önce Türk
Medenî Kanunu hükümlerine göre nafakaya hükmedilmemiş olması kaydıyla talep
edilmese dahi tedbir nafakasına hükmedebilir.
Temyiz Mahkemesi bir
içtihadında “4320 Sayılı Kanun ile aileyi koruyucu tedbirlerin aile mahkemesi
hâkimi tarafından resen alınması hükme bağlanmıştır. Bu Kanun’un amacı aile içi
şiddeti durdurma, özellikle kadını ve çocukları koruma olduğu sevk gerekçesinde
açıklanmıştır. Hatta aile mahkemesi mağdurların tekrar şiddete uğrama
ihtimalini göz önüne alarak başvurusunun hemen ardından tanık ya da karşı
tarafın dinlenmesine gerek olmadan bu kararı verebilecektir. Şiddete
uğrayanların mahkemede şiddete uğrama ihtimallerini kanıtlama yükümlülüğü de
bulunmamaktadır. Mahkeme kararında altı ayı geçmemek üzere tedbirin uygulama
süresi belirtilecek ve tedbire aykırı davranışta bulunulması halinde
tutuklanacağı ve hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edileceği kusurlu eşe ihtar
olacaktır açıklamaları yapılmıştır.
Yüksek Mahkeme bir
içtihadında “…Ancak, temyiz yolu kapalı olan kararlar; bu Yasanın
uygulanabileceği kişiler, resmi olarak evlilik birliği devam edenler hakkındaki
kararlardır. Somut olayda; tarafların 14.11.2007 tarihinde boşandıkları
dosyadaki nüfus kaydından anlaşılmaktadır. Boşanan kişiler hakkında 4320 sayılı
Kanuna göre tedbire hükmedilemez...”26 gerekçesiyle boşanmış eşler hakkında
tedbir kararı verilemeyeceğinden bahisle kararı bozarak, AKDK.’da öngörülen
tedbirlerin ancak resmi evliliğin varlığı halinde uygulanabileceğini belirtmiştir.
AİLENİN KORUNMASI VE
KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN Kanun Numarası : 6284 Kabul Tarihi
: 8/3/2012 Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 20/3/2012 Sayı : 28239 Yayımlandığı
Düstur : Tertip : 5 Cilt : 52 BİRİNCİ BÖLÜM Amaç, Kapsam, Temel İlkeler ve
Tanımlar Amaç, kapsam ve temel ilkeler MADDE 1 – (1) Bu Kanunun amacı; şiddete
uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile
bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve
bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin
usul ve esasları düzenlemektir.
Töre ve namus
cinayetleri, “bazı ailelerin veya erkeklerin, duygu ve
bedenleri üzerinde belirleyici hakka sahip olduklarına inandıkları aile üyesi
kadınlardan birini, kendi iradesi veya iradesi dışında karşı cinsle yaşadığı
bir olay veya ilişkiyi; toplumsal çevrenin törel değerlerine aykırı
sayarak, namus ve şereflerine leke
sürüldüğü gerekçesiyle aile meclisi kararı veya aile büyüklerinden birinin
ya da bunlardan bağımsız olarak erkeğin karar vererek öldürmesidir.
Geleneksel toplumlarda
erkek kendisinin ve ailesinin şerefini ve namusunu yani cinsel davranışa
ilişkin saflığını korumakla yükümlüdür. Kadına da ailenin onayladığı
erkekle evlenme, eş ve kardeş dışında yabancı erkeklerle konuşmama, iletişim
kurmama gibi cinsel sakınma rolü yüklemektedir. Kadın, kocası, baba-oğul, erkek kardeş
tarafından namusu korunmak zorunda olan, onlara ait bir nesne konumundadır.
Kadın bu görevini yerine getirmediğinde ahlaki değerler namusun kanla
temizlenmesini öngörmektedir. Namus cinayetleri genelde Müslüman topluluklarda
işlendiği görülmekle birlikte asıl kökeninin ataerkil toplumsal yapıya
dayandığı düşünülmekte ve kökenleri İslamiyet öncesine kadar uzanmaktadır.
Namus cinayetlerinin işlendiği bölgelerde hala aşiret kuralları geçerli, feodal
yapılanma güçlüdür. Özellikle feodal yapının gücünü koruduğu bölgelerde
kadınların namus adına daha çok öldürüldüğü görülmekte.
Urfa ve Batman’da intiharların bir kısmının
namus nedeniyle gerçekleştiği daha doğrusu namus gerekçesiyle kadınların
aileleri tarafından intihara zorladığı düşünülmektedir. Bu konuda
yapılan çalışmalarda katılımcılar, namussuzluğu; kadının zina yapması,
bekaretini kaybetmesi, açık gezmesi ( kısa kollu elbise, kısa etek
giymesi), erkeklerle konuşması, ailenin istemediği kişilerle evlenmesi olarak
ifade edilmiştir. Araştırmaya katılanlar, namusla ilgili olaylarda kulak ve
burun kesme, saç kazıma gibi cezalandırma yöntemlerini de önermişlerdir. Namus
cinayetleri daha çok eş, baba, eski eş, kardeş ve diğer erkek akrabalar
tarafından gerçekleştirilmektedir.
Namus-töre cinayetlerinde
Marmara ve Ege bölgeleri ilk sırada çıkmıştır. Ancak mağdur ve şüphelilerin
doğum yerlerine bakıldığında Doğu ve Güneydoğu bölgeleri ilk sırada yer
almaktadır. Cinayet zanlılarının %9’u, 18 yaşından küçük çocuklardır.
Kadın Dayanışma Merkezi
KA-MER’in yaptığı çalışmanın sonuçları da namus cinayetleri ile ilgili önemli
bilgiler içermektedir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre; kadınların ve/veya
ailelerin eğitim ve ekonomik düzeyleri düştükçe fiziksel şiddet ve namus
cinayetlerinin yaşanma sıklığının arttığı görülmektedir.
Töre nedeniyle kız
kardeşini öldüren bir erkek: “Kızkardeşimin bir erkekle beraber olduğunu
herkes biliyordu. İnsan içine çıkamıyorduk. Bizi görenler önce namusunuzu
temizleyin diyorlardı” sözleriyle cinayet nedenini açıklamaktadır.
Töre-aşiret ve gelenek hukukunun, mevcut yasaların üstünde olduğuna işaret
etmesi açısından bu örnek düşündürücüdür. Eski TCK’da planlı cinayet ceza
artırımına neden olurken, planlı cinayet olmasına rağmen bu durum namus
cinayetlerinde dikkate alınmadığı gibi uygulamada da Türk Ceza Kanunu’nun bu
tür cinayetlerde ağır tahrik olduğu varsayımından hareketle ceza indirimi
uygulanmaktaydı. Ya da cinayetler çocuk yaştakilere işletilerek ceza indirimi
sağlanıyordu. Yeni TCK 82/k ile töre
saiki ile adam öldürme, suçun ağırlaştırılmış halidir ve daha ağır cezayı
gerektirmektedir. Ancak yasal değişiklik ile uygulamada toplumsal zihniyet
dönüşümünün tam olarak sağlandığı söylenemez. Kaldı ki Yargıtay içtihatlarına
göre töre saiki ile işlenmiş cinayet sayılabilmesi için “aile meclisi kararı”
alınmış olması şart konmuştu. Namus cinayeti ise, bir erkeğin kişisel namus
anlayışının, kadının davranışıyla lekelenmesi halinde söz konusudur. Sosyolojik
bir olgu olan töre saikinin failde bulunduğunun kabulü için, ölüm kararının
aile meclisi tarafından alınması gerekir. Namus saiki ise daha genel ve
kapsayıcı bir kavram olup, töre saikinden aile meclisi kararına gerek olmaması
ve bu yüzden de daha çok bireysel nitelik taşıması bakımından ayrılmaktadır.
Yasa koyucu, töre saikini nitelikli olarak kabul edip cezayı artırmasına
karşın, erkeğin kadın üzerindeki iktidarını sürdürmeyi amaçlayan namus
cinayetlerini bu kapsama sokmamıştır. Oysa her ikisinde de kadının, erkek
egemen sistem tarafından denetlenmesi söz konusudur ve namus cinayet ve yaralamaları,
halen Türkiye'de en önemli, en sık rastlanan kadının insan hakkı ihlalidir.
Ancak son içtihatlarında ise Yargıtay’ın isabetli olarak «aile meclisi kararı»
unsurunu aramaktan vazgeçmiş olduğunu da belirtelim.
ÇOCUK YAŞTA EVLİLİK[1]:
Bugün Türkiye’deki en
önemli toplumsal sorunlardan biri çocuk evlilikleridir. Özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgesi başta, ülkemizin pek çok yerinde on’lu yaşlardaki
kızlar, para karşılığı yaşça büyük erkeklerle evlendirilmekte. Araştırmalar
bugün Türkiye’de her üç kadından birinin çocuk evliliği yaptığını göstermekte.
(Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yapılan Nüfus ve
Sağlık Araştırmaları’na göre) Türkiye’de kızlarda evlenme yaşı 12’ye kadar
düşmüştür. Çocuk evlilikleri genellikle yasal olmayan evlilikler şeklinde
gerçekleştiğinden çocuk gelinler, medeni nikahla kazanacakları haklardan mahrum
olmaktadır. 15-19 yaş aralığında kızlarda evlenme oranı Türkiye’de %15.5 olarak
saptanmıştır. Ancak Türkiye’ye dair bu veriler Nüfus ve Vatandaşlık Dairesi
Genel Müdürlüğü verilerine dayanmaktadır. Yani sadece kanunun öngördüğü şekilde
hakim kararıyla yapılmış erken evliliklerin kaydı bulunmakta, sosyolojik
anlamda yapılan erken evliliklerin yani imam nikahlı evliliklerin kaydı
bulunmamaktadır. Resmi oranı, sosyolojik araştırmalarda elde edilen verilerle
birlikte okuduğumuzda Türkiye’de çocuk gelin oranının %30 ile %35 arasında
seyrettiği sonucu ortaya çıkmaktadır.(CEDAW
Türkiye Gölge Raporu)
Kız çocukların erken
yaşta evlendirilme sebeplerinin başlarında geçim sıkıntısı gelmekte ve yoksul
aileler, hanelerinin yoksulluğunu azaltmak için oyun çağındaki kız çocuklarını
yaşça büyük erkeklerle evlendirmektedir. Çocukevliliklerinin hangi gelir
grubuna giren ailelerde görüldüğüne ilişkin yapılan ulusal ölçekteki araştırmalar,
çocuk gelin görülme sıklığı ile ailenin yoksulluğu arasında doğru orantı
bulunduğunu; küresel ölçekte de çoğunlukla Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler
Örgütleri tarafından yapılan araştırmalar da kız çocuklarının erken evliliği
ile ülkenin gelişmişlik düzeyi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu
göstermektedir. Türkiye’de çocuk evliliklerine en çok mutlak yoksulluk sınırı
altında yaşayan ailelerde ve ondan sonraki sırada da göreli yoksulluk sınırı altında yaşayan
ailelerde rastlanmaktadır. Ülkelere ait kişi başına düşen milli gelir
rakamlarıyla söz konusu ülkelerdeki çocuk gelin oranı birlikte
değerlendirildiğinde ülkelerin gelişmişlik düzeyi arttıkça çocuk gelin oranının
düştüğü varsayımı doğrulanmaktadır.
Bunun yanında töreler, aile içi cinsel saldırı, evlilik
dışı gebelik ve geleneksel yaşayışta hakim olan kocaya itaatin erken yaşta
tesis edilmesi gerektiği şeklindeki anlayış ve hatta dağa gitmesin diye
evlendirilme diğer sebepler arasında sayılabilir. Kızların evlendirilmek üzere
okuldan alınması, geleneksel anlayışta olağan karşılanmaktadır.
Türk hukuk sisteminde de
kimin çocuk gelin sayılacağı konusunda birbiriyle çelişen yasal düzenlemelere
rastlamaktayız. Şöyle ki; Türk Medeni Kanunu 124. Madde; “erkek ve kadın, on
yedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak hakim olağanüstü durumlarda ve pek
önemli sebeple on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine
izin verebilir” demektedir. Türk Ceza Kanunu ise 104/1. Fıkrasında; “cebir,
tehdit ve hile olmaksızın, on beş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide
bulunan kişi, şikayet üzerine altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla
cezalandırılır” hükmünü getirmekte. Böylece de on beş yaşını doldurmuş bir
kız, hukuki olarak değilse de sosyolojik anlamda evlendirildiğinde bu kızla
cinsel ilişkiye giren eş, şikayet edilmediği sürece cezalandırılmamaktadır.
Yani TCK, evlilik yaşını örtülü şekilde on sekiz yaşın altında tutmaktadır.
Özetlersek; Türk Medeni Kanunu’na göre 17 yaşını doldurmamış kızlar, Çocuk
Koruma Kanunu’na göre 18 yaşını doldurmamış kızlar, Türk Ceza Kanunu’na göre
ise 15 yaşını doldurmamış kızlar çocuk gelin sayılmakta. Yasalar arasındaki bu
uyumsuzluk, kız çocukların erken yaşta evlendirilmelerine karşı verilen bütün
mücadeleleri etkisizleştirmektedir.
Sosyologlara göre ise 14-19 yaş grubunu kapsayan gelişme
çağındaki nüfus, toplumsal olarak olgunlaşmamış bireyler olarak
tanımlanmaktadır. Tıbbi açıdan bakıldığında da hekimlere göre ilk adetin 14
yaşında görülmesi halinde 14-21 yaş aralığı, genital sistemin olgunlaşma süreci
sayılmakta. Biyolojik olarak da evliliğe hazır olmayan kızların çocuk evliliği
yaparak kendilerini cinsel eylem içinde bulmaları, genital bir dizi hastalığa
davet çıkarmanın yanısıra kalıcı psikolojik hastalıkların da oluşabilmesine
davetiye çıkarmaktadır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, On sekiz yaşını
doldurmadan evlendirilmeleri sosyolojik ve tıbbi olarak doğru değildir. Kaldı
ki uluslararası belgeler kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerini, kız
çocuklarına yönelik şiddet olarak kabul etmektedir.
[1]
Kamuoyunda “çocuk gelinler” ifadesi ile bilinmekle birlikte bu ifade olayın
vahametini gölgeleyip gelin sözcüğündeki masumiyet arkasına gizlendiği için
eleştirilmektedir.