HUKUK SOSYOLOJİSİ
2013-2014
DERS NOTLARI
DİKKAT !!!!! AŞAĞIDA
KIRMIZI İLE BELİRTİLEN KONULAR PROF. DR. MEHMET TEVFİK ÖZCAN’IN HUKUK SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ KİTABINDAN
TAKİP EDİLECEKTİR.
1. HUKUK
SOSYOLOJİSİNİN KONUSU VE HUKUK BİLİMİYLE İLİŞKİSİ
1.1. HUKUK,
TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE HUKUK SOSYOLOJİSİ
1.2.BİLİM
OLARAK HUKUK SOSYOLOJİSİ VE GEREKLİLİĞİ
1.3.HUKUK
SOSYOLOJİSİNİN METODU
HUKUK SOSYOLOJİSİNİN YÖNTEMİ
Hukuk sosyolojisi,
sosyolojinin yöntem ve tekniklerini kullanır. Bilimsel bilgi, doğal ve
toplumsal dünyanın sistematik bir şekilde incelenmesi sonucunda elde edilen bir
bilgi türüdür. Bilimsel bilgiye, bilimsel araştırma yöntem ve teknikleri kullanılarak
ulaşılmaktadır. Bilimsel bilgi, bilim insanları tarafından gözlem, deney ve
test etme yoluyla elde edilmesinin yanı sıra anlama, çözümleme ve yorumlamayla
da elde edilmektedir. Bilimsel araştırmalarda kullanılan yöntem, genel anlamda
geçerli ve güvenilir bilimsel bilgiye ulaşmak için izlenmesi gereken yolu ifade
etmektedir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgiye hangi kuramsal bakış açısı ile
ulaşılacağını, doğal ve toplumsal olgu ve olayların nasıl ele alınacağını ve
elde edilen verilerin nasıl çözümleneceğini ve yorumlanacağını belirleyen
bilimsel kurallar bütünü yöntem olarak tanımlanmaktadır.
YORUMLAYICI SOSYAL BİLİM YAKLAŞIMI
Yorumlayıcı
sosyal bilim yaklaşımına göre toplumsal gerçeklik gündelik yaşamda toplum
üyelerinin etkileşimi sürecinde ortaya çıkar. Bu nedenle toplumsal uzlaşma ve
yorumlama süreçleriyle yeniden yeniden sorgulanan toplumsal gerçeklik sabit ve
değişmez nitelikte de değildir. Yorumlayıcı araştırmacıların amacı toplumsal
gelişme yasalarını keşfetmek değildir. İnsanların kendi toplumsal
gerçekliklerini nasıl anlamlandırdıklarını araştırırlar. Bu yaklaşımı
benimseyen araştırmacılar katılımlı gözlem ve alan araştırması gibi araştırma
tekniklerini kullanarak, çok defa bireylerle uzun süreli ve derinlemesine görüşmeler
yaparak, elde ettikleri niteliksel (sayılarla ifade edil(e)meyen) verileri
yorumlayarak anlamaya çalışırlar.
WEBER’İN ANLAYIŞ SOSYOLOJİSİ YAKLAŞIMI
Weber’e göre
toplumsal yaşamda insan eylemleri, anlamlı
toplumsal eylemler olarak ortaya çıkarlar. Bu nedenle Weber, sosyal bilimlerin
anlamacı bilimler olmaları gerektiğini düşünür. Bu bilim anlayışına paralel
olarak da Weber, Comte ve Durkheim’ın aksine sosyolojiyi anlamacı bir bilim olarak kurmak
ister. Sosyolojinin çalışma konusunu da toplumsal
eylem olarak belirler. Bireylerin içgüdüsel nitelik taşımayan
anlamlı bütün eylemleri toplumsal
eylemdir. Diğer bir ifadeyle toplumsal eylem
aktör tarafından öznel bir anlam yüklenmiş ve başka insanlara yöneltilmiş olan
eylemdir. Sosyolojinin amacını da anlamlı toplumsal eylemleri yorumlayarak
anlamaya çalışan bir bilim olarak açıklar. Bu nedenle Weber sosyolojisi anlayış sosyoloji olarak adlandırılır.
Weber anlama
yöntemini genel olarak kültür bilimlerinin temel yöntemi olarak görmekle
birlikte genelleştirici bir bilim olarak kurmaya çalıştığı sosyolojide anlama
yönteminin nedensel açıklamayı da
kapsaması gerektiğini savunur. Örneğin, insanların eylemlerine; hiddet,
heyecan, korku, öfke, sevgi kin gibi duygular;
el öpme, selamlaşma gibi gelenekler;
kâr elde etme amacıyla para kazanma gibi akılcı
bir amaç, iyilik, doğruluk, dürüstlük gibi değerler yön verebilir. Herhangi bir insan eylemini yönlendiren,
motive eden nedenleri bilebildiğimiz sürece bize o değerler anlamlı
görünebilir. Anlaşılmaya elverişli eylemlerin
yanı sıra, anlaşılmaya elverişli
olmayan eylemlerde vardır. Bir eylemin anlaşılmaya elverişli olması için
ortada bir anlam bağlamının olması gerekir. Toplumsal eylemi açıklamadan
(mantıksal ilişkileri kurmadan) önce bireyin eylemine yüklediği niyeti anlamak
gerekmektedir. Yani Weber’in anlamacı
yöntemi nedensel açıdan geçerli bir yorumlamayı içermektedir.
ELEŞTİREL
SOSYAL BİLİM YAKLAŞIMI
Eleştirel
yaklaşıma göre toplumsal gerçekliğin bünyesinde barındırdığı çatışma ve değişme
her zaman gözlemlenebilir nitelikte ve açık değildir. Buna göre toplumsal dünya
ile ilişkili gerçek ve doğru bilginin üstü yanılgılar, mitler ve çarpıtmalarla
örtülmüştür. Bu nedenle de insanların doğru ve nesnel bilgiye ulaşmaları kolay
değildir. Ayrıca bu yanılsamalar toplumsal yaşamda çok defa egemen olan
kesimler tarafından diğer grupların kontrol edilmesinde kullanılmaktadır. Bu nedenle
görünenin ardında yatan doğru bilgiye ulaşmak için eleştirel bir sorgulama
sürecine; yani eleştirel bilime ihtiyaç vardır. Böylece eleştirel bilim
sayesinde araştırmacı, araştırma sürecinde eleştirel sorular sorarak görünenin
ardındaki dinamikleri açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Örneğin bu yaklaşıma göre
araştırmacı, çoğu toplumda kadınların iş kadınından ziyade ev kadını
olmalarını, erkeklerin ise iş adamı veya ücretli çalışan olmalarını yalnızca dışarıdan
görünen basit şekliyle işlevsel bir işbölümü olarak görmemelidir. Bunun
yerine araştırmacı; “kadın ile erkek arasındaki bu işbölümü eşit mi, değil ise
neden eşit değil, eşit olmayan bu işbölümünün ardında görünmeyen ne tür dinamik
yapılar mevcuttur” gibi eleştirel sorular sorarak doğru ve nesnel bilgiye
ulaşmalıdır. Bu noktada da bilimin temel amacını, ezilenlere ve sömürüye tabi
olanlara görünenin ardında yatan gerçekliği göstererek onları güçlendirmeye ve
dünyayı değiştirmelerine yardımcı olmaya çalışmak olarak görür.
Diğer yaklaşımlar olarak aşağıdaki yöntemler
sayılabilir.
Karl Marx’ın
Yöntemi
Feminist Sosyal
Bilim Yaklaşımı
Postmodern
Sosyal Bilim Yaklaşımı
ARAŞTIRMA TEKNİKLERİ
Araştırmalarda toplumsal olgu ve
olayları açıklamak için olgu ve olaylar parçalarına ayrılır, bu parçalardan
elde edilen bilgi bütüne genellenir (Bu bilgi tümevarım yöntemiyle elde
edilebilir, ya da araştırmacının birikimine dayanarak ya da sezgisine dayanarak
elde edilir ve buna dayanarak hipotez kurulur). Önce değişkenler arasında
belirli ilişkilerin olduğuna dair hipotezler kurulur ve gerçeğe, bu
hipotezlerin sınanması yoluyla ulaşılmaya çalışılır. Bu amaçla araştırmada önce
araştırma hipotezleri kurulur. Teorilerin sınanması için teorik önermelerin sınanabilir
hipotezler halinde ifade edilmesi gerekir. Hipotezlerin kurulabilmesi için önce
toplumsal olguları ifade eden kavramlar kesin olarak birbirinden ayrılabilir ve
ölçülebilir nitelikte olan değişkenlere indirgenir; araştırmacı araştırma
konusunu oluşturan toplumsal olguyu ölçülebilir olan ve diğer benzer durumlar
için de geçerli olduğunu düşündüğü genel kategorilere böler. Daha sonra bu değişkenler
arasındaki muhtemel ilişkilere dair hipotezler kurulur ve istatistiksel
yollarla bu ilişkilerin varlığı, yönü ve şiddeti ölçülerek bu hipotezler sınanır.
Diğer bir deyişle hipotezler tümdengelim ilkesine göre sınanırlar. Diğer bir
deyişle nicel araştırmalar gözlemlenebilir verilerle sınanabilecek, doğruluğu
ya da yanlışlığı kanıtlanabilecek bir hipotez kurmakla başlar. Araştırma hipotezlerinin
sınanması, doğrulanması ya da çürütülmesi yoluyla teori de sınanmış olur.
Araştırma teknikleri, araştırma konusunu oluşturan olguya dair veri
toplamak için kullanılan araçlardır.
DENEY
Değişkenler arasındaki
ilişkilerin önceden belirlenen hipotezlerin sınanması amacıyla kontrollü bir
ortamda incelenmesine deney adı verilir. Deney, denek belirli bir bağımsız değişkene
tabi tutulduğunda belirli bir olgunun ortaya çıktığını ve denek bu bağımsız değişkene
tabi tutulmadığı takdirde bu olgunun ortaya çıkmadığını göstermelidir. Böylece
neden sonuç ilişkisi ortaya konmuş olur. Deneyin en güçlü yönü, neden sonuç ilişkilerinin
varlığını ve yönünü ortaya çıkarması ve dış etkileri kontrol atında tutmasıdır.
Deneyin zayıf yönü ise ilk olarak dış koşullar kontrol altında tutulduğu için
sonuçların genellenmesi oldukça zordur. Ayrıca deney koşulları nedeniyle
denekler doğal davranmayabilirler. Bir deneyde yer aldığını bilmek ya da
izlendiğinin farkında olmak deneklerin normalde gösterecekleri davranışlardan daha
farklı davranışlar göstermelerine neden olabilir. Ayrıca insanların düşünce ve
davranışlarını etkileyen sosyal kurumların laboratuvar ortamında yeniden yaratılması
mümkün değildir, bu da sosyal bilimlerde deney tekniğinin zayıflıklarından
biridir.
GÖZLEM
Genel olarak
gözlem, gündelik hayata meydana gelen toplumsal eylemlerin doğrudan izlenmesi
olarak tanımlanabilir.
1. Doğal gözlem: olayları oluş sırasında onlara müdahale
etmeksizin oldukları gibi gözlemektir. Doğal gözlem, değişkenleri denetim altında
bulundurma olanağından yoksundur. Doğal gözlem, katılımlı ve katılımsız gözlem
olarak ikiye ayrılır. Katılımlı gözlem, araştırıcının gözlemci kimliğini saklayabildiği veya
kendisini gözlemde bulunduğu grubun bir
üyesi olarak kabul ettirebildiği durumlarda söz konusudur. Katılımsız
gözlem: Olay veya grubun
içine girmekten kaçınarak durumu dıştan izlemeye çalışan araştırmacı, böylece
bir ölçüde gözlemlerine nesnellik, genişlik ve genellik kazandırma olanağını
bulur.
2. Sistematik gözlem ya
da “denetimli gözlem” olarak da adlandırılan yapılandırılmış gözlem, araştırmacının
belirlenmiş bir takım kural ve prosedürler çerçevesinde katılımcılarla etkileşime
girmeden veri topladığı gözlem tekniğidir. Bu gözlem tekniğinin yapılandırılmış olarak
adlandırılmasının nedeni, gözlem sırasında bir gözlem çizelgesinin kullanılmasıdır.
Gözlem çizelgesinde neyin gözlemleneceği, gözlemde nelere dikkat edilmesi
gerektiği ve gözlemin nasıl kaydedilmesi gerektiği açık bir şekilde belirtilmiştir.
ANKET
Sosyal bilimlerde en sıklıkla
kullanılan veri toplama tekniklerinden biri olan anket, kısa sürede geniş bir
örneklemden yüzeysel veriler elde etmek için kullanılan, önceden hazırlanmış
soruların katılımcılara postayla ya da internet üzerinden gönderilmesi veya
telefonla ya da yüzyüze sorulmasını içeren bir veri toplama tekniğidir. Doğru
bir anket hazırlayabilmek için, konunun, amacın, evren ve örneklemin tam olarak
bilinmesi, anketi cevaplayan kişilerin eğitimi, sosyal, ekonomik ve politik
durumlarının iyice kavranması gerekir. Anket şekil bakımından açık uçlu
(doldurmalı) ve kapalı uçlu (çoktan seçmeli) olmak üzere iki şekilde
hazırlanabilir.
GÖRÜŞME
Araştırmacının, bilgi almak ve verileri
toplamak istediği kişilere sorular sorup cevaplar alması ve bunları görüşme
formu üzerine işaretlemesi veya yazmasıdır.
Görüşmeleri Tam özgür görüşmeler, Sınırlı
görüşmeler, Derin görüşmeler olmak üzere üçe ayırmak mümkündür.
Tam özgür görüşmelerde görüşülen kişi, konu ve zaman bakımından
sınırlandırılmaz.
Derinliğine görüşmeler: Burada görüşülen
kişiler, zamanla değil konu ile sınırlandırılmaktadır. Bir başka
söyleyişle kişiler araştırılacak konularda istedikleri ölçüde konuşup bilgi
verebilmektedirler.
Sınırlı görüşmeler: Çok sayıda kişilere
en az bir saat sürebilen derinlemesine görüşmeler yapmaya olanak
bulunmadığından hem zamanla hem de konu ile sınırlandırılmış olan görüşmelere
başvurmak zorunlu olur.
ÖRNEK OLAY
İNCELEMESİ (VAKA ÇALIŞMASI)
Vaka çalışması olarak da adlandırılan
örnek olay incelemesi, bir sosyal olgunun kendi bağlamı içinde, çeşitli veri
toplama teknikleriyle bilgi toplanarak ampirik olarak incelenmesidir. Örnek
olay incelemeleri bir veya birkaç olay ile sınırlı olan, bu olay veya
olaylardan geniş çaplı ve derinlemesine bilgi toplayan çalışmalardır. Bir örnek
olay incelemesinde örnek olay bir kişi olabileceği gibi bir kurum, bir olay
veya bir bölge de olabilir.
YAŞAM ÖYKÜSÜ
GÖRÜŞMESİ
Yaşam öyküsü görüşmeleri, “katılımcının
yaşadığı hayatı, bu hayattan hatırında kalanları, hayatı hakkında diğer
insanların bilmesini istediği şeyleri, bir görüşme esnasında ve mümkün olduğunca
bütünüyle ve dürüst bir şekilde anlatması” şeklinde tanımlanmaktadır. Yaşam
öyküsü görüşmelerinde araştırmacı, görüşmeciye mümkün olduğunca az müdahale
ederek yaşam öyküsünü yaşayanın kendi tercih ettiği sıralamada ve kendi tercih
ettiği sözlerle anlatmasını sağlamaya çalışır.
SÖZLÜ TARİH
GÖRÜŞMESİ
Sözlü tarih görüşmesi, görüşmenin yapılma
biçimi açısından yaşam öyküsü görüşmelerine benzer ancak yaşam öyküsü görüşmesinde
görüşme yaşamın tamamını, görüşmenin yapıldığı güne kadar bütününü kapsarken
sözlü tarih görüşmelerinde görüşmeye konu olan kısım yaşamın tamamını kapsamaz,
araştırma konusunu oluşturan olgunun tarihsel sınırları içinde kalır. Sözlü
tarih görüşmelerinde araştırmacı, olguların ve gerçeklerin görüşülen kişi tarafından
nasıl algılandığını anlamaya çalışır, bireysel yaşamlar ile daha geniş
düzeydeki toplumsal olgu ve olaylar arasındaki ilişkiyi keşfetmeyi amaçlar.
SOSYOMETRİ
Sosyometri, küçük gruplarda,
bireyler arasındaki yaklaşma (çekim) ve uzaklaşma (itim) modellerini
açıklamayı sağlayan bir araştırma tekniğidir. Üzerinde araştırma yapılan grup küçük olmalı ve
bireyler birbirini tanımalıdır. Okuldaki bir sınıfta, yurtta, bir iş yerinde
ya da küçük bir köyde sosyometri tekniği uygulanabilir. Sosyometride amaç, grup içi
dayanışmayı tespit edip geçimsizlik ve uyumsuzlukları azaltmaktır. Sosyometri aracılığıyla bireyler
arası ilişkilerin derecesini, kimin lider özellikleri taşıdığını, hangi
bireylerin birbirleriyle daha çok iletişimi olduğunu öğrenebilmek mümkündür. Grubun
her üyesine, bazı günlük faaliyetleri kiminle yapmak istediğini belirtmesini
içeren sorular sorulur.
İSTATİSTİK
Sosyolog, diğer tekniklerle toplanılan verilen ne anlama geldiğini
ve bunlardan nasıl geçerli sonuçlar çıkartılabileceğini bilmek için
istatistiksel tekniklerden yararlanmak zorundadır.İstatistik, ölçülebilen olayların
sayısal olarak ifade edilmesidir. Elde edilen verilerin çözümlenip yorumlanmasıdır.
Değişkenler arasında bağlar kurmaya ve bilgileri grafik ya da tablolarla
göstermeye yarar.
KARŞILAŞTIRMALI YÖNTEM
Toplumsal bilimlerde
doğal bilimlerdeki gibi deney yapmak çok güç ve sınırlı olduğundan, bu
eksikliği gidermek bakımından toplumsal bilimlerde karşılaştırmalı yönteme
başvurulmaktadır. Bu yöntemde, aynı olayın zaman içinde ve farklı yerlerdeki
durumunun karşılaştırılarak incelenmesidir. Örneğin aile kurumunun 17.
yüzyıldaki durumu ile günümüzdeki durumunu karşılaştırarak incelemek aradaki
farklılık ve değişmeleri açıklamaktır. Farklı toplumlardaki köylerin
birbirleriyle karşılaştırılmasının yapılması buna örnek olarak gösterilebilir.
HUKUK SOSYOLOJİSİNDE ÖNCÜ ÇALIŞMALAR VE KLASİK
SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
ÖNCÜ ÇALIŞMALAR
A.
İBN-İ HALDUN
(1332-1406)
BİRİNCİ DÖNEM HUKUK FELSEFESİ DERS NOTLARINA BAKINIZ
B.
CHARLES-LOUİS DE SECONDAT BARON DE MONTESQUIEU
(1689-1755)
Charles-Louis de
Secondat Baron de Montesquieu XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağının en ilgi çeken
düşünürlerinden birisidir.
Tarih, siyaset teorisi, siyaset bilimi
ve eleştiri gibi alanlarda çalışmalar yapmış olan Montesquieu, Aydınlanma döneminin
ilk ve en büyük sosyoloğu sayılmıştır (Swingewood, 1998: 28). Montesquieu,
bilimsel yaklaşımını “Kanunların Ruhu” adlı ünlü eserine yazdığı “Önsöz”de şöyle
ortaya koyar: İlkeler ortaya koydum; bütün milletlerin tarihlerinin bu
ilkelerin sonuçlarından başka bir şey olmadığını, her özel kanunun başka bir
kanuna bağlı olduğunu ya da daha genel bir kanuna uyduğunu gördüm. Eski çağı
incelemem gerektiği zaman, gerçekten ayrı olan durumları birbirine benziyormuş
gibi görmemek, benziyormuş gibi görünenler arasındaki farkları da kaçırmamak
için sözü geçen çağın ruhunu kavramaya çalıştım. İlkelerimi önyargılarımdan değil,
olayların mahiyetinden çıkardım (Montesquieu, 2004: 25).
Kendisinden önceki toplum teorilerinde gözlenenden
daha zengin ve ayrıntılı bir tarihsel analiz tarzı ve sistematik yaklaşıma
sahip olan Montesquieu, toplumun yasalarını, örf ve âdetlerini toplumsal yapıyla
ilişkileri çerçevesinde ele alarak inceler (Swingewood, 1998: 28). “Önce kişileri
inceledim; kanunlarla geleneklerin o sonsuz değişikliği içinde, onların yalnız
kendi keyif ve isteklerine göre yönetilmediklerini anladım.” diyen Montesquieu,
geniş anlamıyla kanunların, olayların mahiyetinden doğan zorunlu bağlar olduğunu
ve bu açıdan bütün varlıkların kanunları olduğu gibi insanların da kanunları
bulunduğunu belirtir (Montesquieu, 2004: 24-27). Montesquieu, karmaşık ve değişken
bir görünüm arz eden toplum manzarasının gerisinde, aslında davranışlardan,
kurumlardan ve yasalardan oluşmuş düzenli bir yapı bulunduğunu düşünür. Buna
göre, toplumsal kurumlar ve süreçler, ampirik ve tarihsel analiz yoluyla keşfedilebilecek
belirli maddi koşulların ürünüdür. Bütün toplumsal olgular birbirine bağlıdır.
Her özgül yasa, başka bir yasayla bağlantılıdır (Swingewood, 1998: 29-30).
Althusser’e göre, “Kanunların Ruhu” adlı
eserinde; “Bu yapıtın konusu, dünyada yaşayan tüm halkların yasaları, çeşitli
itiyatları ve âdetleridir. İnsanların benimsediği kurumların tümünü kapsadığı
için bunun devasa bir konu olduğu söylenebilir.” diyen Montesquieu, bu yaklaşımıyla
siyaseti bilim haline getirmeye çalışan diğer düşünürlerden farklı bir yerde
durur. Çünkü, o zamana kadar hiç kimse, dünyadaki tüm halkların alışkanlıklarının
ve yasalarının tümünün inceleme konusu yapılabileceğini düşünmemiştir. Ondan
önceki Hobbes, Spinoza ve Grotius gibi düşünürler, toplumun gerçek tarihinin
teorisini yapacakları yerde, toplumun özününün teorisini yapmışlardır. Somut
olguları bütünsel bir yaklaşımla ele almayan bu düşünürler, toplumun özü
dedikleri şeyi inceleyecek ideal ve soyut bir model oluşturmuşlardır. Denebilir
ki Descartes’in spekülatif fiziği, Newton’un deneysel fiziğinden nasıl ayrılıyorsa,
onların bilimi de Montesquieu’nun biliminden aynı ölçüde ayrılıyordu
(Althusser, 2005: 18-19). Böylece Montesquieu, toplumsal olgulara ve kurumlara
yaklaşımda yeni bir anlayışın öncüsü olmuştur. “Toplumun özü nedir” veya
“Toplumun kökeni nedir?” gibi soruları bir tarafa bırakarak; toplumsal olgulardaki
ve kurumlardaki değişimi kavramaya çalışmış, soyut ve ideal bir toplumun değil,
somut toplumların bilimini yapmaya çalışmıştır.
Montesquieu, toplumsal sorunları, Aydınlanma
Çağı’nın spekülatif tutumundan sıyrılarak kurumsal, geleneksel ve çevresel şartlarla
açıklamaya çalıştığı için, bazı yazarlar tarafından çağdaş siyaset biliminin
kurucusu sayılmıştır. Montesquieu, bu yaklaşımıyla, hukuku doğal haklar, doğal
hukuk ve toplum sözleşmesi teorilerine dayandıran Aydınlanma eğiliminden ayrılarak,
yasaları ele alır ve yasaların ruhu üzerinde etkili çevresel faktörler üzerinde
yoğunlaşır (Şenel, 1982: 448).
Montesquieu’nun kanunlar hakkındaki
kuramında esas olarak üç kavram öne çıkar: Yasalar, gelenekler ve davranış
tarzları. Ona göre kanunlar, vatandaşların davranışlarını; gelenekler ise insan
davranışlarını düzenler. Gelenekler, daha çok kişinin iç yönelimiyle ilgiliyken
davranış tarzları dış yönetimiyle ilgilidir. Gelenekler ve davranış tarzları,
kanunların yerleştiremediği veya yerleştirmek istemediği alışkanlıklardır
(Montesquieu, 2004: 287). Montesquieu’nun kuramında kanunlar, örgütlü yapılarda
vücut bulan, insan eliyle yapılmış düzenlemeleri ifade eder. Devlet, kendisine
siyasi ve hukuksal bağ ile bağlı vatandaşların davranışlarına kanunlarla yön
verir. Toplumun kendiliğinden düzeninin bir ürünü olarak hayat bulan gelenekler
ise daha çok insanın iç yönelimiyle ilgili içselleştirilmiş kurallardır.
Aron’a göre, yasalar ile gelenekler
arasında yapılan ayrım, devlet tarafından verilmiş emirler ile toplum tarafından
benimsetilmiş kurallar ayrımına karşılık gelir. Yasalar ile açıkça belirlenmiş
ve devlet tarafından onaylanmış hükümlere gönderme yapılırken; gelenekler ile
bir yasa tarafından zorunlu kılınmayan, yaptırıma bağlanmayan, ancak toplumun
üyelerince benimsenmiş bulunan kurallar ifade edilir (Aron, 2006: 45).
Montesquieu’ya göre insanlar, bütün
vatandaşlar arasındaki bağları düzenlemek için kanunlar meydana getirmişler ve
bunlara “Medeni Hukuk” demişlerdir. Aynı şekilde, toplumlar arasındaki bağları
düzenlemek için geliştirdikleri kanunların sonucunda ise “Devletler Hukuku”
ortaya çıkmıştır. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki bağları düzenlemek amacıyla
yaptıkları kanunlar ile de “Siyasi Hukuk”a hayat vermişlerdir (Montesquieu,
2004: 30-31).
C.
CESARE BECCARIA (1738-1794)
Beccaria’nın Avrupa hukuk ve ceza sisteminin
geliştirilmesi için ortaya attığı görüşler, yaklaşık 250 yıl sonra da
kriminolojinin ve hukuk sosyolojisinin önemli bir tartışma konusunu
oluşturmaktadır. Klasik Kriminoloji Okulu’nun kurucusu sayılan Beccaria’nın
ceza bilimi (penology) hakkındaki fikirleri, Aydınlanma Çağı olarak da
nitelenen 18. yüzyılın baskın toplumsal ve felsefi düşüncesinden büyük ölçüde
etkilenmiştir. Bir felsefe hareketi olarak “Aydınlanma” düşüncesinin temel
özelliklerinin; aklın yüceltilmesi, hümanist ideallerin önemsenmesi, bilgiye,
özgürlüğe ve mutluluğa ulaşmak için çabalama, gerçekliğe yapılan vurgu ve
mevcut toplumsal düzenin eleştirisi olduğu söylenebilir. Hobbes (1588-1679),
Locke (1631-1704), Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778) ve Rousseau
(1712-1778) gibi düşünürlerin toplumu, insan doğasından hareketle bir toplumsal
sözleşme teorisi temelinde kavrayan görüşleri, Beccaria’nın suçlar ve cezalar
konusundaki görüş ve düşüncelerini büyük ölçüde şekillendirmiştir (Trevino,
2008: 14).
Aydınlanma filozoflarına göre, toplumun esas özelliği
sözleşme temelli olmasıdır. Buna göre insanlar, kendi doğal güdülerinden ve
mutluluklarından siyasal yapı ve onun yasaları lehine feragat etmeye
başladıkları zaman, içinde bulundukları doğal toplum halinden sözleşmeye dayalı
toplum yapısına geçmiş olurlar. Devlet ile pazarlık yapılan bu süreçte
bireyler, bir yandan topluma zarar verebilecek belli eylemleri veya
davranışları yapmaktan çekinme yükümlüğü altına girerken; diğer yandan herkese
yararlı olan bazı konularda devlet korumasına kavuşma hakkını elde ederler.
Böylece mutlu olma, mutluluğa erişme özgürlüğü gibi bazı ilgi ya da
çıkarlarından devlet lehine vazgeçerek, karşılığında barış ve güvenlik gibi
bazı önemli ihtiyaçlarını devlet eliyle karşılama hakkına kavuşurlar. Toplumsal
sözleşme teorisinin temelinde yer alan felsefî bir akım olarak yararcılık
(utilitarianism), bütün toplumsal, ekonomik, siyasal ve hukuksal eylemlerin en
fazla sayıda insanın en çok mutluluğunu sağlayacak şekilde yönlendirilmesi gerektiğini
ileri sürer. Buna göre, toplumsal sözleşme kurallarının yasa hükümleri halinde
somutlaşması gerekir. Toplu yaşam halinde, hiç kuşkusuz sözleşme kurallarını
ihlal eden bireyler çıkacaktır. Gerek kuralları ihlal edenleri korkutmak, gerek
gelecekte ihlal edebilecekleri caydırmak veya önlemek bakımından cezalar
olmalıdır. Devlet, hukuka itaat eden çoğunluğu, azınlık konumunda bulunan
suçlulardan koruyabilmenin bir yolu olarak cezalara dayanmak zorundadır
(Trevino, 2008: 14).
Toplumsal sözleşmeyi toplumun temel karakteristiği olarak
gören Aydınlanma filozoflarının insan doğası hakkındaki yaklaşımlarının
hedonizm, özgür irade ve akılcılık olarak sıralanan üç temel öğe üzerine inşa
edildiği söylenebilir. İnsanlar acı, elem veya ıstıraptan kaçınarak hazzı esas
alan bir yaşam tarzına sahiptirler. İnsanlar, kendi hal ve hareketlerinin
gidişi konusunda özgür irade sahibidirler. İnsanlar kendi davranışlarının iyi
ve kötü yanlarını tartabilecek, sonuçlarını mantıksal ve sistematik olarak
düşünebilecek akılcı ya da rasyonel varlıklardır. İnsan doğasına ilişkin bu üç temel unsurdan hareketle Beccaria şöyle
bir sonuca ulaşır: Bireyler, minimum düzeyde acı çekme pahasına maksimum ölçüde
hazza ulaşabilmek yönündeki iradi rasyonel tercihlerinden dolayı toplumsal sözleşmeyi
ihlal ederler. Bireyler, toplumun huzur ve mutluluğuna tehdit oluşturmasına
rağmen hukuk kurallarını ihlal etmekten kişisel olarak memnuniyet de
duyabilirler. İşte Beccaria, bu düşünceleri aklında tutarak, yararcılık
öğretisine ya da doktrinine dayalı adil ve rasyonel bir hukuk sistemi tesis
etmeye çalışmıştır (Trevino, 2008: 15).
Beccaria, “Suçlar
ve Cezalar Hakkında” isimli ünlü çalışmasında öncelikle ceza adalet
sisteminde reform yapmaya duyulan büyük ihtiyacı dile getirir. Kendi yaşadığı
zamandaki yargı sürecinin işleyişinin ve cezai uygulamaların oldukça irrasyonel
ve adaletsiz olduğunu düşünen Beccaria, bunların değiştirilmesi gerektiğini
ileri sürer. Kendi yaklaşımını toplumsal sözleşme teorisi ve yararcılık
doktrini temelinde inşa eden Beccaria, cezanın sadece toplumsal sözleşmeyi
savunmak, toplumsal sözleşmeye herkesin bağlılığını sağlamak için
haklılaştırılabileceğini ileri sürer. Ancak, başvurulacak cezanın ve tercih
edilecek cezalandırma yönteminin en büyük kamusal iyiliğe, yani en fazla sayıda
insanın en çok mutluluğuna hizmet edecek şekilde seçilmesi gerektiğini ileri
sürer. Böylesi görüşleriyle Beccaria, intikamcı, ödetici veya sadece
cezalandırıcı bir anlayışı değil; cezayı daha iyi ve mutlu bir toplum yaratmaya
yönelik caydırıcı ve ıslah edici bir araç olarak kullanmak isteyen yaklaşımı
temsil eder.
Beccaria’nın yukarıda zikredilen düşüncelerinin oluştuğu
ve ifade edildiği 18. yüzyıl, yoğun toplumsal değişimlerin yaşandığı bir
dönemdir. Endüstrileşme, orta sınıflaşma, kentleşme ve dünyayı sömürgeleştirme
gibi süreçler, beraberinde yeni fikirler getirerek hükümetlerin sorumluluğuna
ilişkin görüşlerde de önemli değişikliklere yol açmıştır. Bu dönemdeki
mahkemelerin uygulamalarının barbar veya vahşice olduğu sıkça dile
getiriliyordu. Bireylere yönelik ithamlar, suçlamalar gizlilik içinde
yapılıyordu. İşkence ve benzeri kötü uygulamalara daha ziyade fakir kimseler
maruz kalıyordu. İşte Beccaria, böyle bir toplumsal ve düşünsel ortamda,
sonradan bir araya getirilip kitaplaştırılan “Suçlar ve Cezalar” hakkındaki
risalelerini yayımlıyordu. Bu risalelerinde, şüphelilerin sorguya
çekilmesinden, yasaların yapılmasına ve hükümlülerin cezalandırılmasına kadar
ceza adalet sisteminin birçok yanını ele alıp inceliyordu. Bu çerçevede muğlak
ya da belirsiz yasaların yozlaştığını ileri sürüyor, sanıklara savunmalarını
hazırlama zaman ve imkânı tanınması gerektiğini, idam cezasının savunulamaz bir
işlem olduğunu belirtiyordu. Beccaria’ya göre, cezalandırmanın suçluya yapacağı
kötülük, suçun suçluya sağlayabileceği yarardan sadece biraz büyük olmalıdır.
Çünkü rasyonel bir varlık olarak insan, en az acı veren yolu tercih edecektir
ve böylece caydırma prensibi başat hale gelecektir (McShane ve Williams, 2007).
Bunun için de yasalar açık, anlaşılır ve basit olmalı, insanlar başkaca
şeylerden değil, sadece yasalardan korkmalıdır.
D.
HENRY JAMES SUMNER MAINE (1822-1888)
Karşılaştırmalı hukuk ve hukuk tarihi alanlarında çalışan
Maine, Hindistan’da yaşamış olduğu tecrübenin de etkisiyle Doğu ve Batı
dünyasının fikirlerini karşılaştırdı ve toplumların gelişim sürecinde bazı
ortak noktalar bulunduğunu gördü. Hukukun erken gelişmesine ilişkin en önemli
çalışması olan 1861 tarihli “Ancient Law” (Antik Hukuk) adlı eserinde, bazı
genel hukuk prensiplerini bulmak üzere ilkel toplumların hukuk sistemlerini,
antik Roma, Avrupa ülkeleri ve Hindistan hukuk sistemlerini karşılaştırdı.
Maine’ın karşılaştırmalı hukuk çalışmasının amacı farklı
toplumlarda hukukun hangi aşamalardan geçtiğini tespit etmek ve toplumsal
gelişme yasalarına erişmekti. Bu
çerçevede o, yer, zaman, ırk itibariyle birbirinden tamamen farklı toplumlarda
gelişme seviyeleri aynı olduğu takdirde aynı hukuki kurumlara rastlamaktaydı. Böylece,
bu benzerliklerden, hukukun bütün toplumlarda aynı yönde gelişme yolunu
izlediğini sonucuna varmıştı. Hukuku mistik kavramlardan kurtararak sosyolojik
araştırmalara yaklaştırması nedeniyle Maine hukuk sosyolojisinin öncülerinden
kabul edilir[1].
Ona göre, tarihsel süreçte toplum ve hukuk “statü”den
“sözleşme”ye doğru gelişti. Antik zamanlarda bireyler, geleneksel toplumsal
kastlara mensup olup içinde bulundukları statüleriyle bağlıydı. Modern dünyada
ise bireyler, birer bağımsız varlık olarak görülmeye başlandı. Kendi
iradeleriyle başkalarıyla sözleşme yapma serbestisine sahip oldular. Maine’nın
hukuk hakkındaki görüşleri, çoğu bugün gözden düşmüş olsa bile, hukuk
sistemlerinin zamanla nasıl değiştiğini ve geliştiğini anlamaya büyük katkıda
bulundu. Onun hukuksal işlemlerde içerilen toplumsal faktörler üzerindeki
vurgusu, hukuk sosyolojisi alanında daha sonraları yapılan çalışmalar için bir
temel oluşturdu (New World Encylopedia).
Maine, kendi yaşadığı dönemde hukukun değişmezliğine vurgu
yapan, hukukun sadece rasyonel akıl yürütmeyle keşfedilebileceğini ileri süren
ve keşfedilen bu hukukun bütün zamanlar ve toplumlar için geçerli olduğunu
savunan spekülatif felsefi eğilimlere karşı çıkan yaklaşımıyla “Tarihsel Hukuk
Okulu”nun temsil edici isimlerinden biri oldu. Tarihsel Okul, hukuku, tarihsel
süreçte herhangi bir insan topluluğunun yaşamında mevcut bulanan toplumsal
alışkanlıkların yayılıp gelişmesi olarak görür. Buna göre hukuk, rasyonel akıl
yürütmeye dayalı tümdengelim yoluyla bulunan bir şey değildir. Hukuk, insan
eliyle bilinçli bir şekilde planlanan bir tasarımın sonucu olmayıp toplumsal
hayatta bulunanın keşfiyle ortaya konan bir olgudur. Hukuk, birey olarak
yargıcın ve yasa koyucu olarak parlamenterlerin ötesinde aranıp bulunması
gereken bir gerçekliktir. Gözden kaçırılmamalıdır ki yargıçlar ve
parlamenterler de kendi çağlarının çocuklarıdırlar. Yani, onlar da içinde
bulundukları toplumsal çevre faktörlerinden etkilenirler, toplumdaki mevcut
bakış açılarından ve kavrayışlardan muaf değildirler (Albersworth, 1922: 393).
Toplumun statüden sözleşmeye doğru geçiş sürecinde, daha
çok aile ilişkilerinden kaynaklanan statülere bağlı hak ve yükümlülük
anlayışına dayalı bir hukuktan bireysel haklar ve görevler temelinde şekillenen
ve sözleşme serbestisi çerçevesinde hayat bulan bir hukuka doğru gidiş söz
konusudur. Sözleşme temelli hukuk, bireysel iradeler ve müzakereler temelinde
gelişen bir hukuku ifade ediyordu. Maine’a göre, giderek evrimleşip gelişen
toplumların temelinde patriyarkal aile birimleri halindeki örgütlenme yer
alıyordu. Modern öncesi zamanlarda toplum, bireylerin bir toplamı ya da bütünü
olmaktan ziyade ailelerin bir kümelenmesi veya toplanması olarak görülürdü.
Antik Roma’da en yaşlı erkek ebeveyn ve ailenin reisi, yani pater-familias,
aile fertleri üzerinde mutlak reislik hâkimiyetine sahipti. Bu çerçevede evlilik
ve boşanma şartlarını belirlemekten, karısını, çocuklarını ve kölelerini
tanımaya, satmaya ve öldürmeye kadar istediği her şeyi, aile fertlerine karşı
yapabilme kudretine sahipti (Trevino, 2008: 21). Bu dönemde hukuk da ataerkil
bir nitelikteydi. Temel hukuksal birim, aile reisi tarafından yönetilen
aileydi. Kişilerin hakları ve yükümlülükleri, büyük ölçüde bir kimsenin
doğumuyla birlikte sabitlenmiş bulunan statüsü tarafından belirlenirdi. Bir
Hindu kastında doğan en büyük erkek evlat, kız çocuklarından veya bir başka
kastın üyesinden farklı haklara ve yükümlülüklere sahip olarak yetiştirilirdi.
Böylece doğuştan edinilen sabit ve katı pozisyon ya da statü, hayatın birçok
yönünü belirlerdi. Oysa modern hukuk, özgür bireylerin hukukudur. İnsanlar,
pazarlık ve anlaşma yoluyla gönüllü bir şekilde hukuksal ilişkilere
girebilirler, çıkabilirler ve bu ilişkilerini değiştirebilirler. Giderek
ilerleyen ya da gelişen toplumların hareketi veya akışı, aile bağlarının
giderek çözülmesi, bireysel hakların ve yükümlülüklerin serpilip gelişmesi
yönündedir. Bu süreçte birey, istikrarlı bir şekilde ailenin yerini alır
(Friedman, 1977: 43).
E. HERBERT SPENCER
(1820 - 1903)
Spencer ilk çalışmalarından itibaren liberaldir, sonraki
çalışmalarında kısmen muhafazakarlaşmış olsa da yaşamı boyunca çalışmalarında
liberal öğeler yer almıştır. Spencer, liberalizmin bırakınız yapsınlar
anlayışını benimsemiş, insanların birbirlerinin haklarına gönüllü olarak saygı
göstermeleri sonucunda otomatik olarak doğal bir toplumsal denge oluştuğunu ve
devletin bu dengeye, diğer bir deyişle insanlar arasındaki ilişkilere müdahale
etmemesi gerektiğini ileri sürmüştür. Başka bir deyişle Comte, toplumsal
reformlarla ilgilenirken Spencer,
toplumsal yaşamın dış müdahalelerden bağımsız bir şekilde evrimleşmesi
gerektiğini savunmuştur (Ritzer, 2008:36). Spencer, tüm insanlığın evrimini
açıklamaya çalışmıştır, bu açıdan toplum, evrensel bir yasanın özel bir kısmını
oluşturmaktadır. O’na göre toplumsal
düzen, doğal yasayla uyum içinde olmalıdır, aksi takdirde sosyoloji bir bilim
olarak kabul edilemez.
Spencer’e göre bütün toplumlar önce farklılaşmamış bir
birlik durumundadırlar, evrim sürecinde büyür, gelişir, farklılaşır ve
karmaşıklaşırlar. Spencer, doğadaki denge gibi toplumda da toplumsal bütünün çeşitli
parçaları arasında bir denge olduğunu, bu dengenin bozulması halinde yeni bir
ahlaki uzlaşma yaşandığını ve yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıktığını,
böylece farklılaşan toplumsal parçalarla yeni ilişkilerin kurulduğunu belirtir
(Slattery, 1991:283). Bu toplumsal evrim
süreci içinde insan toplumları, henüz yapısal olarak farklılaşmamış olan,
merkezileşmiş bir devletin ve statüye dayalı katı bir hiyerarşik yapının hakim
olduğu savaşçı (militan) toplumlardan, yapısal olarak farklılaşmış ve karmaşıklaşmış
olan, merkezsiz ve bireyci nitelikteki endüstri toplumuna doğru doğal olarak
evrimleşmiştir (Swingewood, 1998:77). Böylece Spencer, doğadaki türler gibi
toplumların da kabilevi topluluklardan karmaşık endüstri toplumlarına doğru
evrildiğini ileri sürer. Başka bir deyişle evrim sürecinde toplumların yapısı
ve işlevleri zamanla değişir. İnsan toplumları basit homojen toplumlardan
karmaşık heterojen toplumlar olacak şekilde doğal olarak evrimleşirler.
Spencer’ın “doğal olarak evrimleşme” ile kastettiği, bu evrim sürecinde
bireysel niyetlerin ya da güdülerin etkili olmamasıdır.
Spencer bu kuramını daha
çok kendi dalı olan toplumun gelişimini açıklarken kullanmıştır. Toplum
içindeki gelişim sürecinde de çatışma durumunun rolü büyüktür. Toplumların
homojenlikten heterojenliğe doğru geçtiği uygarlaşma safhasında çatışma baş
gösterir. Çatışmanın toplum içindeki bireyleri işbirliği yapmalarına
yönlendirdiğini ve dayanışmayı kuvvetlendirdiğini savunur. İşbirliği ve
dayanışma ise gelişim sürecini hızlandırır. Bu çatışma ortamında da en uygun
olan hayatta kalarak maddi ve manevi konumunu koruyabilir[2].
NOT: Spencer’a
göre insan toplumları savaşçı kabileler halindeyken büyümüş, farklılaşmış,
günümüzün karmaşık modern toplumlarına doğru evrilmiştir. Toplumsal evrimin
farklı aşamalarındaki bu iki toplumun özelliklerini özetlemek gerekirse,
savaşçı (askeri/militan) toplum merkezileşmiş bir devlete ve statüye dayalı
katı bir hiyerarşik yapıya sahip savaşçı, güce dayanan bir toplumdur. Bu
toplumda yapısal farklılaşma henüz gerçekleşmemiştir, bütünleşmiş bir
toplumdur. Bu toplumlar savaş etrafında yapılanır; ancak endüstri toplumuna
geçişle birlikte savaş işlevini kaybeder. Endüstri toplumu ise, yapısal açıdan
farklılaşmış ve karmaşıklaşmış, bireyselleşmiş, merkezsizleşmiş bir toplumdur.
Bu toplumda toplumsal uyumu ve düzeni sağlayacak olan şey, bireylerin gönüllü
olarak girdikleri ilişkiler, işbirliği ve güçlü ahlaktır (Slattery, 1991:283;
Keat ve Urry, 1994:96).
Doğal seleksiyon fikrini benimseyen Spencer’e göre doğada
olduğu gibi toplumda da güçlü olanlar hayatta kalmalı, zayıf olanlar
elenmelidir. Bu çerçevede Spencer’e göre devletin eğitim ve sağlık hizmetlerini
ücretsiz olarak sunması ya da parasız devlet kütüphaneleri kurması gibi
etkinlikleri, toplumun en zayıf olan üyelerinin yapay bir şekilde korunmasıdır.
Bu da, yapay olarak korunmadıkları takdirde elenecek olan bu üyelerin hayatta
kalarak toplumun ahlaki ve entelektüel standartlarını düşürmesi anlamına gelir
(Slattery, 1991:284). Spencer’a göre toplumda hayatta kalmak için yeterince
güçlü olmayanlara devlet desteğiyle bakılması bu grupların nüfusunu artırarak
gelecek kuşakların mükemmelliğe ulaşmasını engelleyecektir. Bu nedenle nasıl
doğa zayıf olanlardan kurtulmaya çalışıyorsa, toplum da zayıfları elemeli, onlardan
kurtulmalıdır. Zaten Spencer’a göre “eğer bu kişiler yaşamlarını sürdürebilecek
kadar yeterli değillerse öleceklerdir ve en iyi de ölmeleri olacaktır”
(Spencer, 1864:415’ten aktaran Hergenhahn, 2005:272).
Spencer, uygarlık ilerledikçe çatışmanın giderek sahneden
çekileceğini ve insanlar arasında özgür bir yaşama ve doğal seleksiyon sonucu
seçilmiş olanların gönüllü işbirliğine dayanan sanayi toplumunu yaratacağını
düşünmektedir. Bu sonuca ulaşabilmek için yasa koyucuların olabildiğince az
kanun yapmalarını, ekonomi ve düşünsel alana müdahale etmemeleri ve kendi doğal
akışına bırakmaları gerektiğini belirtir. Böylece toplumların doğal akışına
bırakılarak doğal gelişme yasaları çerçevesinde ilerlemelerinin önünde engel
olunmamalıdır. Toplumların gelişimine bakıldığında hukuk alanında statüden
sözleşmeye doğru bir gidişat tespitinde bulunur[3]. Hukukun
toplum hayatının zorunlu kıldığı kurallar olduğunu kabul eder.
Doğal evrim sürecinde olduğu gibi toplumsal evrim
sürecinde de çevresine uyum sağlayamayanların eleneceği düşüncesi şeklinde
özetlenebilecek olan bu düşünce genel olarak Sosyal Darwinizm olarak
adlandırılmış, Spencer Sosyal Darwinizm teorisinin kurucusu kabul edilmiştir
(Swingewood, 1998:79). Spencer’ın doğal ayıklanma konusundaki görüşleri ve Sosyal Darwinizm teorisi ırkçı görüş
ve politikalar tarafından benimsenmiş, çeşitli ırk ve/veya ulusların
diğerlerinden daha üstün olduğu görüşünü veya yoksul, hasta, suçlu ya da özürlü
olanları dışlamaya yönelik politikaları desteklemek için kullanılmış, ancak
ırksal ayrımcılık etrafında örgütlenen toplumların tarihsel olarak çökmesiyle
birlikte Sosyal Darwinizm teorisi de gücünü kaybetmiştir (Slattery, 1991:284).
KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR: SAINT SIMON, COMTE,
DURKHEİM, WEBER, MARX
CLAUDE HENRI SAINT-SIMON (1760-1825)
Aristokrat bir ailenin çocuğu
olarak doğmuştur. Fransız devrimi sırasında düşünceleri sayesinde giyotinden
kurtulmuş, sahip olduğu unvanlardan vazgeçtiği halde devrimden sonra Fransa’da
dokuz ay hapsedilmiştir. 1804’te sağlığı bozulana dek refah içinde olsa da,
geri kalan yaşamını neredeyse yoksulluk içinde geçirmiştir. Saint Simon, yapıcı
bir reforma gidilerek bilime ve endüstriye dayanan bir toplum inşa edilmesi
gerektiğini savunmuştur.Saint Simon, endüstrileşme ile birlikte toplumda hızlı
bir değişimin yaşandığını fark eden, bu noktaya dikkat çeken ve “endüstri
(sanayi) toplumu” kavramını ilk kez kullanan düşünürdür.
Saint Simon, devrim sonrası
Fransız toplumunda yapıcı bir reforma gidilmesi gerektiğini, bu reformla
birlikte dine ve askeri düzene değil, bilime ve endüstriye dayanan bir toplum
inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur (Wernick, 2006:529). Bilimsel yöntemi ve
bu yöntemin felsefeyi de içine alacak şekilde genişlemesini ifade etmek için Pozitivizm terimini ilk kez kullanan da
Saint Simon’dur (Abbagnano, 1967:414).
Endüstri Toplumu, Endüstri
Toplumunda Toplumsal Yapı ve Devlet Örgütlenmesi
Saint Simon’a göre toplumlar,
her biri farklı bilgi biçimlerine dayanan üç aşama olan teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçerler. Bu aşamalara
bağlı olarak Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan tek tanrılığa ve
feodalizme, daha sonra da endüstri toplumuna doğru bir değişim geçirmiştir.
Saint Simon’dan önce de çeşitli düşünürler toplumun belirli aşamalardan geçerek
geliştiğini belirtmiştir, Simon’un özgün yönü, bu gelişmenin ekonomik yönünü vurgulaması ve her aşamaya özgü bir ekonomik yapının
olduğunu belirtmesidir. Bu aşamalardan birincisi
köleliğe, ikincisi feodalizme, üçüncüsü ise endüstriyel üretime
dayanmaktadır (Strachan, 1999). Saint Simon’un toplumun gerçek güçlerinin
üretime ve endüstriye dayalı olduğu yönündeki düşüncesi, tarihsel materyalizm
teorisinin öncüsü olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Pozitif aşamanın
endüstriyel toplumun ortaya çıkışı ile başladığını düşünen Saint Simon’a göre
endüstri toplumu aşamasında toplum, bilimsel gelişmeler sayesinde doğanın
kontrol altına alındığı, endüstriyel üretime dâhil olan herkesi birden içeren
tek bir sınıfa ve herkesin zenginlikten üretime katıldığı ölçüde pay alacağı
refah üreten bir yapıya sahiptir.
Saint Simon, endüstri toplumunun
emeği yücelten bir toplum olduğunu savunur. O’na göre toplumda iki temel sınıf
vardır, bunlardan biri hangi iş kolunda olursa ve ne şekilde çalışırsa
çalışsın, çalışan ve üretime katkıda bulunanlardan oluşan endüstri sınıfıdır.
Bu sınıf üretime katılarak topluma fayda sağlayan değerli üyelerden
oluşmaktadır. Saint Simon’a göre bu sınıf fabrika sahiplerini, yatırımcıları,
bankerleri ve işçileri, yani endüstriyel alanda faaliyet gösteren herkesi kapsar.
Bu yeni toplumda, herkes kendi yeteneği ve becerisi ölçüsünde kazanacak ve
saygınlığın kaynağı emek ve çalışma olacaktır. Diğer sınıf ise, üretime katkıda
bulunmayanlardan meydana gelmektedir ve Saint Simon çalışanları “bal arıları”
olarak, çalışmayan sınıfı ise “eşek arıları” ya da “aylaklar” olarak
adlandırmaktadır (Meriç, 2009:61).
Endüstri toplumunda toplumsal
tabakalaşma liyakat esasına dayanacak, güç ve refah liyakate göre
bölüştürülecek, üretime katkıda bulunan herkes katkıda bulunduğu ölçüde güce
sahip olacaktır. Özgür üretimin bu ilkeleri ahlaki dayanışmayı da beraberinde
getirecek ve endüstri toplumu işçi ve işveren arasında bir iş birliği
yaratacaktır. Endüstri toplumunda gelişecek olan bu dayanışma ve iş birliği
sayesinde zora dayalı yönetimlere son verilecek ve modern toplumu bir arada
tutacak değerler üretilmiş olacaktır. Bu açıdan Saint Simon’a göre endüstri
toplumunun iki amacı vardır, bunlar üyeleri arasında (a) ortaklık ilişkileri ve
(b) barışçı ilişkiler kurmak.
Savaşa dayanan, servetin çok
küçük bir azınlığın elinde toplandığı Feodal toplumsal düzen, sınıflar arasında
baskıya dayanan ilişkiler kurulmasını gerektirmiştir; ancak endüstri toplumu
doğmuştur. Endüstri toplumunda baskının yeri yoktur, herkes emeği ile üretime
katılacak, herkes ahlaki olarak birbirine karşı sorumlu olacak, kimse kendini
kolektiviteden ayrı düşünmeyecek, bir çalışanlar ordusu içinde yer aldığını
bilecek ve çalışanlar kendi aralarında dayanışma ilişkileri kuracaklardır
(Meriç, 2009:143-4). Bu noktada Saint Simon, bu sınıf ahlakının sınıf bilincini
doğurması gerektiğini düşünmüş, çalışanların aynı sınıfta yer aldıklarını fark
etmeleri ve sınıflarına dair görevlerine bağlılık göstermeleri gerektiğini
vurgulamaktadır (Meriç, 2009:145).
Saint Simon, toplumu bir arada
tutacak değerleri önemsemiş ve insanların toplum halinde yaşamalarının bir
zorunluluk olduğunu vurgulamıştır. Toplumu organik bir bütün olarak tanımlamaktadır. Bu organik
bütünün sağlığı, üretimle ve üretken sınıflarla ilişkilidir ve sağlıklı bir toplum, çeşitli parçaların
bütünle işlevsel bir uyum içinde olduğu bir toplumdur. Saint Simon’a göre
parçaların bütünle işlevsel bir uyum içinde olabilmesi için toplumun
endüstrinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi, bu amaçla bir reform
gerçekleştirilmesi ve devlet anlayışının da bu doğrultuda değişmesi gerekiyordu
(Swingewood, 1998:56
Saint Simon toplumun yeniden
örgütlenmesinin eşitlik ya da temsili bir yönetime dayalı olması gerektiğini
savunmuyordu. Yeni toplumsal yapıda da yönetenler ve yönetilenler arasında
hiyerarşik bir bölünmenin olacağını ileri sürüyordu. Ancak bu yeni toplumun
değerleri bilimle ve endüstriyle uyumlu olacak, yeni toplum tahmin
edilebilirlik, faydacılık ve akılcılık temeline dayanacaktı (Pickering
1993:69).
Saint Simon, endüstri toplumlarında
yönetimin devlet kurumlarında değil, sivil toplum kurumlarında olması
gerektiğini savunuyordu. Karar alma gücü devlete değil, bilim ve teknolojiyi
üreten ve kullanan kurumlara verilmeliydi. Devletin görevi üretim araçlarının
en verimli şekilde çalışanlara dağıtılmasını sağlamak ve bunun denetimini
yürütmek olmalıydı. Başka bir deyişle Endüstri toplumunda devlet otoritesi
tahakküm kurmak için kullanılmayacaktı. Bu toplum, bilim insanlarıyla
sanayicilerin yönetici sınıfı oluşturduğu hiyerarşik, yukarıdan yönetilen,
bununla birlikte yönetici elitin toplum üzerinde tahakküm kurmadığı, toplumu,
üreten herkesin üretimden ürettiği ölçüde pay almasının sağlanacağı işbirliğine
dayalı bir anlayışla yönettiği bir toplumdur (Swingewood, 1998:56-58).
Saint Simon’a göre bu elit
yönetim sayesinde toplumu sömüren aylaklar ortadan kalkacak ve bunun sonucunda
insanların mutlu olma olasılığı yeniden ortaya çıkacaktır. Özetle Saint Simon,
özel mülkiyetin çoğunluğun faydasına olacak şekilde yeniden bölüştürülmesini istemiş
ve yoksulların göz önüne alınarak toplumun yeniden düzenlenmesi gerektiğini
vurgulamıştır. Bunu sağlayacak olan yeni yönetici elitin görevini kötüye
kullanmasının önündeki engel ise “yeni din”dir.
Bilim ve endüstri ile birlikle
laikliğin hakim olduğu endüstri toplumunda gelenekler azalmış, toplumu önceki
çağlarda bir arada tutan din, endüstri toplumunun laik yapısı altında
zayıflamıştı. Saint Simon’a göre geleneksel
otorite biçimleri artık meşru kabul edilmediği için endüstri toplumunda ahlaki
bir boşluk ve buna bağlı olarak toplumsal bir kriz meydana gelmişti. Saint
Simon, bu krizi çözmek ve ahlaki boşluğu doldurmak için yeni, dünyevi, laik bir
din önermiştir. Bu yeni din yeni toplumun
ahlaki temelini oluşturacak ve toplumsal birliği sağlayacaktır. Saint
Simon, başında dünyanın önde gelen sanatçı ve bilim insanlarının olduğu, hem
ulusal hem de uluslar arası düzeyde geçerli olacak olan ve kardeşlik ile
evrensel sevgiye dayalı, her türlü hurafeden arınmış bir etik olan bu yeni dini
Newton’a adıyor ve Yeni Hıristiyanlık olarak da adlandırılan “Newton
Dini”ni öneriyordu (Pickering, 1993:68). Özetle Burada dikkat edilmesi
gereken nokta, Saint Simon’un dini, aydınlanmış olan insanların cahil insanları
yönetmelerini sağlayan bir dizi genel bilim uygulaması şeklinde düşünmesi, yani
yeni dini toplumsal düzeni sağlayacak ve kitlelerin bu yeni düzene uymasını
sağlayacak siyasal bir araç olarak görmesidir.
Bilimsel gelişmeler toplumsal
koşulların da iyileşmesini sağladığı için, toplumsal yeniden örgütlenme de bilim
tarafından inşa edilmeliydi. Bu da bilimsel düşünceye dayanan, pozitif bir
toplum bilimi kurmak anlamına gelmektedir. Sosyal fiziğin toplumların yeniden
düzenlenmesinde en önemli rehber olduğunu düşünen Saint Simon’a göre bu bilimin
amacı, üretenlerden oluşan ve en kalabalık olduğu halde aynı zamanda en yoksul
olan sınıfın emeğinin karşılığını tam olarak almasını ve kendi kendini
yönetmesini sağlamaktır (Meriç, 2009:25). Nasıl fizik bilimi doğa olaylarını
tahmin etmeyi ve kontrol altına almayı mümkün kılıyorsa, toplumsal gerçekliği
inceleyen sosyal fizik de sosyal olayları tahmin etmeyi ve kontrol altına
almayı mümkün kılacaktır.
AUGUSTE COMTE (1798-1857)
Comte, pozitivizmin sosyolojik
versiyonunu geliştiren ve sosyoloji terimini ilk kez kullanan düşünürdür.
Yaşarken sosyolojiye olan katkıları anlaşılmamış olsa da Comte, sosyolojinin
bilim olarak ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Comte sosyoloji tarihindeki
yerini (i) endüstri toplumunun kökeni ve gelişmesini açıklama çabalarına, (ii)
zenginliği ve bireyciliği geliştirmede işbölümünün etkilerini analiz etmesine
ve en önemlisi de (iii) toplumsal olguların incelenmesinde metafiziği
reddederek pozitivist yöntemi savunmasına borçludur (Swingewood, 1998:60).
Sosyolojik Pozitivizm, Üç Hal
Yasası
Pozitivizmin kökleri İngiliz
filozof Bacon’a ve Locke, Berkeley ve Hume gibi ampiristlere dayanır.
Pozitivizm ve pozitif felsefe terimlerini dünyaya bilimsel şekilde yaklaşmayı
ifade etmek için ilk kez Saint Simon kullansa da sistematikleştiren Comte
olmuştur. Pozitivizm, insan bilgisine
ulaşmanın tek geçerli yolunun ampirik bilim olduğu ve gözlenebilir olgular ve
bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin bilgisine sahip
olamayacağımız şeklindeki felsefi görüştür.
Comte’un felsefesi, bilimsel
analiz aracılığıyla toplumsal düzeni yeniden inşa etmeye çalışan muhafazakar
bir felsefedir. Bu açıdan Comte’a göre sosyolojinin görevi toplumsal
sorunları bilimsel yollarla önceden tahmin etmek, böylece bu sorunlardan
kaçınılmasını mümkün kılmak ve bu yolla toplumun yeniden örgütlenmesini
sağlamak ve düzeni sağlamlaştırmaya çalışmaktır. Böylece bilim, toplumda
politika tarafından çözülemeyen sorunları çözecek, bilimin çözemeyeceği
sorunlar olursa da en azından doğa yasaları gereği bu sorunun çözülemeyeceğini
kanıtlamış olacak; böylece insanların bu sorun karşısında duydukları
huzursuzluk azalacaktır (Pickering, 1993:340).
Comte’un kurmak istediği
toplumsal bilimin konusu, insan türünün tarihidir. Comte’a göre toplumlar ancak
üyeleri aynı inançlara ve düşünce
biçimine sahip oldukları sürece var olurlar ve toplumların içinde bulundukları aşamaları belirleyen şey, insan
düşüncesinin biçimidir. Comte’un insan düşüncesinin, bilimlerin ve
toplumların teolojik ve metafizik aşamalardan geçerek son olarak pozitif
aşamaya ulaşacakları şeklindeki düşüncesi Üç Hal Yasası olarak adlandırılır. Comte’un Üç Hal Yasası’nın
aşamalarını kısaca inceleyelim:
(1)
Teolojik Aşama: Teolojik aşamada insan bütün olguların
doğaüstü güçlerin bir sonucu olduğunu düşünür, bütün olguların kökenlerini ve
nihai nedenlerini arar, bu aşamada duygular ve hayal gücü baskındır. Teolojik
aşama dünyanın 1300 yılına kadar olan dönemine hakimdir (Ritzer, 2008:15).
Teolojik aşamada insanlar
her şeyin nedeninin Tanrı olduğunu, toplumsal ve fiziksel dünyanın Tanrı
tarafından üretilmiş olduğunu düşünürler ve varoluşu kendi akıllarına dayanarak
açıklamak yerine, kilisenin doktrinlerini kabul ederler. İnsanların toplumdaki
yeri tanrısal güçler ve kilise tarafından belirlenir, toplumda kilisenin kabul
ettiği ‘gerçek’lere inanılır ve toplumsal yaşamı düzenlemek için kilise
tarafından koyulan kurallara uyulur.
Teolojik aşama fetişizm,
çoktanrıcılık ve tektanrıcılık şeklinde üç döneme bölünmüştür. Fetişizm,
doğanın insan duyguları ekseninde tanımlanmasıdır. Çoktanrıcılık birden çok
tanrının ve tinin olduğu dönem, tektanrıcılık ise tek bir tanrının varlığının
söz konusu olduğu, insan aklının adım adım uyanmaya başladığı dönemdir
(Swingewood, 1998:63). Comte’a göre toplumsal evrimin her aşaması, kendinden
önceki aşamadan çıkmaktadır, örneğin teolojik aşamanın son dönemi olan
tektanrıcılık, insan düşüncesine soyut kavramların egemen olduğu metafizik
aşamanın yolunu açmaktadır.
(2)
Metafizik aşama: Metafizik aşama, 1300-1800 yılları
arasına hakim olan metafizik aşamada neden ya da öz gibi soyut düşünceler,
ideal biçimler hakimdir (Ritzer, 2008:15). Olguların nedeninin
kişiselleştirilmiş tanrılar değil, doğa gibi soyut güçler olduğuna inanılır.
İnsanların saygı duyulması gereken temel hakları olduğu ve en önemli değerin bu
haklar olduğu düşüncesinin yaygın olduğu bu aşamada özgür irade
vurgulanmaktadır (Wernick, 2005:130). Bu aşamada da açıklamaların ana kaynağı
soyut güçler olmakla birlikte açıklamalar Teolojik dönemdekilerden daha tutarlı
ve sistematiktir.
(3)
Pozitif Aşama: 1800’den itibaren dünyanın girdiği
Pozitif (ya da bilimsel) aşamada ise insan düşüncesi kesin doğruyu ve mutlak
nedenleri aramaktan vazgeçer, düşünce özleri terk edilir. Bunun yerine artık
akıl ve gözlemin bir bileşimi sayesinde olguların birbirlerini takip etmelerine
ve birbirlerine benzemelerine neden olan değişmez ilişkilerini, yani olguların
kanunlarını keşfetmeye çalışır (Ritzer, 2008:18). Başka bir deyişle pozitif
aşama bilimsel aşama olduğu için bu aşamada pozitivist ve bilimsel bakış açısı
ve bilimsel yöntem hakimdir; bu aşamada artık doğru olan değil, gerçek olan
aranır; düşünceler ve açıklamalar spekülasyonlara değil, bilime ve ampirik
deneyimlere dayanır. Teolojik sistem çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru,
metafizik sistem de çeşitli ve çok sayıda kuvvetten tek bir kuvvete, doğaya
doğru ilerler ve bu noktalara ulaştıklarında en yetkin biçimlerini alırlar.
Pozitif sistem ise en yetkin biçimini, bütün olay ve olguları tek ve genel bir
olaya bağladığı zaman alacaktır (Kösemihal, 1982:152-3).
Comte’un toplumsal düzen
teorisinde sürekli vurgulanan uyum, denge ve toplumsal patoloji kavramları
biyolojiden alınarak uyarlanmış kavramlardır. Biyolojik organizmalar gibi
toplum da kendini oluşturan parçalara indirgenemeyecek karmaşık bir birimdir.
Başka bir deyişle toplum, kendini oluşturan parçalara indirgenemez. Bu
nedenle parçalara ait bilgi edinebilmek için bütünü incelemek gerekir, bunun
tersi olamaz (Swingewood, 1998:64).
Toplumsal Statik, Toplumsal
Dinamik
Statik ve dinamik, Comte’un
sosyolojisindeki en temel kavramlardır. Nasıl biyolojik organizmaların
evrimlerinin ve gelişmelerinin kesin şekilde tanımlanmış kanunları varsa,
toplumsal sistemlerin de evrimlerinde ve gelişmelerinde benzer kanunlar vardır
ve sosyoloji, toplumsal örgütlenmenin hem statik hem de dinamik yönünü analiz
ederek toplumsal evrimdeki bu desenleri ortaya koymalıdır.
Bütün canlı varlıklar gibi
toplum da statik ve dinamik ilişkilerle var olur. Statik, parçalarla bütün
arasında normal durumda mevcut olan dengedir. Toplumsal statik de toplumsal
düzenin, toplumsal sistemin farklı parçalarının hareket ve tepkilerinin
yasalarını araştırır. Başka bir deyişle toplumsal statik, toplumsal uzlaşmanın
incelenmesidir. Toplumun bir organizmaya benzetildiğini düşünürsek, nasıl bir
organın çalışması o organ canlı varlığın bütünü içine konulmadan incelenemezse,
siyaset ya da devlet de belirli bir zaman dilimindeki toplumun içine konulmadan
incelenemez. Bu açıdan toplumsal statik, işbölümü, aile, din gibi toplumsal
sistem açısından işlevsel olan toplumsal olgular arasındaki karşılıklı bağların
netleştirilmesi ile ilgilidir. Hem toplumun belirli bir andaki yapısının, hem
de toplumsal uzlaşmayı belirleyen ögelerin çözümlenmesini içeren toplumsal
statik, sonuçta bütün insan topluluklarının temel düzenlerinin incelenmesidir
(Swingewood, 1998: 65; Aron, 2000:85).
Toplumsal dinamik, toplumsal
statiğe bağlıdır, statik insan toplumlarının temel düzenini ortaya çıkarırken
dinamik de bu düzenin son aşama olan pozitif aşamaya ulaşana dek geçirdikleri
değişimi gösterir. Comte sosyolojinin bu yönünü tarihsel yöntem olarak adlandırır
(Aron, 2000:85).
Comte, endüstriyel işçi sınıfını
yeni bir toplumsal olgu olarak kabul eder. Endüstri sayesinde işler en yüksek
verimi sağlayacak şekilde örgütlenmiş, bu şekilde yapılan üretim sonucunda
fabrikalarda çalışıp kenar mahallelerde yaşayan yeni bir işçi sınıfı doğmuştur.
Ancak Comte’a göre üretim herkesin yararınadır; çünkü endüstri toplumunun
yasası zenginliğin artmasıdır. Üretimin herkesin yararına olduğunu düşündüğü
için Comte endüstriyel işçi sınıfı ile işverenler arasında bir çıkar çatışması
olduğunu düşünmez. Comte, özel mülkiyet ve kamu mülkiyeti arasındaki çelişkiyle
ilgilenmez, her toplumsal düzende gücün, toplumsal ve ekonomik otoriteye sahip
olan zenginlerin elinde olması Comte’a göre zorunlu ve kaçınılmazdır. Comte’a
göre asıl mesele, kişisel mülkiyetin keyfi niteliğinden arındırılması dır. Özel
mülkiyete sahip olanların toplumu keyfi olarak değil, evrensel ilkelere
dayanan, işçilerin itaatini sağlayabilecek şekilde yönetmesi gerekmektedir.
Başka bir deyişle Comte üretim araçlarının kamulaştırılmasına eğilimli
değildir, özel mülkiyeti korumak ve elit bir grup tarafından kullanılan bir
toplumsal işlev haline getirmek ister (Swingewood, 1998:70).
Comte’a göre hak üzerinde
tartışılmayacak nitelikte mutlak olarak bir kimsenin, bir varlığın iradesine
tanınmış bir imtiyaz, bir üstünlük, bir dileğini yapma yetkisidir. Hak bilimsel
olarak temellendirilemez. Bu nedenle yüksek bir otoritenin, ilahi otoritenin ürünüdür.
Hak kavramı topluma karşıdır, çünkü bireyin haklarını destekler. Birey
haklarının peşinden koşarsa, topluma karşı ödevlerini yerine getirmeyecektir.
Bu nedenle Comte, hak kavramını silmek ister; çünkü bu kavram hem anarşik, hem
de ahlak dışıdır. İnsan ancak ödevleri ile toplumsallaşabilir. Kimsenin kendi
vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur. Meclislerin, parlementonun hiçbir işe
yaramadığını düşünen Comte’a göre kanunlar burada bulunanların cahilce
tasarruflarıdır. Hukuk alanında da pozitif düşünce egemen olmalıdır. Bireyin
toplumsal yaşamı incelenirse doğuştan doğal hakları yoktur. Birey topluma
borçludur ve borcunu başkalarına hizmet etmek suretiyle ödemelidir[4].
Comte doğal hukuka karşıdır,
çünkü pozitif felsefe pozitif ahlakla her şey rayına oturabilir. İnsan, bilimin
getirdiği verilerle davranışlarını düzenleyecek; toplumsal görevlerini yeri
getirecek, devlet birlik ve beraberliği sağlayacaktır.
EMILE DURKHEİM (1858-1917)
Sosyolojinin asıl kurucusu
olarak kabul edilen E. Durkheim, Fransa’da Epinal Alsace-Lorraine’da 1858’de
doğdu. 1882’de Ecole Normale Supéieure adlı ünlü okulu bitirdi. Akademik
kariyerine başladıktan sonra 1884’de Fransa’da Bordeaux Üniversitesinde sosyal
bilimci unvanı ile atanan ilk kişi olarak ders vermeye başladı. 1902’de
Sorbonne Üniversitesinde çalışmalarına devam etti ve aynı üniversitede Eğitim
ve Sosyal Bilim Profesörlüğüne atandı. En önemli eserleri arasında İşbölümü (1893),
Sosyolojik Yöntemin Kuralları (1895), İntihar (1897), Dini
Hayatın İlksel Biçimleri (1912) yer almaktadır.
Marx ve Weber, doğrudan
kapitalist toplumsal ve ekonomik ilişkiler ve kapitalist siyasal düzenin
meşruluğu problemi ile yakından ilgiliyken Durkheim, “kapitalizm” terimini
nadiren kullandı. Durkheim’ın cevabını aradığı temel soru şuydu: Dinin veya
ahlakın toplumsal bütünleşmeyi sağlama gücünün yokluğunda, modern toplumun
endüstrileşme ile birlikte gelen parçalayıcı ya da ayrıştırıcı yanı nasıl
dengelenebilir? Böyle bir dengeyi yaratacak toplumsal bağlar nasıl mümkün
olabilir ve sürdürebilir? Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği karmaşıklıkla
nasıl baş edilebilir? Bireycilik ve sınıf çatışmaları karşısında parçalanmaktan
uzak kalmak nasıl mümkün olabilir? (Hunt, 2002: 25)
Durkheim’a göre, toplumsal yaşam
doğal bir olgudur. Bu olgunun incelenmesi, sadece bilimsel araştırmayla mümkün
olabilir. Toplumsal yaşam, metafizikten ve ön kabullerden uzak durularak doğal
bilimlerin bilimsel metoduyla incelenmelidir. Bu incelemeyi yapabilecek bilim
dalı ise sosyolojidir. Durkheim, sosyolojiyi diğer sosyal bilimlerden ayırmak
üzere sosyolojinin kendine özgü bir inceleme nesnesi olduğunu belirtir ve üç
tür toplumsal olgu grubundan söz eder: 1) Nüfusun, bölgesel örgütlenmenin,
teknolojinin, binaların ve makinelerin hacmi ve yoğunluğu gibi morfolojik
yapıyla ilgili olgular, 2) Normatif düzeydeki inançları, kuralları ve
pratikleri de kapsayan aile, din, siyaset ve ekonomi gibi toplumsal kurumlar,
3) Ahlaki kavramları, dinsel dogmaları, siyasal ve hukuksal kuralları içeren
düşünce akımları ve kolektif temsiller (Swingewood, 1998: 107). Durkheim,
ayrıca “maddi bakımdan objektif olgular” ve “kolektif imajlar olarak olgular”
ayrımı yapar. Kolektif imajlar niteli¤indeki
toplumsal olgular, aynı zamanda ahlaki öğelerle yüklü olgulardır. Bu
nitelikteki olgular, bilimin konusu olmaya elverişli değildir. Bundan dolayı da
manevi nitelikteki ahlaki olguların dışsal göstergeleri, sosyolojinin inceleme
konusunu oluşturmalıdır. Durkheim, toplumsal olguları, psikolojik olgulardan da
ayırır. Toplumsal olguların, psikolojik öğelerden hareketle açıklanamayacağını,
sadece başka toplumsal olgularla açıklanabileceğini düşünür. Geniş çaplı ve
makro ölçekte toplumsal olgularla ilgilenir. Böylesi toplumsal olguların,
bireylerin tutum, davranış ve düşünceleri üzerinde etkili olduğu kanısındadır.
Esas olarak, toplumun bilimsel
incelenmesi çerçevesinde toplumsal dayanışma olgusu ile ilgilenen Durkheim için
hukuk, ikinci derecede bir ilgi konusudur. Hukuku, toplumsal örgütlenmenin ve
kolektif düşünüşün ilkelerini açığa çıkarmak amacıyla genel bir tarzda
incelemeye çalışır. Hukuku, toplumun ahlaki yapısından çıkarma ve onu toplumsal
ahlakın bir ifadesi olarak kavramlaştırma eğilimindedir. Örneğin, toplumsal
dayanışmayı, bir toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan ahlaki bir
fenomen olarak görür (Anleu, 2000: 13). Ahlaki fenomenlerin, doğrudan gözleme
ve incelemeye konu olamayacağını düşünen Durkheim, bu sorunu aşmak üzere ahlaki
olgunun yerine, onun dışsal bir göstergesi veya temsil edici bir simgesi olarak
hukuku inceleme konusu yapar. Hukuk, toplumsal dayanışmanın en istikrarlı,
düzenli, örgütlü ve belirgin formudur. Hukuk, toplumsal dayanışmanın esaslarını
objektif bir şekilde gösteren ve sembolize eden bir toplumsal olgudur (Lukes ve
Scull, 1974: 23). Durkheim’a göre, toplumla birlikte hukuk da değişir. Bu
süreçte hukuk, toplumsal dayanışmanın temel biçimlerini de yeniden üretip
temsil eder. Durkheim, farklı dayanışma tiplerine tekabül eden farklı hukuk
tiplerini sınıflandırarak hukuk üzerindeki incelemesini sürdürür (Jones, 1974:
28).
Durkheim, hukuk, din ve ahlak
arasında yakın bir ilişki olduğunu düşünür. Onun teorisinde kutsal âlem ve
dünyevi âlem ayrımı önemli bir yer tutar. Durkheim, normatif dünyada dinin
önemli bir işleve sahip olduğunu da belirtir. Din, sadece bütün kurumların
ortaklaşa sahip oldukları şeyi incelemenin yolu değildir; aynı zamanda, her
toplumun tarihinin çok eski dönemlerinden beri bütün kurumların serpilip
geliştiği bir kaynak durumundadır. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu
geleneksel toplumlardan organik dayanışmanın baskın olduğu modern toplumlara
geçiş sürecinde, giderek artan iş bölümü ve uzmanlaşma ile birlikte,
sekülerleşme veya dünyevileşme söz konusudur. Böylece, nispeten hareketsiz,
durağan, kutsal olanın başat olduğu bir yapıdan daha hareketli, dinamik ve
dünyevi olana doğru bir dönüşüm yaşanır (Poggi, 1990: 367-371). Durkheim,
eskiden ortak dinsel fikirler, bağlılıklar ve ritüeller tarafından yerine
getirilen işlevlerin, modern toplumlarda geniş ölçüde yeni toplumsal kurumlar
ve ilişkiler tarafından yerine getirildiğini ileri sürer. Yani, eskiden daha
çok kolektif bilincin oynadığı rolün giderek daha fazla iş bölümü tarafından
oynandığını söyler. Bütün bu değişimler, ahlakın doğasındaki büyük değişmeyi de
içerir ve bütün değişmeler, en iyi bir şekilde hukuk alanındaki değişmeleri
inceleme yoluyla anlaşılabilir (Lukes, 1985: 155).
Durkheim’in analizinde hukuk,
din ve ahlak üçlüsü bir arada bulunur. Daha az formel olandan daha çok formel
olana doğru bir sıralama yapıldığında; davranış kurallarının altılı bir setine
ulaşılabilir: Adabı muaşer-et kuralları, formüller, örf-âdetler, ahlak, din ve
hukuk olarak. Basit yapılı toplumlarda bunlar iç içedir. Daha gelişmiş
toplumlarda bunların farklı bileşimleri gözlenir (Vogt, 1997: 73). Normatif
yapı içinde dinin önemli bir yere ve fonksiyona sahip olduğunu kabul etmekle
beraber, primitif tipten modern tipe doğru evrimleşme sürecinde, dini
değerlerin ve normların bir ölçüde zayıflamasına karşın ahlak ve hukukun önem
kazandığını söyler.
.
Durkheim, çağdaş toplumda ahlakın
içselleşme gücünün giderek zayıflamasıyla yakından ilgilenir. Toplumsal
evrimleşme sürecinin erken aşamalarındaki toplumlarda ahlaki ve hukuksal
fenomen, dinsel bir çerçeveyle kaplıdır. Daha modern ya da gelişmiş toplumlarda
ise toplumsal ilişkiler, daha çok hukuksal kurallar tarafından temsil edilir.
Aslında hukuk, ahlak ve din üçlüsü, toplumsal dayanışmanın üç yüzüdür. Bunların
tümü, toplumsal hayattaki toplumsal kontrol, toplumsal düzenleme ve
bütünleşmenin formlarıdır. Bunlar, davranış kurallarının yaratıldığı ve
içselleştirildiği araçlardır. Bireylerin grup ya da toplum halinde birlikte
yaşaması, bunların sayesinde mümkün olur (Vogt, 1997: 71-72).
Durkheim için, toplumsal
evrimleşme sürecinde temel olgular, toplumsal farklılaşma ve bütünleşmedir.
Mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumdan organik dayanışmanın başat olduğu
modern topluma doğru giden süreçte bireyler, bir yandan daha otonom varlıklar
haline gelirken; diğer yandan giderek birbirlerine daha bağımlı olmaya
başlarlar. Bu sürecin kritik aşamasında bireyler arasında karşılıklı
bağımlılık, onların toplum ile daha sıkı ve yakın bir bağımlılık ilişkisine
girmelerine yol açar (Hunt, 2002: 25). Toplumsal evrimleşme sürecinde,
toplumsal iş bölümü daha karmaşık hale gelir, bireyler de artan iş bölümü ve
uzmanlaşmadan dolayı birbirlerinden daha fazla farklılaşmaya başlarlar ve
birbirlerine daha çok muhtaç hale gelirler (Vine, 1965: 144).
Durkheim’e göre işbölümü, “farklı ama bir bütün
içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi
sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır.” Tanımdan da anlaşılacağı gibi
işbölümü bir toplum içinde düzenlemeyi ve istikrarı sağlayan bir işleve
sahiptir. Ona göre, işbölümünün gerçek işlevi “iki ya da daha fazla insan
arasındaki bir dayanışma duygusu yaratmaktır” (Swingewood, 1998, s.140). Onun
için, toplumdaki işbölümü görevler
veya sorumluluklarda belli ölçüde uzmanlaşmayı gerektirdiği için maddî
nitelikte bir toplumsal olgudur (Ritzer, 1992). Durkheim, toplumsal evrimi
işbölümü olgusu temelinde açıklamaktadır. Toplumların evrimsel süreci içinde
işbölümüne bağlı olarak gelişen ideal tipte iki tür toplumsal yapıdan söz
etmektedir: Birincisi mekanik
dayanışmacı, ikincisi ise organik
dayanışmacı toplum tipidir. İşbölümünde meydana gelen değişimler
toplumsal yapıda oldukça kapsamlı değişikliklere ve sonuçlara neden olmaktadır.
Ortaya çıkan bu sonuçlar, aslında mekanik ve organik dayanışma arasındaki
farklılıkları ifade etmektedir.
Mekanik Dayanışmacı Toplum
Durkheim’a göre mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı,
işbölümünün oldukça sınırlı olduğu ve farklılaşmanın olmadığı daha çok sanayi
öncesi toplumlarda görülmektedir. İnsanlar, maddi toplumsal bir olgu olarak
işbölümünün gelişmediği geleneksel toplumlarda daha çok genel konumlarda yer
alır. Yani geleneksel bir toplumda kişinin elinden her işin gelmesi gerekir.
Örneğin, geleneksel toplumda annelik veya ev kadınlığı modern toplumla
karşılaştırıldığında çok daha az uzmanlaşmış bir işleve sahiptir. Cinsiyete
dayalı işbölümü çerçevesinde avcılık yapan erkek (baba) ile haneyi yöneten
kadının (anne) uzmanlaşmış işlevi (anne) modern toplumdaki kadar
farklılaşmamıştır ve pratik olarak bu toplumlar kendilerine yetebilmektedir
(Ritzer, 1992).
Mekanik dayanışmanın olduğu
toplumda bireyler, birbirlerinden çok farklılaşmamışlardır. Bu topluluğun
bireyleri aynı duyguları hissettikleri, aynı değerlere sahip oldukları ve aynı
kutsal inancı paylaştıkları için birbirlerine benzemektedirler. Bireyler
farklılaşmadığı için de bu tipteki toplumsal yapılar kendi içinde tutarlıdırlar
(Aron, 2006, s. 296). İnsanları birbirine bağlayan şey, tümünün benzer
etkinliklerde bulunması ve benzer sorumluluklara sahip olmalarıdır. Bundan
dolayı, mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda bireysel eylem, kendiliğinden
kolektif kimliğe bürünmektedir. Bu toplumlarda genellikle kolektif (ortak)
bilinç egemendir. Durkheim’e göre, kolektif
bilinç bir toplumda yaşayan bireylerin ortak inanç ve duygularına
tekabül eder. Bu kavram toplumun ahlâki bir temelde kavranmasını sağlamaktadır.
Mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda kolektif bilinç tüm toplumu ve bu toplum
içinde yer alan bütün üyeleri kapsamaktadır. Bu kolektif bilincin içeriği
önemli ölçüde dinsel karakterdedir ve dinsel fikirler bütün toplumu kuşatmıştır
(Ritzer, 1992; Swingewood, 1998, s.140-141; Aron, 2006, s.298). Toplumda oluşan
ortak bilinci tehdit eden bir davranış toplum, tarafından cezalandırılmaktadır.
Durkheim’e göre, mekanik
dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı
hukuk olarak tanımladığı yaptırımlar uygulanmaktadır. Bu toplumlarda
ortak değer sistemine karşı yapılan bir davranış, toplum üyeleri için oldukça
önemlidir. Çünkü mekanik dayanışmacı toplumlarda insanlar birbirlerine büyük
oranda benzemekte ve ortak bir ahlâka da aynı düzeyde sahip çıkmaktadırlar.
Toplumun ortak ahlâkına derinden bağlı olunan bu toplumlarda, bu ortak ahlâka
karşı yapılmış suça karşı da ortak duygular beslenmektedir. Diğer bir deyişle,
toplumun ortak/genel ahlâk sistemine karşı suç olduğu düşünülen davranış
şiddetle cezalandırılmaktadır. Örneğin, Tanrıya veya tanrılara karşı yapılan
bir saygısızlık ve suç kişinin dilinin kesilmesi ile cezalandırılır. Toplum
üyeleri ahlâk sistemine kuvvetle bağlı oldukları için, bu ahlâk sistemine karşı
işlenen suç da ağır cezayla cezalandırılmaktadır. Mekanik dayanışmaya dayalı
toplumlarda cezalandırıcı hukukun düzenlenmesi büyük oranda kitlelerin
elindedir (Ritzer, 1992).
Organik Dayanışmacı Toplum
Organik dayanışma Durkheim
tarafından farklılaşmaya dayalı, işbölümünün ve toplumsal farklılaşmanın yoğun
olduğu toplumlar için kullanılmıştır. Durkheim’e göre, organik dayanışma
kavramı farklı parçalar arasındaki ilişkilerin birleştiği, farklılaşmış ve
uzmanlaşmış işlevlerden oluşan bir sistemi ifade etmektedir. Birey kendisini
oluşturan parçalara bağlı olduğu için topluma bağlıdır. Organik dayanışma
modern toplumlarda görülmektedir. Bu toplumların sanayisi gelişmiştir ve nüfus
oranı da oldukça yüksektir. Mekanik dayanışmada görülen toplumsal benzerlik
aracılığıyla sağlanan dayanışmanın yerini, organik dayanışmada farklılaşmayla
sağlanan dayanışma almıştır. Bu toplumlarda bireyler artık benzer değildirler.
Bireyler farklılaştığı ve birbirlerine benzemediği için toplumda konsensus
oluşmaktadır (Swingewood, 1998, s. 141; Aron, 2006, s. 296).
Organik dayanışmanın temel
özelliğinin gelişmiş işbölümü olduğunu ifade etmiştik. Organik dayanışmanın
görüldüğü modern toplumlarda yaşayan bireyler, mekanik dayanışmanın belirgin
olduğu geleneksel toplumlardan farklı olarak; uzmanlaşmanın yoğun olduğu
yerleri işgal ederler. ‹işbölümüne bağlı olarak uzmanlaşmanın gelişmesi
bireylerin sınırlı görev ve sorumluluklara sahip olmasına neden olmaktadır.
Örneğin, organik dayanışmacı toplumlarda yani modern toplumlarda kadınların
anne ve ev kadını olarak yaptıkları işler toplumun diğer kurumları tarafından
üstlenilebilmektedir. Okul öncesi anaokulları, çocukların bakım ve eğitim
işlerini yerine getirmektedir. Bu toplumlarda ev hizmetleri ve emek tasarrufu
sağlayan çamaşır, bulaşık makinesi, mikro-dalga fırınlar, yemek servisleri gibi
araçlar gelişmiştir (Ritzer, 1992).
Organik dayanışmalı toplumlarda
birliği sağlayan insanlar, arasındaki farklılıklardır ve insanlar farklı görev
ve sorumluluklara sahiptir. Modern toplumda insanlar daha çok sınırlı sayıda
görevler yüklendiklerinden yaşamlarını devam ettirmek için toplumda diğer
insanlara muhtaçtırlar. Yani, insanlar modern dünyada yaşamlarını sürdürmek
için kendi yaptıklarının dışında başka türlü hizmetlere ihtiyaç duymaktadırlar.
Örneğin, geleneksel toplumda bir aile kendi kendine yetebilirken modern
toplumda aile varlığını sürdürmek için bakkala, fırıncıya, kasaba, öğretmene,
polis gibi birçok uzmanlaşmış hizmetlere muhtaçtır. Organik dayanışmacı
toplumlarda bütünlük, insanların uzmanlaşması ve diğer uzmanlık hizmetlerine
ihtiyaç duyulmasıyla sağlanır. Durkheim’e göre, uzmanlaşma sadece bireylerin
uzmanlaşması temelinde ele alınmaz. Aynı zamanda grupların, yapıların ve
kurumların uzmanlaşması da önemlidir. Organik dayanışmaya bağlı toplumlarda
farklılaşma, insanların işbirliği yapmalarını sağlamaktadır (Ritzer, 1992).
Mekanik dayanışmaya dayalı
toplumlarda güçlü olan kolektif (ortak)
bilinç, organik dayanışmalı toplumlarda daha az önemlidir. Bireyler
arasında yaşanan farklılaşma arttıkça kişiler kendi özel seçimlerine göre inanma,
isteme ve davranış geliştirme konusunda özgürleşmektedir. Durkheim’e göre,
birey kolektif bilincin kıskacından kurtulmuştur ve bireyselliğini ve
kişiliğini daha rahat ortaya koymaktadır (Swingewood, 1998). Modern toplumda
insanların daha çok birliktelik içinde olmalarının nedeni kolektif bilinç
değildir. Çünkü bu toplumlarda insanları bir arada tutan şey, ortak inanç ve
duygulardan çok, bireylerin birbirlerine olan ihtiyaçlarıdır. Diğer bir
değişle, işbölümü sonucu birbirlerine yükledikleri ve birbirlerinden
bekledikleri işlevsel ihtiyaçları onları daha çok bir arada tutmaktadır.
Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan hukuk onarıcı veya iade edici
hukuktur. Bu toplumlarda birey, ortak ve genel olarak kabul edilmiş
ahlâki değerlere karşı bir suç işleme durumunda şiddetle cezalandırılmaz.
Bireyden beklenen toplumun hukuk kurallarına uyması ve davranışları ile zarar
verdiği kişilere karşı işlediği suçun zararını karşılamasıdır. Yani verdiği
zararın tazmin edilmesi istenir. Ölüm cezası olmasına rağmen yaygın olarak
uygulanan hukuk iade edici hukuktur. Organik dayanışmalı toplumlarda mekanik
dayanışmalı toplumlarda görülen ortak ahlâki değerler sınırlı olduğu için,
işlenen suça duygusal bir tepki verilmesi beklenmez. İşlenen suça karşı iade
edici hukukun uygulanmasından toplumun güvenlik güçleri, mahkemeler toplumun
uzman birimleri sorumludur. Artan işbölümü ve uzmanlaşma, toplumun hukuk
sisteminin işleyişi ile tutarlılık içindedir (Ritzer, 1992).
Durkheim’in suç ve ceza
konusundaki teorisini değerlendirmede, kolektif bilinç (conscience commune)
anahtar bir kavramdır. Bu bağlamda dinsel suçluluk (religious criminality) ve
insani suçluluktan (human criminality) söz eder. Dinsel suçluluk, kolektif
şeylere karşı işlenen suçları ifade ederken; insani suçluluk, bireylere karşı
işlenen hilecilik, hırsızlık ve cinayet gibi suçlara göndermede bulunur.
Tarihsel süreçte, insani suçluluğun giderek dinsel suçluluğun yerini aldığını
düşünür. Ancak, Durkheim’in dinsel suçluluk ile insani suçluluk arasında
yaptığı ayrım oldukça sorunlu bir ayrımdır. Dinsel suçluluk, kamu otoritesine,
onun temsilcilerine, örf ve âdetlere, dine karşı işlenen suçluluğu ifade
ederken; insani suçluluk hırsızlık, şiddet ve hile gibi bireye zarar veren
suçları anlatır. İlkel toplumların ceza hukuku birinci tipi, ileri toplumların
ceza hukuku ise daha ziyade ikinci tipi içerir. Ancak, gerçek hayatta bu tür
kesin kategorileri gözlemek ve böylesi ayrımlar yapmak pek mümkün olamaz
(Anleu, 2000: 17). Aynı şekilde, Durkheim’in yaptırım tipine göre hukuksal
tipler arasında yaptığı ayrımı da pratikte sürdürmek zordur. Her şeyden önce,
ceza hukuku (bastırıcı hukuk) ile medeni hukuk (tazmin edici hukuk) arasında
yaptığı ayrım açık değildir. İnsan davranışlarından bazıları, hem ceza hukuku
hem de medeni hukuk kurallarına ve yaptırımlarına eşzamanlı olarak konu
olabilir. Özel hukuk veya medeni hukuk alanındaki kimi yasal düzenlemeler,
bastırıcı veya cezai hükümler ve yaptırımlar içerebilir. Benzer şekilde, ceza
hukuku alanında da medeni hukuk yaptırımlarına başvurabilir (Anleu, 2000: 15).
Durkheim, bir toplumdaki
normatif yapının toplumsal dayanışma ve bütünleşmeye getirdiği katkıyı
vurgulayarak hukuk sosyolojisine ciddi katkılarda bulunmuştur. Ancak, hukuk ile
diğer normatif yapı ögeleri olarak ahlak ve din arasındaki etkileşimlere ve
karşılıklı ilişkilere yeterince odaklandığı söylenemez. Hukukun, ahlaki bir
fenomen olan toplumsal dayanışmanın sembolü veya göstergesi olma niteliğini çok
fazla öne çıkarmıştır.
KARL MARX (1818-1883)
!!! “Karl
Marx” konusu için ek dosyada sunulacak olan –aşağıda ismi ve yazarı belirtilen-
makaleye bakınız:
Kasım Akbaş, “Hukuka Marksist Yaklaşım ya da Marksist
Hukuk Kuramı”
MAX WEBER
(1864-1920)
İnsan davranışını anlama çabasının,
özel metotları gerektirdiğini düşünen Weber’e göre geçerli sosyolojik
açıklamalar, anlam düzeyinde de yeterli olmalıdır. Ancak bu, sosyolojinin
toplumsal olgular arasındaki nedensel ilişkileri araştırmaktan vazgeçmesi anlamına
gelmez. İnsanlık durumu öyle bir şeydir ki hiçbir bilim dalı, anlam ya da
nedenselliği ihmal ederek nispeten yeterli bir açıklama yapamaz. Bundan dolayıdır
ki sosyoloji, insanların kendi davranışlarına atfettikleri öznel anlam ile bu
davranışların nesnel sebep ve sonuçlarını eşit bir şekilde kavramaya çalışan bir
bilim olmalıdır. Yani, bir bilim dalı olarak sosyoloji, açıklamalarını anlam ve
nedensellik düzeylerinde ortaya koymalıdır. Toplumsal dünya, esas olarak
özneler arası bir dünyadır. Ancak bu, insanlar arasındaki ilişkilerin hiçbir
zaman nesnel sonuçları olmayacağı anlamına gelmez (Zeitlin, 1991: 302-303).
Böylece Weber, nedensel analiz üzerindeki pozitivist vurgusuyla hermenötik
anlama kavramını sentezlemeye
çalışır.
Weber’in hukuk analizi, karşılaştırmalı
sosyolojiye, çok sebepli ve çoğulcu açıklamalara olan ilgisini yansıtır.
Weber’in hukuka yaklaşımının ağırlıklı olarak pozitivist nitelikte olduğu
söylenebilir (Anleu, 2000: 21). Weber, pozitif hukuk ile insan eliyle
yaratılmayan, ahlak kurallarını da içeren doğal hukuk arasında ayrım yaparak,
sosyolojinin sadece pozitif hukuk ile ilgilenmesi gerektiğini ifade eder. Ancak
bu, Weber’in yorumsayıcı bir anlama çabasından tamamen vazgeçtiği ve doğal
hukuku inceleme dışı bıraktığı anlamına gelmez. Eğer doğal hukuk ilkeleri,
özgül toplum koşullarında insan davranışına anlamlı birer rehber olarak hizmet
edebiliyorsa sosyolojik incelemenin konusu olmalıdır (Freund, 1968: 251).
Weber her zaman, hukuksal gelişme ile
ekonomi tarihi arasındaki karmaşık ilişki ile yakından ilgilendi. Bu yaklaşımıyla,
hem idealist hukuk teorisinden hem de ekonomik determinizm anlayışından farklı
bir yerde durur. Hukuksal formların ekonomik ve toplumsal faktörler tarafından
nasıl belirlendiğini ve onları nasıl şekillendirdiğini göstermeye çalışır
(Anle, 2000: 21). Weber’in teorisinde hukuk, ekonomi, bilim ve siyaset,
birbirleriyle karşılıklı ilişkileriyle ve bağımlı pozisyonlarıyla ele alınır.
Hiçbirinin, diğerine önceliği söz konusu değildir.
Modern dünyanın rasyonelleşme süreciyle
karakterize olduğunu ve bunun önemli bir gelişmeye işaret ettiğini düşünen
Weber, söz konusu süreçte, hukukun da bilim, eğitim, müzik, sanat, siyaset,
din, tıp ve spor gibi, rasyonel örgütler tarafından yaratılan ve uygulanan bir
niteliğe büründüğünü ileri sürer. Bu süreçte, formel yazılı hukuk kuralları,
yazılı olmayan geleneksel kuralların yerini alır. Weber’e göre, hukukun
rasyonelleşmesi, tarihsel süreçte belli aşamalardan geçilerek mümkün olmuştur.
İlkel toplumlardaki hukuk, ilahi bir görünümde olup büyücü, falcı ve dinî
kimlikli kimselerden ve onların karizmasından kaynaklanıyordu. Toplumsal hayat
üzerinde güçlü etkiye sahip karizmatik şahsiyetler, hukuku da ifade ediyordu.
Bu hukuk, keyfilik yanı ağır basın karizmatik bir nitelik taşıyordu. Yani,
hukuku yaratan otoriteler, kendi arzularına göre yorumlar geliştirip keyfi
düzenlemelere ve uygulamalara gidebiliyordu. Zamanla, bu hukuk yaratıcıları,
ortaya çıkan toplumsal tepkileri yumuşatmak, toplumdaki gelenekleri ve
görenekleri daha iyi bir şekilde kavrayabilmek için, kendilerine danışmanlar
buldular ve böylece hukukun rasyonalizasyonuna yönelik ilk adımı attılar. Bu,
doğrudan hukukla ilgili kimselerin ampirik yollarda hukuku bulması ve yaratması
anlamına geliyordu. Bir sonraki aşamada yöneticiler, ekonomik, toplumsal ve
etik dengeyi sağlamak bakımından rasyonelleşme doğrultusunda bir adım daha
atarak uzman kişileri ve grupları devreye soktular. Son aşamada hukuk, uzmanlar
aracılığıyla gerçekleştirilen ve belirli bir sistematiğe sahip kurallar
biçiminde görünüm kazandı. Bu aşamada, bir yandan hukuk kuralları sistemleştirilirken
diğer yandan yargı işlevi, hukuk mesleği esaslarına göre yerine getirilmeye başlandı.
Hukukun, giderek mantıki akılcılığa ve sistemleşmeye doğru bir gelişme süreci
yaşadığını ileri süren Weber, her toplumun söz konusu aşamaların hepsinden
geçtiğini ve aynı sırayı izlediğini söylemez; hukukun rasyonelleşme veya aklileşme
sürecinin, farklı yerlerde farkı nitelik ve ölçülerde yaşanabileceğini kabul
eder (San, 1971: 56; Öktem, 1994: 382).
Weber’in teorisinde insan eylemleri;
geleneksel eylemler, duygusal eylemler, değer yönelimli rasyonel eylemler ve
amaca yönelik rasyonel eylemler olarak sınıflandırılır. Geleneksel eylemler,
toplumdaki mevcut geleneklere göre basit bir tarzda, her zaman aynı şekilde
icra edilen davranışları ifade eder. Duygusal eylemler, esas olarak duygular
tarafından belirlenen eylemlere gönderme yapar. Değer yönelimli rasyonel
eylemler, din, etik veya estetik gibi değer sistemlerine yönelik ve bu değerler
temelinde şekillenen davranışları anlatırken; amaca yönelik rasyonel eylemler
ise pratik amaçlara yönelik olup rasyonel tercihler tarafından belirlenen davranışları
ifade eder (Anleu, 2000: 22).
Modern kapitalizm, amaçsal rasyonel
davranışın prototipini oluşturur. Modern kapitalizm, kâr elde etme ve belli
amaçlara ulaşmak için gerekli araçların rasyonel seçimine dayanır. Böylece
Weber, ekonomik hayattaki rasyonalite ile hukuksal düşüncedeki rasyonalite
arasında açık bir bağ kurar. Hukuksal düşünceye ilişkin kategoriler, açık bir şekilde
ekonomik davranış kategorilerine paralel şekilde tasarlanır. Hukuksal düşüncenin
mantıki-formel rasyonalitesi, ekonomik davranışın amaçsal rasyanolitesinin karşılığını
oluşturur (Anleu, 2000: 22). Kısaca, Weber’in teorisinde modern hukukun oluşumu
ve gelişimi ile kapitalizm arasında yakı n bir ilişki vardır.
Kapitalizm, yüksek ölçüde öngörülebilir
ve hesaplanabilir bir normatif düzen gerektirir. Tarihsel süreçte ortaya çıkan
hukuk tiplerinden sadece modern rasyonel hukuk veya formel rasyonaliteye sahip
hukuk, ihtiyaç duyulan öngörülebilirliği ve hesaplanabilirliği sağlayabilir.
Hukuk kurallarına ve kanunlara karşı gösterilen güçlü bağlılık, düzenli ve
öngörülebilir bir ortam sağlayarak kapitalizmin gelişmesini destekler. Serbest
piyasa şartlarında kâr güdüsüyle özel mülkiyet temelinde faaliyette bulunan
kapitalist girişimciler, başta mülkiyet hakkı, miras hakkı ve sözleşme özgürlüğü
olmak üzere birçok temel hak ve özgürlüğün genellik, süreklilik, nesnellik ve
belirlilik niteliklerine sahip hukuksal düzenlemelerle güvence altına alınmasına
ihtiyaç duyarlar. Yani, ekonomik ve ticari etkinliklerini öngörülebilir,
hesaplanabilir bir ortam içinde sürdürmek isterler. Böyle bir ihtiyaca yanıt
verecek kurum ise hiç kuşkusuz, formel, yazılı ve sistematik nitelikteki modern
hukuk olacaktır.
Weber, kapitalist üretim tarzının Batı
Avrupa’da ortaya çıkıp gelişmesiyle yakından ilgilenir ve Avrupa hukuk
sisteminin farklı bir karaktere sahip olduğunu belirtir. Bu hukuk sisteminde
hukuk, siyasal faaliyetin diğer yanlarından ayrılmıştır. Uzmanlaşmış profesyonel
hukukçular grubu vardır. Hukuk kuralları, bilinçli bir şekilde belirlenir. Yasa
koyma süreci, dinsel etkilerden ve diğer geleneksel değer kaynaklarından
nispeten bağımsız olarak işler. Somut kararlar, evrensel kuralların uygulanmasına
dayalı olup karar verme süreci, sürekli bir şekilde politik müdahaleye konu
olmaz (Trubek, 1991: 128-130). Tekrar belirtmek gerekirse, Weber’e göre formel-rasyonel
bir hukuk sistemi, rasyonel kapitalizm için en uygun sistemdir.
Rasyonel kapitalizm, idari altyapının
oluşturulmasında, bürokrasinin şekillendirilmesinde, ekonomik ve ticari sözleşmelerin
düzenlenmesinde öngörülebilir ve istikrarlı bir yapıyı zorunlu kılar (Graber,
1985: 97).
Weber, ekonomi ile hukuk arasında
olduğu gibi, siyasal ve hukuksal yapılar arasında da karşılıklı ilişkiler
bulunduğunu düşünür. Bu çerçevede, hukuksal düşünce tipleri ile egemenlik
tipleri arasında yakın bir bağlantı kurar. Hukuk yaratma sürecinin, karizmatik
egemenlik, geleneksel egemenlik ve yasal rasyonel egemenlik tipleriyle bağlantılı
olarak geliştiğini düşünür. Bu bağlamda, karizmatik hukuk, geleneksel hukuk ve
formel yasal rasyonel hukuk ayrımı yapar (Ritzer, 1988: 130). Karizmatik
hukukun oluşumunda olağanüstü kişisel niteliklere sahip bulundukları na
inanılan karizmatik şahsiyetler belirleyicidir. Geleneksel hukuk, geçmişten beri
süregelen örf ve âdetlere dayalıdır. Geleneksel toplum yapısında modern toplum
tipine geçiş sürecinde, bir hukuk kaynağı olarak örf-âdet veya geleneğin önemi
azalır ve bunun yerini parlamento ve modern bürokrasi almaya başlar. Weber, hukuku,
kültürel bir normlar sisteminden daha yapılaşmış bir formel kurallar sistemine
doğru evrimleşen bir olgu olarak görür. Bu süreçte modern rasyonel hukuk, önceden
çerçevesi çizilmiş karar alma prosedürlerine tam bir bağlılığa dayanır. Buna
uygun olarak yürürlüğe konan hukuk kuralları, meşru kabul edilir. Modern devletin
meşruiyeti de onun hukuksal egemenlik formunun mevcut prosedürler takip
edilerek inşa edilmiş olduğu inancı üzerinde temellendirilir (Turner, 1992:
192). Weber’e göre, modern bürokratik devlet yapısında rasyonel-yasal otorite, hukukun
tarafsız otoritesinin sayesinde kişisel otoritenin yerini alır. Yasama eliyle
kural koyma ve yargısal yolla karar üretme süreçleri birbirlerinden ayrılır (Munch,
1994: 193). Modern devlet, rasyonel bir bürokrasiye, rasyonel bir anayasaya, rasyonel
hukuk kurallarına ve yasalarına sahip bir devlettir. Hukuk, insan eliyle
bilinçli bir şekilde konmuş soyut kurallar bütünüdür. Kanunlar, herkesin bunlara
uyması beklenerek çıkarılır. Bürokratlar, kişiliklerinden bağımsız bir düzenin kurallarına
göre hareket eden kimselerdir. Yönetilenler, vatandaş statüsünde olup kanunlara
itaat eden şahıslar konumundadırlar (Mommsen, 1989: 48; San, 1971: 125).
Weber, ekonomik faktörlerin önemini
kabul etmekle beraber, modern kapitalizm ile modern hukuk sistemi arasında tek
yönlü neden-sonuç ilişkisi kurmaz. Weber’in teorisinde hukuk, ekonomi ve
politika, birbirleriyle ilişkilerinde hem bağımlı hem de bağımsız değişken
pozisyonu kazanabilir. Marx’ın ekonomik yapıya nispeten ağırlık veren yaklaşımına
karşın, politik şartların ve modern bürokratik devlet yapısının önemini
vurgulayan bir yaklaşım sergiler. Weber’in hukuk hakkındaki analizi, ağırlıklı
olarak Batı tecrübesine dayalı olmanın sınırlarını da taşır.
2.
TOPLUM VE HUKUK İLİŞKİSİNE YÖNELİK HUKUKÇU VE
SOSYOLOG YAKLAŞIMLARI
Tarihçi Hukuk Okulu
Bu romantik ve idealist
ekolun Hukuk alanındaki karşılığı Tarihçi Hukuk Okuludur. Tarihçi Hukuk Okulu
kodifikasyona, Fransız devrimine ve doğal hukuka karşıdır. Kodifikasyonun
Almanya’da tartışılma sebebi nedir? Başka deyişle neden kodifikasyon yapılıyor?
Kodifikasyon ulus
devletlerin kurulma süreciyle ilgili olduğu düşünülebilir. Yani dağınık olan
hukukları ulus devlet sınırları içinde tekli bir yapıya hukuk birliğine
kavuşturmasını sağlamak için yapılıyordu. Kodifikasyon, bu anlamda uluslaşmayı
sağlamada önemli bir araçtır.
İşte bu iklimde Tibao
Almanya’da da bir kodifikasyonun yapılması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü
Almanyada da bir hukuksal birlik sağlanmaktadır diyor.
Buna cevap von
Savigny’den gelir.(Puchta da tarihçi hukuk okulu ekolündendir.)
Savigny’e göre, bir
Alman medeni yasası yapılmamalıdır. Bunun iki nedeni vardır:
1. Savigny doğal hukuk
anlayışına şundan dolayı karşı çıkar. Her yerde ve her zaman, evrensel ve genel
geçer bir hukuk olamaz.
2. Hukuk, evrensel
olmadığı gibi akıldan da çıkmaz. Savigny’e göre, her toplum, her halk farklı
hukuka sahiptir ve toplumların hukukları akıldan değil farklı yaşamlardan
çıkar.
Böylece Almanlar için,
soyut ilkelerin doğal hakların kodifiye edilmesi gereksizdir.
Peki, hukuk nereden
kaynaklanır? Savigny’ e göre hukuk, toplmların yaşayışından gelir; akıldan,
tanrıdan veya başka bir metafizikten değil.
Savigny’e göre hukukun
özellikleri, oluşum nedenleri anonim, spontan ve bilinçdışıdır.
1.
Savigny
hukukun bu üç özelliğe sahip olduğunu dilden örnekler. Dil, anonim spontan ve
bilinçdışı olduğu gibi hukuk da;
- Yasakoyucuların
iradesinden oluşan ya da akıldan çıkan bir şey değildir. Hukuk o toplumun
içinden, rastlantısal ve tamamen bilinçlerden bağımsız bir biçimde ortaya
çıkar.
- Böylece hukuk o
halkın, yaşayışlarından, geleneklerinden çıkar. Halktan çıkan bu hukuk, örf ve
adet hukukudur. Toplumun yaşayışı, deneyimleri, geleneklerinden çıkan hukuk
Hukukun kaynağı örf ve adet hukukudur.
- Böylece hukuk ne yasa
koyucunun ne de aklın ürünüdür.
2. Nasıl bir dil o dili
bilmeyenlere bir anlam ifade etmezse, hukuk da başka bir halkın hukukunun
resepsiyonla iktibas edilmesi de bir şey ifade etmez. Yani bir halk kendi
tarihinden tarih bilincinden çıkmayan bir hukuka tabi tutulamaz. Bu anlamda
resepsiyon anlamsızdır.
Fransız devriminin
ardından Fransa’da doğal hak ve özgürlükler medeni yasalara yansımıştı. Benzeri
tartışmalar Almanya’da da yapılmıştı. Almanya da kimi düşünürler tıpkı Fransız
Medeni Kanunu’nda olduğu gibi ulusal ve medeni bir kanun yapılıp Almanya da bir
ulus devletin kurulması fikri düşünülmüştü.
Bu düşünceye karşı cevap
yine Alman düşüncesinden geldi: Tarihçi Hukuk Okulu. Savigny en önemli
temsilcisidir. Tarihçi Hukuk Okulu ile Fransız Devrmi’nin somutlaştırdığı doğal
hak ve ilkelere eleştiriler başlamıştır.
- İlk eleştiri bu hak ve özgürlüklerin
soyut olduğuna yöneliktir.
- İkinci eleştiri birinciye bağlı olarak
her yerde, her zaman geçerli olan ideal bir doğal hukuk olduğu varsayımı
yanlıştır. Doğal hukuk bu itibarla metafiziktir. Çünkü hukuk, tıpkı din gibi,
içinde bulunduğu toplumun yaşam biçimiyle ilgilidir. Nasıl ki, İngiltere’de
konuşulan dil Almanya için anlamsız ise, o halde başka bir ülkenin hukukunu
benimsemek tarih ve yerel yaşantı zeminine oturmaz.
- Doğal hukuka karşı olan Tarihçi Hukuk
Okulu aynı zamanda pozitif hukuk anlayışına da karşıdır. Yine dil örneğinden
gidersek, nasıl ki dil birilerinin buyruklarıyla değil kendiliğinden
gelişiyorsa, hukuk da toplumsal yaşayışta kendiliğinden rasyonel olmayan
biçimde olumsal olarak gerçekleşir.
Tarihçi Hukuk Okulu’na
göre,
Hukuk toplumun
yaşayışının, kültürünün bir sonucudur ve hukukun kaynağı toplumsal yaşayış yani
örf ve adetlerdir. Rasyonel kabuller, akıl değildir. Egemenin buyruğu değil,
metafizik bir bütün hiç değildir.
Görülüyor ki Tarihçi
Hukuk Okulu olgusal, yani elle tutulur, gözle görülür bir hukuka dair anlayışı
geliştirmiştir. Örf ve adetler bu olgusallığı karşılar.
Savigny’e göre
kodifikasyonlar ve yazılı hukuk gereksiz de olmaktadır demek hatalı olaraktır.
Savigny yazılı hukuka tamamen karşı değildir. Savigny’nin karşı olduğu örf adet
hukukunun yazılı hale getirilmesi değildir. Çünkü örf ve adet hukukunun yazıya
geçirilmesi kaçınılmazdır. Ancak bu iş Almanya için henüz erkendir. Çünkü
kodifikasyon, Almanya toplumu gibi dinamik ve henüz tamamlanmamış bir toplum
için kısıtlayıcı ve engelleyici bir rol oynayacaktır. Almanya’da toplum
dinamiktir ve bu dinamizmi kodlar engelleyebilir.
Yazılı hukukun oluşumu
üç evreden oluşur Savigny’e göre;
Öncelikle toplumun
dinamik yaşantı süreci vardır. Gelişen bir örf ve adet hukuku vardır. Örf ve
adet hukuku basit bir süreci gösterir.
İkinci evrede bir
hukukçu sınıfı ortaya çıkar: teknik hukuk evresi. Burada hukukçular zümresi,
bir hukuk yaratmaz; hukuk yine birinci Evredeki örf ve adetlerdir. Hukukçular
ise bu örf ve adetleri düzenler, sistemleştirir ve yorumlarlar; yeni bir içerik
katmaz. Teknik bir katkı vardır.
Üçüncü evre kodifikasyon
evresidir. Ancak burada yazılı hale getirilenler yine toplumun yaşayışında
gelen örf ve adetlerin yazıya geçirilmesidir.
Savigny’ye göre
kodifikasyon üç evreden önce ya da sonra yapılmamalıdır. Toplum içinde
canlılık, halk ruhu (volkgeist)
süreklidir ve kodifikasyon bu dinamizmi ruhu sabitler.
Eğer kodifikasyonlar geç yapılırsa, toplum
ve hukuk gerilemeye çöküntüye girdiği anda da yapılırsa kodifikasyon yararsız
hale gelir. Kodifikasyonda geç kalınırsa toplum ve hukuk toparlanamaz hale
gelir çünkü. Oysa vaktinde yapılan kodifikasyon bu çöküntü ihtimalini önleyip
toplumu toparlayabilir.
Not:
Savigny’nin doğan, canlanan ve çöken toplum anlayışı kimi hatırlatıyor?
Yani Savigny’ye göre
hukuk tamamen toplumun yaşantısından gelen örf ve adet hukukudur ve yazılı
hukuk bu örf ve adetlerin yazılı hale geçirilmesinden başka bir şey
olmamalıdır.
Savigny’e
eleştiri
Savigny muhafazakardır.
Yani örf ve adetlerin kodifikasyon ile muhafaza edilmesini savunur. Ancak
muhafaza edilecek örf ve adet hukukunda bir ayrıştırma yapmaksızın tüm örf ve
adetleri yasalaştırmak toplumda negatif sonuçlar yaratabilir. Kodifikasyonda
neyin, hangi örf ve adetlerin hangi değerleri taşıyan örf ve adetlerin muhafaza
edileceği belirlenmediğinde tek kriter, hangi değere sahip olursa olsun örf ve
adetleri muhafaza emek olduğunda, ortaya negatif sonuçlar çıkabilir. Örneğin,
töre cinayetlerinin yasalar ile muhafaza edilmesi.
Savigny şunu söylerken
ise haklıdır: Hukuk kodifiye edilen toplumun özelliklerini dikkate almalıdır.
Hukuk negatif kimi örflerin dışlanmasından rol oynayabilir, bunun dışında ise
toplumun özelliklerinin dikkate alınması her halükarda önemlidir.
Tarihçi Hukuk Okulu,
nasyonel sosyalizmin yani Alman Faşizmi’nde kullanılan bir husus olmuştur.
Çünkü führer (başbuğ) volkgeist’i en iyi bilen kişi sayılmış
ve onun buyrukları kayıtsız koşulsuz hukuk sayılmıştır.
Volkgeist kavramı, Tarihçi Hukuk Okulu’nun kaçınmaya çalıştığı
metafiziğe yaklaştığı mistik bir araç olmuştur. Bu metafizik de onların
tutarlılığını zedeler.
Tarihçi Hukuk Okulu ile de görülüyor ki, on
yedinci yüzyıl aydınlanmasından farklı bir aydınlanma söz konusudur. On yedinci
yüzyıl aydınlanmasında aklın ilkelerinin insana yön vermesi sonucunu doğuyordu.
On dokuzuncu yüzyıl aydınlanmasında ise, giderek gelişen bilimsel yöntemlerin,
deney ve gözlemlerden yola çıkılarak hareket edilmekteydi. Bir tür
pozitivizmdir bu.
Bu pozitivizm hukuksal
pozitivizm olarak hukuk alanında on sekizinci yüzyılın sonunda, on dokuzuncu
yüzyılın başında ortaya çıkar.
HUKUKİ REALİZM
!!! “Hukuki
Realizm” konusu için ek dosyada sunulacak olan –aşağıda ismi ve yazarı
belirtilen- makaleye bakınız:
Ertuğrul Uzun, “Amerikan Hukuki Realizmi”
DİKKAT !!!!! AŞAĞIDA KIRMIZI İLE BELİRTİLEN KONULAR PROF. DR. MEHMET TEVFİK ÖZCAN’IN HUKUK SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ KİTABINDAN TAKİP EDİLECEKTİR.
2.5. SOSYOLOJİ AÇISINDAN
HUKUK
2.6.HUKUKUN
SOSYOLOJİYE İLİŞKİN ÖLÇÜTLERİ VE TOPLUMSAL YAŞAMDAKİ ROLÜ
3. TOPLUMSAL DÜZEN VE İNSAN KİŞİLİĞİ
3.1. GİRİŞ
3.2. KÜLTÜR VE TOPLUMSAL
NORMLAR
3.2.1. NORMLARIN OLUŞUMUNA DAVRANIŞÇI AÇIKLAMA
3.2.2. UYMA DAVRANIŞI HAKKINDA PSİKANALİZ KAYNAKLI YAKLAŞIM
3.2.3. BİLİŞSEL VE AHLAKİ GELİŞME YAKLAŞIMI
3.3. BÜTÜN OLARAK TOPLUMUN
KÜLTÜRÜ VE BİREYİN KİŞİLİĞİ
4. HUKUK VE TOPLUMSAL DÜZEN
4.1. BİREY VE TOPLUMSAL DÜZEN
4.2. VERİLİ İKTİDAR
SİSTEMİ KOŞULLARINDA HUKUKUN İŞLEVLERİ
4.3. KÜLTÜR, UYUŞMAZLIK VE HUKUK
4.4. HUKUK VE İDEOLOJİ
4.5. HUKUK İDEOLOJİSİ VE
TOPLUMSAL İKTİDAR
4.6. HUKUK POLİTİKASI VE
YARGIÇ
HUKUK VE POLİTİKA
Modern pozitif hukukun en önemli özelliklerinden biri,
kendisini siyaset dışı, daha doğru bir ifade ile siyaset üstü ilan etmiş
olmasıdır. Hukukun siyasetten ayrılmasına ihtiyaç duyulmasının nedeni, hem
hukuku siyasal yaşamın günlük çekişmelerinden uzaklaştırmak, hem de siyasal ya
da toplumsal yaşamdaki çatışmalarda hukuka arabuluculuk görevini verebilmektir.
Siyaset üstü olmakla, hukukun esasen bağımsız ve tarafsız olabileceği de
varsayılmaktadır. Hukukun kendine özgü bir dili ve usa vurma yöntemi olduğu düşüncesi,
hukukun siyasetten ayrılığını besleyen bir kanaat de yaratır. Gerçekten de
hukuk, gündelik toplumsal yaşamda görmeye alışık olmadığımız bir dil ve akıl
yürütme şekli kullanır. Gündelik yaşamın en bilindik olguları, hukuk düzeninin
normatif dünyasında farklı terimlerle ifade edilip, farklı anlamlar kazanır.
Siyasal yaşamın kısır çekişmeleri, hukuk karşısında anlamlarını yitirir ve
hukuk içerisinde eriyip gider.
Oysa bu durum, özellikle pozitif hukuk düzenlemesine vücut
veren olgunun devlet iktidarı olduğu düşünüldüğünde, paradoksal bir hâl de
kazanır. O kadar ki devlet iktidarının, hukuk normları şeklinde tezahür ettiği
bile söylenebilir. Zira pozitif hukuk düzenlemelerinin her biri, hukuk olana
kadar, toplumsal ve siyasal alandaki iktidara yönelik çatışmanın bir
tarafıdır. Hukuksal düzenlemelerin en
temel metinlerinden olan anayasalar, hukuksal oldukları kadar siyasal
metinlerdir. Yasalar, siyasal sistemin araçlarından, siyasal alanın
elemanlarından biri olan parlamentolar tarafından çıkarılır. Üstelik kanunlaşma
süreci içerisinde yasalar, iktidar ile muhalefet arasındaki siyasal çatışmanın
konusunu oluşturur. Ancak her nasılsa kanunlar, bir kez yasalaştıktan sonra,
siyasal niteliklerinden arınmış, hukuksal alanı n kutsallığına sığınmış şekilde
karşımıza çıkar.
Hukuk, siyasal alanın çerçevesini de belirler.
Parlamentonun nasıl oluşacağı, seçimlerin hangi esaslara göre
gerçekleştirileceği, parlamentoda görüşmelerin nasıl yapılacağı, hangi
temsilciye kaç dakika konuşma süresi verileceği, bir yasanın parlamentoda kabul
edilmesi için nasıl bir çoğunluk gerektiği, devlet başkanının nasıl seçileceği,
siyasal partilerin nasıl kurulacağı, yurttaşların siyasal katılımının nasıl
sağlanacağı gibi meseleler hukuksal düzenlemelere konu olmaktadır. Oysa bu düzenlemelerin
içeriğini oluşturacak olan her bir tercih, hiç kuşku yok ki siyasal bir tercih
olacaktır. Seçimlerin nasıl yapılacağına ilişkin bir düzenleme, yurttaşların
bir kısmının oy kullanma haklarını ellerinden alacak şekilde
gerçekleştirilebilir. Bu, siyasal sistemin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir
tercihi ifade edecektir.
Daha açık ifade etmek gerekirse, modern devlet, iktidarın
hukuksal örgütlenişidir. Bu perspektiften değerlendirildiğinde, hukukun,
iktidarın tercihlerine bir tür dokunulmazlık kazandırmak gibi bir işlevinin
olabileceği de görülür. Ancak bu, elbette, tamamen olumsuz bir eleştiri gibi de
düşünülmemelidir. Zira iktidarın hukuksal örgütlenişi, iktidarın kendisinin de
hukukla bağlı olmasını beraberinde getirir. Aksi halde, bir çete iktidarından
farklı olamayacak, meşruluk sağlayamayacak, güç kullanımı dışında egemenliğini
sürdüremeyecektir. Oysa modern devlet, aynı zamanda kendisi de koyduğu
kurallarla bağlı olmak anlamında, bir hukuk devleti olarak şekillenir. Öyleyse,
iktidarın kendisini hukukla kısıtlaması anlamında hukuk devleti de siyasal bir
tercihin sonucudur.
Görüldüğü üzere, hukuk ve siyaset arasında çok sayıda
kesişen nokta bulunur. Bunların ne derece hukuksal ne derece siyasal oldukları
sorusu, çokça yanıtlanmaya çalışılan, çeşitli kuramların ortaya çıkmasına
vesile olan bir sorudur. Şu ifade edilmelidir ki görüldüğü kadarıyla hukuk,
kendi kendisini tam olarak açıklayabilecek araç ve kavramlardan yoksundur.
Hukuk alanını tanımlarken, her hâlükârda siyaset alanının kavram ve araçlarına
da ihtiyaç duyarız. Adalet, hak, özgürlük vb. hukuk içerisinde olduğunu
düşündüğümüz pek çok kavram, kurum ya da olguyu başta siyasal alan olmak üzere,
toplumsal yapının diğer alanlarına atışa kavrayabiliriz.
Hukuk ile siyasetin, özellikle yasa yapımı sürecindeki
ilişkisi, bu şekilde ele alınabilir. Ancak, bilindiği üzere, hukuk yalnızca
normatif boyuttan oluşmaz. Normun ihlali ya da uyuşmazlık durumunda ortaya
çıkan yargılama, bir başka deyişle hüküm oluşturma boyutu da söz konusudur.
Nitekim hukuk ile siyaset arasındaki ilişkiyi, yoğunlukla yargısal hüküm verme
süreci içerisinde tarif eden yaklaşımlar bulunmaktadır. Özellikle yargısal
hüküm verme anlamında hukuk ile siyaseti birbirinden tamamen ayrılmış alanlar
olarak ele alan yaklaşımlar, temel olarak yalnızca hukuka özgü bir akıl yürütme
tekniğinin mümkün olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, hukuk ya da norm
nasıl yaratılmış, hangi siyasal tartışmaların sonucu olarak ortaya çıkmış
olursa olsun, yargısal hüküm kurma süreci, yalnızca hukuk alanının içerisinde
özel bir akıl yürütme ile gerçekleşmektedir. Siyasal çatışma ve söylemler,
hüküm kurma sürecine etki edemez. Bu yaklaşım, hukuk düzeninin rasyonel bir
düzen olduğu varsayımını da esas almaktadır. Buna göre herhangi bir uyuşmazlık
için verilecek hukuksal hüküm, akıl yoluyla ulaşılabilecek doğru bir çözüm
içermektedir. Dolayısıyla hukuksal alan, rasyonel bir alandır. Oysa siyasal
alan, iradenin yani iradi tercihlerin geçerli olduğu bir alandır. Hukuk ile
siyaset arasındaki ayrım, akıl ile irade arasındaki ayrıma denk düşmektedir.
Bir başka deyişle, hukuk alanında akıl aracılığıyla “doğru” sonuca ulaşılırken,
siyasal alanda iradi olarak tercihte bulunulmaktadır. Hukuk ile siyasetin ayrı
alanlar olduğunu ileri sürenler, yargıcın hüküm kurarken, bir tercihte
bulunmadığını; aksine, zaten verilmesi gereken karara, özel bir akıl yürütme
ile ulaştığını iddia etmektedirler. Hukukun bu yönüyle değerlerden bağımsız
olduğu savunulmaktadır. Çünkü, yargıç değişse de ulaşılacak karar
değişmeyecektir. Ama bir tercihin söz konusu olduğu siyasal alanda, irade ya da
irade sahibi değişirse sonuç da değişecektir. Ancak bu, herkes tarafından kabul
edilen bir görüş olmayıp karşı iddialar da söz konusudur. Zira karar verici,
karar verirken her hâlükârda hukuk dışı değerlerden etkilenmektedir. Üstelik
hukuksal akıl yürütme sürecinin kendisi de kişiye özgüdür. Ayrıca, herhangi bir
sonuca ilişkin, iradi bir tercihte bulunulduktan sonra, bu sonucu ex post
facto hukuksal olarak gerekçelendirerek hukuka uygun hale getirmek de
mümkündür. Bu yaklaşımdan yola çıkılarak, hukukun salt kendi içerisinde kalarak
sonuç doğurduğu bir akıl yürütme şeklinden söz etmek hayli güç olacaktır.
HUKUK VE EKONOMİ
Hukuk ile ekonomi arasındaki ilişkinin farkına varılması,
hukuk sosyolojisi disiplininin ortaya çıkışından bile önceye dayanır. Özellikle
klasik sosyolojik teori çerçevesinde çalışan sosyologlar, en azından başlangıç
itibariyle, bu konuya hayli katkıda bulunmuşlardır. Bu tür çalışmalarda, hukuk
da ekonomi de birer kurum olarak ele alınmakta ve birbirleriyle nasıl ilişki
içerisinde oldukları değerlendirilmektedir. Ancak hukuk ve ekonomiye ilgi
gösteren tek grup, klasik sosyologlar değildir. Hukuk sosyolojisi disiplininin
ilk kuramcılarından itibaren, hukukun diğer kurumlarla ilişkisi kapsamında
ekonomi de dikkati çeken bir alan olagelmiştir.
Klasik iktisat doktrininde, piyasanın sanki bireylerden
tamamen bağımsız bir işlerliğe sahip bulunduğu ve bireylerin de bu piyasada
rasyonel olarak hareket edip, tercihte bulundukları varsayılır. Bu yaklaşımda,
ekonominin insan ya da herhangi bir organ eliyle düzenlenecek normatif bir alan
olmadığı düşünülür. Yani iktisadi alan, olması gerekene göre değil, bireylerin
ulaşmak istedikleri ekonomik hedeflere rasyonel tercihleri ile ulaşabilmelerine
göre düzenlenmiştir. Ekonomi; verimlilik, etkililik, kârlılık gibi kavramlar
üzerinde işleyen, bu kavramların ifade ettiği değerlere ulaşılabilmesi için ise
rasyonel davranılması gereken sahadır. Oysa hukuk alanında hukuka uygunluk,
adillik gibi kavramlar da geçerlidir ve bunlar normatif olarak düzenlenmiştir.
Dolayısıyla hukuk ve ekonomi alanları arasında karşımıza çıkması muhtemel olan
sorular şunlardır: Özgür iradelerin rasyonel tercihlerine dayalı bir alan,
normatif olarak düzenlenebilir mi? Ekonomik alandaki tercihlere ilişkin
hukuksal bir sınırlama getirilmeli mi? Bir uyuşmazlık durumunda yargısal karar
verilirken, ekonomik alanın kendine özgü nitelikleri de göz önüne alınmalı mı?
Hukuk, ekonomik alanda elde edilen refahın paylaştırılması için bir araç olarak
kullanılabilir mi? Bu sorulara daha pek çoklarını eklemek mümkünse de temel
olarak hukuk ile ekonomi tartışmalarına yön veren sorun alanları, bu şekilde
ortaya konmaktadır.
Ekonominin rasyonel tercihlere dayalı olduğu saptamasına
ilişkin söylenebilecek şeylerden biri, rasyonelliğin verili bir gerçeklik
olmadığı; aksine, toplumsal ve kültürel olarak inşa edildiğidir. Yani, belli
bir toplumdaki rasyonellik algısı ile bir başka toplumdaki rasyonellik algısı
farklı olabilir. Rasyonelliğin ne olduğu şeklindeki algımız, kültürel olarak
belirlenmiştir. Hukuk da bir toplum ya da kültürdeki davranış standartlarını
belirleyen bileşenlerden biri olduğuna göre, kural olarak, hukuksal
düzenlemeden tümüyle farklı, bağımsız bir rasyonellikten söz etmek de çok
mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla ekonomik insanın zihinsel kalıpları, hukuk
tarafından da daha en başından itibaren şekillendirilir. Bunun da ötesinde
ekonomi, en liberal sistemlerde bile, tamamen kendi işleyişine bırakılmış bir
düzen olarak düşünülmez. Hemen her hukuk düzeni, ekonomik alana ilişkin
düzenlemeler, bazı yasaklar ya da farklı düzeylerde serbestlikler içerir. Bunun
en bilinen örneği, alımına ve satımına yasaklar getirilen bazı malları n
varlığıdır. Söz gelimi, pek çok ülkede uyuşturucu ticareti yasaktır. Hukuk,
“ortak iyi” adına, belli bir maddenin ticaretini yasaklayarak, piyasaya
müdahale edebilmektedir. Piyasada neyin ticaretinin yapılmasının meşru kabul
edileceği, hukuk tarafından belirlenmektedir.
Hukuk, ticaretinin yapılmasını serbest kıldığı mallar için
de düzenlemeler yapar. Ticareti yapılan ürünlerin hangi niteliklere sahip
olması gerektiği, bu ticarette hangi ödeme araçlarının kullanılacağı, ürünlerin
gerekli niteliklere sahip olmadığında ya da ödeme yapılmadığında ne yapılacağı
gibi konular hukukun düzenleme alanı içerisindedir. Modern hukuk, toplumsal
yaşamın daha fazla alanını daha ayrıntılı olarak düzenlerken, ekonomi de bundan
muaf kalamaz. Tüketici Hukuku adı verilen alan, büyük oranda ürünleri satanlar
ile alanlar arasındaki ilişkileri düzenlemekte ve tüketicilerin yanıltılıp
aldatılmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. İş Hukuku, işveren ile işçi
arasındaki ilişkilere yön veren ve esasen piyasada işverene göre korunaksız
durumda kalan işçi lehine düzenlemeler içermesi beklenen bir alandır. Piyasada
karşı karşıya gelen (üretici-tüketici ya da işçi-işveren gibi) taraflar
arasındaki ilişkileri düzenlemesi bir yana hukuk bazı, durumlarda ya bizatihi
piyasanın kendisini ya da piyasanın karşıt taraflarını değil, aynı tarafında
yer alanların ilişkilerini de düzenleme iddiasındadır. Söz gelimi Sermaye
Piyasası Hukuku, sermaye piyasalarını ve bu piyasadaki araçları düzenler.
Rekabet Hukuku, ekonomik aktörlerin piyasadaki davranışlarının, birbirleri için
haksız rekabet yaratmaması için ortaya çıkmıştır. Her biri ekonominin alanına
giren konular, görüldüğü üzere, hukuksal düzenlemenin konusu olabilmektedir.
Modern toplumlar, ekonomik iktidarın siyasal ya da
hukuksal iktidarla hemen hemen eşitlendiği toplumlardır. Bir başka deyişle
modern toplum, ekonomi merkezli örgütlenmiş bir toplumdur. Geleneksel
toplumlarda geçerli olan iktidar yapıları; fiziksel güç, dinsel inanç vb.
farklı temellere dayanırken, modern toplumda fiziksel ya da manevi gücün yerini
doğrudan ekonomik güç almış durumdadır. Bu durum, yasa koyucunun da ekonomik
iktidarın bir uzantısı olduğunu akla getirmektedir. Böylece, her ne kadar
hukuk, piyasayı düzenleme işlevi görebilecek normlar veya kurallar
geliştirilmesini içeriyorsa da bu düzenlemelerin ortaya konmasında ekonomik güç
odaklarının etkin olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim, pek çok
parlamenter demokraside, yasa yapma süreçleri, lobi faaliyetleri şeklinde
ilerlemekte, en güçlü lobilere de iktisadi gücü ellerinde bulunduranlar sahip
olmaktadır. İktisadi gücü ellerinde bulunduranlar, yasal ve hukuksal alanı da
“ortak iyi”ye göre değil, gücü ellerinde bulundurmayı sürdürme amacına göre
düzenlemeye çalışırlar. Dolayısıyla hukukun, ekonomik alanda tercih edilen
politikaları n gerçekleşmesini sağlayacak bir içeriğe sahip olduğu görülür.
Hukuk, ekonomik alandan kaynaklanan çok sayıda kavram
içerir. Ancak bu kavramlar karşımıza, ekonomi ile bağlantıları kopmuş, salt
hukuksal bir içerik kazanmış şekilde çıkarlar. Buna ilişkin en bilinen örnek
kuşkusuz “mülkiyet”tir. Bir mal üzerindeki sahiplik durumu ve buna dayalı
olarak kurulan her türlü ilişki aslında, ekonominin alanına girer. Oysa biz,
bunların her birini hukuktaki karşılıkları ile bilir ve kabul ederiz. Mülkiyet,
sözleşme, ticari işletme, vergi, iflas vb. kavramlar, sanki salt hukuksal
anlamları ile var olabilirler. Oysa biraz daha dikkatli bakıldığında, bunların
her birinin ekonomi kökenli kavramlar olup, sonradan hukuksal düzenlemelere
konu oldukları görülür.
HUKUK VE İDEOLOJİ
İdeoloji “gerçeklik hakkındaki bilgi” sorunu ile yakından
ilgili bir kavramdır. Böylece, ideoloji ile bilgi arasındaki ilişkiye de dikkat
çekmiş oluruz. Örneğin, pozitivist yaklaşım açısından olgusal içeriği olmayan
her söz ya da düşünce, ideolojik kabul edilmektedir. Olgular hakkında nesnel
doğruları dile getirmek ise bilimin işidir. Dolayısıyla pozitivist açıdan
ideoloji, bilimin karşısında konumlandırılmaktadır. Ancak öte yandan, Frankfurt
Okulu kuramcılarınca dile getirilen, bilimin kendisinin de bir ideoloji olarak
karşımıza çıkabileceği düşüncesi de akılda tutulmalıdır. Kabaca ifade edecek
olursak ideoloji, bilinç durumu ya da düzeyi olarak ifade edilebilir.
Dolayısıyla hukuk ideolojisi de hukuka ilişkin bilinç durumunu ya da düzeyini
ifade etmektedir. Daha da kaba ifadesi ile hukuk ideolojisi, hukuka duyulan
inancı, gerçek dünyanın hukuksal bir dünya görüşü ile açıklanabileceğine ve
sorunların hukuk aracılığıyla çözümlenebileceğine ilişkin inancı ifade eder.
“Hukuk, toplum hakkında karmaşık bir tutumlar, değerler ve kuramlar seti
taşıdığı ve yaydığı için ideolojiktir. Onun ideolojik içeriği, egemen
ideolojinin bir parçasını oluşturur; zira bu tutum ve değerler, mevcut
toplumsal düzeni dayatır ve meşrulaştırırlar.” (Hunt, 1993: 25). Hukukun,
egemen ideolojiyi yansıttığı, dolayısıyla “hukukun bir ideolojisi” olduğu
iddiası, özet olarak bu alıntıdan da görülebilir.
Hukukun bir ideolojisi olduğu iddiası, aslında hukukun
tarafsız olmadığı iddiasından çok da farklı değildir. Ancak “hukuk ideolojisi”,
hukukun arkasında bulunan ya da hukukun dayandığı bir ideoloji olmasından
ziyade, hukukun kendisinin de bir ideoloji olduğu anlayışını ifade eder. Şu
hususların her biri, hukuk ideolojisinin birer yansımasıdır:
1. Toplumu ve dünyayı algılayışımızı hukuksal kavramlar
biçimlendirir.
2. Hukuksal kavramlar bilincimizi belirler.
3. Hukuksuz bir yaşam düşünülemez.
4. Hukuku toplumsal olgu değil, toplumsal olguyu hukuk
yaratır.
5. Toplumdaki mevcut sosyal düzen kurallarının hepsinin
hukukî bir niteliğe sahip olduğu kabul edilmelidir.
6. Hukuk, toplumsal yaşamın her alanını düzenleyebilir.
İşte bütün bunlar, aslı nda hukuk ideolojisinin birer sonucudur.
Kapitalist toplumdaki hukuk ideolojisi, tekil ülkelerde
aksi yönde uygulamalarla karşılaşabilmekle birlikte, yaşam, özgürlük ve
mülkiyet ilkeleriyle bireyin özerkliğini temin ederken, bunun güvencesi olarak
da hukuk devletini zorunlu kılar. Hukuk devleti, toplumsal iktidarı rasyonel,
objektif ve birey üstü duruma getirir. Hukuk düzeninin kendisi de bu sayede,
eskiden beri karşılaştırmada kullanılan örneklemeyle, mutlak iktidarın sahibi
olan bir çetenin iktidarından farklılaştırılır. Yine, bu sayede -çete örneği
bir yana bırakılarak- hukuk devleti, hukuk düzenini siyasal mahiyetteki güç ve
egemenlik çatışmasının konjonktürel dalgalanmaların ve belirsizliklerin dışında
tutar (Özcan, 2003: 151-152).
Hukuk düzeninin sürekliliğini ve muhataplarının sistem
içerisinde kalmalarını sağlayan şey, bu bilinç şeklidir. Yani hukuksal bilinç,
mevcut hukuksal düzenin işleyişine “rıza” gösterme olarak da anlaşılabilir.
Hukuk, iktidarın, hâkimiyeti altındaki insanların rızalarını kazanmada
başvurduğu bir araçtır. Yurttaşlar, günlük faaliyetleri içerisinde, bilerek ya
da bilmeyerek hukuksal düzene uygun davranarak; güvenseler de güvenmeseler de
uyuşmazlıklarının çözümünde devletin
hukuksal mekanizmalarına başvurarak, rızalarını gösterirler. Bir taraftan,
“yönetenlerin yönetme yetkilerine” bu şekilde rıza gösterilirken; diğer
taraftan, iktidarın hegemonyası da pekiştirilmektedir.
Hukuk devleti kavramsallaştırmasının gösterdiği, hukukun kendisinin
bir ideoloji olabileceği gerçeğini vurgulayan bir başka nokta da gerçeklik
dünyasının, hukuksal kavramlar tarafından yeniden üretilerek gizlenmesidir. Hak
ve özgürlük gibi kavramlar, bazı gerçekliklerin çarpıtılarak hukuk dünyasına
aktarılmasının bir sonucudur. İskandinav Hukuksal Realizmi’nin öncü
düşünürlerinden Axel Hägerstrom’un hak, ödev, hakkın devri, geçerlik gibi
hukuksal yapının bazı önemli kavramlarını, boş inançtan kaynaklanan mit, kurgu,
sihir ya da kafa karışıklığı diye nitelendirdiği, bu kavramların metafizik
dünyanın hayal ürünü olduğunu yani aslında bir gerçekliğe sahip olmadığını
ileri sürdüğü bilinmektedir (Hart, 1959: 233; Uzun, 2004: 75). Hägerstrom’a
göre, hak ya da ödev gibi kavramlar “gerçek” değildir. Söz gelimi hak, bir şey
üzerindeki güç olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu erk, doğada bildiğimiz anlamda
bir erk değildir. Tümüyle kurgusal, hukuk öyle söylediği için var kabul edilen,
doğanın gerçeği dışında bir erktir (Sherbaniuk, 1962: 59). Hägerstrom, modern
hukukta kabul edilen hak ya da ödev kavramlarının temelinde, antik inanışlar
olduğunu ileri sürmektedir. Bu düşüncesinin nedeni, Antik Roma hukuku üzerine
yaptığı araştırmalardır. Buna göre antik dönemde, söz gelimi alım satım
sözleşmesi yapılabilmesi için öngörülmüş bazı ritüeller ya da törenler söz
konusudur. Bu ritüeller ya da törenler, yerine getirildiğinde artık, ortaya
“mülkiyet hakkı” diye bir şeyin çıktığına inanılmaktadır (Sherbaniuk, 1962:
60). Benzer “ritüel” vurgusu Karl Olivecrona’nın evlilik sözleşmesi hakkındaki
açıklamasında da görülmektedir. Buna göre evlilik sözleşmesinde, bir ritüel
yerine getirilerek, insanlar arasında hukuksal ama gerçek olmayan bir bağ
kurulmakta ve sadece bu hukuksal bağ, bundan böyle gerçek dünyada da sonuç
doğurur hale gelmektedir. Bir başka deyişle gerçeklik, hukuksal kavramlarla
açıklanarak, ayrı bir hukuksal bilinç ve hukuksal gerçeklik durumu
yaratılmaktadır (Akbaş, 2006: 91).
Hukuk ideolojisinin ortaya çıkartılmasına yönelen bir
başka yaklaşıma, A. J. Greimas’ın göstergebilimsel analizinde rastlarız.
Bilindiği üzere, yapısalcı göstergebilime göre dil, dünyayı yalnızca
tanımlamaz, aynı zamanda onu biçimlendirir ve yeniden inşa eder. Bu nedenle de
ideolojiktir. Aynı durum, elbette hukuk açısından da geçerlidir. Yukarıdaki
örneklerden de anlaşılacağı üzere, hukuksal kavramlar, ayrı birer gerçeklik
ortaya çıkarmaktadır. Greimas, bu düşünceye paralel analizini Ticaret Hukuku
ile örneklendirir. Ticaret Hukuku’na göre bir ticaret şirketi, sermaye unsuru
ile kişi unsurunun bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Oysa
Greimas’ın çözümlemesi, kişi unsurunun geçiciliğini, bir başka deyişle
sermayenin asliliğini ortaya koyar. Böylece, hukuksal söylemin içerisindeki
düzenlemenin tutarsızlığının ya da ideolojik içeriğinin farkına varırız (Uzun,
2007: 78-79).
Sonuç olarak, hukukun ideoloji ile ilişkisini ya da
hukukun bir ideoloji olmasını sorgulayan, farklı alanlardan beslenen geniş bir
çalışma alanı olduğu ortadadır. Buna rağmen, hukukun kendisini ideoloji üstü,
siyaset üstü ve ekonomi üstü olarak kabul ettirebilmiş olması da tam anlamıyla
ideolojik bir başarı olsa gerektir.
HUKUKUN İŞLEVLERİNE
GENEL BAKIŞ
Hukuk, toplumların varlığını
sürdürmelerine esas teşkil eden belirli işlevler görür. Hukuk, her şeyden önce
bir toplumun üyeleri arasındaki ilişkileri tanımlayarak, hangi davranışlara ve
etkinliklere izin verildiğini, hangilerinin kapsam dışı bırakıldığını
bildirerek, toplumsal bütünleşmeyi sağlamaya katkıda bulunur. Toplumsal hayatın
değişen koşullarına bağlı olarak gruplar ve bireyler arasındaki ilişkileri
yeniden tanımlayarak, bunların topluma uyum gösterme kabiliyetlerinin devamını
mümkün kılar. Hukukun, bir bütün olarak toplumun temel örgütlenmesine en önemli
katkısı, bireyler ve gruplar arası ilişkileri özellikle ve açıkça tanımlamasıdır.
Bu sayede, insan-insan, grup-grup ilişkisi çerçevesinde insanların ve grupların
birbirlerinden beklentilerini belirler; her biri, diğerleri karşısında hangi
haklara sahip
olduğunu, ne tür taleplerde
bulunabileceğini, görev ve sorumluluklarının neler olduğunu bilir. Böylece, çok
farklı özelliklere sahip bireylerin ve grupların birlikte yaşamasının temelleri
atılır. Ayrıca hukuk, toplum hayatında meydana gelen sıkıntıları ve sorunları,
ortaya çıkar çıkmaz bilinçli insan müdahalesiyle düzenleme yeteneğine de
sahiptir (Hoebel, 1970: 17).
Hukukun temel toplumsal işlevlerini,
Funk’tan (1972: 278-293) hareketle şöyle sıralamak mümkündür:
1) Meşrulaştırma
ve yasallaştırma: Hukukun
işlevlerinden birisi, hükümet veya yönetim organlarını yasal bir temele kavuşturmaktır.
Bu işlev, yönetim organlarına siyasal meşruiyet sağlama ve yetkili kılma
bakımından gerekli düzenlemelerin yapılması anlamına gelir. Örneğin, anayasa
hukukunun birincil işlevi, kanun koyucunun faaliyetlerine ve kararlarına
meşruiyet kazandırmaktır. Böylece, anayasa hukuku, parlamentonun yasama
etkinliklerine hukuksal bir zemin oluşturur. Aynı şekilde, parlamento da
yapacağı hukuksal düzenlemelerle bir hukuksal örgüt olarak mahkemelere meşru ve
yasal bir temel sağlamış olur. Mahkemeler de yarattıkları hukuk yoluyla bazı
hukuksal kural ve ilkelerin oluşumuna hayat verir.
2) İktidarı
paylaştırma: Hukukun bir
diğer temel işlevi, toplumdaki hükümet gücünü veya siyasal iktidarı
paylaştırmaktır. Meşrulaştırma işlevi, iktidar gücünü kullanan kimselerin
eylemlerine meşru ve yasal bir temel kazandırırken, iktidarın paylaştırılması
veya dağıtılması fonksiyonu, hükmetmek gücünü gerçekten kimlerin veya hangi
grupların kullanacağını belirler. Hukuk, bir yandan belli organlara veya
görevlilere bazı yetkileri verirken öte yandan, diğerlerini bu yetkilerden
yoksun bırakır. Hukuk, aynı zamanda, bir grup olarak yönetenlere de tüm
yetkileri vermeyerek yönetenler ile vatandaşlar arasında gücü paylaştırmış
olur. Hukukun bu şekilde bir kullanımı, daha ziyade hukuk devleti ilkesi
çerçevesinde gerçekleşebilir.
3) Toplumsal
yaşamı düzenleme: Hukukun önemli
bir işlevi de toplumsal ve bireysel etkileşimlere, bir model veya çerçeve
sağlayarak toplum hayatını düzenlemektir. Bu işlevin yerine getirilmesinde,
zorlamaya daha az ihtiyaç duyulur. Oluşturulan kalıbın veya modelin bizatihi
kendisi, bünyesinde ilişkilerin ve etkileşimlerin vuku bulacağı kategorileri
sağlar. Hukukun bu işlevi, toplumun düzenlenmesi, organizasyon yaratma,
toplumsal ilişkileri çerçeveleme gibi farklı terimlerle de dile getirilir.
Herhangi bir hukuksal sistem, büyük ölçüde hukukun toplumsal düzen sağlama
işlevi etrafında inşa edilir. Hukuk, bireylerin kendi özel eylem ve
etkinliklerini düzenleyebilecekleri bir çerçeve oluşturur. Böylece hukuk,
bireylere kendi isteklerini gerçekleştirebilmek bakımından kolaylıklar sağlamış
veya fırsatlar sunmuş olur. Hukuk bunu, bireylere bazı yetkiler vererek,
hukukun zorlayıcı çerçevesi içinde haklarını, görev ve sorumluluklarını
belirleyerek yapar.
4) Toplumsal
kontrolü sağlama: Toplumsal barış
ve düzeni sürdürebilmek için, zorlama ve zorlama tehdidiyle toplumun üyelerini
kontrol altına almak da hukukun temel işlevlerindendir. Hukukun düzenleyici
işlevi, nispeten düşük bir maliyetle insan ilişkileri ve etkileşimleri için bir
çerçeve oluştururken; toplumsal kontrol fonksiyonu, gerçek bir düzenin
sağlanmasını güvenceye alır. Bireyler, ilişkilerini ve etkileşimlerini hukuksal
çerçeveye uydurmayı reddettikleri veya bundan kaçındıkları zaman, toplumsal
maliyetine rağmen kontrolü temin etme zorunlu hale gelir. Bu işleviyle hukuk,
toplumdaki potansiyel çatışmalarla ilgilenir ve bunları gerçek bir toplumsal
barışın engelleri olmaktan çıkarır. Bu işlevin yerine getirilmesinde ceza
hukukunun önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.
5)
Uyuşmazlıkları çözme ve adalet dağıtma: Hukukun
kontrol fonksiyonu, daha çok çatışmaların ve ihtilafların ortaya çıkmasını
önlemeye yönelirken; hukukun bu işlevi, meydana geldikten sonra çatışmaları
çözmek, ihtilafları gidermek ve herkese hakkı olanı vererek adalet dağıtmaya
dönüktür. Burada amaç, toplumsal barışı ve düzeni sürdürmekten ziyade bozulan
düzenleyici çerçeveyi onarıp eski haline getirmektir. Bunun toplumsal maliyeti,
kontrol fonksiyonundan kaynaklanan maliyetten çok daha yüksektir. Bu işlev
çerçevesinde hukuktan beklenen, ihtilaflara son vermek üzere toplumsal ilgileri
veya çıkarları dengelemektir. İster hukuk sistemi içindeki en görünür örgütler
olan mahkemeler eliyle; ister uyuşmazlıkları çözmekle görevli diğer organlar
vasıtasıyla olsun, toplumsal sistem içinde ortaya çıkan çatışmaları çözmek ve
ihtilafları gidermek, hukukun başlıca işlevlerinden birisidir.
6) Toplumu veya
bireyleri değiştirme: Hukukun önemli
bir fonksiyonu da belli bir toplumda bilinçli insan eliyle değişimin bir aracı
olarak hizmet görmektir. Hukukun bilinçli planlı bir toplumsal değişmenin aracı
olarak kullanılması, kimi bireylerin veya grupların değişimi arzu etmelerine,
bu yönde çaba göstermelerine bağlıdır. Demokratik bir sistemde bilinçli bir
şekilde değişim isteyen kimseler, politik bakımdan aktif insanların bir
çoğunluğu olabileceği gibi, bir seçkin kanaat önderleri grubu da olabilir.
Otoriter bir rejimde ise başlıca iktidar sahipleri, değişimi isteyen kimseler
olabilirler. Toplumsal yaşamda, aynı zamanda hukuk yoluyla değiştirilmesi
gereken çok sayıda birey olabilir. Nispeten az sayıda bireyin değiştirilmesi
gerekiyorsa ve bunlar iktidar mevkilerinde de değilseler, hukuk onları belli
toplumsal standartlara uyumlu davranmaya zorlamak için kullanılır. Böylesi
kimseleri sapkın olarak tanımlayan standartlar, toplumun bütünü tarafından
konmuş olabileceği gibi, iktidar sahipleri veya seçkin kanaat önderleri grubu
tarafından da belirlenmiş olabilir. Çok az sayıda insanın veya bir küçük
grubun, kendi kendilerini değiştirmek üzere hukuku bir araç olarak kullanmaları
pek muhtemel değildir. Buna karşılık, toplumun baskın bir çoğunluğu, hukuku
sapkın bir grubu değiştirmek üzere kullanabileceği gibi, bizzat kendisini de
değiştirmek üzere kullanabilir.
Hukukun yukarıda sıralanan temel
işlevleri, birbirinden bağımsız değişkenler olarak düşünülmemelidir. Bunlar,
gerek bütün olarak hukuk sistemiyle, gerek diğerleriyle yakından bağlantılı
işlevlerdir.
[1] Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi, s.458.
[2] Gizem Çakmak, “Herbert
Spencer ve ‘En Uygunun Hayatta Kalması’,” http://www.evrimteorisi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=319:herbert-spencer-ve-en-uygunun-hayatta-kalmas&catid=14:evrimteorisi&Itemid=108
[3] Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi, s.521.
[4] Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi, s.446-449.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder