HUKUK FELSEFESİ VE
SOSYOLOJİSİ
DERS NOTLARI 2014-2015
I. DÖNEM
"HUKUK
FELSEFESİ" NOTLARI
I. Kısım (İlkçağdan Kant'a)
I. Kısım (İlkçağdan Kant'a)
İÇİNDEKİLER
1. DOĞAL HUKUK
2. İLKÇAĞDA HUKUK VE FELSEFE
2.1. ESİ YUNANDA FELSEFE
2.2. SOFİSTLER
2.2.1. Sofistlerin Özellikleri
2.2.2. Sofistlerin Olumlu/Olumsuz Yanları
2.3. SOKRATES
2.3.1. Hayatı
2.3.2. Genel Felsefesi
2.3.3. Devlet ve Hukuk
2.3.4. Sokrates’in Yöntemi
2.3.5. Sokrates’in Savunması
2.3.6. Sivil İtiatsizlik ve Sokrates
2.4. PLATON
2.4.1. Hayatı
2.4.2. Genel Felsefesi
2.4.3. Platon’da Devlet ve Hukuk
2.5. ARİSTOTALES
2.5.1. Hayatı
2.5.2. Genel Felsefesi
2.5.3. Devlet Anlayışı
2.5.4. Hukuk ve Adalet
3. ORTAÇAĞ
3.1. ORTAÇAĞ’DA FELSEFİ DÜŞÜNCENİN
KAYNAKLARI
3.1.1. Genel Giriş
3.1.2. Ortaçağ’ın Ekonomik, Sosyal ve
Kültürel İklimi
3.1.3. Ortaçağ Felsefesinin Dönemleri
3.1.4. Ortaçağ Felsefesinin Özellikleri
3.2. İBN-İ HALDUN
3.2.1. Hayatı
3.2.2. Tarih Felsefesi
3.2.3. İnsan ve Toplum Üzerine Görüşleri
3.2.4. Asabiyye Bağı
3.2.5. Yönetim: Riyaset ve Mülk
3.2.6. İbn-i Haldun’un Ahlak Anlayışı
3.2.7. İbn-i Haldun’un Adalet Anlayışı
3.3. THOMAS AQUINAS
3.3.1. Hayatı
3.3.2. Genel Felsefesi
3.3.3. Hukuk ve Devlet
3.3.4. Toplum, Yönetim Biçimleri ve Meşru
İktidar
4. YENİÇAĞ
4.1. YENİÇAĞ’IN DOĞUŞUNDA ETKENLER
4.2. TOPLUM SÖZLEŞMECİLERİ
4.3. THOMAS HOBBES
4.3.1. Hayatı
4.3.2. Genel Felsefesi
4.3.3. Doğa Durumu ve Sosyal Sözleşme
4.3.4. Hukuk Anlayışı
4.3.5. Hobbes Hakkında Yorumlar
4.4. JOHN LOCKE
4.4.1. Hayatı
4.4.2. Genel Felsefesi
4.4.3. Doğa Durumu
4.4.4. Hukuk ve Devlet
4.4.5. Mülkiyet
4.4.6. Locke Hakkında Değerlendirmeler
4.5. J.J. ROUSSEAU
4.5.1. Hayatı
4.5.2. Genel Felsefesi
4.5.3. Doğa Durumu
4.5.4. Sosyal Sözleşme
4.5.5. Egemenlik
4.5.6. Hukuk ve Adalet Anlayışı
4.5.7. Yönetim Biçimleri
1.
DOĞAL
HUKUK AKIMI
1.1.GENEL OLARAK
Doğal Hukuk okulu, hukuk felsefesi
tarihinde önemli ve sürekli rolü olan bir düşünce akımını temsil eder. Doğal
hukuk kuramı, doğal hukuk veya doğa hukuku (Latince: lex naturalis) içeriği
doğal olarak var olan, doğal olarak ayarlanmış ve her şeyin üzerinde (her zaman
ve her yerde) geçerliliğe sahip bir hukuk olarak tanımlanabilir.
Bir kuramı ‘doğal hukuk’ kuramı yapan
şey nedir? Bu sorunun, doğal hukuk kuramı hakkında yazan ya da kendilerini
‘doğal hukuk kuramcısı’ olarak isimlendiren kuramcıların sayısı kadar yanıtı
bulunmaktadır. Kendilerini ‘doğal hukuk kuramcısı’ olarak isimlendiren bazı
yorumculara göre, bir kuramın bu kategoriye uyması için gerekli olan şey,
değerleri bir amaç ve insan aklı tarafından anlaşılabilir olarak görmesidir.
Doğal hukuk kuramı, büründüğü farklı
biçimlerle binlerce yıldır varolan, kozmik düzen, ahlak ve hukuk arasındaki
bağlantılar hakkında yapılan sistematik bir düşünüş tarzıdır. Değişik doğal
hukuk kuramları, oldukça farklı amaçlara sahip olabilmektedir: örneğin, genellikle
doğru eylem ve doğru tercih hakkında iddialar öne sürmek (ahlak, ahlak kuramı);
ahlaki bilginin nasıl edinilebileceğine ilişkin iddialar öne sürmek (bilgi
kuramı, ahlaki metakuram); ve hukukun ve hukuki kurumların doğru bir şekilde
anlaşılabilmesine ilişkin iddialar öne sürmek (hukuk kuramı) gibi. Doğal hukuk,
(hükümetin rolü ve sınırları ile doğal haklar acılarından) modern siyaset
kuramının ve uluslararası hukukun gelişmesinde merkezi bir rol oynamıştır.
Doğal Hukuk düşüncesinin en temel kavramlarından
birisi “adalet” kavramıdır. Fakat adalet aynı zamanda tanımlanması en güç
hukukî kavramlardan birisidir. Doğal hukukçu kuramlar adalet kavramını kuramının
merkezine yerleştirir. Pozitivist hukuk kuramları ise doğal hukukun adalet
tanımlarını eleştirir ve bu kavramın tanımlanamaz bir kavram olduğunu ve bu
nedenle de hukuk biliminin dışına itilmesi gerektiğini ileri sürer.
Doğal hukukçulara
göre doğal hukuk, adaleti, “olması gereken”i temsil eden bir düzendir. Böylece,
doğal hukuk pozitif hukukun dışında ve üstünde, adaleti tam olarak yansıtan bir
hukuk olarak düşünülmüştür.
Doğal
hukuka gore hukukun geçerliliğini kuran şey adalettir. Bu açıdan doğal hukuku kısaca
“bir kanun, kanun olmak için adil olmak
zorundadır” diyen bir anlayış olarak tanımlayabiliriz. Bu durum Aziz
Augustinus tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Non esse lex quae
justa non ferit (âdil olmayan
kanun, kanun değildir)”. Pozitif hukuk ancak
adaletin gereklerine uyduğu ölçüde geçerlidir. Belirli bir insan davranışı
konusunda yöneltilen bir emir âdil değilse geçersizdir, yani hukuk normu
değildir.
O halde doğal hukukçulara göre, doğal
hukuk adil olması itibarıyla tek gerçek hukuktur. Pozitif hukuk ancak doğal
hukuka uygun olduğu ölçüde hukuktur.
Pozitif hukuk,
belli bir toplumda ve belli bir zamanda eylemsel olarak yürürlükte bulunan
hukuku deyimler. Bu tarihen oluşmuş bir hukuktur ve bu yüzden de tarihi gelişim
içerisinde yenisi ile değiştirilmeye elverişlidir. Pozitif hukukun içeriğinin ne
olacağına, onu yaratanlar karar verir; bu içerik onların buyruğundadır ve
ihtiyaç olunca değiştirilebilir. Pozitif hukuk devletten devlete, dönemden
döneme değişir. Pozitif hukuk iyi bir iradenin ürünü olabileceği gibi, kötü bir
iradenin de ürünü olabilir. Bu nedenle doğal hukukçular tarafından geçici,
kusurlu insan yapıtı olarak değerlendirilir. Dahası, tabiî hukuk teorisine göre, pozitif
hukuka âdil olduğu ölçüde itaat edilir. Adil olmayan pozitif hukuka kimse itaat
etmek zorunda değildir.
1.2. Çağlara Göre Doğal Hukuk
-
Doğal
hukuk yaklaşımının önemli görünümlerini Platon (M.Ö. 429-347), Aristo (M.Ö.
384-322) ve Cicero’da (M.Ö. 106-43) bulmak mümkündür; düşünceye sistematik
biçimini veren ise, Thomas Aquinas (t.1225-74) olmuştur. Ortaçağda ve Rönesans
boyunca, Francisco Suarez (1548-1617), Hugo Grotius (1583-1645), Samuel
Pufendorf (1632-94), John Locke (1632- 1704) ve Jean-Jacques Rousseau (1712-78)
gibi yazarların yapıtlarında doğal hukuk ve doğal hak kuramları, dini, ahlaki,
hukuki ve siyasi düşüncenin bölünmez parçası olmuştu.
1.2.1. İlk Çağda Doğal Hukuk
İlkçağlardan günümüze değin her zaman
bir doğal hukuk düşüncesi süregelmiştir. İlk Çağda doğal
hukuk, “doğa” kavramı üzerine kuruludur. Doğal hukuk, doğanın hukuku, doğadan kaynaklanan hukuk, doğaya uygun olan hukuk
demektir. İlk Çağ doğal hukukçularına göre, adalet doğaya uygunluk ile
tanımlanır. Doğanın düzenine
uygun olan şey adil; doğanın düzenine aykırı olan şey ise gayri adildir.
Eski Yunanlılar bireylerin üstünde
evrensel, salt olarak yürürlükte bulunan bir düzen düşüncesine sahip olmuşlar
ve bu düzene doğa yasası adını vermişlerdir. İlk çağ
tabiî hukuk teorisyenlerine göre, “toplumsal düzen (nomos)”, “doğa
düzeni (fusis)”ne uygun olmalıdır. Aynı şekilde insan tabiatı da fiziki
ve biyolojik tabiata tâbidir. Dolayısıyla insanların koyduğu kanun, biyolojik
tabiatın koyduğu kanuna uygun olmalıdır. Ancak bu takdirde insanların koyduğu
kanun adil ve dolayısıyla geçerli olabilir.
Yunan
ve Roma felsefelerinde akıl, insanı canlı ve cansız kendi dışındaki şeylerden
ayıran temel nitelik sayılmış, ayrıca aklında, insan doğasına dayandığı kabul
edilmiştir. İnsan doğası ile kastedilen ise çoğu kez insanın ideal doğası
olmuştur.
Örneğin Eski Yunan’da Kallikles ve
Thrasymachus, tabiata uygun hareketin hukuka uygun hareket olduğunu
düşünüyorlar ve hukukun güçlünün hakkı olduğunu ilan ediyorlardı. Kallikles,
“kuvvetli olan hayvanların, zayıf olan hayvanları yenip ve onları yok ederek
yaşadıklarını; tabiatın da insanlara aynı şeyi emrettiğini” düşünüyordu.
Thrasymachus da hukukun, güçlülerin sahip olduğu avantajlardan oluştuğunu iddia
ediyordu. Aristotales’e göre de hukuk gücünü doğaya uygunluğundan almaktaydı.
Bu bakış açısıyla Aristotales, köleliğin tamamen doğal bir kurum olduğunu, çünkü
doğanın bazı insanları efendi, diğerlerini ise köle olarak yarattığını
düşünüyordu.
Benzer yaklaşımlar klasik Roma hukukunda
da görülmüştür. Ünlü hukukçu Ulpianus, doğal hukuku şu formülle açıklamıştır: “Ius naturale est, quod natura omnia animalia
docuit: nam ius istud non humani generis proprium, sed omnium animalium, quae
in terra, quae in mari nascuntur, avium quoque commune est (Tabiî hukuk, tabiatın bütün hayvanlara öğrettiği hukuktur. Tabiî hukuk
sadece insan cinsine has değildir; denizde ve karada yaşayan bütün hayvanlar ve
keza kuşlar için de geçerlidir)”.
Roma felsefesinde, Stoacılığın
etkisiyle, insan tabiatının gereği olan, evrensel nitelik taşıyan, değişmez
kapsamlı bir doğal hukuk görüşüne üstünlük tanınmıştır. Doğal hukukun Roma’daki
etkisi eski Yunan’a göre çok daha büyük olmuştur. Bunun nedenlerinden birisi,
eski Yunanda, özel bir hukukçular sınıfının hiçbir zaman belirmemesi, hem
yöneticilerin hukukçu olmalarına özen gösterilmemesi, hem de çok sayıda halk
temsilcilerinden oluşan büyük mahkemelerin adalet dağıtımı görevini yerine
getirmeleridir. Yunan toplumunda, tabii hukuk, özellikle siyasal karışıklık ve
inanç buhranı dönemlerinde filozofların ilgilendiği spekülatif bir konu
olmuştur. Oysa, Roma’da, praetorlar, ius civile’nin gelişen bir ticaret
toplumunun ihtiyaçlarına cevapduruma getirilmesinde doğal hukuktan
yararlandıkları gibi, ius gentium’un doğal hukukun bir yansıması olduğu görüşü
de önemle etkili olmuştur.
1.2.2.
Orta Çağda Doğal Hukuk
Orta çağda doğal hukuk, tanrısal iradeden kaynaklanan hukuk olarak
tanımlanmıştır. Doğal hukuku Hristiyan dininin ilkeleri içerisinde kavramaya çalışmıştır.
Hristiyan ve diğer yakın doğu dinlerine göre, Tanrı evren içinde ve objektif
bir akıl değil, evren üstü, evrensel akıl ve iradeye sahip bir süjedir. Bu
biçimde anlaşılan bir Tanrı, doğa ve evren düzeninin yaratıcısıdır. Bunun gibi
doğal hukuk da Tanrının iradesinin koyduğu yasadır.
Orta Çağ tabiî hukukunun en önemli temsilcileri Aziz Augustinus ve
Thomas Aquinas’tır.Aziz Augustinus (M.S.
354-430) hukuku, “Tanrının iradesinin ifadesi olan ebedî bir kanun” olarak
tanımlar. Aziz Augustinus, hukukun aslında dinden ibaret olduğunu
düşünmektedir.
Orta çağ tabiî hukukunun diğer önemli temsilcisi Aziz Thomas (1226-1274)’tır. Kendisine Orta
Çağın Aristosu da denilen Aquino’lu Aziz Thomas, insanî kanunların ebedî ve
ilahî kanunlara uyması gerektiğini öğretmektedir. Ona göre ebedî kanunlar,
evreni yaratan ve yöneten kanunlardır. Bu kanunlar ilahî iradeyle ifade
edilirler.
Hukuku tanrısal iradeyle tanımlayan
Orta Çağ tabiî hukukçuları, adaleti de aynı şekilde tanımlamışlardır. Onlara
göre Tanrın emirlerine uygun olan şey adil, aykırı olan şey ise gayri adildir.
Ortaçağda bir süre, Tanrısal hukukla
eş anlamlı sayılan doğal hukuk, 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da hem kilisenin,
hem devletin egemenlik iddialarını desteklemek amacına hizmet eder anlamda
yorumlanmıştır.
Toplumdaki kurumlar, toplumsal
gelişme sürecinin gerisinde kalmadıkları takdirde doğal hukuk ilkeleri çoğu kez
status quo’yu desteklemek için kullanılmışlardır. Ancak mevcut kurumlar,
toplumsal gelişme sürecinin doğurduğu, yeni sosyal, ekonomik ve kültürel
durumlara açıkça ters düştüğü zaman doğal hukuk, mevcut kurumları değiştirmek
veya devirmek için bir araç fonksiyonunu yerine getirmiştir.
Doğal hukuk devletler hukukunun
gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Avrupa’da Reform sonrası dönemde görülen
ulus devletler, hükümdarın üstünlüğü ilkesine dayandıkları için, insani bir
otoritenin vaz ettiği kuralların devletleri bağlayıcı bir nitelik taşıması
imkansızdı. Tanrısal hukuk, Roma Kilisesinin anladığı biçimde, reform hareketi
ile birlikte Avrupa’da önemini yitirmişti. Değişik mezheplere mensup olan
hükümdarlar üzerinde Tanrısal hukukun bağlayıcı etkisi söz konusu olamazdı. Bu
nedenle Grotius, devletlerarası ilişkilerin doğal hukuk ilkelerine
dayandırılması fikrini başarı ile savunmuş ve bu yolla devletlerarası hayatta
görülen kaosun yerine düzen fikrini egemen kılmaya çalışmıştır.
1.2.3. Yeni Çağda Doğal Hukuk
Yeniçağda felsefenin, bilimin sanatın,
politikanın ve hukukun dinin otoritesinden kurtuldukları görülür. Bunun sonucu
olarak da, doğal hukuk tanrısal bir temele değil, insan aklına ilişkin bir
temele dayalı olarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Reform hareketi sırasında doğal hukuk,
Roma Kilisesi otoritesinin zayıflatılması ve Avrupa’da ulus devletlerin
güçlendirilmesi amacını gerçekleştirmek için yararlı bir araç olarak Protestan
teologlarınca savunulmuş ve değerlendirilmiştir.
Yeni Çağda doğal hukuk laikleşerek
içerik değiştirmiştir. Bu dönemdeki doğal hukukçular, hukuku Tanrı’nın
iradesinden bağımsız hale getirmeye çalışmışlardır. Onlara göre hukuk,
Tanrı’dan değil, “akıl”dan kaynaklanır. Bu nedenle bu dönemdeki doğal hukuka, “aklî (rasyonalist) doğal hukuk” da denir.
Aklî tabiî hukukun en önemli temsilcisi
Hollandalı Hugo Grotius (Huig der Groot) (1583-1645)’tur.
Grotius’a göre, insanlarda akla göre yaşama içgüdüsü vardır. İşte
bu içgüdü, hukukun kaynağıdır. Grotius'a göre, bütün insanlığı kapsayan ve
değişmez bir takım doğal hukuk kuralları vardır. Bu hukuk kurallarının a priori varlığı, onların insanların “aklî doğası”ndan
kaynaklanır. İnsan aklının doğası gereği, insan iyiyi ve kötüyü ayırt edebilir.
Hukuk, işte insan aklının böyle bir emridir.
Grotius doğal hukuk kurallarına
örnekler verir. Düşünüre göre, bu kuralların başında pacta sunt servanda (ahde vefa, söze bağlılık) ilkesi
bulunmaktadır. İnsan aklı verilen sözün tutulmasını emretmektedir. Grotius’a
göre diğer doğal hukuk kuralları ise şunlardır: Herkesin sahip olduğu şeyler
üzerindeki hakkına saygı gösterilmelidir. Herkes kendi kusuru ile verdiği
zararı ödemelidir. Herkes başkasına ait şeyi geri vermelidir. Herkese hak
ettiği ceza verilmelidir. Düşünüre göre bunlar ve bunlara benzer tabiî hukuk
kuralları akla uygun oldukları için geçerlidirler. Bu kurallar insan aklının
doğasından kaynaklanırlar.
Doğal hukuk görüşünün bütün çağlara
ortak olan yanı ve niteliği, doğal hukukun zamanüstü ve genel olarak, daha
doğrusu her zaman ve her toplum için geçerli bir normlar düzeni biçiminde her
pozitif hukukun, raslantılarla ya da insanların keyif ve arzularıyla
değişmeyecek olan asli bir örneği olarak düşünülmüş olmasıdır.
17. ve 18. yüzyıllarda doğal hukukçular
“sosyal sözleşme teorisini” devletin ve devlet organlarının otoritesini ve bu
otoritenin sınırlarını açıklamak amacıyla kullanmışlardır. Bu teori
sözleşmelere uymanın gerektiği veya söze bağlılık ilkesinin uygulanması
postülatına dayanır. Devlet iktidarının veya hükümdar otoritesinin sözleşmeye
dayandığı benimsenirse, devletin temelini doğal hukuktan aldığını kabul etmek
bir zorunluluk olmaktadır.
Bir anlayışa göre, sosyal sözleşmenin,
sürekli olarak ve zımni şekilde yenilendiğini devletin devamlılığını güvence
altına almak için kabul etmek gereklidir. Bu şekilde, doğal hukukun sosyal
sözleşme teorisi devlet organizasyonunu meşrulaştırmada kullanılmış olmaktadır.
Başka yorumcular sosyal sözleşmeye halk egemenliği ve insan hakları ilkelerine
bağlı bir devlet düzeni fikrini gerçekleştirmek için başvurmaktadırlar.
Sosyal sözleşmeye ulus egemenliğine
dayanan ve insan haklarını güvence altına alan bir devlet düzeni için zorunlu
bir varsayım olarak kabul edenler çoğunluktadır. Sosyal sözleşme teorisinin
siyaset alanında bir diğer sonucu, bazı hukukçularca, sözleşme ilkeleri veya
pozitif hukuk ihlal edildiğinde ihtilal hakkına başvuru yapılabileceği
belirtilmiştir.
Yeniçağ doğal hukuku 1776 Amerikan ihtilali
ve Fransız devriminden önceki dönemde ve ihtilaller sırasında ihlal edilmesi
imkansız, vazgeçilmez, insan ve vatandaş hakları kavramını özenle işlemeye
çalışmışlardır. Locke; yaşam, mülkiyet ve özgürlük. Devletin kuruluş nedeninin
bu hakları savunmak olduğunu söyler.
1.3.Doğal Hukuk Ve Pozitif Hukukun
Karşılıklı Olarak Birbirini Değerlendirmesi
1.3.1.
Doğal
hukukçulara göre;
-
Doğal hukuk ilkelerinin ispatı
gerektirmeyecek bir biçimde açık seçik olduğunu savunurlar. Örnek: özgürlük,
eşitlik veya insanın bağımsız bir değer olması; kapsamları açık ve belirgin
kavramlardır. Doğrulukları tartışma konusu bile yapılamaz. Ancak bu temel
kavramların somut sorunlar veya uyuşmazlıklar ortaya çıktığında değişik
yorumların konusu, dolayısıyla da farklı kapsamlara sahip olabildikleri bir
gerçektir.
-
Sözleşmelerin bağlayıcılığını doğal
hukuka başvurmaksızın ispatlamak mümkün değildir. Başkasına ait olanı almaktan
kaçınmak, kusur sonucu verilen zararı tazmin etmek de doğal hukuk ilkeleridir.
Özellikle Grotius, her insanın kendi sözünü tutması ve sözleşmeyle üstlendiği
şeyi yapması gerektiğini savunmuştur.
-
Doğal hukukçular, belli bir toplumda, belli
bir dönemde, organize biçimde fiilen uygulanan hukuku pozitif hukuk olarak
nitelendirirler. Doğal hukukçu Grotius’a göre: Pozitif hukuk belirli kişilerin
iradesinin, diğer kişilerin iradesine zor aracılığı ile kabul ettirilmesidir. Oysa doğal hukuk, başka bir
insanın veya başka bir iradenin eseri değildir. Doğal hukuk insanın kendi aklı
aracılığıyla bulduğu ve uyduğu kurallardır.
Bu nedenle doğal hukukçular, doğal hukukun pozitif hukuktan ayrı ve
üstün olduğunu ileri sürerler.
-
Doğal hukuk ilkeleri aynı zamanda aklın
ilkeleridir. Toplumda barış ve düzenin sağlanması için insanlar belirli şekilde
davranmalıdırlar. İnsan, rasyonel ve sosyal bir varlık olarak toplum hayatı
için gerekli ilkeleri bulabilir ve davranışlarını da bu ilkelere göre
düzenleyebilir.
-
Doğal hukuk tabiattan ve insan
doğasından çıkarıldığına göre, pozitif hukuk doğal hukuka tabi olmalıdır
demiştir doğal hukukçular. Bu nedenle pozitif hukukun meşruluğu doğal hukuka
uygun olmasında aranmak gerekir. Şu halde pozitif hukuk ya doğal hukuka uygun
bir düzenleme getirmeli veya pozitif hukuk doğal hukukun ilgilenmediği ve
değerlendirmediği konularda kurallar koymalıdır. Bu görüş açısı, doğal hukukun
pozitif hukuktan önce mevcut olduğu varsayımına dayanmaktadır.
-
İnsani cezalar yani pozitif hukukun
uyguladığı cezalar insan eseridir. Ancak cezaları ve cezalandırmayı haklı kılan
doğal hukuktur. Belirli bir soruna pozitif hukukta çözüm bulunamazsa doğal
hukuka başvurulabilir.
-
Doğal hukukun ilkelerinden olan “akde
vefa” ilkesi çerçevesinde, doğal hukuk
pozitif hukuka uyulması gerektiğini söylemiş olur ve pozitif hukukun
meşruiyetini sağlar.
-
Pozitif hukuk, doğal hukukla uyumlu
olmalı, hükümran güç toplumun özel ihtiyaçlarına göre doğal hukuku tamamlayıcı
nitelikte kurallar vaz etmelidir.
-
Pozitif hukuka uyulmasının temel nedeni,
pozitif hukuk kurallarının adalete, ahlaka diğer bir ifadeyle doğal hukuka
uygun olduğuna inanılmasıdır. Pozitif hukukun saygı görmesinde ve ona itaat
edilmesinde, adalet idesine uygunluk etkilidir.
-
Doğal hukukun pozitif hukuka bir örnek
olması, diğer bir deyişle, pozitif hukukun bir ilham kaynağı rolünü
oynamasıdır. Yasa koyucu bir yaşam alanını düzenlerken birbirine aykırı
çıkarlarla kaşılaştığında bunlar arasındaki dengeyi ancak, doğal hukuk
ilkelerine göre sağlayacaktır, yoksa bu çıkarların gücü ya da sayısına göre
değil.
-
Doğal hukukun, pozitif hukukun adalete
uygunluğu açısından denetimi ve değerlendirilmesi olanağını sağlaması,
özellikle pozitif hukukun anlamını belirtmeye çalışan yorumcuya, bu konuda bir
ölçü hizmeti görmesidir.
-
Hakimin kendisine getirilen bir
uyuşmalığı kanunda bir hüküm olmasa bile çözmek zorunda olması, pozitif hukukun
cevapsız bıraktığı konuda doğal hukuka uymanın bir zorunluluk olduğu anlamında
yorumlanabilir.
-
Hakimin eşyanın tabiatına göre, olayın
gereğine göre karar vermesi, adalet idesinin günlük yargı hayatındaki rolünü
gösterir.
-
Sosyal düzen baskısı sert ve dayanılmaz
olduğu zaman, doğal hukuk ilkelerine başvuran insanlar, adalete daha uygun bir
düzen kurulması için mücadele etmişlerdir.
1.3.2.
Pozitivist
hukukçulara göre;
-
Doğal hukuk kuramının
yönelttiği en yıkıcı eleştiri, “âdil olan” ile “âdil olmayan”ı ayıran objektif
ve evrensel bir kriterin bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. Ortada bir
kriter olmadığına göre“Âdil olan”ı “âdil olmayan”dan ayırmak kime
düşmektedir?
-
Pozitivist anlayışa göre
“adalet”, fizikî, olgusal bir realite değil, bir “değer”dir. Bir değer olarak
da, fizik alemde değil, fizik ötesi alemde bulunur. Yani değerler alanında ya yokluk ya da görecelilik tezi geçerlidir: Yokluk tezine göre, değerler hiçbir şekilde reel
dünyada mevcut değildir. Dolayısıyla bilimin konusu olamazlar. Görecelilik
(relativisme) tezine göre
ise, değerler insan sübjektivitesi alanında reel olarak mevcutturlar; ama
değişken oldukları için bilinebilir şeyler değildirler. Özetle adalet kavramı,
bir değer olarak bilinemez bir şeydir. Adalet değeri, ya reel âlemde mevcut
değildir (yokluk tezi); ya da mevcuttur, ama objektif olarak bilinebilir şey
değildir (görecelilik tezi).
-
Değerler insanlara göre
değişir. Bir şey bazı insanlara göre “iyi” veya “adil”, diğer bazı insanlara
göre “gayri adil” veya “kötü” olabilir.
İLGİLİSİNE DOĞAL HUKUK KONUSUNDA
OKUNABİLECEK EK KAYNAKLAR
Kemal Gözler, “Tabii Hukuk ve Hukuki Pozitivizme Göre
Adalet Kavramı”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 4, Sayı
15, Kış 2008, s.77-90. http://www.anayasa.gen.tr/adalet.htm
Brian Bix, “Doğal Hukuk: Modern Gelenek,” Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, Çev. Ertuğrul Uzun, Cilt : 6, Sayı : 2, 2004, s.291, http://webb.deu.edu.tr/hukuk/dergiler/DergiMiz6-2/PDF/uzun10.pdf
2.
İLKÇAĞDA
HUKUK VE FELSEFE
2.1. ESKİ YUNAN’DA
FELSEFE
İonia’da polis (şehir/site-devleti)
düzeni yarımadadan yaklaşık yüzyıl önce İ.Ö. VIII. Yüzyıl’da ortaya çıktı. Bu
düzen içerisinde maddi ihtiyaçlarını karşılayan Yunanlılar, ilgilerini soyut
düşünceye, felsefeye yöneltmişlerdir. Bu yönelişte, o zamana kadarki
uygarlıkların hep pratik düşünüşle ayakta kalması ve belli bir birikim
sağlaması, Yunan mitolojik dininin soyut düşünceyi kışkırtması, nüfus olarak
küçük olan polis düzeninin devamlı bir bürokratik elite ihtiyaç yaratmayarak,
elitlere boş zaman ayırması ve kölelik kurumunun, Yunan vatandaşlarının temel
ihtiyaçlarını karşılayarak onlara sanata, müziğe ve felsefeye ayırabilecekleri
vakit bırakmasının etkili olduğu düşünülebilir.
İşte bu ortam içerisinde felsefi düşünüşün
İonia’da doğduğu kabul edilir. İonia felsefesinin ilk düşünürleri olan Thales,
Anaksimandros, Anaksimenes ve Heraklitos gibi düşünürler her şeyden önce,
“varlık evreninin aslı nedir?” sorusuna cevap aramışlardır. Bu soruya ilk
olarak Thales “su”, Anaksimandros “sınırsız” (apeiron = belirsiz),
Anaksimenes “hava”, Herakleitos da “ateş” cevabını vermişlerdir. Thales’le
başlayan bu “evrenin arkhesi, tözünü bulma” uğraşısının asıl önemi,
onların doğru cevabı verip verememelerinden değil fakat bu soruya cevap olarak
ilk kez efsanevi-dinsel nitelikli olmayan natüralist bir açıklama vermeye
çalışmasındandır. Bu nedenle bu düşünürlerin geneline İonia doğa felsefesi,
Materyalist felsefe veya Miletos Okulu adı verilir.
İonia’da materyalist bir felsefe okulu
ortaya çıkarken, İtalya’da Pythagorascılar ve Elea Okulu ile “idealist felsefe”
gelişiyordu. (İ.Ö. VI. Yüzyıl) Pythagoras olan Pythagorascılığın temel
düşüncesi, ruhun çeşitli beden kafeslerinde gittikçe daha erdemli bir hayat
yaşayıp, maddi hazlardan uzak kalarak, yüksele yüksele saf ruh haline gelip
asıl ruhla bütünleştiğidir. Materyalist İonia doğa felsefesinin karşısında Pythagorasçılık
“idealist, dini” temelli bir anlayış getiriyordu.
2.2. SOFİSTLER
2.2.1. Sofistlerin Özellikleri
Etimoloji
bakımından ‘sofist’ kelimesi Yunanca sophos (bilge, becerikli, zeki)
sözcüğünden türetilen sophistes’ten gelir, öğrenmeyi ve öğretmeyi meslek edinen
kişileri belirtmek için kullanılır. Sofist sözcüğü, Yunanca’da bilgelik, hikmet
anlamına gelen sophos (Sophia) sözcüğünden türemiştir. Sofizm, belagat,
güzel konuşma anlamını ifade ettiği gibi, gerçekte yanlış, fakat görünüşte
kandırıcı deliler ileri sürmek suretiyle insanların aldatılmaları da aynı
kelime ile ifade edilmiştir. Öte yandan sofist kelimesinin filozof manasını
anlatmak için kullanıldığı da görülmüştür. Ağaoğulları’na
göre sofist sözcüğü ilk üçü birbirine bağlı şu dört anlamı içermektedir:
Bilgili kişi, siyasal hayat öğretmeni, retorik ustası ve safsatacı kişi.
Sokrates’e göre, sofistler
“Bilgi tüccarlarıdır”. Sofistler, insanlara diğer insanları nasıl
etkileyeceklerini öğretmektedirler. Sofistler, M.Ö. 5. yüzyılda para
karşılığında felsefe öğreten gezgin felsefecilerdir. Özellikle Atina’da çağın
önde gelen bilgeleri var olan değerleri (kritias) eleştirmişlerdir. Göreceli ve
kuşkucu düşüncenin köklerini atmışlar ve geliştirici olmuşlardır.
Sofistlerin etkinlik kazanmasının
ekonomik ve siyasal bir zemine dayandığı söylenmelidir. Yunanistan’da M.Ö. V.
Yüzyılda beliren büyük değişim sonucu aristokrat kökene sahip olmayan yeni bir
zenginler sınıfını ortaya çıkarmıştı: bu sınıf ticaret yaparak zenginleşenlerden
oluşuyordu. Bu yeni sınıf bilgi elde etmek için her türlü maddi fedakarlıkta
bulunmaya hazırdı. Sofistlerin yaşadığı dönemde doğrudan demokrasi uygulamaları
geçerliydi ve siyasi kararlar ile yargısal kararlar halk meclislerinde
alınıyordu. Oy verme hakkının daha çok sayıda insana sağlanması, demokratik
temsilin genişletilmesi, siyasi konuları belirli bir zümrenin tekelinden
kurtarmış ve halkı etkiyecek belagata sahip bulunan herkese lider olmak
imkanını hazırlamıştı. Siyasal sistemde meydana gelen bu değişme, cesaret,
sadakat, şeref, itidal gibi geleneksel değerlerin bir yana atılması ve hitabet
sanatının gittikçe önemi artan bir değer olarak kabul edilmesi sonucunu
doğurmuştu.
Bundan dolayı insanların iktidar
sahibi olabilmeleri, ancak bu meclislerde diğer insanları ikna edebilmeleriyle
mümkündü. Sofistler de bu hitabet konusuna hakimdiler. Ekonomik olarak ise, yeni
gelişen tüccar sınıfın iktidar da söz sahibi olmak gibi bir kaygısı vardı.
Onlar da sofistlerden hitabet dersleri almaya ihtiyaç duyuyorlardı.
İnsanı düşünüşün baş konusu olarak
aldığı için, metafizik düşünce ve batıl inançlara tepki olarak çıkıp, insana,
sosyal sorunlara eğilen on sekizinci yüzyıl aydınlanmasına benzetilir. Onlar
kuramsal bilgiye ulaşmak yerine insan mutluluğu için kullanılabilecek pratik
bilgiye ulaşmaya çalışmışlardır. Bu yüzden sofistlerin yarattığı bu düşünüşe “sofistik aydınlanma” denir.
İlk sofistlerin
toplumda büyük bir saygınlığı olmasına rağmen felsefe tarihinde ‘sofist’
denildiğinde akla olumsuz bir anlam gelir. Bu anlam başta dönemin en önemli
filozofu olan Platon’un, Sokrates’in ve Aristoteles’in sofistlere karşı
yürüttüğü mücadeleden ileri gelmektedir. Sofistler sürekli bu düşünürler
tarafından eleştirilmiş ve küçük görülmüşlerdir. Bir de para karşılığı ders
vermeleri o dönemde yadırganmıştır. Bununla birlikte felsefe tarihi içinde
erdemin öğretilir olup olmadığı gibi çok önemli soruların sorulmasında ya da
yeni yaklaşımlar geliştirilmesinde sofistler her dönem önemli etkilere yol
açmışlardır.
Asıl katkıları / etkileri epistemoloji alanında olmuştur. Bilginin
kişiden kişiye değişebilir ve öznel oluşu en önemli düşünceleridir.
Protagoras: “İnsan her şeyin
ölçüsüdür; olan şeylerin varlığının ve olmayan şeylerin yokluğunun ölçüsü
insan”dır. Bu söz ne kadar çok insan varsa o kadar çok da hakikatin olduğunu,
böylece, evrensel, nesnel ve genel geçer bir hakikatin mümkün olmadığını ima
ederek nihilizme temayüllüdür.
Buradaki insan tekil bir varlık
olarak insandır. Yani genel geçer bir insanlık kurgusundan ziyade, birel
varlıkları ile insanlar bilgileri ile birden çok hakikati gösterirler. Bu
ekonomik ve siyasal konjonktür sofistleri ön plana çıkarıyor ve onların felsefi
konumlarının zeminini hazırlıyordu. Yani, hakikat, diğer insanları yönetebilmek
için ikna edici kimi düşüncelerden oluşuyordu ve bu düşünceler başka bir
hatibin ikna yeteneği sayesinde yerini başka bir hakikate bırakabilirdi.
Sofistler, böylece, adil olanın, iyi olanın, hep iktidar sahiplerinin iradesine
uygun gerçekleştiğini ve yine bu bakımdan aslında bu değerlerin / kavramların
iradi olarak ve nesnellikten, evrensel genel geçer oluştan bağımsız olarak
varolduklarını ileri sürdüler. Hakikat, böylece, sofistlere göre, yoktur! Bu,
ne kadar insan varsa o kadar bilgi vardır ve genel geçer, evrensel bir bilgi
mümkün değildir noktasına varmaktadır. Sofistler bu anlamda kuşkuculardır. Böylelikle sofistler, herkesin üzerinde uzlaşacağı
kesin bir doğrunun olabileceğini yadsımış, görelikçi bakış açısının ve dahada
önemlisi şüpheciliğin tohumlarını atmışlardır.
Sofist düşünür Gorgiasda doğa
felsefesine karşı çıkmaktadır. Protagorastan daha da ileri gitmiş, asıl hakikat
bi şekilde varlığın bilinemeyeceğini öne sürmüş ve episemolojide kuşkuculuğun
en kritik argümalarını belirginleştirmiştir. Gorgiasa göre ne varlık bulunur,
ne varlığın bilgisi mümkündür, ne de bilginin bir başkasına aktarılması söz
konusu değildir. Hiçbir şey var değildir, var olsa bile bilinemez,
bilinse de aktarılamaz düşüncesi ile nihilizme varılır.
Böylece
hakikati aramaya gerek kalmamaktadır; çünkü, hakikat değil, hakikatler vardır.
Bu hakikatleri belirleyen de fayda ölçüsüdür. Yani hakikat, bize yararlı
olandır. Bize iktidardan pay almayı sağlayandır. Bunun dışında hakikati
aramanın bir anlamı ve gereği yoktur.
Sofistlerin
düşünceleri sadece epistemoloji ile sınırlı değildir. Örneğin, ahlaki, siyasal ve dini değerler de
bireysel ve görelidir. Ne kadar insan varsa o kadar ahlak vardır.
Bu durumun hukuk ve adalet
alanında da yansımaları vardır. Sofistlere göre yasa, güçlünün işine gelendir.
Egemen sınıf yasayı yapar ve işine gelen bir adaleti yönetilenlere satar,
onları ikna eder. Sofistlerin bu düşüncesi Sokrates’i ve Platon’u önemli
derecede etkilemiştir.
İ.Ö.
V. Yüzyıl ile IV. Yüzyıl arasında
revaçta olan sofistleri iki kuşak
Sofistler, devletin ve hukukun kaynağı bakımından ikiye ayrılırlar:Bu iki
kuşak arasında zaman olarak öncelik sonralık ilişkisinden ziyade fikirsel bazda
farklılıklar dikkat çekicidir. Şimdi kısaca bu kuşaklara ve aralarındaki farklılıklara değinelim.
İlk Grup:
Devlet bir toplum sözleşmesiyle var olur. Devlet çatısı altındakiler bu
sözleşmeye uyarlar. İkinci Grup: Sofistlerin çoğunluğunu oluşturan bu gruba
göre devlet güçlülerin devletidir. Hukuk ve adalet böyle bir iktidar oyununun
parçasıdırlar.
Birinci
kuşak sofistlerin arasında Protagoras, Prodikos, Gorgias ve Hippias gibi
düşünürler yer alır. Bu düşünürlerin ortak paydası demokrasi yanlısı
olmalarıdır. Görüşleri şu şekilde özetlenebilir: temel amaç insan yararıdır.
Kozmosla veya tanrılarla ilgilenmek yerine en değerli varlık olan insanla
ilgilenilmelidir.
İlk kuşak sofistlere göre toplum ilahi
bir yapıt değil fakat bir insan yapıtıdır. Her yurttaş toplumu ilgilendiren
sorunlar hakkında fikir yürütebilir. Bir başka deyişle, siyaset bilgisi ya da
siyasal erdem belli bir azınlığın (aristokratların) ayrıcalığı değildir, fakat
herkes bundan pay almıştır; dolayısıyla herkes siyasal yaşama katılabilir ve
katılmalıdır. Yunanlıların kardeş oldukları ve birleşmeleri gerektiği fikrine
sahiptirler. Bu görüşün ortaya çıkmasında, sofistlerin Atina’da metoikos (yabancı) statüsünde olmaları ve
siyasal haklardan yoksun bulunmaları etkili olmuş olabilir. Keza, eğer Helen
birliği sağlanırsa yerli-yabancı diye bir ayrım söz konusu olmayacaktır.
İkinci
kuşak sofistler arasında ise Antiphon, Euthydemos, Kallikles, Kritias,
Thrasymakhos gibi düşünürler yer alır. Bunlar bilgi konusundaki göreceliği en
uç noktaya götürürler. Her şey herkese göre doğrudur. Toplumdaki kişi sayısı
kadar farklı doğrular olabilir. Bu görecelilik ahlak kurallarını da
kapsamaktadır. Ahlaki bakımdan mutlak bir değerin var olmadığına ilişkin
anlayış, din alanına yansıtıldığında tanrıların reddine ulaşılır. Nitekim
“Atinalı soylu Kritias’a göre tanrılar, yasaların yetersiz kaldığını gören
akıllı devlet adamlarının iktidarlarını sürdürmek, Siyasal düzeni devam
ettirmek için insanların içine saldıkları bir korkudur”. Devlet güçlülerin
devletidir ve güçlü ne derse hukuk odur. Bu teoriyi savunanlara göre de devleti
insanlar kurmuşlardır. Ancak devleti bütün insanlar değil güçlü insanlar
kurmuşlardır. Bunlar kendi yararlarına olan kanunlar çıkarıp, zayıflara kabul
ettirmişlerdir. Bu yüzden devlette herkesin aynı haklardan yararlanması söz
konusu olamaz. Örneğin; Thrasymakhos’a göre “adalet”, güçlünün işine gelendir.
Güçlüler, işine geldiği gibi kanunlar yapar ve yönetilenleri mutlak bir şekilde
bu kurallara uymaya zorlar. Böyle yapmakta haklıdırlar da. Bunun kanıtı, çoğu
zaman kötülerin ayakta kalması, dürüstlerin ise yıkımla karşılaşmasıdır.
Öyleyse yöneticilerin iktidarlarını sağlamlaştırmaya dönük olarak yaptıkları
kötü davranışlar bile mubahtır, “adil”dir. Thrasymakhos, adalet kavramının, her
yerde kuvvetli olanların yararına hizmet ettiğini, onların isteklerini
gerçekleştirdiğini Kabul etmektedir. İnsanlar her yerde kendi menfaatlerini
takip ederler; devlet yöneticileri de kanunları çıkarırken kendi menfaatlerini
gerçekleştirmeye çalışırlar. Adalet, Erdem gibi kavramlar, basit insanları
kandırmak için kullanılmaktadır.
2.2.2. Sofistlerin olumlu ve olumsuz
yanları
Sofistlerin
hemen hepsi, kendilerini “aydın” fikir adamları olarak takdim etmişler, çürük
inançlarla ve cehaletle savaşmışlardır. Onların zararlı inançları ortadan
kaldırmak konusundaki çabaları Yunan düşünce hayatı bakımından olumlu sonuçlar
doğurmuştur. Onlar böylece felsefi düşüncenin gelişmesi için gerekli fikri atmosferin
hazırlanmasında rol oynamışlardır.
Sofistler, ulusların eşitliği görüşünü
cesaretle ileri sürmüşlerdir. Eski Yunan sitelerinde vatandaşlar arasında
görülen soyluluk ayrımını reddetmişlerdir. Hippias’ın kanun bakımından olmasa
dahi, tabiat bakımından herkesi yurttaş, akraba sayması bu görüşü açıkça ortaya
koymaktadır. İyi: Antik Yunan’da bireysel değerleri ve bireyciliği ortaya koyan
tek grup bunlardır. Yunan-barbar, köle-efendi ayrımını reddeden; belirli bir
topluluğa bağlı vatandaş yerine, insan kavramının konulmasını ilk defa ileri
sürenler de muhtemel olarak onlar olmuştur.
Bazı sofistler,
kanunların uygulanmasında nasafet ilkesinin gözönünde tutulmasını ileri
sürmüştür. Nasafet ilkesinin kanunların uygulanmasında yorumlanmasında ve hukuk
uygulamasının doğurduğu katılıkların önlenmesinde önemli rol oynar.
İyi: Bilgiyi
topluma yayma ve demokratikleşmeyi sağlamaya yönelmişlerdir.
İyi / Kötü:
Sofistler eleştirmiştir. Ancak bu eleştiride yıkıcılık varken yıkılan şeyin,
değerin, kurumun yerine yeni bir şey kurmamışlardır. Sofistik hareket,
aristokratik değerlere karşı bir tepki hareketi olarak doğmuştu, başlıca amacı
o güne değin toplumsal, siyasal hayata yön veren değerleri yıkmaktı.
Aristokratik değerlerin yıkımının ardından bu değerlerin karşıtlarının doğup
gelişmesi umulabilirdi. Ancak böyle olmayıp tam tersi gerçekleşmiştir. Sokrates
ve onun öğrencilerinin kurdukları felsefe sistemleri sofistik hareketin yıktığı
eski aristokratik değerleri daha sağlam temellere oturtarak, toplumun içine
düştüğü değer bunalımını aşmayı amaçlamışlardır.
Kötü: Bilgi
olanaksız ise bilim de, felsefe de boş şeyler haline gelir; buradan da
nihilizme varılır.
Kötü: Amaçları
insanları tartışma ne olursa olsun bu tartışmayı kazanmaya yönlendirmektir.
Böylece kötüyü ikna yoluyla iyi gibi göstermeye yol açılmıştır.
2.3. SOKRATES (M.Ö.
469 -399)
2.3.1. Hayatı
Atina’da dünyaya gelen Sokrates’in
babası taş ustası, annesi ebedir. Kötü mizaçlı olarak tanınan bir kadınla evli
olan Sokrates’in 3 oğlu vardı. Yunan
düşüncesinin en büyük filozoflarındandır. Atina sitesinin hem yükseliş hem de
çöküş dönemlerini görmüştür. Hayatı ve eserlerini öğrencileri Platon ve
Ksenophan’dan biliyoruz. Soylu bir aileden gelmemekle birlikte Sokrates, aşağı
tabakadan birisi de değildir.
Her zaman doğru bildiğini söylemesi
nedeniyle kendini “tanrının devletin başına musallat ettiği bir at sineğidir,
her gün her yerde yöneticileri dürter, sıkıştırır, azarlar, peşlerini
bırakmaz.” Kendi misyonunu “Atinalıları uyandırıp, hayatın anlamı ve kendileri
için gerçekten iyi olan üzerine düşünmeye sevk etmek” olarak tanımlar.
Sokrates,
insanı felsefi düşüncenin temel konusu haline getirmeğe çalışmıştır. İnsanın
ruhunda ebedi hakikatler taşıyan yüksek, akıl sahibi bir varlık olduğunu
belirtmiştir.
2.3.2. Genel
Felsefesi
Sokrates, insanı felsefi düşüncenin
temel konusu haline getirmeğe çalışmıştır. İnsanın ruhunda ebedi hakikatler
taşıyan yüksek, akıl sahibi bir varlık olduğunu belirtmiştir.
Sokrates,
Eski Yunan düşünce dünyasında önemli bir gelenek olan doğa felsefesiyle
uğraşmak yerine, tıpkı sofistler gibi, kendine konu olarak insanı seçmiştir.
Sofistler gibi, o da insanları aydınlatmak için sürekli onlarla tartışmış;
ancak sofistlerden farklı olarak, bilgisini paylaştığı kişilerden para
almamıştır. Nihayet, Sokrates akla önem vermiş, kişinin dogmalarla ve gelenekle
değil, akıl süzgecinden geçirdiği kendi gerçekleriyle hareket etmesini
önermiştir.
Felsefenin merkezine insani geçiren, insanin
kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne olması
gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlaki boyutunu ön
plana çıkaran Sokrates, insanlara özsel bileşenlerinin ruh olduğunu, onların ruhlarına
özen göstermeleri gerektiğini anlatmaya çalışmış, bu düşüncesini ifade etmek,
onu eylemleriyle somutlaştırmak için de, yaz kıs çıplak ayakla ve ince bir
entariyle dolaşmıştı.
Sokrates’e
göre insan, bir beden ve ruhtan meydana gelen, bir maddi bir de manevi boyutu
bulunan bileşik bir varlık olup, bunlardan insanın gerçek benliğine karşılık
gelen, onu her ne ise o yapan öğe ya da bileşen, ruhtur. … Gerçekten var olanın
beden olduğuna inananlar veya insanı insan yapan unsurun ruh olduğu bilincinden
yoksun olanlar, mutluluğu bedensel tatminlerde arayan, haz, maddi zenginlik ya
da şan, şeref peşinde koşanlardır. Ruha gelince Sokrates, ruhu akılla, insanın
rasyonel meleke ya da yetileriyle özdeşleştirir. İnsanın gerçek benliği, onu
insan yapan şey psukhe olup, psukhe’in özü akıldır. Her varlığın yerine
getirmek durumunda olduğu bir fonksiyon, onun varoluşunun bir amacı bulunduğunu
düşünen Sokrates, işte bu noktada, meşhur arete ya da erdem düşüncesini
geliştirir.
Sokrates’e
göre hayatın amacı mutluluktur, mutlu olabilmek için de kişi kendini tanımalı,
kendi ile uyum halinde olmalı, kendini neyin mutlu ve neyin mutsuz edeceğini
bilmelidir. Gerçek mutluluğa kişi ölçülü hareket ederek ve kendine hakim olarak
ulaşabilir. Bunun için de kişinin hisleri ile değil, aklı ile hareket etmesi zorunludur.
İnsanı mutlu edecek şey değerlerdir ve bunu bilgi elde ederek yapabilir. Bu
değerler cesaret, itidal ve en yüksek değer olarak adalet ve ahlaktır.
Sokrates’in
epistemolojik duruşu, bilginin ve hakikatin imkanına yönelen bir güzergahtadır.
Sokrates’in karşısında durduğu epistemolojik görüşler, evrenin sürekli değişen
bir yapıda olması, öznenin varlığının ve hakikatin genel geçer olmayışı gibi
düşüncelerdir. Sokrates’e göre iki tür bilgi vardır. Bunlardan birincisi duyu
organlarıyla elde edilen ve gerçek olmayan sanılar (doksa), ikincisi ise
salt aklın ürünü olan gerçek bilgi (episteme)’dir. Sokrates’e göre salt
aklın ürünü olan bu gerçek bilgi erdemle de özdeştir. Bu anlamda erdem, iyi ile
kötüyü birbirinden ayırt etmenin, neyin doğru neyin yanlış olduğunun
bilgisidir. Sokrates’e göre erdem bilgiyle özdeş olduğu için de, öğretilebilir
bir şey olmaktadır.
Sokrates
“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” derken sofistlerle birleşir.
Varlık ve evren hakkındaki bilgilerimizin değişebilir niteliğini, bu nedenle de
sağlam ve değişmez bir bilginin olamayacağını kabul noktasında sofistlerle aynı
fikirdedir.
Ahlak
alanında ise Sokrates, insanların farklı ahlaki inançlara sahip olduğu görüşünü
reddeder. Bütün insanlığı kapsayan bir ahlakın varlığını fikrini benimsiyor.
Akılla insanların ortak değer ve gerçeklere ulaşabileceğine inanmaktadır. Fizik alanında kesinliğe inanmamakta, kesin olarak
hiçbir gerçeğe varılamayacağını savunmaktadır. Ona göre tek kesinlik, erdem
bilgisidir.
Sokrates 1. İnsanların akıllarıyla
bulabilecekleri ve kendi hayatlarını buna göre düzenleyebilecekleri evrensel ve
nesnel bir ahlak olduğunu, 2. İnsanların ahlaken özerk olması ve kendilerine
mal etmek durumunda oldukları ahlaki bilgiye uygun yaşamaları gerektiğini ileri
sürer. İnsanlar arasındaki ahlakla ilgili çatışmalara erdem kavramına
başvurarak çözüm sunar.
Sokrates’e
göre tüm insanları, toplumları, polisleri, kısaca tüm evreni yöneten bir
salt akıl vardır. Diğer canlılar arasında yalnız insanoğlu bu salt akıldan pay
almıştır. Evrensel aklın koyduğu kurallar, göreceli olmayan, koşullara ve
kişilere göre değişmeyen, gerçeğin ve adaletin soyut kurallarıdır. İnsanoğlu
sahip olduğu akıl sayesinde gerçeğin ve adaletin bu genel kurallarını keşfedip
onlara göre davranabilir.
Bir insan
fena hareket ediyorsa, suç işliyorsa bu onun erdemsizliğinden ileri
gelmektedir. Erdem ise bilgi ile eş anlamlıdır. Bilgili olan, dolayısıyla
erdemli olan insan doğru hareket eder. Erdem iyiyi kötüden, doğruyu yanlış
olandan ayırabilme yeteneğidir. Bu ayrımı yapabilmek için iyi ve kötünün ne
olduğunu bilmek gerekir, yani erdem bilgidir.
Bilgili insan ihtirasların ve isteklerin kölesi olmaz. Bilgi ve erdem
birbirini tamamlar. Erdeme kavuşmak için
bilgi şarttır.
Sokrates
bilgiyi eylemin önüne koyar. İyi ya da doğru eylemi garanti eden erdemin bilgi
olduğu ve mutluluk için sadece erdemin yettiği düşüncesinden kaynaklanır.
Sokrates’e göre, tüm insanlar, doğaları gereği, mutlu olmayı istediklerinden ve
neyin iyi, neyin kötü olduğuna ilişkin bilgi zorunlulukla mutluluğa götüren tek
yol olduğundan, bu bilgi, tüm insanlar için kazanılması gereken bir bilgidir.
Bilgi
edinmek evrensel ruhun tanınmasıdır. Maddi varlıklar, ruh aracılığıyla bir
araya gelirler ve uyum sağlarlar. Bu ruh evrensel ruh olup, insanda da bulunur,
ruh nasıl insanı yönetiyorsa evrensel ruh da evreni yönetir. Evrensel ruh ile
insan ruhu arasında sezgi aracılığıyla bir ilişki söz konusudur. Bu nedenle evrensel
ruhun tanınması için insanın “kendini tanıması”, ruhunun derinliklerine inmesi
gerekir. Mutlak doğru vardır ve insan bu doğruları öğrenip, bilgi sahibi
olabilir. Bilgi rölatif biçimlerde görünse bile, insanın ruhunun evrensel ruha
yaklaşmasıyla sağlam, herkes için geçerli olan bilgilere ulaşmak mümkündür.
Erdem doğuştan kazanılan bir yetenek değildir, öğretilebilir ve öğrenilebilir.
Devlet gereklidir, sosyal düzen gereklidir. Bu
gerekli kuruluşların sağlamlığı, sürekliliği içinse genel bir töre gereklidir.
İnsanlar arasındaki ayrılıklar, başkalıklar görünüştedir. İyice incelenecek
olursa iyiye olan eğilim her kişide aynıdır. Kişilerin içinde uyuyan bu ortak
eğilim, ancak öğretimle ortaya çıkarılabilir. Erdem, öğrenilir. Kişiler
bilmedikleri için kötüdürler. Erdem birdir, bölünmez, ayrılmaz. Bir davranışta,
erdemli, başka bir davranışta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa kişinin bütün
davranışları ona uygun olmak zorundadır. İnsan, kendini bilmeli, tanımalıdır.
Erdem, insanın kendini bilmesi, tanımasıdır. Fizik alanında şey’lerin nedenini
çözemeyiz ama kendimizin ne olmamız gerektiğini bilebiliriz. Erdemli olmamız
gerekir, çünkü erdemli yaratılmışız. Erdem, bizim yapımızda saklıdır. Bu bilgi,
elde edebileceğimiz tek bilgidir. Törenin dışında başkaca hiçbir konuda felsefe
yapılamaz. Öğretim, insana hiçbir yabancı şey vermez, ancak insan zihninde
gizli bulunan tohumları uyandırır, büyütür, geliştirir.
Sokrates
“Fenalık yapmakla fenalığa maruz kalmak arasında bir seçim yapmak lazım
gelirse, fenalığa maruz kalmayı tercih ederim.” Bilgisizliği kınar. Adalet,
“iyiyi kötüden ayırma bilgisidir.” Bu bilgi hukuk duygusunda ifadesini bulur.
İçimizdeki “adalet duygusu” bize neyin doğru ve iyi, neyin yanlış ve kötü
olduğunu öğretiyor. Bu şekilde Sokrates bilgi edinmenin insan hareketlerinin
ahlakiliği ve adalete uygunluğu için mutlak bir şart olduğunu ifade etmektedir.
2.3.3. Devlet ve
Hukuk Felsefesi
Sokrates siyasetten uzaktır.
Bununla birlikte siyaseti, adalet ve genel fayda bilimi olarak tanımlamış ve
devleti bilgili insanların idare etmesinin doğuracağı olumlu sonuçlar üzerinde
durmuştur.
Sitenin
idaresinde kuvvet ve zorun yerini, bilgi ve yol göstericiliğin almasını
istemiştir. Atina’da idarecilerin, bilginler arasından değil, bilgisizlerce
yönetilmesini eleştirmiştir. Özellikle egemenliği elinde bulunduran, “Beşyüzler
Meclisi”nin kura ile vatanaşlar arasından seçilmesinin yanlış olduğunu
belirtmiştir.
Polis veya
kent-devletinin varlık nedeni, sadece yurttaşlarının hayatlarını güvence altına
almak değil, fakat esas onların mutluluğa erişebilmelerini mümkün kılmak,
ahlaken iyi bir yaşam sürmelerini sağlamak ve yurttaşlarına iyi bir hayat temin
etmektir. Aynı zamanda bir eğitim kurumu olan polis, ona göre, yurttaşlarını
gerçek mutluluğa eriştirmekle, onların ruhlarına özen gösteren iyi insanlar
haline getirmekle mükelleftir. Devlete düşen, yurttaşlarını özellikle manevi
yönden geliştirmek, onları kendi iyi telakkisine göre erdemli varlıklar haline
getirmektir.
Sokrates, ikinci olarak polis ya da
devlet ile onun yasalarının bir sözleşmeye dayandığını söyler. Bu sözleşme
anlayışı ise temelde devlet ve devletin yasalarıyla yurttaşlar arasında bir
sözleşme bulunduğu, kaderini sosyal sistemini bütün hayatı boyunca kabul etmiş
olduğu topluluk ya da cemaate bağlı kılmış olan yurttaşın toplumsal düzenin
kendisine bağlı olduğu kurum ve örgütleri destelemek ve başına buyruk hareket
etmemek gibi bir yükümlülüğü bulunduğu düşüncesini ihtiva eder. … Dolayısıyla,
Sokrates diğer yurttaşlar gibi kendisinin de Atina devletiyle yasalarının
eseri, hatta kölesi olduğunu kabul eder. Bireyin iyiliği, moral gelişimi ve
kendisini gerçekleştirip, potansiyelini hayata tam olarak ve doğru geçirmesi
için varolan, varlık sebebi iyilik ve adalet olan devletin ve hukukun kötü
olamayacağını iddia eden Sokrates açısından sorun, devlette ve yasalarda
olmayıp, devleti temsil edenlerde, yasaları uygulayanlardaydı.
Sokrates, işte bu temel üzerinde üçüncü olarak da devletin yönetim
sanatında uzman olmayanlar, yani herkes tarafından temsil edilmesine; yasaların
gerçek adaletin, hayatın amacının ne olduğunu bilmeyen, eşdeyişle gerekli
felsefi bilgelikten yoksun sıradan insanlar tarafından uygulanmasına karşı
çıkarken demokrasiyi şiddetle eleştirmişti.
Sitenin idaresinde kuvvet ve
zorun yerini, bilgi ve yol göstericiliğin almasını istemiştir. Atina’da
idarecilerin, bilginler arasından değil, bilgisizlerce yönetilmesini
eleştirmiştir. Özellikle egemenliği elinde bulunduran, “Beşyüzler Meclisi”nin
kura ile vatandaşlar arasından seçilmesinin yanlış olduğunu belirtmiştir.
Buradan yola çıkarak, Sokrates… anayasal monarşi veya aristokrasiyi kabul
edilebilir yegane yönetim biçimi olarak görür.
Sokrates iki tür Kanunların olduğunu söyler:
Yazılı kanunlar:
Vatandaşların rızası ile vaz edilen
kanunlar yazılı kanunlardır. Kanunlar, memleketin iradesi temsil ettiği için
vatanını seven her insan kanunlara uyması gereklidir. Ceza kanunları, insanı
suç işlemek suretiyle içine düştüğü günahtan kurtarır. Suç işleyen kimse
mutlaka cezasını görmeli, hatta bunu bizzat kendisi istemelidir.
Yazılı olmayan kanunlar:
Devlet yönetiminin çıkardığı yazılı
kanunlar ulustan ulusa, zamandan zamana değişiklik gösterdiği halde, yazılı
olmayan kanunlar bütün zamanlar, bütün ülkeler için geçerli kuralları içine
alır. Yazılı olmayan kanunlar ilahi iradenin bir ifadesidir. Genel ahlakın
kurallarıdır. Yapılan iyiliğe minnettar olmayı, akrabaya sevgi ve saygı
göstermeyi, herkese iyilik yapmayı ve nihayet dini ibadeti emreden kanunlar,
yazılı olmayan kanunlara örneklerdir.
Sokrates, yazılı kanunların da iyiliğe
yönelen memleket iradesini temsil ettiğini belirtir. Bu şekilde hem pozitif
kanunların, hem de ahlaki kanunların iyiliğe yönelmesi gerektiği belirtilmiş
olmaktadır. İyi bir yurttaşın çevresine kötü örnek olmamak, kötülere
istediklerinde yasaları çiğnemek cesaretini vermemek için tüm yasalara saygılı
olması gerekir. Ancak bu yasalara yönetenler de yönetilenler kadar uyacaktır.
Sokrates hep uyduğu ve adaletsiz de olsa düzen için savunduğu yasalara
uymamanın kendisi ile çelişmek olarak görüleceği için kaçırılmasını sağlamaya
dönük teklifleri reddeder.
Sokrates hukuk düşüncesinde, kimi
sofistlerin hukuku güç ilişkilerine bağlamalarına karşın, pozitif yasaların
üzerinde ve onları bağlayan, insan yapımı olmayan, hep var olan bir üstün
hukuktan bahsetmektedir: Doğal Hukuk. Sofistler olandan hareketle hukuku
tanımlarken teslimiyetçi bir çizgide gitmektedir. Sokrates ise, pozitif
yasaların doğal hukuka uygun olması gerektiğini söylemekle yetinmemiş, olması
gereken’e yönelen bir mücadeleyi de gündeme getirmiştir.
Sokrates kadın ve erkeklerin eşitliğini
kabul etmektedir. Ona göre her iki cins eşit olmakla birlikte tabiatın
yarattığı bazı farklar vardır. Erkeğin faaliyeti daha çok evin dışında olduğu
halde, kadın çalışmasını evin içine yöneltir. Kadın kamu işlerinde erkekle eşit
statüye sahip ve erkeğin rakibi olamaz. Bununla beraber çocukları büyüten,
eğiten ve kocanın malvarlığını koruyan kadındır.
Sokrates çalışmanın erdemi ve
faydası üzerinde de durmuştur. Eski yunanda çalışma aşağılık bir uğraş olarak
kabul edilmektedir.
2.3.4.
Sokrates’in Yöntemi
Bütün insanların rasyonel
varlıklar olduklarına, onların söz konusu rasyonalitenin bir gereği olarak,
doğru ahlaki bilgi yardımıyla ahlaken özerk bireyler haline gelebileceklerine
inanan Sokrates, öncelikle insanlara ahlaki bilgi bağlamında derin
bilgisizliklerini, sonra da bu bilgiye nasıl erişebileceklerini göstermek için
bir felsefi yöntem geliştirmiştir.
Sokrates, fikirlerini
karşısındakilere sorular sormak ve onları cevap vermeğe alıştırmak suretiyle
öğretmiştir. Bu şekilde insanın zaten gerçeği bildiğini, sorular sormak ve bu
sorulara cevaplar almak yoluyla insan aklının batıl inançlardan
kurtulabileceğini göstermek istemiştir. Onun soru ve cevap yoluyla gerçeği
bulmak amacını güden metoduna “Dialektika” adı verilir. “Ey insan kendini bil”
sözü de, dialektika metodunun gerçek amacını açıkça göstermektedir.
Sokrates’in hakikate ulaşmada
kullandığı yöntem “diyalog”dur. Diyaloğun niteliği, doğru bildiğimizi sandığımız
şeyleri aslında bilmediğimizi göstermektir. İyilik, adalet gibi değerler
hakkında farklı insanlar farklı görüşler ileri sürüyorsa, bu, o konular
hakkında bilgisiz oluşumuzdan kaynaklanmaktadır.
Sokrates’in
diyaloğunda 2 aşama vardır:
İroni:
Bir
kavramı iyi bildiği düşünülen bir kişiyi alaya alıp, onun o kavramı
bilmediğini, ona sorular sorarak, göstermek.
Doğurtma:
Sorular ile o kavramı bilmediğini gösterdiği kişiye, kavramla ilgili tanımlar
oluşturtma evresidir. Bu evre de sorulardan oluşur. Kavramlar üzerinde doğru
bilgiyi oluşturmaya, doğurtmaya çalışır.
Sokrates’in
yöntemi, diyalog olarak adlandırılmalıdır. Marksizmdeki diyalektikten
farklıdır. Sokrates doğru ve sağlam bilgiye ulaşmayı hedeflerken Marksizmde
bilgi hareket halindedir. Sokrates idealist, Marx materyalisttir. Sokrates’e
göre, hakikatler doğuştan zihnimizde mevcuttur ve onun yaptığı bu bilgilerin
açığa çıkarılması, doğurtulmasıdır. Marksizmde ise bu idealizme karşıt olarak,
bilginin kaynağı maddedir. Sokrates’te senteze ulaşıldığında işlem tamamdır.
Marksizmde ise sentez nihayet değildir; sentezden sonra da hareket devam
etmektedir.
2.3.5.
Sokrates’in Savunması
Sokrates, dini inançlara karşı
çıkmakla ve gençliğin ahlakını bozmakla suçlanmıştır.
Sokrates’in yargılama
sırasındaki savunması: … İnsanların servetten önce erdeme ve kendi ruhlarını
yüceltmeğe çalışmaları gerektiğini, paranın insanlara erdem getirmeyeceğini,
fakat fazilet sayesinde paraya ve diğer eşyaya sahip olunabileceğini belirtmiştir.
Mahkeme tarafından ölüme mahkum; öğrencileri cezadan kaçması için yardım teklif
etmişler, reddetmiştir. Sokrates, mahkeme hükmünün yerine getirilmesine engel
olmak için kaçmanın devlet hukuk düzenini ihlal edeceğini söylemiştir. Eğer
mahkemeler tarafından verilen hükümler bu şekilde ihlal edilirse, ne devlet, ne
de hukuk düzeninden söz etmeye imkan olmayacaktır.
Reşit olduktan sonra insan,
yürürlükte bulunan düzeni beğenmiyorsa, o memleketi terk ederek başka bir yere
gidip yerleşebilir. Bunu yapmayan, devletin topraklarında yaşayan, devletin
sağladığı düzenden yararlanarak hayatını kazanan, nesnelere malik olan bir
kimse, devletin mahkemeleri ve kanunları tarafından verilen bütün emirlere
uymayı kabul etmiş demektir. Şu halde mahkeme tarafından verilen hükmün infaz
edilmesi, devletin ve toplumun devamı için mutlak şekilde zorunludur. Bu
gerekçeyle kaçma teklifini reddeden Sokrates aynı zamanda normatif-pozitif
hukuk düzenine, her toplumda yaşayan vatandaşların uyması gereğini de öğütlemektedir.
Sokrates’e yönelik eleştiriler:
Bilgili insanın zorunlu olarak ahlaki ve adil olacağı düşüncesi geçerli
değildir. Bütün insanları zorlama olmaksızın inandırma yoluyla yönetilmeleri
gerektiğini söylüyor. Hukuk ve devlet düzeninin zorlama olmadan varlığını
sürdürmesi imkansız.
2.3.6.
Sivil İtaatsizlik Ve Sokrates
Sokrates
gençleri fikirsel olarak baştan çıkarmak nedeniyle doğrudan demokrasi
koşullarında halk meclislerince mahkum edilmiştir. Halk meclisinde savcılık yoktur
ve dileyenler dilediklerini itham ederek suçlayabilmektedir.
Sokrates hep
uyduğu ve adaletsiz de olsa düzen için savunduğu yasalara uymamanın kendisi ile
çelişmek olarak görüleceği için kaçırılmasını sağlamaya dönük teklifleri
reddeder. Sokrates tarihteki ilk sivil itaatsizlik eyleminin faili olarak kabul
edilir. Ancak düzeni savunmak için ölümü göze alan Sokrates nasıl olur da sivil
itaatisizlik eylemcisi olarak kabul edilebilir?
Sivil
itaatsizlik, bugün hukuksal çerçevesi çizilen ve içinde yasaya aykırılığı
barındıran bir prosedürdür.
Sivil itaatsizlik: Devletin ve / veya yasanın haksız
uygulamalarına karşı üçüncü kişilerin bilebileceği şekilde
Şiddet içermeyen,
Kamuya açık ve aleni
Yasa ihlalleridir.
Burada yasaya
doğrudan ya da dolaylı karşı gelme söz konusu olabilir.
Sivil itaatsizlikte sistemin bütününe ya da anayasal düzeni
yıkmaya yönelinmez. Bilakis, devlet ve / veya yasalar tarafından anayasaya ve
hukuka aykırı işlem ve eylemlere kalkışılır.
Alenilik: sivil itaatsizlik eylemlerinin
gizli olmayıp kamu tarafından bilinebilir ve anlaşılabilir, açık olmasıdır.
Sivil
itaatsizlik eylemlerinde üçüncü kişilere zarar verebilecek şiddet unsurlarına
yer yoktur.
Sivil
itaatsizlik eylemlerinde eylemin politik ve hukuki sorumluluğunun üstlenilmesi
gerekir. Hukuksal sorumluluk konusunda ise iki görüş vardır. Birinci görüşe
göre, sivil itaatsizlik eylemleri ile yasaya karşı gelen, hukuka aykırılığın
sorumluluğunu da kabul etmiş, üstlenmiş sayılır. İkinci görüşe göre, sivil
itaatsizlik eylemi meşru olduğu için herhangi bir sorumluluk doğmayacağı
yönündedir.
Vicdani ret
bireyselken, sivil itaatsizlik kamu vicdanına ve ortak adalet inancına yönelen
kolektif bir çağrıdır.
Yasadışılık, alenilik, kamu vicdanına
çağrı, hesaplanabilirlik ve hukuksal sorumluluğun kabulü bakımından Sokrates
olayı bir sivil itaatsizlik olarak yorumlanabilir. Atina yasalarına ve
tanrılara karşı gelen, halkı düşünmeye çağıran, amacı belli ve sonunda hukuksal
sorumluluğu kabul eden (sitenin tümüne yönelen bir eleştiri olması bakımından
sivil itaatsizliğe benzemese de) Sokrates olayı sivil itaatsizliğe örnektir.
Burada şu
önemlidir. Sokrates’in aristokrat oluşu ve aristokrasiyi savunması, içinde
bulunduğu doğrudan demokrasi koşullarını tehdit ettiği için, yok edilmesine
sebep olmuştur.
EK
KAYNAK
“Sokrates’in
Savunması”nın tam metnine aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz;
2.4.
PLATON (M.Ö.427-347)
2.4.1.
Hayatı
M.Ö. 427’de Atina’da doğmuştur.
Atina’nın ünlü ve soylu ailelerinden gelir. Otuz Tiran yönetiminde yönetime
katılmaya çağrılmıştır. Sonra demokratik yönetim kurulmuştur ve Platon
Atina’dan uzaklaşarak Mısır’a, Güney İtalya’ya ve Sicilya’da Sirakuza’ya
gitmiştir. Bu ülkeden Isparta gemisinde köle olarak uzaklaştırılmış ve onu
tanıyan bir filozofça satın alınarak kurtarılmıştır. M.Ö. 378’de Akademos
isimli bir Atinalının bahçesinde ders vermesinden dolayı onun ders verdiği
okula Akademi adı verilmiştir.
Platon XIII. yüzyıla kadar hristiyan
teolojisinin yol göstericisi sayılır ve Aristoteles’in ancak bundan sonra
hristiyan aleminde saygınlık kazandığını söylemekte yanlışlık yoktur. Platon
“Devlet” adlı eserinde “en iyi”, “ideal”, “mükemmel” devletini anlatır.
“Kanunlar” adlı eserinde ise uygulama alanına koyamadığı ideal devletinin
yerine, “ikinci en iyi” devletini ortaya koyar.
Platon Atina’da demokratik eğilimlerin
ağırlık kazandığı, sınıf kavgalarının geniş boyutlara ulaştığı bir dönemde
yaşamıştır. Toplumun bu mücadele ortamından kurtulabilmesi için katı bir sınıf
ayrımına dayanan aristokratik bir düzen tasarlamıştır. Demokratik yönetime
karşı olan Platon, akıllı bilge azınlığın yönetiminden yanadır. İnsanların
doğuştan eşitsizliğine inanmıştır, amacı yıkılmakta olan aristokratik düzeni
kurmaktır.
2.4.2.
Genel Felsefesi
Platon bilgi
konusunda rasyonalisttir. Sofistlerin genel geçer bilginin olmadığı, yalnızca doxa’lar (sanılar) olduğu yönündeki
görüşlerine episteme argümanıyla
yanıt verir. Bu noktada hocası Sokrates’i aşar. Sokrates siyaset ve ahlak
alanında doğru ve sağlam bilgi mümkündür derdi. Diğer konularda ise ancak
sanılarımız olabilir diyordu.
Duyu
verileriyle gelen bilgiler bizi yanıltır diyerek Platon da sofistlere katılır.
Çünkü maddesel dünyada her şey değişir, kalıcı ve tutarlı bilgi nesneler
dünyasında mümkün değildir. Ancak doğru ve sağlam bilgi başka bir dünyada asli
ve daha iyi örneklere sahiptir. Platon bu meseleyi “Mağara örneği” üzerinden giderek berraklaştırır.
Platon’un genel felsefesinde ikili
bir dünya vardır: Akıl, ideler dünyası ve duyular, görünümler dünyası.
Nesnelerin görünümleri dışında bir de asılları vardır. Nesneler zamanla
kaybolup, göçerler, ama ideler her zaman için mevcuttur. Örneğin herhangi bir
üçgeni yok edebiliriz, ama üçgen idesini asla. Nesnelerin aslını idelere
bağlayıp, asıl realitenin bu ideler olduğunu ileri sürmek felsefede idealizm
olarak adlandırılır. Maddenin özü bu idedir. Bu nedenle gerçeği idede aramamız
gerekir. İde bedensiz, görünmez ve dokunulmaz bir gerçektir. İnsanın bilgiye
ulaşması için İdeler Dünyasını anımsaması gerekir. Bu akıl aracılığıyla, tüm
aldatıcı istek ve arzulardan sıyrılarak gerçekleşebilir. İnsan düşünceleriyle
iyi, doğru ve adil olana ulaşır, mutlak iyiyi kavrar.
Mağara benzetmesine göre, ışığa
açılan uzun bir girişi olan bir yer altı mağarasının en dibinde insanlar,
çocukluklarından beri, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak
hareketsiz bir şekilde oturmakta ve yalnızca önlerini görebilmektedirler.
Onların arakasında, yüksekte bir yerde bir ateş yanmakta ve ateşle bu insanlar
ya da mahkumlar arasındaki yolda küçük bir duvar ya da perde bulunmaktadır.
Duvar ya da perdenin arkasında ise konuşan, ellerinde türlü türlü araçlar,
taştan ya da tahtadan yapılmış insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer
kuklalar taşıyan insanlar geçmektedir. Mağaranın dibinde oturan mahkumlar
yalnızca, ateşin aydınlığıyla perdeden duvara vuran gölgeleri görebilmektedirler.
Ellerinden, ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş, hiçbir şekilde
kımıldamayan bu mahkumlar mağaranın duvarındaki gölgeleri duvara gölgesi vuran
nesnelerle karıştırmakta, perdenin arkasından yankılanan seslerin duvardaki
gölgelerden geldiğine inanmaktadırlar. Bu mahkumların sahip oldukları bilgi,
onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel
bilgi duvardaki gölgelerin yani görünüşlerin bilgisidir.
Platon’a göre insanların ruhları
dünyaya gelmeden önce, değişmeyen “idea” –Düşünce- aleminde yaşamış ve orada
gerçeğin bilgisine erişmiştir. Daha sonra bir bedene hapsedilerek ruhlar bu
dünyaya, değişen nesneler, maddeler alemine inmiştir. Bu nedenle bu dünyada
insanın iki türlü bilgisi vardır. Birisi bu dünyanın değişen nesneleri hakkında
duyularla edinilen bilgi ki, bu bilgi gerçek bilgi değildir. Çünkü bu alem
gerçek değildir. Diğeri duyu organlarının esiri olmayan tamamen akıl ile
edinilen bilgi ki bu gerçeğin bilgisidir, doğru bilgidir. Akıl bu bilgiyi, bu dünyada
gölge sahte varlıklar olan nesneleri görerek ve öteki dünyada, yani idealar
aleminde gördüğü gerçeklerini anımsayarak edinir. Yani gerçek bilgi akıldan
çıkan bilgi, ruhun bir anımsaması olan bilgidir. Bir dünyada idealar alemine
benzer mükemmel bir hayat sürmek için, kişinin vücudunun yönetimine duygu ve
isteklerine değil, fakat idealar aleminde yaşamış gerçeği görmüş olan, gerçeği
anımsayan akla bırakılmalıdır. Örneğin matematik bilimine bakacak olursan
“2+2:4” gerçek bilgidir. Bu bilgi insandan insana değişmeyen, herkes ve her
zaman için geçerlidir; çünkü akla dayanır. Aklın yönettiği mükemmel devlet de
idealar alemine layık bir devlet olacaktır.
Platon’a
göre insan başlangıçta idealar evrenine aitken bedeni doxalar evrenine aittir.
Platon’a göre insan idealar evreninden kovulmuştur; ancak idealar evreninde
gördüklerini doxalar evreninde eğitim ile anımsayabilir. Eğitimin önemi, bu iki
evren arasındaki bağlantıyı insanın verili varoluşundan elde etmekten gelir.
Eğitim ile insan, idealar dünyasındayken gördüklerini anımsar, idealar
dünyasındaki varlığına ulaşır. Bağlantı eğitimle, insan aracılığıyla kurulur.
Bağlantıyı kuracak olanlar, ideaları dert edinen filozof azınlıklardır.
İnsanın bu idealar evreninden kovulmuş
olması, Platon’un Orta Çağ’da Yeni-Platoncular tarafından yeniden
keşfedilmesinde önemli bir etkendir.
Nesneler Evreni
|
İdealar Evreni
|
Duyularla algılanıyor
|
Akılla kavranıyor
|
Nesneler, gerçek
olmayanlardır.
|
İdealar, gerçek
olanlardır.
|
İdealar evreninin
gölgesi, yansımasıdır. Yaşadığımız yeryüzü gelip geçicidir. Değişken nesneler
vardır.
|
Nesnelerin
değişmeyen, yetkin örneği. Fizik-ötesi (metafizik) evren
|
Bunların bilgisi doxa’lardır (sanılar).
|
Bunların bilgisi episteme’dir.
|
Madde
|
Ruh
|
Duyular yoluyla elde
edilen bilgi söz konusu olup bu bilgi gerçek bilgi değildir; sanıdır.
|
Akıl yoluyla
değişmeyenlerin, ideaların bilgisidir. Gerçek bilgi epistemedir.
|
Deney (empirizm)
|
Akıl (Rasyonalizm)
|
Dünyaya düşen
insana düşen ödev de, ruhunun asıl yurduna yeniden kavuşması, dönmesi için
gereğini yapmaktır. Bu da ideaları bilmekle olabilir. Buradaki bilgi de yine
bir anımsamadır. Ama ideaları objektif olarak bilmenin olanağı vardır: Çünkü bu
yeryüzü dünyası idealar dünyasına benzer; çünkü buradaki bütün varlıklar
idealardan pay almışlardır. Anımsamanın nasıl oluştuğu üzerindeki düşünmeleri
de, Platon’u eros (sevgi) kavramına götürmüştür. Platon’a göre, insanın çok
özel bir yetisi var: İnsan birçok algıları bir kavram halinde toplayabiliyor.
Objektif olarak görüldüğünde, bu yeti, insan ruhunun bir zamanlar idealar
dünyasında görmüş olduğu ideaları anımsamasından başka bir şey değildir. Eros
doğru olarak yönetilirse insanda felsefi bir coşu uyandırır, bu coşu de bize
güzel ideasını hatırlatır, anımsama yolu ile ideaları görmeye vardırır. Platon,
güzele duyulan sevgiden doğan coşuyu ideaların bilgisine götüren yol olarak
gösteriyor. Bu anlayışında mistik bir renk de var. Ancak, buradaki ideaları
görme, coşup kendinden geçme ile elde edilen bir görüş değil, ruhta uyuklamakta
olan ideaların ani olarak bir parlamasıdır –bu da akılla, düşünme ile
hazırlanır.
İyiye
yönelen insan ruhunda üç bölüm vardır: Akıl, cesaret ve ihtiyaçlara yönelen
arzu aklın emrindedir. Cesaret, aklın başarısına yardım eder. Arzu, tam aksine
aklı yanlış yönlere sevk eder, burada aklın görevi arzuyu gemlemektir. Bu üç
bölüme ait üç de erdem vardır, ancak bunlar aklı dinledikleri sürece erdem
olacaklardır. Aklın erdemi bilgelik, cesaretin erdemi yürekli davranış, arzunun
erdemi ise ölçülülüktür. Dördüncü bir erdem daha vardır ki bu da adalettir.
Adalet diğer üç erdemin uyuşum halinde olması sonunda ortaya çıkar.
Sokrates gibi
Platon’da erdemin bilgi demek olduğunu ileri sürüyor. İnsanların bilgi
bakımından zenginleşmeleri, ahlak ilkelerini öğrenmeleri, onların kararlarında
ve hareketlerinde fenalıktan kurtulmalarını sağlar. Bu görüşü Platon “Hiç kimse
isteğiyle fenalık yapmaz, fena hareket kötü eğitimin sonucudur.” Platon,
insanın fenalıktan kaçınmak suretiyle adalete kavuşabileceğini ve pozitif
hukuka uymanın adaletin gerçekleşmesi bakımından zorunlu olduğunu belirtir.
İnsanın ancak bu şekilde iç huzura kavuşabileceğini, toplumda düzenin
korunabileceğini belirtiyor.
İdealar
evrenine duyulan aşk, eros’tur. Bu
aşk bilgiye, hakikate dönük aşktır. Bu aşkı en çok yaşayanlar, kendilerini
bilgiye, hakikate, epistemeye adayan filozoflardır. Bilgi kuramı ile siyaset
felsefesi arasındaki ilişki buradan gelir. Çünkü sadece, küçük bir azınlık olan
filozoflar tüm toplumun çıkarına çalışacak erdeme, erosa sahiptir. İdealara,
kesin bilgiye en yakın olanlar devleti de yönetmelidirler. Her şeyi bilen,
vatandaşları için en iyisini yapan totaliter, müdahaleci ve babaerkil devlet
tahayyülü söz konusudur. Ortak mülkiyet vurgusu Platon’u ilk komünist kuramcı
saymaya dahi sebep olmuştur.
2.4.2.
Platon’da Devlet Ve Hukuk
Sokrates’in idam edilmesi nedeniyle
Atina demokrasisinden nefret eder; Sparta sistemine övgüler düzer ve Sparta
devletini ideal devletini oluştururken örnek olarak alır.
Platon, politikayı sanat veya uygulama
metodu değil, fakat teorik bir bilim sayıyor. Ona göre siyasetin gerçek amacı
insanları iyileştirmek ve eğitmektir. Siyasetin amacına varabilmesi için zor
yoluna başvurmak, kanunlar çıkarmak, doğru olabilir. Fakat politikanın asıl
amacı insanları daha iyi hale getirmektir. Onun dialektika anlayışı politika
konusundaki yaklaşımı ile birleşmektedir. Dialektika duyuların hiçbirine
başvurmadan yalnız aklı kullanarak her şeyin özüne varmak ve iyinin özüne
varmadıkça durmamaktır.
Platon’a göre devlet, çıkarları
dolayısıyla birbirine bağlanan ferdlerin teşkil ettiği bir bütündür. Devlet bir
organizmaya benzer. İnsanlar ise onun içinde organizmayı teşkil eden hücreleri
andırırlar. İnsanın birçok ihtiyaçları vardır. Yemek, içmek, barınmak vb. gibi…
İnsanların bu çeşitli ihtiyaçları karşılamak için topluluk halinde yaşamaları
lazımdır. İş bölümü doğal ve sosyal bir zorunluluktur. İdeal devletinde adalet
herkesin kendi işini yapması ile gerçekleşecektir. İnsanlar eşit değildirler.
Bir kısım insanlar toplumda, beyin ve kafanın yaptığı işleri yaparlar,
diğerleri ise daha önemsiz işlerle uğraşırlar. Nasıl ki insan vücudundaki uyum
her organın kendi görevini yapması ile sağlanırsa, devlet içinde de uyum ve
adalet her sınıfın kendi yerinde kalması ve kendi görevini yapması ile
sağlanır. İnsanlar yaratılıştan birbirine benzemedikleri için, yaradılışlarına
uygun iş görürlerse hem iş gelişir hem de yaptığı iş daha güzel ve kolay olur.
İşbölümü ve uzmanlaşmanın sonucu olarak da toplum giderek büyür.
Yukarıda ifa ettiğimiz gibi Platon’a
göre her sınıfın kendine düşeni yapması ve orada kalması halinde adil bir
devlet kurulabilir. Organizmacı düşünce toplumsal formasyon ile insan bedenini
benzeştirir. Üreticiler toplumda mideye, sindirim sistemine (yani ellere,
ayaklara, vücudun belden aşağısına) denk gelir. Üreticiler ölçülülüğü, itidali
temsil eder. Zira üretirken ölçülü olmalılardır. Savaşçılar toplumun kalbidir;
çünkü her sınıfa karşılık gelen erdemler vardır ve kalp cesaret erdemini temsil
eder. Yöneticilere denk düşen erdem ise akıl ve bilgidir; organ olarak beyinde
temsil olurlar. Sofistlerin aksine, iktidarı elinde tutanlar güçlü olanlar
değil, toplumun iyiliğini düşünen bilgelerdir.
Platon’a göre
iyi insan, ahlaken iyi vatandaşa eşittir ve tüm sınıflar kendi erdemleri doğrultusunda
davranırlarsa ahlaklı davranmış olurlar.
Platon ideal devleti ile tüm
kötülüklerden arınmış bir devlet düzeni kurmayı amaçlamıştır. Böyle bir devlet
idealar alemine yaraşan bir düzen oluşturacaktır.
Devlette faaliyetleri birbirini
tamamlayan 3 sınıf olmalıdır:
Üreticiler:
Bu sınıf devletin ekonomik temelini meydana getirir. Bütün toplumun muhtaç
olduğu malların üretilmesi bu sınıfın görevidir. Bu sınıf mensupları mülkiyet
hakkından yoksun bırakılmamışlardır; malk mülk sahibi olabilirler ve aile
kurabilirler.
Koruyucular:
Bu sınıfın ödevi devletin devamını sağlamak, dıştan gelecek saldırılara karşı
devleti savunmak ve devlet içinde kanunların yürürlüğünü sağlamaktır.
Koruyucuların en iyileri yönetici olabilir.
Yöneticiler:
İnsan vücudunda beyin neyi ifade ediyorsa, yöneticiler de fonksiyonu yerine
getirirler. Kanunları vaz etmek, uygulamak ve vatandaşların eğitimi ile
uğraşmak bu sınıfın ödevidir. Bu sınıf felsefi incelemelerle uğraşmak, bu arada
iyilik idesini araştırmak için gerekli zamana ve imkanlara sahip olmalıdırlar.
Yani devleti yönetecek kişilerin filozof olmaları gerekir. Yöneticiler, bir devletin kafası, beyni
olarak görüldüğünden, en akıllı kimseler arasından yönetici seçilmelidir. Yani
yöneticiler filozoflardan olmalıdır.
Platon’a göre bu üç sınıf arasında
hiyerarşi vardır. Devlette düzenin sağlanması bakımından herkes üyesi bulunduğu
sınıfta kalmalı, ancak yetenekleri elverdiği oranda insanların sınıf
değiştirmesine izin verilmelidir.
Bu sınıfsal hiyerarşik düzenin
kabul ettirilmesi için Platon “yararlı bir yalan” önermektedir. Buna göre
tanrıların yöneticileri yaratırken mayalarına altın kattıkları, bu nedenle
onların toplumda baş tacı oldukları, savaşçıların mayasına gümüş, üreticilerin
mayasına da demir ve tunç kattıkları söylenecektir. Bu yalana inanan herkes
toplumda hak ettiği yeri ve işi bilecek ve kabullenecektir. Yani Platon’a göre,
sınıfsal konumlar yaradılıştan ve kalıtsal biçimde gelir. Bu nedenle sınıflar
arası geçiş çok ama çok zorlaştırılmıştır. Bu noktada Platon “öjenizm”in ilk
isimlerinden sayılır.
Bilgi
Notu:
Öjenizm: İnsan soyunun bilimsel olarak
iyileştirilmesi. Kötüye yorumlanması ırkçılığa varır. Irkçılıktan çekinen düşünürler,
bugün, hümanist öjenizm tarafını tutmaktadırlar; bunlara göre, insan kendi
soyunu hastalıklardan bilinçli uygulamalar yoluyla kendileri veya
danışacakları kuruluşlar aracılığıyla da düzelterek iyileştirebilirler.
Platon
bu iddiasını sınıflar arasında evliliğe de sıcak bakmayarak sürdürür. Yani
altın ile altın, gümüş ile gümüş evlenmelidir. Platon evlenecek yaşa gelmiş
olanlar arasında (ayarlanmış) bir kurayla evliliğin yapılması gerektiğini ifade
ederek bu durumu yumuşatmaya çalışır; ancak kura aslından gerçek bir kura
değildir, zira ayarlanmış ve hilelidir.
Koruyucular ve yöneticiler, mal
mülk sahibi olamazlar. Mal mülk edinen yöneticiler kendi çıkarlarına öncelik
vermeye başlayacaklarından savaşma, yönetme yeteneklerini kaybederler. Mülkiyet
kurumunun varlığı toplumda çıkar çatışmalarına neden olur. Zengin ve fakirler arasında ortaya çıkan
ekonomik dengesizlik nedeniyle toplumlarda düzen ve uyum bozulacağından, bu
nedenle mülkiyet ortak olmalıdır.
Platon aile
kurumunu da toplumda birliği ve istikrarı bozacağı nedeniyle aile kurumunu
ideal devletinde reddeder. Kişiler kendi ailesinin yararını toplumun yararının
önüne koyacaklarından düzen bozulur. Kadınlar ve çocuklar, dostlar arasında
ortaktır. Bu iki sınıfın evlilikleri serbestçe yapılamaz; devlet, soyun ıslahı
için evlilikleri düzenlemelidir. Kadınlar, iyi bir eğitim ardından, kamusal
hayatta yer alabilirler.
Platon’un devlet sisteminde eğitim
çok önemlidir. Çocukların yetiştirilmesinde ve eğitimde beden eğitimi ve müzik
öğretiminin başlıca rolü oynamasını, çocukların devlet kurumlarına alınarak
yetiştirilmesini ileri sürer. Beden vücudu, müzik ruhu eğitmekle ilgilidir.
Müzik devlet denetiminde olmalı; insanın çalışma ve savaşma yeteneklerini
körelten müzik engellenmelidir. Koruyucu sınıftan olanlara beden ve müzik
eğitimi yeterlidir. Yönetici sınıfa katılacak olanlar matematik, astronomi ve
felsefe öğrenmeli: Ya devlet yöneticileri filozof ya da filozoflar devlet
yönetici olmalıdır.
Platon’un ideal devleti Sparta devletini
örnek almaktadır: Sparta’da eğitim küçük yaştaki çocukların devlete teslim
edilmeleri ve sıkı bir eğitimden geçirilmeleri ile yapılmaktadır. Sparta’da
servet hoş karşılanmaz ve yabancılar buraya ancak ticaret yapmak için girebilirler.
Aslında Platon’a göre Sparta’ya dayandırdığı ideal devleti hayali bir
karakterdedir.
Devlet adlı eserinde Platon ayrıca
mevcut devlet şekilleri hakkında görüşlerini belirtmektedir.
Timokrasi;
koruyucularla yöneticilerin yönettiği devlet şeklidir. Şan ve şeref kazanmak
önplandadır.
Oligarşi:
zenginlerin iktidara sahip olduğu devlet şeklidir.
Demokrasi:
iktidarın bütün vatandaşlara ait olduğu devlet şekline denir. Demokraside temel
ilke, herkesin özgür olmasıdır.
Tiranlık:
tek bir kişinin hakim bulunduğu devlet sistemine denir.
Platon, belirttiği devlet
şekillerini, filozofların işbaşında bulunduğu ideal devlet sistemi ile
karşılaştırarak kusurlarını belirtmekte ve uygulamada görülen devlet
şekillerinin en iyisinin Timokrasi, en kötüsünün ise Tiranlık olduğunu
söylemektedir.
Platon aklın kuralları olan yasaların
gerekli olduğunu belirtir. Yasaların amacı insanların mutlu olmalarını
birbirleriyle dostluk içinde yaşamalarını sağlamak olacaktır.
Platon
rasyonel olmasının sonucu olarak doğal hukukçudur. Yazılı yasaların üzerinde,
yazılı olmayan ve daha değerli bir doğal hukuk vardır. Bu doğal hukuk ilkeleri,
doğal yasalar akılda önceden mevcuttur. İyi yetişmiş ve erdemli insanlar,
yazılı hukuk kurallarına ihtiyaçları olmadan da barış içinde yaşayabilirler.
Devletin başlıca ödevi, vatandaşları
eğitmek olmalıdır. Devlet tarafından çıkarılan kanunlar, özellikle ceza
kanunları bu amacı gerçekleştirmekte çok önemli bir rol oynar. İnsanlar
bilgisizlikleri dolayısıyla suç işlerler. Bu sebepten ceza kanunlarının ağır
cezaları içine almaması lazımdır. Suçlunun islahı imkansızsa, bu takdirde ortak
yarar için ölümle cezalandırılması yoluna gidilebilir.
Platon ideal devleti tanımladığı Devlet
kitabındakinden farklı olarak Kanunlar kitabında daha ılımlı bir devlet düzeni
çizer. Burada toplumu sınıflara bölmemekte ve fakat insanların servet durumlarına
göre ayrı sınıflara girdiklerini belirtir. Bu devlette, devlet bir kurulca
yönetilir ve vatandaşların sayısı bellidir; toplam kölelerle birlikte site yaklaşık 20 bin insandan oluşmaktadır.
İdeal devletinde filozof yöneticiler olması gerektiğini belirtirken ikinci en
iyi devletinde kanunların etkin bir şekilde uygulanmasından söz eder. Aile ve
mülkiyet kurumunu kabul eder ve fakat sınırlamaların olması gerektiğini
belirtir.
2.5. ARİSTOTALES (M.Ö.
384- 322)
2.5.1. Hayatı
Selanik
yakınlarında Yunan kolonisinde doğmuş. Babası Makedonya kralının hekimidir,
hekimlik babadan oğula geçen bir meslek olduğu için Aristotoles’de 16-17 yaşına
kadar babasının yanında hekimlik eğitimi görmüştür. Atina’ya gidip Platon’un
öğrencisi olmuştur. Platon’un ölümünden sonra seyahat etmiş, Büyük İskender’in
3 yıl öğretmenliğini yapmıştır. Atina’ya dönüşte Lyceum adını verdiği bir okulu
kurmuştur. “Atinalıların devleti” ve “Politika” ünlü eserleridir.
2.5.2. Genel
Felsefesi
Aristoteles’in genel felsefesi ide-madde ikiliğini uzlaştırmasına
dayanır. Felsefe önce bu dünyayla
ilgilenecektir.
Aristoteles Platon’dan etkilenir,
ancak ondan çok farklıdır. Platon’un epistemolojik düalizmini bırakır;
Aristoteles’e göre her şey bu dünyada olur. Aşkın bir idealar evrenine gönderme
yapmaz. Bilginin kaynağı sadece akıl değil, hem akıl hem de deneydir. Yani
doğuştan gelen bilgilerin yanında deney ve gözlemden de bilgi gelmektedir. Bu
deney ve gözlemden gelen bilgiler, aklın ilkeleri yardımıyla elde edilir. Akıl
ve bilgi eşittir. Akıldan gelen ilkelere örnek, Platon’daki gibi, matematik
düşünceler olabilir. Aristoteles ile Kant’ın eleştirel aklı arasındaki
benzerlik dikkat çeker.
Aristoteles,
insanın algılar sayesinde maddeyi bilebildiğini kabul etmekle birlikte,
maddenin gözlemi yoluyla bazı kavramlar veya şekillerin insan tarafından
kavranabildiğine dikkat çekmektedir.
Aristoteles
tabiatta devamlı bir değişmenin varlığını ileri sürmektedir. Bu değişme, gerçek
ve devamlı olduğu gibi belirli bir amaca da yönelir. Tabiattaki değişmeler
giderek oluşan bir gelişimin varlığını gösterir. Maddenin değişmesi,
neden-sonuç ilişkisine göre gerçekleşir.
Aristoteles’te gerçek olanın maddesel olanla sınırlı olduğu
düşünülmemelidir. Metafizik On İkinci
Kitap’ta Aristoteles maddi olmayan ve aynı zamanda tamamen gerçek olan şeylerin
olduğunu belirtmektedir. Bunlardan birincisi evreni harekete geçiren ancak
kendisi hareketsiz olan Tanrı’dır; ikincisi ise Tanrı tarafından harekete
geçirilerek gezegenleri hareket ettiren varlıklardır. Üçüncü şey ise insan
aklının aktif unsurudur ki, bu bireyin ölümü üzerine bedenden bağımsız olarak
var olabilir. Aristoteles’in “varlık”ı belirtmede kullandığı sözcük “töz”dür
(substance). Aristoteles bunu şöyle
açıklar: “Üç tür töz vardır. Bir tanesi duyumlanabilen (bunun bir alt dalı
ölümsüz bir alt dalı da ölümlüdür. Ölümlü olan tüm insanlar tarafından
tanınabilir ve hayvanları, bitkileri vb. içine alır ). . . .ve bir diğeri de hareketsiz olandır.
Bu üç
tözden gökteki ve maddi alanda konumlanan duyumlanabilen tözler, iki unsurdan
ibarettir: Madde ve form. Dünya
kendisini Aristoteles’e en üst noktasını maddi olmayan tözlerin, geri kalan
kısmında da madde ile formun kompleks bir şekilde bir araya geldiği tözlerin
var olduğu bir hiyerarşi olarak sunar. Madde; tuğla, çimento ya da demir gibi
bir evin inşasında kullanılan bir eşya olarak düşünülebilir. Form ya da “öz” bu
örnekte mimar tarafından çizilen plan olacaktır. Aristoteles’e göre form,
maddenin üzerine konduğunda onu neyse o yapandır. Özet olarak form, maddeye
karakteristiğini veren ve gerçekte onu töze çevirendir. Aristoteles için
formlar nesnelerin içindedir. Dolayısıyla ilk olarak duyu organları
aracılığıyla algılananları araştırmak gerekir.
Aristoteles,
bir sonraki adımda ise değişimin nedenlerini sunar. Aristoteles’e göre bir şeyi
açıklamayı denerken ya da onunla ilgili olarak “Neden?” sorusunu yanıtlarken
dört farklı yol vardır: bu dört farklı yanıttan, dört farklı neden ortaya
çıkar; maddesel neden, biçimsel (formel) neden, etken neden ve ereksel
(amaçsal) nedendir. Maddesel neden, bir heykelin bronzdan yapılmasında olduğu
gibi bir şeyin neden oluşturulduğuyla ilgilidir. Bu, bir tözün yapımında
kullanılan materyaldir. Hiçbir şey yokluktan gelmez; bir şeyin ortaya
çıkmasından önce var olmuş bazı şeyler olmalıdır. Biçimsel (formel) neden ise
“bu nedir” ile, yani maddenin nasıl bir yolla düzenleneceğiyle ilgilidir. Bu
nedenin özelliği ise bize maddenin “öz”ünün ne olduğunu söylemesidir. Bu
varlığın formundan kastettiğimiz onun yalnızca görülebilen şekli değildir,
bundan ziyade onun tüm karakteridir. Biz bir heykeli, heykel olarak
adlandırırken bunu onun formundan ötürü yapmaktayız. Çünkü bu adlandırmada
yalnız onun şekli belirleyici değildir, bundan daha önemli olan bir adam ya da
tanrı gibi başka bir varlığın imajını temsil ediyor olmasıdır. Etken neden ise
hareketin nedeni diğer bir deyişle değişimin üreticisidir. Heykel örneğine
dönülecek olursa, Aristoteles’e göre heykeli yapan heykeltıraş, onun etken
nedenidir. Ereksel neden ise dördüncü tür değişim nedeni olup, bir şeyin
meydana gelmesinde, var olmasındaki amacın nihai noktasıdır. Bir heykeltıraş
tarafından yontulan heykelin ereksel nedeni tanrıların onurlandırılması ya da
tapınağın süslenmesidir.
Aristoteles doğayı gözlemlemiş ve
doğanın belirli bir düzen gösterdiğini kavrayarak teleolojik (amaçsal) bir
görüş geliştirmiştir. Doğadaki her şey değişim gösterirken belli bir amaca
yönelmiştir.
Artık doğru ve sağlam bilginin
kaynağı akıl ve deneyin işbirliği ile gerçekleşir. Oysa Sokrates bilgileri
ahlak, siyaset – diğerleri; Platon ise dünyaları idealar – doxalar diye
ayırmıştı. Aristoteles bu ayrımları yapmaz. Daha çok akıl ve deneyin, akıldaki sınıflandırmalar
ve ilkeler vesilesiyle bir araya gelişinden bahseder.
Evrensel
olanın kavranmasında öncelikle gerekli olan tikel olanın kavranmasıdır. Biz
anlamak istediğimiz tikel şeyle önce duyularımız aracılığıyla aşina oluruz.
Duyularımız, etrafımızdaki nesnelerin bireysel özelliklerinin farkında olmamıza
imkân verir. Platon’un ideaları, Aristoteles’te “form”lara dönüşür. Bir varlığı bilebilmek için algılarımız madde,
form, hareket ve amaçları bakımından varlık kazanır. Kabaca örneklersek ve Platon’la
karşılaştırırsak: Platon’a göre önce “at” fikri vardır. Duyular dünyasındaki
tüm atlar, mağara duvarlarındaki gölgeler gibi sonradan ortaya çıkmıştır.
Aristoteles’e göre ise at “formu” tüm atlarda ortak olan özelliklerdir.
“Formlar” şeylerin içindedir, şeylerin ayırt edici özellikleri olarak onlarda
mevcuttur. At ile atın formu, birbirinden ayırt edilemeyecek şeylerdir.
Böylece varlık kendi içinde bir
yetkinleşmeye evrilir ve bir gayeye yönelir. Madde halinden amaca giden yol
yetkinleşmeyse, her varlık bir gayeye yönelmektedir. Dolayısıyla, ayrıca bir
idealar evrenine gerek yoktur. Bir masa da örnek verilebilir. Bir masayı önce
duyumsarım. Maddesini, formunu, hareketini ve amacını bilmeliyim. Masa idesi
idealar evreninde değildir. Masayı, daha önce gözlemlediğim masalardan elde
ettiğim masa idesine oturtarak bilebilirim. Yani bilgide deney ve gözlem çok
önemlidir. Aristoteles bu anlamda, olgucudur. Görüldüğü gibi Aristoteles’te
gaye, varlığın en yetkin şekline gidişidir. Örneğin bir tohumun nihai gayesi
ağaçtır.
Maddeyle
doğrudan ilişkisi olan, onun aracılığıyla Tanrı ve bilime ulaşan insan aklı,
evrendeki tüm olay ve nesneleri tanır ve öğrenir. Duyular ve hisler insanı
harekete yöneltir, arzu ve düşünce muhakeme şeklinde ortaya çıkar. Kıyas ve
tümevarım aklın bilim yolundaki hareketleridir, sezgi aracılığıyla bazı
durumlarda nesneler ve olaylarla ilişki kurmamız mümkündür. İnsan aklında bazı
ilkeler vardır; bunlar evreni tanımaya yarayan, özün bilinmesine yardımcı olan
kategorilerdir. On tane olan bu kategoriler; öz, nitelik, nicelik, bağıntı,
yer, zaman, durum, iyelik (malik olma), edim ve edilimdir. Bu kategoriler
sayesinde bilgi elde etmek olanağına sahibiz. Ancak deneysiz kategori hiçbir
işe yaramaz, deney kategorileri tamamlar, formları açığa vurur.
Aristoteles
felsefenin, doğayı ve insanı incelediğini, ancak bunlar incelenirken, önce
bilimin ne oluğunun, anlamanın, yapısının ve bilimsel düşüncenin form ve
kanunlarının niteliklerinin neler olduğunun araştırılması gerektiğini
söylemektedir. Bu da yöntem sorunun çözümlenmesini gerektirir. Doğru bilgi ve
bilimsel bilgi elde etmek için bağımsız bir disiplin olarak mantık ortaya
çıkar. Aristoteles’de gerçek varlık, form olan tümeldir, tümelin bilgisi ise
kavramdır. Bu kavram tikelin gerçekliği ile ilişki halindedir. Bu bağı
kurabilmemiz için tikelin verilerini iyi algılayıp sınıflandırmamız gerekir.
Nesnenin kavram kazanması hüküm yoluyla olur. Her hükümde özne, sıfat veya
yüklem ve bağ denilen üç unsur vardır. Örneğin “kar beyazdır” derken, kar özne,
beyaz sıfat ve dır eki bağdır. Hüküm doğru veya yanlıştır, nesnede olduğu gibi
varlığı veya yokluğundan söz edilmez. Aristoteles’in asıl önemli yanı tasım,
mantıksal kıyastır. Tasım önermelerden meydana gelmiştir; belli bilinen hüküm
mahiyetindeki önermelerden, bilinmeyen bir önerme, bir sonuç çıkarmadır.
Örneğin; Bütün insanlar ölümlüdür. Aristoteles insandır. Sonuç Aristoteles de
ölümlüdür.
Aristoteles,
mantık ile doğru düşünmenin yasalarını ortaya serer. Bu yasalar en geniş
anlamda; Özdeşlik ilkesi (bir şeyin kendisi olması), çelişmezlik ilkesi (bir
şey aynı zamanda hem kendisi, hem başka bir şey olamaz), üçüncü halin
olanaksızlığı (bir şey ya kendisidir ya da değildir, üçünçü bir hal
düşünülemez), doğru düşünmenin kurallarını gösteren tasım, bilginin taşıyıcısı
olan yargının temel öğeleri ve kategorilerdir. Aristoteles’te özdeşlik,
çelişmezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri Organon (aygıt) adlı eserde geçer. Deney verileri, bu ilkelerin
süzgecinden geçerek, bilgi edinmemize yardımcı olur.
İnsanın hem
tabiatın, evrenin kanunlarına tabi, hem de tabiat kanunlarının üstünde ve
onlara egemen bir yaratık olduğunu belirtiyor. Bu konuda ruh ve vücut ikiliğine
dayanan Aristoteles, ruhun vücuda hakim olduğunu söylüyor. İnsan gerek bünye,
gerek ruh bakımından yeryüzündeki varlıkların en gelişmişidir. Ruhun vücut
üzerinde egemenliği normal bir durumdur. Ancak dejenere insanlarda vücudun ruh
üzerinde egemenliği söz konusu olabilir.
Aristoteles’e
göre insan, hem doğanın bir parçası, hem de doğa üzerinde egemenliğe sahip olan
bir varlıktır. İnsan doğanın bir parçası olarak doğa kanunlarına tabidir, ancak
insan iyiyi kötüden ayırma ve hür şekilde davranabilme yeteneği ile doğa
üzerinde bir egemenliğe de sahip bulunmaktadır.
Aristoteles’in ahlak görüşleri de bugüne kadar ulaşmıştır.
Aristoteles’in ahlak anlayışı “erdem
ahlakı”dır. İnsan davranışının nihai hedefi mutluluktur. Ancak bu mutluluk,
Epikür’ün hazcılığı gibi değildir. Bir anlık mutluluk değil, erdemli ve ahlaklı
bir karaktere sahip olmanın insana vereceği sürekli bir huzur söz konusudur.
Aristoteles neyi yapmalıyım /
yapmamalıyım biçimindeki ahlak felsefesi sorusu yerine, nasıl yaşamalıyım
sorusuna yönelir. Yani anlık pratikler değil, yaşam boyu süren bir karakter
önem taşır. Aristoteles’e göre sürekli olarak ahlaken doğru olanı yapma
yeteneği sağlanırsa, erdemli olunur. Aristoteles ahlakı, daha ziyade orta yaş
ve sonrasına hitap eder. Çünkü ahlaklı ve erdemli karakter ancak eğitimle
kazanılır ve eğitim bu yaş dönemine tekabül eder. Oysa genel ahlak felsefesi
neyi yapmalıyım / yapmamalıyım türünden sorularla anlık pratiklere yönelir.
İnsanın
gayesi, erdemli bir karaktere sahip olmak bakımından kendini yetkinleştirmektir.
Aristoteles pratik ahlak felsefesinin ne yapmalıyım sorusuna ikincil düzeyde
önem verir. Doğru, erdemli, ahlaklı olan nedir? Bu, doğayla insan arasında olan
bir uyumdur. Diğer bir ifadeyle tüm aşırılıklardan kaçınarak aşırılıklar
arasındaki, akla uygun doğru noktayı bulmaktır. Aristoteles’in “altın orta”
kuralına göre örneğin cömertlik, savurganlıkla cimriliğin ortasıdır. Cesaret,
çılgınlıkla korkaklığın ortasıdır. Amaç dengeli olmaktır. Bu aynı zamanda mutlu
olmamızın anahtarıdır.
2.5.3. Devlet Anlayışı
Aristoteles’e
göre insan sosyal bir varlıktır ve toplum halinde yaşar.
Ancak
Aristoteles devlet topraklarının yaklaşık olarak yarısının toplum mülkiyetinde
kalmasının yararına da inanmakta, mülkiyet dağılımında nispi bir eşitlik sağlanmasının
faydasını savunmakta, mirasla ilgili kanunların toplum içinde eşitsizlikleri
gidermek amacını sağlayacak biçimde düzenlenmesini önermektedir.
Kölelik
konusunda Platon köleliği normal kabul ederken, Aristoteles sofistlerin
etkisinin artması nedeniyle köleliği meşru göstermeye çalışmıştır. Ona göre
insanların mülklerinin olması yeterli değil, onları işleyecek canlı veya cansız
araçlara ihtiyaç duyarlar. Köleler bu nedenle gereklidir. Ayrıca doğada, daha
gelişmiş olan varlıkların kendilerinden daha aşağı varlıklara emir vermeğe ve
onları yönetmeğe hakları vardır. Nasıl ruhun vücuda üstünlüğü kabul ediliyorsa,
zeka bakımından daha üstün olan insanların, kendilerinden daha az zeki
insanları yönetmelerini doğal saymak gerekir. Zeka ve yetenek bakımından geri
olanların, kendilerinden daha akıllı olanlara tabi olmaları menfaatleri
gereğidir.
Aristoteles’in siyaset ve hukuk
alanındaki düşünceleri de böyledir. Gerçi “Retorik”te
çokça doğal, ideal bir hukuktan, devletten bahseder. Ancak buralarda bahsettiği
ideal ve doğal hukuk ya da devlet idealar evreninden gelmez; o zamana değin
gözlenebilen, deneyimlenebilen hukuklar ve devletler içinde görünen en iyi
yanlar dikkate alınır. Aristoteles bu anlamda öznel değil, nsenel ve
gördüklerinden hareketle düşünmektedir.
Aristoteles
devlet ve hukuk tasarımlarını, Platon’un idealar aleminden çıkarsadığı devlet
ve hukuk anlayışının aksine, o ana kadar görünen ve başka bir dünyadan gelmeyen
devlet deneyimlerinden ortaya çıkarmaktadır. Aristoteles’in devlet hakkındaki
görüşleri Politika adlı eserinde yer
alır. Unsurlara geçmeden önce denmelidir ki, Aristoteles’te devlet zorunlu bir
kurumdur. Çünkü insan, doğası gereği toplu halde yaşar. Devleti bu toplu oluşun
adı olarak zorunludur.
Bu nedenle
bazı hukuk kitaplarında Aristoteles doğal hukukçu olarak, bazı hukuk
kitaplarında ise hukuk sosyolojisti (örneğin Hamide Topçuoğlu) olarak görünür.
Bu kafa karışıklığının nedeni, akla da gözleme de yer vermesinden gelir.
Aristoteles’e göre, devletin maddesi ülke ve insanlardır.
Ona göre iyi bir devlet düzeninde, o devleti oluşturan insanların sayısı
önemlidir. Nüfus, düzenin devamını etkilemek bakımından ne çok ne de az
olmalıdır. Orta ölçekte, büyüklükte bir nüfus ve toprak parçası olmalıdır (Aristoteles
bu mantıkla kürtaja cevaz vermiştir).
Aristoteles’e göre sınıflar vardır; ancak sınıflar arasında
da sayısal olarak uçurum olmamalı, nüfusun çoğunluğu ne yoksul ne de zengin
olan orta sınıftan oluşmalıdır.
Aristoteles’e
göre devletin en küçük nüvesi ailedir. Bu itibarla Platın’dan çok farklılaşır.
Devlet’teki Platon aile kurumunu kabul etmezken, Aristoteles, ailenin devletin
kaynağı olduğuna inanmıştır. Aile insanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak
amacıyla kurdukları bir birliktir. Birden fazla ailenin birleşmesi köyü meydana
getirir. Köy denilen birliğin amacı sadece günlük ihtiyaçların karşılanması
değildir. Köylerin kendi kendine yetecek bir topluluk meydana getirecek şekilde
birleşmeleri halinde devletin varlığından söz edilebilir. Nasıl aile ve köy
insanın sosyal bir varlık olmasına dayanıyorsa, devlet de aynı şekilde insanın
sosyalliğinden doğmaktadır.
Platon’dan
farklı olarak aile kurumunun önemini vurgulayan Aristoteles, aile bağının
sağladığı yakın ilişkiyi devletin sağlayamayacağını belirtmektedir. Aile, aile
başkanından, eş, çocuklar, mallar ve kölelerden oluşur ve baba ailede malların
ve kölelerin efendisi ve malikidir.
Mülkiyet aile
kadar doğal bir kurumdur ve bu kurumun devletçe korunması gereklidir. Yine Platon’dan
farklı olarak mülkiyetin çatışma nedeni değildir ve insanlara mutluluk verdiği,
herkes malını artırmaya çalıştığı için verimlilik sağladığı ve yakınlar arası
dayanışmaya kaynak oluşturduğu için mülkiyetin olması gerekir.
Aristoteles’e göre devlet, formu bakımından, altı
tanedir. Altı tane form vardır yani altı tane devlet biçimi. Bunlardan üçü
iyi, üçü kötü, bozulmuş yönetimlerdir.
Monarşi, aristokrasi ve Politi (Cumhuriyet).
Bu yönetim şekillerinin üçü de, devlet başında bulunanlar genel fayda ilkesine
göre hareket ettikleri takdirde olumlu sonuçlar doğurabilirler. Monarşide
egemenlik krala ait olup halk menfaatleri için kullanılır. Aristokraside
iktidar bir azınlığın, Politi’de ise çoğunluğa aittir. Her yönetim şeklinde
halkın yararı gözetilebilir. Fakat yönetimler soysuzlaşabilir. Bu takdirde
monarşi yerine bozulmuş şekli olan tiranlık,
aristokrasi yerine onun dejenere olmuş biçimi oligarşi ve nihayet politi yerine demagogların egemenliği ele
geçirdiği demokrasi (demagoji) görülebilir.
İyi devlet yönetimlerinde ortak
özellik, yönetimi elinde bulunduran iktidarın ortak iyiyi gözetmesindedir.
Toplumsal iyinin gerçekleşmesi için yasalara uygun yönetim sergilenmelidir.
Yani ortak iyi ve yasalara uygunluk bu üç tipin ortak özelliğidir.
Aristoteles
üç iyi yönetim biçiminden en iyisinin o toplumun yapısına hangisi daha çok
uyuyorsa o olduğunu söyler. Yani, tüm toplumlar için geçerli olacak belli bir
en iyi yönetim biçimi önermez. Aristoteles burada da ideallerden hareket etmez;
toplumun yapısını önemli kılar.
Aristoteles’e göre devletin hareket unsuru,
yurttaşlardır. Aristoteles devleti önce aile, sonra köyden hareketle kuran
yurttaşları hareket unsuru olarak alır.
Aristoteles’e göre devletin amaç unsuru insandır. Devletin
ve siyasetin amacı, nihai gayesi, insanların mutluluğu, erdemli vatandaş
yetiştirilmesi ve insanın kendi doğasını, yeteneklerini gerçekleştirmesinin
sağlanarak insanın yetkinleşmesidir. Yani devletin amacı insana yöneliktir.
Görüldüğü gibi, Aristoteles’te de Platon’daki gibi, siyaset ve ahlak iç içe
girmiştir.
2.5.4. Aristotales’te
Hukuk Ve Adalet
Aristoteles ikili hukuk ayrımı üzerinde durur: Doğal hukuk
ve pozitif hukuk. Pozitif hukukun bir ölçüye vurulması gerektiğinde ideal
ölçünün doğal hukuk olması gerektiği sonucuna varır. Doğal hukuk evrensel bir
karekter taşır ve bütün insanlar için geçerlidir. Bu iki hukuk düzeni arasında
bir çatışma olması durumunda ise, bu çatışmanın doğal hukuk lehine çözülmesi
düşüncesindedir. Bunu erdemli bir tercih olarak sunan Aristoteles, yazılı
hukukun devletle ilişkisini vurgularken, doğal hukukun evrenselliğinin bu
olanağı verdiğini belirtir. Retorik adlı çalışmasında doğal hukuk ve pozitif
hukuk ayrımına değinir. Ona göre doğal hukuk evrenseldir ve bütün insanlar için
geçerlidir. Hukukun gerçek amacının yazılı hukukça değil, doğal hukuk
tarafından belirlenebileceğinin ileri sürmektedir. Yazılı hukukun yürürlük
alanı devletin sınırları ile belirlidir. Erdemli ve bilgili insanlar doğal
hukuku pozitif hukuka tercih ederler. Pozitif hukuk kurallarını yorumlarken de
doğal hukukun kılavuzluğuna başvurmak lazımdır. Retorik adlı çalışmasında
davalarda taraf olanların çıkarlarına göre bazen doğal hukuka, bazen de pozitif
hukuka başvurmalarını uygun bulmaktadır. Bu daha önceki düşüncelerine uygun
değildir. Çünkü çoğu kez adaleti, hukukun ve devletin gerçekleştirmesi gerekli
tek ve gerçek amaç saydığını belirtmiştir.
Aristoteles’in adalet anlayışı erdem
anlayışına dayalıdır Erdem, ahlaki açıdan sürekli olarak iyi olmak, iyi
davranmak, yardımseverlik, dürüstlük, cesaret gibi iyi nitelik ya da üstün
özelliklere verilen addır. Aristoteles erdemleri teker teker incelemiş, adalet,
dostluk, haz gibi erdemlerin insanı mutlu kılan öğelerin tanımını yaparak,
aksiyolojinin (değer kuramı) temel konularını şekillendirmiştir.
Aristoteles,
hukuki ve doğal adalet kavramlarını birbirinden ayırarak, pozitif hukukun
gücünü ister adalete uygun olsun, ister adalete aykırı bulunsun hukuk olarak
belirtilmesinden; doğal hukukun ise kuvvetini insan doğasının sonucu
olmasından; aldığını ileri sürmüş bulunmaktadır.
Aristoteles
adalete içerik kazandıran ilk filozoftur. Bir toplumda değerlerin, ilkelerin,
ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş ve somutlaşmış durumu olarak adaleti ele
alır.
Adalet, toplum
yaşamında değerin gerçekleşmesi, aşırılıkların giderilmesi için temel araçtır.
Etik ve toplumsal bir ideal olarak, insanların birbirleriyle aynı insan
doğasına sahip olmak bakımından aynı konumda ve değerde olmaları hali olarak
eşitliğin tanımlandığını görüyoruz. Eşitlik düşüncesinin adaletin gereği ve
istemi olacağı hiçbir yerde gösterilmemiştir. Böyle olmakla beraber eşitliğin
adaleti temellendirdiği, onu yansıttığı insanın hukuk duygusundan çıkmaktadır.
Adaletin, yani bu eşitlik anlayışının Aristoteles’in düşüncesinde üçlü bir
ayrıma tabi tutulduğunu görmekteyiz: Dağıtıcı adalet, denkleştirici adalet ve
hakkaniyet. Bu ayrım çerçevesinde adaletin türlerini biraz daha derin
inceleyelim.
Denkleştirici,
düzeltici adalet (justitia commutative) değişme, değiş tokuş anlamına gelen
commutare kelimesinden çıkar. Denkleştirici adalet, bireylerin kendi
aralarındaki ilişkileri düzenler; özellikle eşya ve hizmetlerin değiş
tokuşunda.
- bu adalet bir hukuki ilişkide taraf olanların eşit muamele
görmesini gerektirir.
- Sübjektif, ferdi durumların nazara alınmaması ve adaletin
uygulanması şarttır.
- Haksız fiil işleyenin verdiği zararı tazmin etmesi,
sebebsiz iktisabta bulunanın iktisab ettiği şeyi iade etmesi ve nihayet bir suç
işleyenin cezayı çekmesi denkleştirici adaletin gereğidir.
- Themis denkleştirici adaletin simgesidir.
Dağıtıcı adalet, şeref ve
malların paylaştırılmasında herkesin yeteneğine ve toplum içindeki durumuna
göre kendine düşeni almasını emreder.
- Aristoteles bu şekilde eşitlik ilkesine bağımsız ve
uygulama alanında bir yer vermiş olmaktadır.
- Bu suretle eşit durumda olanlara eşit şeylere malik olma
ve eşit muamele gerekir.
- Dağıtıcı adaletin asıl amacı kişi ile toplum veya devlet
arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Kişinin devlete karşı ödevlerinin
yeteneklerine ve durumuna göre değişmesi dağıtıcı adaletin bir gereğidir.
Belirli ahlaki ve siyasi ilkelere dayanan pozitif hukuk adalet önündeki eşitlik
durumunu belirleyecektir.
Hakkaniyet adaleti, somut olay
adaletidir. Aristoteles’e göre genel ve soyut yasaların her olaya aynı biçimde
uygulanması adalete aykırı olabilir. Somut olayın özellikleri ve olaydaki
kişlerin bireysel özelliklerine inilir ve genel ve soyut yasaların katı biçimde
uygulanması ile oluşabilecek adaletsizlikler önlenmeye çalışılır. Hakkaniyet
adaleti, yargıcın elinde olan bir aygıttır. Yasalar ise soyut ve genel olmak
zorundadır. Bu nedenle, hakkaniyet ile denkleştirici adalet ciddi bir gerilim
içindedir. Bugün adalet tartışmaları bu gerilimden etkilenmiştir.
Adalet
ayrımlaması, Aristoteles’in sınıflı bir toplumu öngördüğünü gösterir.
Platon’daki kadar katı bir ayrım olmasa da, farklı sınıfların varlığı özellikle
dağıtıcı adalet konusunda ortaya çıkar.
3. ORTAÇAĞ’DA HUKUK
VE FELSEFE
3.1. ORTAÇAĞ’DA
FELSEFİ DÜŞÜNCENİN KAYNAKLARI
3.1.1. Genel Giriş
Ortaçağ’ın
düşünsel kaynakları, ilkçağın stoacı görüşleri, Platon’un, Aristoteles’in,
Romalı hukukçuların görüşleri ve hristiyanlık ilkeleridir.
Bilgi Notu: Stoacı Felsefe Okulu Kıbrıslı Zenon tarafından M.Ö. 308’de kurulmuştur.
Bir hukuk kavramı olarak doğal hukuk Stoa Felsefesi ve özellikle Cicero
tarafından dillendirilmiştir. Stoa okulu Yunan sosyal hayatındaki bir bunalım
döneminin ürünüdür. Stoalılar özellikle ahlak felsefesi üzerinde durmuşlardır.
Zenon „erdem‟i her şeyin temeli saymış ve insanın erdeme kavuşmak için çaba
göstermesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Erdeme ulaşmanın yolu ise akla göre
yaşamak ve ihtiraslara hakim olmaktır. Davranışlarında aklı kendisine yol gösterici
edinen kimse erdeme erişebilir.
İnsan aklı, Stoa anlayışa göre bütün
insanlarda aynı şekilde beliren ve onları birbirine bağlayan evrensel bir
güçtür. Milliyet ve ırk farkına rağmen bütün insanlar akılsahibi olduklarına
göre, onların eşit ve kardeş olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır.
İhtiraslarını yenerek, akla göre hareket etme iktidarına sahip insan, özgür
irade sahibidir. Eğer insan, yanlış, zararlı ve fena hareketlerde bulunuyorsa
bu aklını ihtiraslarının üstüne çıkaramamasından ileri gelmektedir. İnsanın
insan olmak dolayısıyla saygıya değer sayılması, Stoacı felsefenin ulaştığı
sonuçlardan biri olmuş, bugüne dek anlamını sürdürmüş ve gelişmiştir.
3.1.2.
Ortaçağ’ın Ekonomik ve Sosyal/Kültürel İklimi
Ortaçağ’ın düşünsel kaynakları,
ilkçağın stoacı görüşleri, Platon’un, Aristoteles’in, Romalı hukukçuların
görüşleri ve hristiyanlık ilkeleridir.
Mutluluklarını arayan insanlar, bir
ara, bu mutluluğu, özgür düşüncenin kapılarını kilitlemekte buldular.
Yüzyıllarca süren bu araya, ortaçağ diyoruz. Artık erdem, gerçekten erdem
olduğu için değil, tanrı buyurduğu için erdemdir. Artık Yunanlıların
doğa-tanrılarının yerini Hıristiyanlığın kişi-tanrısı almıştır. Oysa bu
kişi-tanrının düşünürleri, doğa-tanrıların düşünce sistemindençkurtulamayacaklardır.
Skolastik dediğimiz Hıristiyan okulu düşünürleri, yüzyıllar boyunca, Platon’la
Aristoteles’i gevelemekten başka bir şey yapmamışlardır.
Ortaçağ
yaklaşık bin yıllık bir dönemdir. Bu dönemin hiçbir kırılma yaşanmadan sürdüğünü
ileri sürmek kesinlikle hatalı olacaktır. Özellikle on birinci yüzyıl öncesi ve
sonrasında ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda ciddi ayrımlar vardır.
Ortaçağ
Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı diye ikiye ayrıldığı beşinci yüzyıl ile
İstanbul’un fethinin gerçekleştiği on beşinci yüzyıl arasındaki dönemdir.
Roma
İmparatorluğu Cermen ve Hun akınlarıyla önce parçalanır. Ancak Ortaçağ’ı
başlatan bir diğer önemli olay Akdeniz Havzası’ndaki İslam egemenliği akınları
neticesinde Avrupa’nın diğer coğrafyalarla iletişiminin kesilmesi ve Avrupa’nın
içe kapanmasıdır. Bu nedenle Ortaçağ’da ticaret ve şehir hayatı sönümlenmiştir.
İnsanlar iç ve daha yüksek kesimlerde kalmış ve bu nedenle kapalı tarım
ekonomisi söz konusu olmuştur. Tarım toprakları senyörlerin mülkiyetidir.
Toprağı olmayıp senyöre bağlı yaşayanlar, senyörler ile serflere bir toprak
parçasını kullanmak için verir ve buna karşılık asıl topraklarında onlar
çalışır.
Senyör, mali, idari ve hukuki bir
iktidara sahiptir. Avrupa feodalitesinde merkezi bir siyasal mekanizma
yoktur. Senyörler arasındaki mücadele, topraklara sahip olmak için değil,
toprağın üzerinde yaşayan serfler ve onların emekleri hakkındadır. Çünkü nüfus
savaşlarla azalmış ve insan-emek asıl zenginlik olarak görülür. Ayrıca, coğrafi
iklim değişiklilerinin serf yaşanması da insan nüfusunu azaltmıştır. Emek-rant
bu nedenle önem taşır.
On birinci
yüzyıl’dan sonra ise şehir hayatı yeniden canlanmaya başlamış, ticaret ile
emek-rant yerine paranın önemininartması söz konusudur. Para ekonomisi söz
konusu olup şehirler yeniden canlanır. Burjuvazi yeni zenginleşen bir sınıf
olarak hayat bulmaya başlar.
Ortaçağ üzerinde
bir de İslam medeniyetinin etkisi vardır. Özellikle on birinci yüzyıl’a kadar
doğu dünyasında “İslam Aydınlanması” yaşanmakta, “Karanlık Ortaçağ” batı için
geçerli olmaktadır. İslam dünyasında Aristoteles ve Platon’un eserleri
Arapça’ya çevrilmiş ve İslam dünyasında bir düşünce zenginliği söz konusu
olmuştur.
On birinci yüzyıl’dan sonra, İslam
filozofları olan Farabi ve İbn-i Rüşd’ün eserleri -ki bunlar Aristoteles ve
Platon’dan etkilenmiştir- Latince’ye çevrilmiş ve bu, Avrupa’da Aristoteles ve
Platon’un düşüncelerinin yeniden hayat bulmasınıa ve on birinci yüzyıl
sonrasında bir “Erken Aydınlanma” yaşanmasına sebep olmuştur.
Ortaçağ’ı etkileyen bir diğer önemli
husus, Kilisenin etkisidir. Hristiyanlık başlangıçta yoksulların ve ezilenlerin
dini olarak ortaya çıkmışsa da Ortaçağ’da hristiyanlık güç sahiplerinin bir aygıtı
olmuştur. Öyle ki, Hristiyanlık kurumsallaşıp (kilise) resmi din haline
gelmiştir. Kilise ciddi bir güç sahibidir; mülk sahibidir. Kilise dünyevi
iktidar üzerinde ciddi bir etkide bulunmuştur.
Ortaçağ onuncu yüzyıl’a kadarki
dönemi ile sonrasındaki dönem diye ikiye ayrılır. Onuncu yüzyıl’a olan dönem
Erken Aydınlanma diye anılır. On ikinci yüzyıl Ortaçağ Aydınlanması tabiri bu
ayrım ile anlaşılmalıdır.
3.1.3. Ortaçağ Felsefesinin Dönemleri
Ortaçağ felsefesi ikiye ayrılarak
incelenir. Hıristiyan düşüncesinin, ilk dönemine patristik (Yunanca
kilise babası anlamındaki patros deyiminden geliyor), bu tarihten
sonra ortaçağın sonuna kadar süren ikinci dönemine skolastik (Latince
okul anlamına gelen schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden
birincisine Platoncu Hıristiyan tanrıbilimi evresi, ikincisine Aristotelesçi
Hıristiyan tanrıbilimi evresi de denebilir. Bununla beraber Platon etkisi
XIII. yüzyıla kadar ilk skolastik düşünürlerde de devam etmiş ve ancak bu
yüzyılda Aquino’lu Thomas’yla yerini Aristoteles egemenliğine bırakmıştır.
Patristik felsefenin ünlü babaları Clemens (150-215), Tertulian (160-222),
Origenes (185- 254) ve Augustinus (354-430)’tur. Patristik felsefe,
Hıristiyanlığa yapılan saldırılara karşı koymaya çalışan bir savunma felsefesi,
bir apologia’dır. Kilise babalarının Felsefesi olan patristik felsefe, ortaçağ
skolastiğinin ilk hazırlıklarıdır. Skolastik, bütün ortaçağı kaplar.
Patristik
Felsefe (M.S. sekizinci yüzyıl’a kadar olan dönem)
Kilisenin,
Hıristiyanlığın kurucu babaları, kilise babalarının düşünceleri (patristik)
üzerine temellenir. Bu dönemde, Hıristiyan inancı, önceki pagan inanç
sahiplerine karşı savunulma ve topluma yerleştirilmeyi amaçlar. Patristik
felsefe Platon düşüncelerinin ağırlık taşıdığı, yeni-Platoncu bir dönemdir.
Skolastik
Felsefe (M. S. Sekizinci yüzyıl’dan on dört ve on beşinci
yüzyıllara kadar olan dönem)
Okul
öğretisi diye adlandırılabilir. Artık Hıristiyanlık inanmayanlara
yerleştirilmiştir. Skolastik dönemde felsefi olarak savunulan ve kanıtlanan
Hıristiyanlığın sistemleştirilmesi söz konusudur. Skolastik dönem Aristo’nun
görüşlerinin hakim olduğu dönemdir. Skolastik dönem, İslam felsefesi,
Hıristiyan düşüncesi ve Musevi inancı için ortak bir özellik olarak;
İlk çağdan, Antik Yunan’dan bir kopuş yaşanır ancak bu
kopuş, Aristo, Platon ve Stoizmin etkileri var olmakla söz konusu olmuştur.
Yani paradoksal bir görüntü var.
Skolastik, bütün ortaçağı kaplar.
Skolastiğin ayırt edici niteliği dogmatik oluşudur. Belli bir konuyu incelemek
demek, o konuda Aristoteles’in, ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir
inceleme, Aquino’lu Thomas’nın, Aristoteles’in bu yazısı üstüne ne yazdığını
okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquino’lu
Thomas’nın bu yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir. Hiçbir
kişisel görüş, tartışma, kuşku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kişisel bir
çıkışa cesaret eden, ölüm ya da bir çeşit diri diri ölüm demek olan afaroz
cezasıyla cezalandırılır.
Her iki dönemin de ayırıcı niteliği, felsefesel sorunları birtakım
tartışılamaz dogmalara bağlamış olmasıdır. Hıristiyan felsefesi, bu dogmaları
desteklemek amacından doğmuştur ve Hıristiyan tanrıbiliminin hizmetçisi (La.
Ancilla theologiae) durumundadır. Bu çağın hemen bütün düşünürleri din
adamlarıdır, Hıristiyan kilisesinin hizmetçileri (La. Ancilla
ecclesiae) durumundadırlar. Bu demektir ki, Hıristiyan felsefesi kutsal Roma
kilisesi imparatorluğunun (La. Sacrum Imperium Romanum) hizmetinde olan
ve onun buyruklarına göre biçimlenebilen bir felsefedir. Buysa felsefe kavramının
gerçek anlamıyla çelişiktir.
3.1.4.
Ortaçağ Felsefesinin Özellikleri
Ortaçağ felsefesi dünyevi bir felsefe
değildir. Öte dünyadaki mutluluğu amaçlar. Antik Yunan felsefesi insan aklı ile
ve ona güvenerek yapılıp rasyonel ve dünyevi iken Ortaçağ felsefesi özellikle
Platon’un etkisiyle, öteki dünyaya ulaşmayı amaçlar. Özellikle patristik
felsefede iman akla üstün çıkmıştır. Yani Tanrı ve öte dünya merkezli bir
felsefedir. Bu nedenle Tanrının varlığı, kötülük problemi, ölümden sonraki
yaşam vs. felsefi tartışmalara yerleşir. Ortaçağ felsefesi böylece dine
dayalıdır. En çok bahsedilen konular teoloji konularıdır. İnsan aklının ikinci
plana itilmesi, ilk çağdan tümüyle bir kopuşa işaret etmemektedir. Platon ve
Aristo, Ortaçağ dönemlerini çok etkiler. Dine dayalı oluş ve buna rağmen Antik
Yunan’dan etkilenme bir aradadır.
İslam, Hıristiyan ve Musevi
düşünürler akıl-iman çatışmasında tıkandıklarında Antik Çağ düşünüşü
dönüştürerek bunları aşmaya çalışmışlardır.
Ortaçağ felsefesi durağan ve
dogmatiktir. Hakikat, ta başından bellidir. Ortaçağ filozofu yeni ve farklı bir
şey aramaz, var olanı sistemleştirmeye çalışır. Aristo’nun mantık sistemi ve
kutsal metinlerden gelerek bir sistemleştirme yapılmıştır. Antik Yunan’da ise
düşünce dinamik ve sabit olmayan bir özelliğe sahiptir.
Ortaçağ
felsefesi bu ortak özelliklere rağmen bir yelpaze özelliğinde değildir.
Kimi filozoflara göre, Patristikler, bilmek için önce
inanmak gerekir. Çünkü iman içermeyen akıl, sürekli deliller, kanıtlar ister ve
akıl insanı doğru yoldan, inançtan saptırabilir. Akıl insana sadece görüleni
verir, görünenin arkasında yatanı keşfetmeye akıl yeterli değildir, bu alan
ancak iman ile anlaşılabilir. Akıl ile imanın uyuşmayacağı düşüncesine Gazali
örnek gösterilebilir.
Bir başka
filozof ise akıl ile imanın çatışmadığını, akıl ile imanın aynı parçanın iki
yüzü olduklarını, aynı hakikati farklı şekillerde söyleyen özünde ise aynı olan
alanlardır der. Bu çalışma peygamberi filozof yapar; dini de akıl olarak
gösterir. Bu düşünceye örnek İbn-i Rüşd’dür.
Üçüncü
görüş, akıl ile imanın ne tam olarak zıt olduğunu ne de çatıştığını
söyleyenlerdir. Bunlara göre akıl ile iman çoğu kez bir aradadır. Ancak akıl
ile anlaşılamayacak alanlar da vardır, burada aklın tüm desteğine rağmen salt
akılla anlaşılamaz. Bu alanlar sadece iman ederek anlaşılabilir. Örnek: Aquinas
Thomas.
Kısaca
Ortaçağ’da ilkçağ etkisi mühim ve yoğundur ancak Antik Yunan ile dinin
çatıştığı noktalarda din (Hıristiyanlık ya da İslam) tercih edilmiş, referans
noktası din olmuştur.
Not: İslam
düşünürleri arasında da ciddi farklar vardır.
Bilgi Notu: İbn-I Rüşd; Ölümden sonra bedenler dirilmez, maddi olarak dirilme yoktur. Dirilecek
olan insanın ruhudur. Çünkü tanrı tikellerin bilgisine sahip değildir,
insanların teker teker neyle uğraştıklarına bakmaz. Bu noktada Aristo etkisi
görülür.
Bazı
İslam filozofları evrenin Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı inancını kabul
etmez. Gazali bu düşünceye saldırır. Tanrı var olmakla evren de ondan fışkırmış
ve evren de varolmuştur. Yani evren tanrıdan sadır olmuştur ve Tanrı gibi
ezelidir. Tanrının sıfatlarından biri mutlak iyidir. Ancak madem öyle evrende
nasıl kötülük var olur?
İlgilenenlere: Nevzat Ayasbeyoğlu, İbn-i Rüşd’ün Felsefesi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1955
3.2. İBN-İ HALDUN
(1332-1406)
3.2.1. Hayatı
İbn-i Haldun,
tam adıyla Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldun el Hadramî (d. 1332
Tunus ö. 17 Mart 1406 Kahire) (Hicrî 732/808), modern historiyografinin,
sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet
adamı ve tarihçisi. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus
ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır'da çalıştı.
Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl
hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı
aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır'da 6 defa Maliki kadılığı
yaptı. Şam'ı işgal eden Moğol imparatoru Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir
bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçti.
Siyasal
yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren 7 ciltlik dünya tarihi
Kitâbu’l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü Mukaddime'yi yazdı. Arap
dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap milliyetçiliğinin gelişmeye
başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından
keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle ki Toynbee, aradan geçen
yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: “Herhangi bir zamanda, herhangi bir
ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin
sahibi”.
İbn-i Haldun, tarih felsefesi ve sosyoloji ve devlet kuramı açısından 14. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. İbn Haldun tarih, toplum ve devlet üzerine yaptığı gözlemler ile bu alanlara yönelik fikirlerini inşa etmiştir. Ancak bundaki metod, salt gözlemden ibaret değildir. O’un düşünce sistemi gerçeklik temeline dayanan, gözlemler ve rasyonel eleştirilerden geçen kaynaklardan veri alan, süreklilik ve değişme olgularını kavramaya yönelik, sebep-sonuç dinamiğiyle ilerleyen bir kavrayışla belirlenir.
İbn-i Haldun, tarih felsefesi ve sosyoloji ve devlet kuramı açısından 14. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. İbn Haldun tarih, toplum ve devlet üzerine yaptığı gözlemler ile bu alanlara yönelik fikirlerini inşa etmiştir. Ancak bundaki metod, salt gözlemden ibaret değildir. O’un düşünce sistemi gerçeklik temeline dayanan, gözlemler ve rasyonel eleştirilerden geçen kaynaklardan veri alan, süreklilik ve değişme olgularını kavramaya yönelik, sebep-sonuç dinamiğiyle ilerleyen bir kavrayışla belirlenir.
3.2.2. Tarih
Felsefesi
Önemi, daha sonra batı
düşüncesine de hakim olan kimi sorunsallara ilk kez temas eden kişi olduğu
iddialarından gelir. Özellikle sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu
sayılabilir. Mukaddime adlı eserinde
toplumsal olayları kendisine konu edinen yeni bir bilim kurduğunu iddia eder.
Bu bilimin
adı ümrandır. Tarih içinde toplumsal olguları inceleyen bilim olarak ümran biliminden
söz eder. İbn-i Haldun, Arapların Montesquieu’sü ve Marx’ı olarak da
adlandırılır. Toplumsal olaylar ve insanlarla coğrafya ve iklim koşulları
arasındaki belirlenim ilişkisinden bahsetmesi Montesquieu’ye benzetilir.
İbn-i
Haldun’un kullandığı dil betimleyici, önyargısız bir saptama yapar tarzdadır.
Neden-sonuç ilişkilerini saptamaya çalışır. İbn-i Haldun’a göre tarih
kahramanlık hikayeleri değil, tarihsel olayları neden-sonuç ilişkisi içinde ele
almalıdır.
Marx’a
benzetilen yönü, toplum tipleri ile üretim ilişkileri arasındaki bağı
vurgulamasıdır. Ekonomik olaylar toplum yapısına etki eder, üretim ilişkileri
toplumsal ilişkileri etkiler, der.
3.2.3. İnsan Ve
Toplum Üzerine Görüşleri
İnsan için
doğal bir olgu olan toplum içerisinde yaşamak kaçınılmaz bir olgudur. İnsanın
toplum içinde yaşamasının başlıca iki temel sebebi vardır:
(1) Ekonomik Sebep: İnsanın yaşayabilmesi
için gereksinim duyduğu besinlerin hepsini tek başına tedarik edebilmesi mümkün
değildir. İnsanların karşılıklı yardımlaşması, tek başlarına elde
edebilecekleri besinlerden kat kat daha fazla besin tedarik edilmesini sağlar.
(2) Güvenlik İhtiyacı: Canlılar
yaratılırken Tanrı tarafından hayvan türüne güvenlikleri için çok çeşitli
savunma olanakları verilmiştir. İnsana ise verilen ‘düşünce’ ve ‘el’dir.
İnsanlar bu meziyetleri sayesinde araçlar geliştirebilir. Ancak bunları insanın
tek başına öğrenip yapması ve kullanması da mümkün değildir. Bu da insanların
karşılıklı yardımlaşmalarını zorunlu kılar.
İnsan bu ilişki yumağı içerisinde
şekillenir. Dolayısıyla insanın doğuştan iyiliği veya kötülüğü de söz konusu
değildir. Tanrı insanın doğal yapısına iyiyi ve kötüyü beraber koymuştur fakat
insanı iyi veya kötü yapan sonradan kazandığı alışkanlıklarıdır. Dolayısıyla toplum içinde bu şekilde
yaşayan insanların birbirlerine karşı da korunması gerekir. Bu yüzden toplumda
düzenleyici bir otoriteye de ihtiyaç olacaktır. Bu düzenleyici otorite, “insanların kendilerinden biri olacaktır,
hepsine baskın gelen, hepsi üzerinde egemenliği ve ezicilği olan biridir bu,
öyle ki kimse kimseye saldırmasın, kimse kimsenin hakkına el uzatmasın, egemen
olmanın anlamı da işte budur”.
İbn-i Haldun’a göre toplumsal yaşam,
insanın doğasının bir icabıdır. İbn-i Haldun’a göre coğrafi koşullar ve üretim
ilişkileri bakımından insanlık tarihinde iki toplum tipi vardır:
Göçebe toplumlar
Yerleşik toplumlar
İbn-i Haldun toplumları üretim
biçimlerine göre ayırır. İnsan geçimini temin edebilmek için öncelikle yaşamı
için zaruri olanları tedarik etmekten başlar. Kırsal kesimde tarım ile uğraşan
topluluklar ile hayvancılık ile uğraşan göçebe topluluklar (bedeviler) böyledir
ve bunların ürettikleri ancak kendilerine yetecek kadardır. Üretimde kendine
yeterlilik için zaruri olanı aşan fazlalığın elde edilmeye başlanmasıyla
birlikte yerleşik düzene geçme ihtiyacı doğar ve şehirli toplumlar (hadari
toplumlar) meydana gelir. Göçebelik, tarımcı göçebelik ve kırsal yaşam şehir
hayatı için temel durumdadır. Kentleşme, göçebe ve kır insanları için son
aşamadır. Kır insanları ve göçebeler kendi kendilerine temin edebildikleri
sınırlı sayıda değerin dışındaki şeyleri elde edebilmek için şehirlere
muhtaçtırlar. Bu bağlılık devlet kuramadıkları veya şehirli toplumları ele geçiremedikleri
sürece devam eder. Şehirli toplumlar ile kırsal kesim halkı arasındaki önemli
bir fark da kırsal kesim insanının daha mücadeleci olma özelliğinden
kaynaklanır. Çünkü şehirli toplumlarda toplumsal görev paylaşımları şehir
insanını daha rahat bir konuma çekmiştir, kırsal kesim insanı doğayla daha çok
mücadele etmek durumundadır ve bu da insan tabiatını şekillendirmiştir.
Bedevi (Kırsal kesim toplulukları)
ve hadari (şehirli topluluklar) toplulukların temel farkları şunlardır:
- Bedevilerin birbirleriyle yardımlaşmaları yaşamalarına
yetecek ve hayatlarını koruyacak miktardadır. Hadari toplumlar ise zaruri
olandan daha fazlasını elde etmek için birbirleriyle yardımlaşırlar.
- Bedeviler kendi kabilelerinden olanlara karşı asla bencil
değillerdir. Hatta birbirleri için hayatlarını bile feda edebilecek kadar güçlü
bir dayanışma ruhları vardır. Cesaret, adalet gibi özellikleri taşırlar.
İhtiyaçları da ihtirasları da az olduğundan iyi olana yatkın ve güzel ahlaka
sahiptirler. Hadariler gibi bolluğa ve rahata alışkanlık kazanmadıkları için de
kanaat ehlidirler. Bedeviler bu bakımdan Hadarilere göre daha samimi ve
saftırlar.
- Bedevilerin hayatlarında gıdaları, evleri, giyecekleri
daha zaruri noktalarda, yaşamlarını sağlayacak kadardır. Hadariler ise
yaşadıkları refahı her hallerine yansıtırlar. Yiyip içmeye, giyinmeye, süse,
evlerinin bakımına, sanata vb. daha çok önem verirler.
- Bedeviler çiftçilik, hayvancılık gibi yollarla geçimlerini
sağlarken hadariler ticaretle uğraşırlar. Bedevilere göre hadarilerin emekleri
daha fazla kâr getirdiği için daha çok bolluk içinde yaşarlar.
- Hadariler refah içinde yaşarlarken silahlarını
bırakmışlar, gerekli hallerde kendilerini koruma ve savunma işini hükümdara ve
diğer görevlilere yüklemişlerdir. Bedeviler ise arazide yaşadıklarından,
hadariler gibi surlar ya da kapılarla muhafaza edilmediklerinden dolayı,
kendilerini muhafaza ve müdafaa işini bizzat kendileri gerçekleştirirler. Bu
yüzden de silah taşırlar ve devamlı ihtiyatlı bir halde bulunurlar. Bu nedenle
hadarilere göre daha cesurdurlar.
- Bedevi toplulukların idaresine riyaset denir ve idarenin
başında reis bulunur. Reisin bir mülkü (devlet) ve devlet teşkilatı yoktur.
Reisin hükmüne itaat etmek kanunların değil, törenin gereğidir. Bu yüzden reisin
bir devlet gibi yaptırım kuvveti yoktur. Reise, kendisine verilen önem ve değer
gereği itaat edilir (reis, yol gösteren büyüktür). Hadari toplulukların
idaresine ise devlet (mülk) denilir. İdarenin başında melik, hükümdar bulunur.
Hükümdarın bir mülkü ve devlet teşkilatı vardır. Hükümdarın hükmü kesindir ve
muhalefet etmek ölümle bile neticelenebilir.
- Bedevi yaşam tarzı ahlak temellidir. Hadarilerde ise refah
ve lüksün getirdiği adet ve alışkanlıklar ahlak edinilir. Ayrıca şehirleşme ile
başlayan talepler artınca insanlar arası geçimsizlik de artar.
İbn Haldun’un insan ve toplum üzerine
bir görüşü de insanları iklimlere göre ayırmasıdır. Uygarlık ılıman iklimde
gelişmiştir. Ilıman iklim insanı normal renkte, normal ahlakta, normal yapıda
ve normal inanıştadır. Sıcak iklim, insanları gevşetir, kaygısız yapar,
mutluluk hali oluşturur ve tembelleştirir. Soğuk iklim ise insanları kaygılı ve
güvensiz kılar. Ayrıca iklim tarım, hayvancılık ve besinler üzerinde de etkin
olduğundan insanların fizyolojik, fikri yapıları ile gelişimlerinde etkileri
söz konusudur.
3.2.4. Asabiyye
(Sosyal Dayanışma) Bağı
İbn Haldun, yaşadığı çağda toplumda dayanışmayı sağlayan
çeşitli olgular gözlemlemiştir. Bu dayanışma olgusunu asabiyye terimi ile ifade
etmiştir. Asabiyye Bağı, (1) Nesep
Asabiyyeti, (2) Sebep Asabiyyeti
olmak üzere ikiye ayrılır. Nesep asabiyyeti soy dayanışmasını, sebep asabiyyeti
ise dinsel ve ideolojik dayanışmaları ifade eder.
Soy Dayanışması, insanların aynı soydan
gelmiş olmasına -yahut soy bağlarının zayıflamış olduğu toplumlarda (nüfus
artışı ve şehirleşme sebebiyle hadari toplumlarda olduğu gibi) aynı soydan
gelmiş olma inancına- dayanır. Aynı soydan olanlar bu bilinçle birbirlerini
korur ve savunurlar. Ancak bu dayanışma kan bağı esası ile sınırlı değildir.
Örneğin, “efendi – köle”, “azad eden (efendi) - azad edilen (köle)” yahut
“korumaya alan – korumaya alınan” arasında da bir tür ‘soy dayanışması’ söz
konusu olur. Ayrıca soya sonradan dahil olma (‘soya kabul’) hallerinde de
(misal, cinayet işlediği için kendi soyundan kaçıp başka bir soya sığınma ve
kabul edilmede) bu dayanışma bilinci doğacaktır.
İbn-i Haldun’a göre, “soy,
bilinmesinde yarar olan ve bilinmemesinde zarar olmayan”, yararı itibariyle
yakınlar arasındaki bağı güçlendirici ve kaynaştırıcı olan fakat bunun dışında
gerçeği olmayan kuruntuya dayalı bir şeydir.
İbn-i Haldun sosyal dayanışmayı soy
dayanışması ile sınırlı tutmamıştır. O’na göre, bedeviler içinde bulundukları
koşullar gereği daha çok birlikte hareket etmek ve haksızlıklara karşı daha çok
birlikte mücadele vermek durumunda kalmışlardır ve bu da topluluk üyeleri
arasındaki dayanışma bağının daha kuvvetli olmasını sağlamıştır. Hadari
toplumlarda ise şehirleşme, nüfus yoğunluğu, soylar arası evlilikler ve sair
sebeplerden ötürü soya bağlı dayanışma azalır ancak yeni dayanışma türleri
ortaya çıkar. Bunlardan bir tanesi dinsel dayanışmadır. Dinsel dayanışma, bir dini cemaatin üyelerinin arasındaki
kaynaştırıcılığı ve dayanışma duygusunu ifade eder ve bu, ortak inançlarından
kaynaklanır. Bir diğer dayanışma türü ise ideolojik dayanışmadır. İdeolojik dayanışma ise, bir kişinin
yönetici olarak benimsenmesi ve peşinden gidilmesini ifade eden, mahiyeti
gereği şehirli toplumlarda daha yoğun görülebilir olan, esasen politik bir
olgudur.
Asabiyye bağı, oluşturduğu dayanışma
ağı sayesinde aralarında asabiyye bağı bulunan insanlarda kolektif bir savunma,
koruma bilinci oluşturur. Bu bilincin altında ise (1) insanın doğumundan
itibaren içinde bulunduğu toplumdan kendisine sirayet eden gelenek ve
görenekler ve (2) ‘ortak çıkar’ın
meydana getirdiği birlik olma bilinci yatar.
İbn-i Haldun’un söz konusu
dayanışma türlerinden ağırlıklı olarak üzerinde durduğu, içinde yaşadığı toplum
sebebiyle, soy dayanışmasıdır. Zira döneminin Arap dünyasında özerk bireyden
bahsedebilmek pek mümkün değildir. Kişi, içinde bulunduğu grup ile (ağırlıklı
olarak, aile, soy, kabile) birlikte siyasi ve sosyolojik bir varlık kazanır.
İbn Haldun felsefesinde asabiyyet
merkezde bulunur. Buna göre asabiyyet, hakimiyetin, devletin, her türlü siyasi
ve dini faaliyetlerin temelidir. Bütün toplumsal ve tarihi olayların temelinde
asabiyyet vardır. Tarihte görülen mücadeleler de asabiyyetlerin
mücadeleleridir.
Yaşadığı döneme dair yaptığı bu tespit önem taşır.
İbn-i Haldun’a göre bu iki toplum
arasında bir döngüsellik, birbirinin yerine geçme ilişkisi ve bu iki toplum
tipini birbirine bağlayan bir bağ vardır: Asabiye bağı. Durkheim’ın kolektif
bilincine benzeyen bu bağ, göçebe toplumlarda nesep bağı (nesep asabiyeti);
medeni (yerleşik) toplumlarda ise sebep bağı (sebep asabiyeti) vardır. Nesep
asabiyeti Durkheim’da mekanik dayanışmaya denk düşer. Aynı soydan gelmekle
ortaya çıkan bağdır. Sebep asabiyesi ise aynı kültür çevresinden gelmeyi
açıklar. Medeni toplumun ihtiyaçlarının daha çok ve çeşitli olması, göçebe
toplumdaki basit organizasyonu aşmayı gerektirir. İşte sebep bağı,
ihtiyaçlardan doğan bir sebep asabiyetidir. Bu, Durkheim’daki organik
dayanışmaya denk düşer.
İbn-i
Haldun organizmacıdır. Aristo’dan farklı bir organizmacılıktır. Aristo’da
toplum, insan bedeni bakımından bir analojiye, uzuvlar bakımından konu olurdu.
İbni Haldun’da ise tüm insan toplumları tıpkı insanlarda olduğu gibi doğar
büyür yaşlanır ve son bulur. Göçebe toplumlar yeni bir yer fetheder ve orada
yerleşik topluma geçerken doğar ve büyür. Ancak militer güçlerini kaybetmeleri,
başka bir göçebe toplumca zaptedilmeleri sonucunu doğurur ve böylece yıpranır
ve en nihayetinde son bulurlar ve yeni bir toplum oluşturulur.
İbn-i
Haldun’a göre duraklamadan inişe geçmede yerleşik yöneticilerin zevk ve
sefahate düşkün hale gelmeleri ve yönetilenlere ağır vergiler uygulamalarından
gelir.
3.2.5. Yönetim:
Riyaset Ve Mülk (Devlet)
Riyaset;Berberilerin yönetim
şekli riyaset (reislik) biçimindedir. Sözüne itibar edilir bir reis vardır
ancak reisin bir devlet gibi zorlayıcılığı yoktur. Bir kavim üzerinde etkili bir riyaset sahibi
olmak için, o kavmin içindeki asabiyyetlere galip olan asabiyyetten olmak
gerekir. Riyaset, bu görevi hak eden şahıstan veraset yoluyla intikal eder.
Riyasette toplumsal bir sınıflaşma görülmez. Ayrıca riyasetin sağlıklı bir
şekilde devamı için şeref ve asalet sahibi özel bir asabiyyete ihtiyaç vardır. Şeref ve asalet de ancak erdemlerle elde
edilir. Adalet ise reiste en üstün erdemlerden biridir.
Mülk (Devlet); Kabileler birbirlerine üstün gele gele
mülke ulaşırlar. Bu şekilde riyasetten devlete geçiş aslında bedevilikten
hadariliğe geçişle aynı şeydir. Mülkte hükümdarın ezici bir zorlayıcılığı söz
konusudur ve adalet onun elindedir. Yönetimin adaletsiz ve zalim olduğu yerde
toplumun vasfı da bozulur, insanlar daha çok yalana, hileye ve kötülüğe
başvururlar. Dolayısıyla yönetimin adaletsizliği halkın adaletsizliğini
peşinden getirir.
İbn Haldun mülkü iki çerçevede ele
alır. Mülk tabii, iktidarı
tekelleşmiş, otokrat bir hükümdarın yönetimindeki örgütlenmedir. Mülk siyasi ise akla dayanan siyasetin
(siyaset-i akliye) geçerli olduğu, uyulması zorunlu olan kanunların yürürlükte
bulunduğu yönetim biçimidir. Olumsuz manayı ‘mülk tabii’ye yüklemiştir. Çünkü
burada ezici bir hükümranlık vardır, keyfilik ve ‘hak’tan ayrılma söz konusudur.
Halkı maddi-manevi düşkünlüğe sürükleyen, kanunlara dayalı olmayan baskıcı
yönetimin uzantısı keyfi ve çıkarcı bir yönetimdir.
İbn-i Haldun’u önemli kılan bir
nokta ise devlet teorisini dini temellere dayandırmamış olmasıdır. Devlet, (1)
asabiyyet bağına (güçlü asabiyet diğerlerini kendisine bağlar) ve (2) ekonomik
gelişime (artı değerin üretimi kırsaldan kente doğru bir ilerleyişi sağlar)
bağlı olarak oluşur. Bu iki kurucu unsur devleti sadece oluşturmakla kalmaz,
devletin gelişmesi, gerilemesi ve yıkılmasında da işlevleri olacaktır.
Kaynaklarda artış ve refaha dalma asabiyetteki kopmaları, bu da devletin
gerilemesini beraberinde getirir. Mülk siyasi ise hükümdarı tekelci bir
yönetimin baş yöneticisi olmaktan kurtarmaz; ancak kanunlara dayalı ve akli
yönetim, hükümdarlığın ve mülkün ömrünü uzatır.
3.2.6.
İbn-İ Haldun’un Ahlak Anlayişi
İbn Haldun’un ahlak anlayışı toplum
ve devlet teorisine büyük ölçüde etki etmiştir. Toplumlardaki, siyasi
oluşumlardaki ilerlemeyi ve yahut gerilemeyi, ahlaki ilerleme yahut gerileme
ile paralel görmüştür. Bir yok oluş varsa temel belirtisi ahlaki çözülüştür.
İbn Haldun’a göre şehirli yaşam ve mülk, ahlak ve erdemleri bozucu etki
yapmaktadır.
İnsanın nefsi kötülüğe de iyiliğe de
açıktır. Hangisi daha çok sirayet ederse insan da o tarafa meyleder.
Ahlaklılık-ahlaksızlık, adil olan-adil olmayan ise akıl vasıtasıyla tayin
edilebilir. Ancak ne bedevinin
sadelikte kendini gösteren ahlakiliği ne de şehirlinin ahlaki çözülümü kişinin
kendi zatından olmayıp içinde yaşanılan toplumun neticeleridir.
3.2.7. İbn-İ Haldun’un Adalet Anlayışı
İbn Haldun’un eserleri incelendiğinde,
özellikle de fikirlerini açıkça ortaya koyduğu Mukaddime’si ele alındığında, adalet bahsine bir başlık altında doğrudan
ve sistematik bir şekilde yer vermediği dikkat çekmektedir. Bu eserinde, İbn
Haldun’un bir adalet tanımı yoktur. Ama hayatı boyunca yürüttüğü görevlerde
(örneğin, Mısır’da kadılık görevi icra etmiştir) adaletle davranmayı amaç
edinen bir şahsiyetin adalet anlayışının olmaması düşünülemez. Nitekim İbn
Haldun, Şifau’s Sail adlı eserinde
bir yerde, adaleti ‘batıni (manevi ve deruni) bir fiil’ olarak tanımlamıştır.
Onun adalet fikri, daha çok çeşitli görüşlerinde ve devlet görevlisi için
gerekli vasıflarda kendini göstermektedir. Temelde ahlaki ve vicdani bir mesele
olan adaleti, duyguları, fiilleri ve davranışları etkileyen bir erdem olarak
görmüştür. Diğer erdemlerle birlikte adalete de hem yönetici cephesinden hem de
toplum cephesinden önem atfetmiş, toplumsal hayatın sağlıklı bir şekilde
devamlılığı için bu değerlerin muhafazası gerektiğine çok kereler değinmiştir.
İbn-i Haldun asabiyyet bağına
yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağladığı için genellikle iyi anlamlar
yüklemiştir. Dünyevi değerlere verilen kıymetin artması asabiyyetteki
zayıflamayı arttırdığı gibi, ahlaki bozulmayı da arttırır. Ancak İbn Haldun bir
noktada asabiyyetin adalete ters düştüğünü söyler. Şayet asabiyye duygusuyla
korunan kişi haksız ise bu durumda adalet göz ardı edilmiş olacaktır.
İlgililere Ek
Kaynak: Ülker Gürkan, «Hukuk Sosyolojisi Açısından İbni Haldun »
3.3. THOMAS AQUINAS
(1226-1274)
3.3.1. Hayatı
Orta Çağ felsefesinin ve düşünce
tarihinin en önemli düşünürlerinden biri sayılabilecek Thomas Aquinas, soylu
bir ailenin çocuğu olarak 1225 yılında dünyaya geldi. Eğitimini İtalya, Fransa
ve Almanya’da gerçekleştirdi. Hocası Albertus Magnus’un ve Aristoteles’in
etkisi altında kaldı. Grekçe bilmediği halde düşünce tarihinin en önemli
Aristoteles yorumcularından biri olarak tarihe geçti. Fransa’da Paris
Üniversitesinde, İtalya’da Napoli’de dersler verdi. 1274 yılında, arkasında
yaklaşık olarak 13 milyon kelimeyi bulan bir yapıt bırakarak hayata veda etti.
Eserlerinden başlıcaları şunlardır: Summa Contra Gentiles, Summa Theologiae, In
libros De caelo et mundo expositio, In libros De generatione et corruptione
exposition.
Not: Aristo ve Platon’un eserleri Yunancadan önce Arapçaya
ve Arapça çevirilerden Latinceye çevrilmiştir.
3.3.2. Genel
Felsefesi
Yeni ortaya
çıkan burjuvazinin ve laikliğin önünü açan bir filozof olarak kabul edilir.
Aquinalı Thomas her şeyden önce kendisinden önceki Hıristiyan filozoflarının
yapmış olduğu gibi, tutarlı bir teoloji geliştirmek, Kilisenin veya Kilise
Babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları ortadan kaldırmak ve
Hıristiyan inancını sistemleştirmek işiyle meşgul olmuştur.
Aristoteles’in fikirleriyle din
dogmalarını uzlaştırmaya çalışmıştır. Summa Theologica isimli eserinde inanç ve
aklı uzlaştırmaya çalışmıştır. Thomas,
genel rasyonalizminin bir parçası olarak, dini hakikatlerden pek çoğunun ancak
iman temeli üzerinde kabul edilirken, akıl yoluyla, aklın doğal ışığıyla
kanıtlanabilecek hakikatler de bulunduğunu öne sürdü. Buna göre Aquinalı Thomas
iman karşısında aklı, teoloji karşısında felsefeyi ön plana çıkartmış değildir.
St. Thomas’a göre felsefe, olgulardan Tanrıya geçmektedir, tanrıbilim ise
Tanrıdan olgulara geçer. Tam tersine, o vahyi temel alır. Fakat Aquinalı Thomas
vahiy yoluyla bilinen hakikatlerin, kendilerinden hareketle rasyonel kanıtlama
temeli üzerinde başka doğruların ispatlanacağı ilk ilkeler oldukları
inancındadır. Vahyin hakikatleri, ona göre, Hıristiyan felsefesinin
teoremlerinin kendilerinden çıkarsandığı ilk ilkeleri sağlamanın dışında, bir
de böyle bir felsefenin doğrultusunu belirleyip, gelişme imkanlarını
güçlendirir. Başka bir deyişle, vahyin sağladığı hakikatlere ilişkin bilgi
Hıristiyan felsefesine, kendileri olmadan asla kanıtlanamayacak olan birtakım
hakikatleri ispatlama imkanı verir. Örnek Aristoteles, Tanrıyla ilgili birtakım
hakikatleri sadece akıl yoluyla, aklın doğal ışığıyla kanıtlayabilirdi ve nitekim
kanıtladı da. Fakat, o vahyin sağladığı hakikatlerin bilgisinden yoksundu ve bu
nedenle bu doğrultuda fazla ilerleyemedi. Oysa bir Hıristiyan aklın doğal
ışığına ek olarak, Tanrı hakkında vahyedilmiş hakikatlere de sahip bulunduğu
için çok daha fazla şey bilebilecek ve kanıtlayabilecek durumdadır.
Aquinalı
Thomas, Hristiyan düşüncesini, Aristoteles’in görüşlerini ve İslam
filozoflarından elde ettiklerini sentezler. Aquinalı Thomas, Hıristiyan din
adamları veya filozoflarının maddi dünyadan uzak durmaya çalıştıklarını. Oysa
maddi dünyadan, yaratıklardan uzaklaşmak, gerçekte Tanrıdan kopmak anlamına
gelir. Tanrının inayeti doğayı bozmak veya tahrip etmek yerine onu geliştirir.
Burada felsefeyle teoloji örtüşür. Böylece vahiy aklı destekler ve tamamlar,
akıl da vahyi anlamlandırır.
Manevi
şeylerden maddi şeyler önde gelmekle birlikte insanlar menfaatleri yönünde
hareket edebilmektedirler. Fakat insan akıl sahibi bir yaratıktır ve
hareketlerini akla göre düzenleyebildiği için de hür iradesinin olduğunu kabul
etmek zorunludur. İnsanın tutum ve davranışlarının kuralı ve ölçüsü ise akıldan
başka bir şey değildir, çünkü akıl kişinin hedef olarak belirlediği amacına
ulaşabilmesi için yapması gereken ile kaçınması gerekeni gösterir. Böylece yasa
aklın bir emri, kuralı olur.
Tanrı ile
ilgili onun varlığını kanıtlayıcı argümanları Aristotales’den gelir. Örneğin
ilk hareket. Evrendeki her şey bir hareket ettirici ile hareket edebilir. Ancak
kendisi hareket ettirilmeye ihtiyacı olmayan şey Tanrıdır. Benzeri biçimde ilk
neden; evrende her şey başka bir şeyin nedenidir. Oysa Tanrı ilk nedene
ihtiyacı olmayan bir varlıktır. Düzen; evrendeki her şeye düzen veren bir
yüksek bilincin olması gerekir. Bilinç,
madde olamayacağından, evrene düzen veren şey de yüksek bir akıl olarak
tanrıdır.
3.3.3. Aquinaslı
Thomas’ta Hukuk – Devlet
Dört türlü kanun vardır:
EBEDİ YASA: Evreni yaratan ve yöneten ebedi kanundur. Bu kanun
ifadesini Tanrının iradesinde, Tanrısal düzende, Tanrısal akılda bulur. Bütün
kainat Tanrısal akıl tarafından yönetilir. İnsan da rasyonel bir varlık
olduğuna göre entelektüel ve rasyonel olarak bu ebedi akıla katılmakta ve bu
şekilde “hukuk” oluşturmaktadır.
Ebedi hukuk,
yaradılışın tümü için Tanrı’nın takdirini ifade eden, akli bir hükümdür. Her
şey Tanrı’nın takdirine bağlı olduğuna göre, her şey aynı zamanda ebedi hukuka
da tabidir. Fakat rasyonel yaratıklar ebedi hukuka, diğer yaratıklara nazaran
daha belirgin biçimde bağlıdırlar. Rasyonel yaratıklar bizatihi Tanrı’nın
takdirinin bir parçasıdırlar.
DOĞAL YASA: Her şey doğal yasa tarafından yönetildiğine göre
her şeyde belirli ölçüde ebedi aklın bulunduğu söylenebilir. Ebedi aklın akli
varlıklara yansıyan bölümü doğal yasayı oluşturur.İnsanın Ebedi Aklın bir
parçasına sahip olarak uyum amacına ve hareketlerine yönelik doğal bir eğilimi
vardır ve söz konusu eğilim de rasyonel varlığın bu anlamda ebedi hukuka
katılımı olarak “doğal hukuk”tur. İnsan aklı aracılığı ile bulduğu doğal yasa
sayesinde davranışlarını düzenlemek ve iyiyi kötüden ayırmak yeteneğine
kavuşur. Doğal yasanın temel kuralı “iyilik
yap, kötülükten kaçın” ilkesidir. Ancak yine doğal eğilim ihtiraslar
anlamında bir doğallık ya da güdüsellik değildir. Bu çerçevede söz konusu doğal
eğilim 1. Varlığını sürdürmeyi, 2. Çoğalmak, çocuk yetiştirmeyi, 3. Bütün
rasyonel yetenekleri geliştirmeyi, 4. Bütün erdemli davranışları ve bu yolda
tüm araçları kapsar ve kısaca “tanrıyı bilmek ve toplum içinde yaşamak”
şeklinde özetlenir. Ebedi yasalardan, insan aklının anlayıp bilebileceği
yasalardır. Yani ebedi yasaların tümünü insan anlayamaz. Anlayıp bilinebilenler
doğal yasalardır. Bunlar insanın doğasına, yapı ve ihtiyaçlarına uygundur.
Hiyerarşide ikinci sıradadırlar.
POZİTİF YASALAR: Doğal yasanın ilkelerinden akıl aracılığı ile
çıkarılan ve açıklanan kurallar insani kanunu oluşturur. Aquinas, insanı kanunların tabii kanunlara
uyması gerektiğini belirtir. İnsani kanunlar zaman ve şartlara göre değişirler.
İnsani kanunların amacı insanlara faydalı olmak ve toplumu ilerletmektir. Bu
kanunların geçerliliği için doğal kanunun gösterdiği adalet ilkesine uymaları
gerekmektedir.
Aquinas, insanı kanunu genel anlamda şu şekilde
tanımlamaktadır; “Kanun, insan topluluğunu yöneten tarafından yapılan ve ilan
edilen ortak yarara yönelen akli bir buyruktur. Sosyal adalete ve ortak yarara
hizmete göre düzenlenen devletin çıkardığı kanunlar keyfi ve zalim olmamalıdır.
Bir yasanın ortak iyiliğe ve adalete uygun olup olmadığını anlamak için yasanın
amacına, yasa koyucunun yetki sınırlarını aşmış olup olmadığına ve yasanın
hükümlerinin içeriğine bakmak gerekir. Yasa, varlık nedenine ve amacına uygunsa
yani ortak iyiliği ve ortak çıkarı amaç edinmişse adildir. Bir kanun amacı
bakımından adalete aykırıysa, kanun koyan kendi yetki sınırlarını aşmak
suretiyle kanun vaz etmişse, ya da kanunla vatandaşlara haksız ve eşit olmayan
ödevler yüklenmişse, insani kanunun tabii kanuna aykırı olduğu açıktır. Bundan
şu sonuçlar çıkarılabilir; siyasi iktidar adalete uymalı ve dolaylı olarak
uymadığı takdirde ihtilal yoluna başvurmanın haklı olduğunu söylemektedir.
İnsanda
doğal olarak bilgeliğe eğilim vardır, ancak bilgeliğe erişebilmesi için de sıkı
bir disiplin gereklidir, ne var ki kendi kendine böyle bir disiplin kuracak
kişi ise pek azdır. İnsanları bilgeliğe, erdeme götürecek disiplinin dışarıdan
kurulması gerekir. Bazı kimseler doğal olarak ya da alışkanlıkları sonucu ya da
Tanrı vergisi olarak erdem ve bilgeliğe eğilimlidirler, bunlar için baba
otoritesi yeterlidir. Diğer bazı kimseler özellikle gençler kötülüğe
yatkındırlar, onlara nasihat kar etmez, kötülük yapmamaları ve etrafındakileri
rahatsız etmemeleri için onları zorla kötülükten uzaklaştırmak gerekir. Bu
kimseler de, önceleri baskı ve korku altında edindikleri alışkanlıkları,
zamanla kendiliklerinden sürdürürler. İşte cezalandırılma korkusu altında
gerçekleştirilen disiplin, düzen pozitif yasaların kurduğu disiplin ve
düzendir. İnsanlar arasında barışı kurmak, bilgeliği güçlendirmek için yasalara
gerek vardır. İnsan hemcinslerinin saldırganlığına ve kötülüklerine karşı
korunabilmek için diğer yaratılmışların sahip olmadıkları aklın silahlarına
yani yasalara sahiptir. … İnsan yapısı yasalar, ancak toplum hayatını yaşanmaz
yapacak kötü davranışları yasaklamakla yetinir, yoksa bir bilge kişinin
yapmaması gereken tüm davranışları kapsamaz. Bu bakımdan yasanın amacı her
şeyden önce ve temel ilke olarak ortak iyiliği gerçekleştirmektir. Thomas bir
yasanın uygulanmasında gerektiğinde kuvvet kullanılabileceğini kabul eder,
ancak maddi güçle desteklenen bir emir ve kural da yasa değerinde olmayabilir.
Aksi halde her kaba kuvvet gösterisini “yasa” saymak gerekebilir. Ne var ki,
Tanrı düşüncesine ters düşen pozitif yasalara kesinlikle uyulmaz.
İlahi
kanunlarla insani kanunların çatışması halinde mutlaka ilahi hukuk
uygulanmalıdır; insani kanunlar uygulanmaz. İnsani kanunlara, laik prenslere
adalet düzeni gerektirdikçe uyulur. Bu çerçevede eğer otorite haksız olarak ele
geçirilmemişse ve adil olmayanı emretmiyorsa kendisine uyma yükümlülüğü bulunmakta
hatta belirli bir tehlike ve toplumsal rahatsızlık durumunda bu koşulların
varlığı bile aranmamaktadır. Hukuka uyma yükümlülüğü hukuki düzenlemenin
istenilir olup olmamasından değil –evrensel düzen/hiyerarşi içerisindeki yeri
itibariyle bilinen tanınan bir yönetim tarafından yapılmış olmasından ve ilan
edilmesinden kaynaklanır.
Soru/not: Pozitif
yasa, üstteki iki yasaya uygun değilse ne olacak? İnsanların, toplumun bu
yasalara direnme hakkı var mı?
Cevap/not: Thomas
topluma bu hallerde direnme hakkı tanımaz. Çünkü direnme hakkı tanınırsa
toplumsal düzen bozulur. Direnenler mevcut iktidarı deviremezse devrilmeyen
iktidar daha da sertleşir. Eğer devirirlerse yerine gelen iktidar aynı akıbete
uğramamak için yine öncekinden sert olur. Yöneticiyi deviren halk ne yapacağını
bilemeyebilir ve bu nedenle boşlukta kalabilir. Thomas’a göre bu hallerde
“pasif direniş” yapılmalıdır. Tanrıya bu halden kurtulmak için dua edilmelidir.
Kişiler doğal hukuka başvurarak hukuka uyma yükümlülüğünden kurtulamaz. Buna göre
Aquinas için hukuka uyma yükümlülüğü uymama durumundaki doğacak tehlikelerden
daha önemlidir.
İLAHİ YASALAR: Akıl aracılığı ile bulunmayan, vahiy yoluyla
bildirilen ve kutsal kitaplarda açıklanan kuralların toplamıdır. Bu kanun
kaynağını sevgiden alır. Akılla kavranmayan ebedi yasalar vardır. Doğal yasalar
insan aklının kavrayabildikleri kadardır. İlahi yasalar ebedi yasalar içinde
insan aklının eremeyeceği, anlayamayacağı ve sadece iman edilmesi gereken
yasalardır. Bu yasalar kilisenin, ruhani liderlerin yasasıdır.
Bu ayrımlardan
hareketle Aquinas’lı Thomas’ın skolastik felsefe döneminde Tanrıya ait olan ile
insana ait olan yasaları ayırarak laikliğin temelini attığına dair yorumlar
vardır. Başka bir yorum bu ayrıma rağmen ilahi yasaların akıl tarafından
kavranamayan ve iman ile itaat gerektiren yasaların varlığı, ilahi yasaları
tekelinde tutan kiliseyi kuvvetlendirdiği yönündedir. Yani laikliği değil,
kilisenin kudretinin artırılması söz konusudur bu yoruma göre. Ancak bir tespit
olarak Aquinas’lı Thomas’tan sonra insan aklının devreye girmesi ortaya
konulmalıdır.
3.3.4. Toplum,
yönetim biçimleri ve meşru iktidar
Thomas
Aquinas'a göre son hedef, gelecek yaşamdaki ebedi kurtuluştur ve en üstün
toplumsal ortam hukukun tanzim ettiği, Hıristiyan toplumudur. Aquinas'a göre,
erdem; hukuk tarafından yönetilen, dengeli ve tümüyle kuşatıcı bir toplumsal
hiyerarşi içinde sürdürülen ahlakî bir yaşamla kendini gerçekleştirmektir.
Fakat burada çok az kişi siyasal faaliyete aktif olarak katılır, azınlık
yönetir ve çoğunluk yönetilir.
Thomas insanı
sosyal ve siyasal bir yaratık olarak değerlendirir. Ancak zorunlu ihtiyaçlarını
tek başına karşılayacak gücü yoktur, onu koruyacak, onu eğitecek bir topluma
aileye ihtiyacı vardır. Fakat aile yeterli değildir. İnsanın gelişebilmesi için
güvenliğinin sağlanması, iç ve dış düşmanlarına karşı korunması, herkese hakkı
olanı veren bir adalet düzeninin kurulması ve gerek maddi gerek manevi
kaynaklara sahip olması gereklidir. Bunun için de siyasal bir toplumun varlığı
zorunludur.
Böylece
sınırsız ihtiyaçlarına karşılık sınırlı gücü ve yeteneği, insanı siyasal bir
toplum içinde yaşamağa sürükleyecektir. Bu durumda devlet, Aquinas’a göre,
doğal bir kurumdur, insanların sosyal ihtiyaçlarını sağlamak için kurulmuştur.
Sosyal hayata güvenlik sağladığı ve ortak iyiliğe hizmet ettiği için devlet,
Tanrısal aklın yeryüzündeki kusurlu yansıması saymak mümkündür.
Her toplumda,
o toplumun amaçlarını gerçekleştirecek bir iktidarın varlığı zorunludur. İktidarın
belirli görevleri vardır: ortak yararı, ortak iyiliği gerçekleştirmek, düzeni
sağlamak, kişilerin güvenliğini, ihtiyaçlarını, mutluluğunu gerçekleştirmek.
Thomas tüm iktidarların ve bu
arada siyasal iktidarın da kaynağını tanrıya bağlar, tanrıdan gelmeyen hiçbir
iktidar yoktur. Ancak kaynağı tanrıda olan siyasal iktidarı yeryüzünde
kullanacak olanlar belirlenmemiştir. Toplum iktidarı kullanacakları kendisi
belirler, yani yeryüzünde siyasal iktidar insandan kaynaklanır.
Yönetim
biçimleri konusunda diğer konularda olduğu gibi Aristotales etkisi vardır:
Yönetim biçimleri iyiler (monarşi, aristokrasi, politea) vardır. İyi yönetim
biçimlerinde iktidarı elinde bulunduran güç ortak yararı gözetir. İyi bir
devlet biçiminde ortak yararı gözeten yasalar yapılır. Bozulmaları ile (aynı
Aristo’daki gibi) üç kötü yönetim biçimi ortaya çıkar. İnsan doğası gereği
devlet ve toplumla yaşar.
Mülkiyet
konusunda da Aristoteles’in görüşlerinden etkilenmiştir. Buna göre evrenin ve
üzerindekilerin ilk ve mutlak sahibi Tanrıdır. Tüm değerleri yaratan Tanrı aynı
zamanda onların sahibidir de, ancak insan beslenmesi, barınağı, korunması ve
diğer ihtiyaçları için çevresindeki değerlerden yararlanmak zorundadır. Çünkü
insanın temel görevi varlığını korumak ve sürdürmektir. Varlığını sürdürmek
için kendisi ve ailesi için gerekli olana sahip olmalıdır. Mülkiyet hakkı
insanın yeryüzündeki amacını gerçekleştirebilmesi için zorunludur.
Aquinas,
mülkiyeti doğal bir hak olarak reddetmekle beraber pozitif hukuk düzeninin
kişilerin mülk sahibi olabilmelerini sağlamak ödevi altında bulunduğunu
söylemektedir. Böylece herkes neye sahip olduğunu ve olabileceğini bilir ve
toplum daha istikrarlı olur. Mülkiyet kurumu ailenin istikrarı ve devamı için
de gereklidir.
İlgililer
için : Jacques Maritain, «Aziz Thomas Aquinas»
3.
YENİÇAĞ
3.1.
YENİÇAĞIN DOĞUŞUNDA ETKENLER
3.1.1.
Genel Giriş
Modernite, 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın ekonomik, toplumsal,
kültürel ve siyasal alanda yaşadığı büyük ve köklü değişiklikleri ifade eder.
Moderniteye geçiş dört temel devrimle olmuştur: Newton tarafından başlatılan
Bilimsel Devrim, iktidarın meşruiyetini halka dayandıran Siyasal Devrim, aklın
üstünlüğüne vurgu yapan Kültürel Devrim ve Sanayi Devrimi’dir. Rönesans ve
Reform hareketleri neticesinde oluşan ve modernitenin fikri altyapısını
oluşturan Aydınlanma hareketinin akılcılığı ile bilimsel bilgi neredeyse tüm
sürece damgasını vurmuştur.
Modernitenin temel vurgusu, insanı
köleleştirdiğine inanılan gelenek ve dinin bağlayıcılığından kurtularak,
bireysel ve toplumsal yaşamı aklın önderliğinde yeniden anlamlandırmak ve
kurmaktır. Modernite, yaşamı anlamlandırmada ve sürdürmede herhangi bir dışsal
otoriteyi kabul etmez. Akılcı, özgür ve yaratıcı bireyin dünyayı yeniden
biçimlendirebileceğini ve sürekli ileriye doğru akan bir tarih anlayışıyla
bütün toplumların, ortak olan akıl ve bilimsel bilgi neticesinde, aynı süreci
yaşayacağını savunur. Modernitenin ürettiği temel değerler; akılcılık,
bireyselleşme, sekülerizm, bilimsellik, pozitivizm, kentleşme, sanayileşme,
laiklik, bürokrasi, demokrasi ve ulus devlettir. Modernite, farklılaşmaya zemin
hazırlayan akılcılığa ve aklın yaratıcılığına vurgu yapsa da, toplumsal ve
siyasal yapı da tekçi, bütünleştirici, birleştirici ve homojen politikaların
varlığını gerekli görür.
Coğrafi keşifler neticesinde yeni
yerler ve uygarlıkların bulunmasıyla uyanışa geçen Avrupa, yüzyıllarca
kendisini esaret altına alan ve köleleştirip körleştiren kiliseye karşı
“Reform”la meydan okumuş, Aydınlanma düşünürlerinin öncülüğünde “aklı”
keşfederek, bilimsel ve endüstriyel devrime öncülük etmiştir. Kendisi için iyi
olanı seçme özgürlüğüne ve kabiliyetine sahip olan insanlardan meydana gelen
halk, akla dayalı düşüncenin zorunlu sonucu olarak, siyasal meşruiyetin tek
dayanağı haline gelmiştir. Böylece, temsili demokrasinin ve anayasal devletin
de temelleri atılmıştır. Avrupa’nın kendi tarihsel ve toplumsal dinamikleriyle
yaşadığı modernite süreci, daha sonraları küreselleşerek, dünyanın geri kalan
kısmında ulaşılmak istenen bir amaç ve ideal halini almıştır.
İlgililere: Yukarıda
alıntıladığımız kısım Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”:
Doğuşu ve Doğası, Adıyaman Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, Sayı 7, Aralık 2011. Tam metni
aşağıdaki adresten bulabilirsiniz.
BİLGİ NOTU: Rönesans’tan sonra Avrupa’nın genel özellikleri şöyle
sıralanabilir:
* Din
adamları ve kilise eleştirilerek Reform hareketlerinin başlamasını sağlamıştır.
*
Krallar papaların devlet işlerine karışmasını önlemişlerdir. Bu durum yönetimde
laik anlayışın ve kralların güçlenmesini sağlamıştır.
*
Ticaret faaliyetleri bölgesel olmaktan çıkarak önce ülke sınırlarına, sonra bütün
Avrupa’ya, ardından farklı kıtalara yayılmıştır. Bu durum Avrupalı devletlerin
ekonomik yönden güçlenmelerini sağlamıştır. Coğrafi keşifler sonucunda
Avrupalılar çeşitli kıtalarda sömürge imparatorlukları kurmuşlardır.
*
Papa’lığın tek yetki mercii olmaktan çıkmış, Katolik kilisesi
zayıflamıştır.
Rönesans’tan
sonra Avrupa’daki bu gelişmelere yol açan bazı temel olaylar şunlardır.
b) Kağıt ve
Matbaanın Yaygınlaşması
Avrupa’da kağıt ve matbaanın yaygınlaşmasıyla;
Çok sayıda kitap basılmış ve ucuz satılmıştır.
Okuryazar sayısı artmıştır.
Değişik bilgi ve düşünceler geniş alanlarda
yayılmıştır.
Bilim, kültür ve düşünce hayatı gelişmiştir.
Rönesans ve Reform hareketlerine zemin
hazırlanmıştır.
c)
Pusula, Gemicilik ve Haritacılıkta Gelişme
16.
yüzyılda Papa’lığın (günümüz adıyla Katolikliğin) bozulmalar karşısında ilk
olarak Almanya’da başlayan Hristiyanlık’ta yeni
düzenlemeler yapılmasına “Reform” denir. En büyük önderleri Martin Luther ve Jean Calvin
ve arkadaşları veya öğrencileridir.
a) Reform hareketlerinin başlamasında
etkenler
* Rönesansın Etkilerinden
dolayı, Hümanist düşüncenin doğması ile eski ortaçağ düşüncesi ve felsefesi
eleştirilmeye başlandı.
*
Katolik kilisesi’nin bozulması ve bazı Din Adamlarının çıkarlarına uygun
hareket etmesi ve halka karşı yapması gereken dinsel ve sosyal görevleri, ihmal
etmeye başlamış, kaynaklarını başka alanlarda harcadığı için halkın dini
duygularını sömürerek, halktan para toplamaya başlamıştı.
*
Matbaa’nın kurulmasıyla İncil’i Latince’den İngilizce, Almanca ve Fransızca
gibi ulusal dillere çevrilmesi ve böylece Hristiyanların din adamlarının
söyledikleriyle İncil’de yazanların birbiriyle uyuşmadığını görmeleri.
*
Rönesans’ın etkisiyle özgür düşüncenin yayılması.
*
Kilisenin elindeki yetkileri kullanarak halkı sömürmesi.
*
Kilisenin para karşılığı “endülüjans” denilen ve günahların affedildiğini
belirten kağıtlar dağıtması. Hatta papa, bu işi daha ileri götürmüş,
ölen insanların yerine de endülüjans alınabileceğini
belirtmişti. Gibi nedenler etkili olmuştur.
Antik Yunan döneminde Batılı insan, diğerlerinden
farklı olarak, eşya ve olayları farklı bir yöntem ve felsefeyle yorumlamayı
keşfetmiştir. Ancak, Hristiyanlığın kabulüyle birlikte, felsefe ya da felsefi
düşünce biçimi bu dinin etkisi altına girmiştir. Kilisenin kurumsallaşarak
gücüne güç katması, insanların düşünce biçimlerinin kilisenin emri altına
girmesine sebep olmuştur. Aklı, dinin doğrularına uyarladığını iddia eden kiliseye
karşı, zamanla dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının
özdeşleştirilemeyeceğine yönelik düşünceler gelişmiştir.
Reform hareketi, kilisenin otoritesini ve toplum
içerisindeki gücünü oldukça zayıflatmıştır. Bununla birlikte, bu hareketle,
Avrupa’da ileriki zamanlarda görülecek olan din savaşlarının da temelleri
atılmıştır.
4.2.TOPLUM SÖZLEŞMECİLERİ
Toplum
Sözleşmecilerinin ortak amacı ve özellikleri Ortaçağ’da devletin ve egemenliğin
kaynağı tanrı iken toplum sözleşmecileri devletin ve egemenliğin kaynağını;
devleti, egemenliği ve toplumu kuran toplumun kendisi olarak ortaya koyarlar.
Toplum
Sözleşmecilerinin (Yeniçağ düşünürlerinin) Antik Yunan’dan farkı Aristo devleti
toplumun zorunlu ve doğal bir sonucu olarak görmekteydi. İnsanın kendisini
yetkinleştirebilmesi için devlet zorunlu ve doğaldır. Çünkü toplumsal yaşam
insan için zorunludur. Toplum sözleşmecileri için ise devlet, egemenlik zorunlu
değil, insan iradesi ürünü olarak yapaydır.Toplum sözleşmecilerine göre devlet,
insanlar bunu iradeleriyle istedikleri için var olmuştur. Yani devlet ve
egemenlik tanrısal kaynaklı değildir.
Not: Tüm toplum
sözleşmeleri fiksiyondur. Tarihte bunların maddi karşılıkları olmamıştır.
Peki, toplum sözleşmecilerini doğuran sosyo-ekonomik iklim neydi?
Tüm düşünürler için bu iklimlerin bilinmesi buna ek olarak filozofların kimi
kişisel karakter özellikleri de önem taşır.
Toplum sözleşmecilerinin ortak özelliklerinden biri de
hepsinin bir “doğal durum” tespitinden hareket etmeleridir. Hobbes ve Locke
İngiltere’nin içinde bulunduğu aynı sosyo-ekonomik iklimde düşünmüş ve hareket
noktaları aynı olsa da varış noktaları farklıdır.
4.3.THOMAS
HOBBES (1588-1679)
4.3.1. Hayatı: Felsefesini belirleyen Kişisel Unsurlar
5 Nisan 1588
yılında dünyaya gelen Hobbes’un doğumu ile ilgili sıkça bahsedilen bir husus,
annesinin İspanya donanmasının geldiğine dair haberler üzerine kapıldığı panik
sonrasında Hobbes’u henüz dokuz ay dolmadan doğurduğudur. Hobbes bu nedenle “Korku ve ben ikiz kardeşiz” der. Güvenlik
arzusu buradan gelir.
Bu yönüyle
savaş koşullarının olumsuzlukları karşısında dirlik ve düzen arayacak olan
Hobbes’un konuya atfettiği önemin doğumundan kaynakladığından da söz
edilebilir. Orta sınıf bir ailenin mensubu olan Hobbes’un annesi bir çiftçinin
kızı iken alt düzey bir kilise adamı olan babası, kendisi henüz küçükken aileyi
terk etmiştir. Amcası tarafından yetiştirilen Hobbes, sıra dışı bir zekaya
sahiptir ve henüz dört yaşındayken okuma yazmayı sökmüştür. Klasik dillere
eğilim gösteren Hobbes, 15 yaşında Oxford Üniversitesi’ne adım atmış ve 20
yaşında buradan mezun olmuştur. Sonraları buradaki yıllarının kendisine bir şey
kazandırmadığını söylese de, söz konusu dönemin siyasal düşünceye Hobbes’u
kazandırdığından söz edilebilir. Keza Oxford’da öğrendiklerine karşı tepkisi,
onun idealist felsefeye karşı çıkıp materyalist bir dünya görüşüne eğilim
göstermesine neden olmuştur (Şenel, 1996: 318). Daha sonra geçimini
aristokratik ailelerin çocuklarına eğitim vererek geçiren Hobbes Avrupa’yı gezmiş
ve zamanının önemli bilim insanı ve düşünürleri ile tanışmıştır. Bu kişiler
arasında Galileo, Bacon ve Descartes
da bulunmaktadır.
Sosyo-Ekonomik Unsur:
Hobbes’un
yaşadığı dönem gerek Avrupa tarihi, gerekse de İngiltere tarihi açısından oldukça
çalkantılı bir dönem olmuştur. Çocukluğundan (hatta doğumundan) itibaren
yaşadığı bu olaylardan oldukça etkilenmiş ve ölüm korkusu ve hayatta kalma
güdüsü hem yaşam hem de siyaset felsefesine şekil vermiştir. Hobbes’un bilinçli
bir şekilde şahit olduğu ilk büyük çatışma Avrupa’da dini inanç ve toprak
anlaşmazlıklarından doğan Otuz Yıl Savaşları’dır. Hem insani hem de maddi
açılardan çok büyük bir yıkıma neden olan bu savaşlar Hobbes’un özellikle
Leviathan adlı eserine esin kaynağı olan İngiliz İç Savaşı’na neden olmuştur.
İngiliz İç Savaşı’nın bir tarafında yer alan İngiltere’nin devlet kilisesi olan
Anglikan Kilisesi’nin doktrinini savunan Kral I. Charles ve ona destek veren
toprak sahibi aristokratlar ile diğer tarafında bulunan Parlamento’nun alt kolu
Avam Kamarası ve ona destek veren bağımsız Protestan kiliseler ve orta temel
husumet iktidarın nihai olarak kimin elinde olduğu ile ilgiliydi. Kral
iktidarını doğrudan Tanrı’dan aldığını iddia etmekte ve Parlamento’nun
kendisini sınırlayabileceği fikrini kabul etmemekte ve dahası Anglikan
Kilisesi’nin doktrinini tüm İngiliz halkına dayatabileceğini düşünmekte idi.
Orta sınıfların rahatsızlıkları da büyük oranda Parlamento’da temsil edilme
hakkının feodal toprak beylerine tanınırken kendilerine tanınmamasıydı. Kanlı
iç savaşın sonunda Kral Charles I idam edilmiştir.
Tudor
hanedanı yıkılmış ve yerine Stuart hanedanı geçmiştir. Stuart hanedanı
monarşinin kuvvetlendirilmesini amaçlarken parlamento ve burjuvazi kralın
erklerinin kısıtlanmasını istedi. Burjuvazi, kralın yasal bir temel olmadan
vergi alamayacağını ve tutuklama yapamayacağını iddia etti. Burjuvazi ile
hanedan arasındaki mücadele bir iç savaş yaratmış ve hanedan başının (kralın)
kafası kesilmiştir. Ardından bir askeri diktatörlük gelmiş ve bu diktatörlükten
sonra tekrar Stuart hanedanlığından biri kral yapılmıştır. Hobbes’un yaşadığı
işte böyle bir iklim. Hobbes kral yanlısı olduğu için iç savaş yıllarını
sürgünde geçirir. İç savaş sonrası tahta geçen Stuart hanedanı mensubu
Hobbes’un bir öğrencisi olduğu için onu affeder ve iade-i itibar yapılır.
91 yaşında
ölen Hobbes’ün en ünlü eseri 1651 yılında yazdığı Leviathan’dir. Önemli
kitaplarından bazıları De Cive ve Elements of Law olarak sayılabilir.
4.3.2. Genel Felsefesi
Hobbes,
felsefesini oluştururken çağının bilimsel gelişmelerinden etkilenmiştir.
Özellikle de Galilei’nin geometri ve mekanik konusundaki düşüncelerinden
hareket eder; fiziksel dünyayı salt mekanik bir sistem olarak tanımlar. “Bu
anlayışa göre, bu dünyada olup biten her şey, cisimlerin birbiriyle yer
değiştirmesi yani cisimlerin hareketi ilkesine dayanarak geometrik bir
kesinlikle açıklanabilir.” Hobbes’un felsefi sistemini belirleyen bu ilkedir.
Bundan hareketle, sisteminin dine ve dünya dışı değerlere hiçbir şekilde
başvurmayan, kendi içine kapalı mekanik, materyalist bir sistem olduğu
anlaşılmaktadır. Felsefenin konusu, maddi varlığı olan şeyler ve onların insan
zihninde doğurduğu fikirlerdir.
Hobbes,
modern felsefe içerisinde değerlendirilebilecek olan epistemolojik anlayışında,
bilginin kökenini klasik İngiliz yaklaşımına uygun olarak duyu ile
açıklamaktadır. Duyularla elde ettiğimiz bilgi, şeylerin niteliği değil bizdeki
izleridir. Duyularla elde edilen bilginin soyutluğuna rağmen duyuları oluşturan
neden olgusaldır. Olgularla ilgili bilginin mekanik bir biçimde insan
tarafından kavranışı biçimindeki bilim anlayışı bir yandan ilahi olanla
ilişkiyi keserken diğer yandan yararcı bir yapıyı ortaya çıkarmaktadır.
Hobbes,
dünyayı ve insanı açıklamada aklı ilke, hareketi ise araç olarak ele alır. Akıl, ne var olmak için gerekli bir ilke,
ne de metafizik bir değerdir. Hobbes, Leviathan’da aklı şu şekilde
tanımlamıştır. “Akıl, düşünme yeteneği yani düşüncelerimizin işaretlenmesi ve
ifade edilmesi için üzerinde anlaşılmış genel adların hesaplanmasından başka
bir şey değildir; kendi kendimize düşünürken, düşüncelerimizin işaretlenmesi,
düşüncelerimizi başkalarına gösterir veya bildirirken ise ifade edilmesidir. ”
Akıl doğal olmayıp biçimsel olduğundan doğanın ilkelerini açıklayamaz. Fakat
analitik yöntemle yani çıkarsama ve bütünü parçalara bölme ile bu ilkeleri
deney içinde bulmamıza yardım eder. Sentetik yöntemle de yani toplama ve
birleştirmeyle de, parçalardan bütüne ulaşılır. Akıl, en basitten hareket
ederek daha karmaşık olana gider ve bunu yaparken yalnızca önceden kanıtlanmış
olanı kullanır. Örneğin hukukçular yasaları ve olayları toplayarak adil olanı
veya olmayanı belirler. Akıl, öncelikle en karmaşığı en basit birimine dek
ayrıştırıp, onları kanıtlanmış önermeler durumuna getirdikten sonra bu
önermeleri yeniden birleştirir.
Felsefe yapmak, doğru düşünmektir.
Düşünmekse katmak, ayırmak, toplamak, çıkarmak; bir başka deyişle, saymak
demektir. Şu halde doğru düşünmek, birleştirilmesi gerekeni birleştirmek,
ayrılması gerekeni ayırmaktır. Birleşebilen ya da ayrılabilen şeyler
cisimlerdir. Demek ki felsefenin cisimlerden başka bir konusu olamaz. Ruhlar,
melekler, Tanrı düşünülemez. Bu soyut kavramlar felsefe konuları değil, inanç
konularıdır.
Hobbes’a
göre insanı diğer canlılardan ayıran özelliklerinden biri akıl ve
muhakemesidir. Akıl ve muhakeme ise bir hesap, bir toplama çıkartma işidir.
Hobbes’a göre özgürlük diye bir şey yoktur. Biz insanların davranışları içgüdülerin
elindedir. Her şeyde olduğu en gerçek yönetici, çıkar düşüncesidir. İnsan doğal
olarak bencildir ve eylemleri kendisini korumaya yönelik bireysel güdülerle
yönlendirilmektedir. İnsanı karmaşık bir nesne olarak gören Hobbes, insan
davranışlarını da mekanik materyalist açıdan açıklamaya çalışır.
Hobbes’ın toplum felsefesi insan
felsefesine dayanmaktadır. Öncelikle, Hobbes’e göre asıl olan bireydir, toplum
ise bir kurgudur (fiction). Ona göre, insanın toplum içindeki davranışlarının
temelinde yaşamını sürdürmek amacı ya da bunun uzantısı biçiminde güvenlik
isteği ve bencillik yatmaktadır. Bu durumda belirleyici olan bireyin
çıkarlarıdır. Toplum bireylerin çıkarlarını gerçekleştirme aracıdır. Bu
görüşleri ile Hobbes, toplum felsefesinin
temellerine “bencillik”, “bireycilik” ve “faydacılık” ilkelerini
yerleştirmiş olur.
Hobbes’a göre, toplumu tanımak
için bireyi ele almak gerekir. Her insan davranışının kökeninde bulunan
fizyolojik ilke kendini korumadır. Hobbes’da insanın her zaman hazza, yaşamını
sürdürücü şeylere yöneldiğini; buna karşın elemden, yaşamına zarar verecek olan
şeylerden kaçınan, bencil bir yaratık olduğunu savunur. Ahlak konusunda da bu
açıdan yaklaşan Hobbes’a göre, eğer herkesin sözünü dinlediği merkezi bir
otorite yoksa ahlaki değerler de göreceli olacaktır.
İnsan
doğuştan toplumsal bir varlık değildir, toplumsallığı sonradan kazanır. İnsanı
hayvanlardan ayıran özellik olarak konuşmak ve geleceği düşünmek yetisi ile
insanlar doğal yaşamı bırakıp yaşamlarını barış içinde sürdürmek için “devlet”i
kurmaya yönelirler. Konuşmak, insanların amaçlarını birbirlerine aktarmalarını
sağlarken, geleceği düşünmek de güvenlik kavramını belirleyici bir kaygıya
dönüştürür.
4.3.3. Doğa Durumu ve Sosyal Sözleşme
Hobbes
toplum sözleşmesi kuramını açıklarken, devletin kurulmasından önceki dönemde
insanların yaşadıkları durumu anlatabilmek için doğa durumu kavramını
kullanmıştır. Toplum sözleşmesi kuramının ilk sistemli savunucusu olarak
Hobbes, doğa durumunu tasvir ederken öncelikli olarak insanların doğuştan
toplumsal olmadığını, fakat tümüyle de bir yalnızlık içinde yaşamadıklarını
belirtir.
Bu kavrama
göre doğadaki tüm bireyler doğada fikren ve bedenen eşittirler: örneğin güçlü
bir kişi karşısında güçsüzler birleşip eşitliği sağlayabilirler. Bu eşitlikten
dolayı eşit insanların eşit istek ve umutlara sahip olmak istemesi durumu
ortaya çıkar; aynı şeyi ele geçirmek isteyenler birbirlerine düşman
olacaklardır ve eşitlikten dolayı her şey hakkında her istedikleri hakkı iddia
edebilirler. İnsanda temel amaç, varlığını korumak ve sürdürmek ve sonra da
hoşlarına giden şeyleri ele geçirmektir.
Bu durumun
nedeni ise doğa durumunun yasalarla sınırlanmadığından, herkesin her şey
üzerinde hakkı olduğu fakat bu durumun aynı zamanda aslında bir savaş durumuna
yol açtığıdır. Çünkü böyle bir durumda (doğa durumu) bireylerin
ayrıcalıklardan, kişisel mülkiyet hakkından, ahlak ve adalet anlayışından söz
edilemez. Benimki, seninki diye bir ayrım yapılamaz; yani mülkiyet kavramı
yoktur. İnsan ancak bir şeyi elinde tutabildiği süre içinde, yani daha güçlü
veya daha zeki birisi gelip de o şeyi elinden alıncaya dek ona sahip olabilir.
İstenildiği takdirde bir bireyin
kullandığı bir şeyi başka biri gelip onu alabilir ve sahip olabilir. Buna yol
açan durum ise kullanılan o şey üzerinde herkesin hakkı olduğundan doğa
durumunda aslında bu bir adaletsizlik değildir. Bu durum insanların
birbirlerine düşman olmalarına yol açar ve çatışmaya sevk eder. Böylece kendi
varlığını korumak, güvenliğini sağlamak ve amaçlarına ulaşmak uğruna insanlar
arasında kargaşa, çatışma ve savaş başlamış olur. Doğal hak, kendi doğasını
yani kendi hayatını korumak için, kendi aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en
uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapmak özgürlüğüdür.
Hobbes’a göre insanlar devleti ve
siyasal organizasyonu kurmadan evvel doğal yaşam döneminde idi. Hobbes’a göre
insan doğası gereği bencil olduğu için, doğal düzende insanlar eşit ve özgür
yaşamalarına, hakları eşit olmasına rağmen (insanların doğal hakları var),
sürekli bir mücadele vermek zorundadırlar. Yani hak edinmek ve bu hakkı korumak
için sürekli bir savaş sürüyordu. Ancak bir devlet yoktur. Demek ki Aristo’nun
aksine devlet bu dönemin zorunlu bir unsuru değildir. Hobbes’a göre herkesin
her şey üzerinde hak sahibi olması söz konusudur ancak gerçekte bu mümkün
değildir. Çünkü hakların bir güvencesi yoktur. İnsan aynı zamanda rasyonel de
bir varlık olduğu için bu güvensizlik ortamından çıkmayı düşünmüştür. İnsanlar
bir araya gelip uzlaşı ve barışı kurmayı, anlaşmayı ve anlaşmaya sadık kalmayı
rasyoları ile düşünürler. İşte bu uzlaşı ve anlaşma yani sözleşme ile toplum
sözleşmesi yapılmış olur ve devlet, egemenlik kurulur. Devlet doğal değil,
insan eliyle yapılmış, yapay bir kurumdur.
İnsan aklı ve tutkuları onu barışa
iter. Başta ölüm korkusu, rahat bir yaşam için gerekli şeylere sahip olmak
isteği ve aklı, insana yaşamak için diğer insanlarla anlaşması gerektiğini
anlatır.
İnsanların aralarında yapacakları
anlaşmanın koşulları doğal yasalar olarak belirlenir. Doğal yasa aklın bulduğu
genel kurallardır ve doğal yasa insana yaşamını sürdürebilmesi ve korunabilmesi
için yapması ve kaçınması gerekenleri gösterir. Bunları sıralar; barışı arama ve gerçekleştirme, varlığını
koruma, herkese hakkı olanı verme yani adalet, yapılan iyiliğin değerini bilme
vb. gibi… Barışı aramak ve izlemek ve bunun devamı olarak bütün yolları
kullanarak kendini korumak doğa yasası “ Kendine yapılmasını istemediğin
bir şeyi sen de başkasına yapma” şeklinde özetlenebilir.
Bu ilkeye uygun olarak herkes her
şey üzerindeki mutlak hakkından vazgeçmeli ve bu konuda diğer insanlarla
anlaşmaya varmalıdır. Herkesin tümüyle haklarından vazgeçmeleri sorunu çözmez.
İnsanların doğal yasa kurallarına uymaları için bir otoritenin varlığı da
zorunludur. Eğer bir otorite kurulmazsa ya da kurulan otorite güvenliği
sağlayacak güçte olmazsa güvenlik sağlanamayacak ve doğa durumunu geri
getirecektir.
İnsanlar, devleti aralarında yapacakları bir
sözleşme ile kurarlar. Bu sözleşme aralarında eşitlik bulunan ya da
birbirlerini eşit olarak gören insanlar tarafından yapılır. Sözleşme ancak
güçleri ve çıkarları açısından eşit düzlemde bulunanlar arasında olanaklıdır.
Sözleşenlerden biri sözleşmeyle karşısındakinden daha fazla şey kaybedecekse,
bir rızayı belirten sözleşmeye katılması olanaksızlaşacaktır.
Bu sözleşme ile herkes her şey üzerinde
sahip olduğu mutlak nitelikte doğal hakkını bir kişiye ya da bir meclise bir
sözleşmeyle terk etmiş olmakla siyasal toplumu kurmuşlardır. Lehine terk
işleminin yapıldığı kişi ya da meclisin iradesi sözleşmeyi yapan kişilerin
iradelerinin yerini alacak ve onları temsil edecektir. İnsanlar, sözleşme ile
devleti kurarken doğal hakları olan güç kullanma hakkından devlet lehine
vazgeçerler. Dolayısıyla ortaya çıkan devlet güç kullanma tekelidir. Hobbes,
devleti bu kadar üstün bir güçle donatmasını açıklamak için egemeni sözleşmenin
dışında bırakır. Hak ve özgürlüklerin lehine terk edildiği kişi ya da meclis
sözleşmeye taraf değildir, lehine sözleşme
yapılan üçüncü kişi durumundadır. Egemen güç yapılan sözleşmeye taraf olmadığı
için, sözleşme hükümlerine aykırı hareket etmesi söz konusu olamayacağı gibi,
hiçbir koşulla da bağlı değildir, bu nedenle sözleşmeye aykırı hareket ettiği
ya da öngörülen bir koşula uymadığı gerekçesiyle egemen gücün emirlerine
uyulmaması düşünülemez. İnsanlar kendi iradeleri ile tüm hak ve yetkilerini
devrettikleri kişinin ya da meclisin iradesine uymayı kabul etmişlerdir. Onun
adil dediğini adil, iyi ve doğru dediğini de iyi ve doğru olarak kabul etmeği
kararlaştırmışlardır. Egemenin bu denli güçlü olmasının nedeni insanların onu
temsilcileri olarak yetkilendirmeleridir. Bu nedenle egemen gücün sahibinin
cezalandırılması ya da öldürülmesi söz konusu dahi edilemez. Hobbes bu yolla
devlete veya egemene karşı herhangi bir başkaldırıyı kuramsal olarak
olanaksızlaştırmıştır. Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için, egemenin
eylemlerine karşı çıkmaları kendi kendileriyle çelişmeleri demektir. Temsil
sisteminin diğer bir sonucu ise halkı, “kişi” olarak yaratmasıdır. Fakat bu
kişi egemenin kişiliğinden bağımsız değildir. Hobbes, halkı egemenin içinde
eriterek ya da halkın kişiliğini egemene taşıyarak, iki ayrı kişinin varlığının
yaratacağı iç savaş tehlikesini bertaraf etmek istemiştir.
SORU: Temsil sistemi son olarak kendi
içinde önemli bir sorun taşır; eğer sözleşme belli bir zamanda belli bir
zamanda belli insanlar arasında bir kereye özgü olarak yapılmışsa, bundan sonra
gelen insanlar, yapımına katılmadıkları bu sözleşmeye acaba uyacaklar mı? İtiatin
dolaylı bir şekilde gerçekleşmesi, egemenin sürekli olarak yetkilendirilmesi ya
da egemenin temsilciliğini belirten sözleşmenin sürekli olarak yinelenmesi
demektir.
Bu devlet
merkezi bir otoriteye dayanır. Sözleşmeyi yapanlar devlet kurumunca yurttaş
statüsü kazanırlar ve toplum sözleşmesinin tarafı bu yurttaşlardır. Devlet bu
sözleşmenin tarafı değildir. Yurttaşlar taraftır. Böylece devlet (yönetici,
egemen) sözleşmenin tarafı olmadığından sözleşmeye uymak zorunda değil,
sözleşmeyle bağlı değildir. O, sözleşmeye yurttaşların uymasını sağlamakla
yükümlüdür.
Şu da
söylenmelidir ki, Hobbes doğal durumdaki insanların doğal hakları olduğunu
kabul eder. Doğal durumdan egemen devlete geçildiğinde doğal durumdaki tüm
haklar bir egemene devredilmiş olur ve bu noktadan sonra hak, ancak devletin
pozitif yasalarınca tanınırsa var olabilir.
Hobbes’ta
egemenlik tek, devredilmez, mutlak ve merkezidir. Egemenin en önemli yetkisi yasa
yapmaktır. Yasalar, insanın toplum sözleşmesini yapma sebebi olan güvenliğin
sağlanmasını gözetir. Yani bireysel hakların güvenceleridir. Pozitif yasalar
işte bu işlevi görür. Doğal düzende her şey herkese aitken, toplum sözleşmesi
ile kimin ne hakkı olduğu yasalar ile tespit edilir. Hobbes’a göre adalet işte
bu amaçtaki yasalara itaattir. Hobbes’a göre egemen, devlet bu yasalara uymak
zorunda değildir. Adil olanın ölçüsü egemenin koyduğu yasa ve buna itaattir.
Hobbes’a göre egemene ve yasalarına
direnme hakkı yoktur. Çünkü direnme, hakları güvenceye alan devleti ortadan
kaldırıp yeniden doğal yaşama düzenine, güvensiz ortama dönülmesine sebep
olabilir.
Hobbes üç devlet biçimini kabul
eder. Bu devlet biçimleri, egemenliği kimin kullandığına göre ayrılır. Egemen
güç bir kişinin ya da bir meclisin elinde olabilir, bir kişide ise devlet
biçimi Monarşidir. Egemenlik, bir mecliste ise devlet Demokratik veya
Aristokratik bir devlet olabilir. Herkesin meclise girme hakkı varsa bu bir demokrasidir;
meclise ayrıcalıklı bazı kişiler girebiliyorsa bu devlet biçimi de
aristokrasidir.
Hobbes bu üç devlet biçiminden
başka bir devlet biçimi olmayacağını ve bu devlet biçimlerinden
hoşlanmayanların bunları farklı adlandıracaklardır. Monarşiden hoşlanmayanlar
onu zorbalık olarak, aristokrasiyi beğenmeyenler ise, ona oligarşi
diyeceklerdir. Demokrasiden hoşlanmayanlar da onu anarşi olarak
adlandıracaklardır.
Hobbes, monarşinin diğer devlet
biçimlerinden üstün olduğu görüşünü savunur. Hobbes, monarşinin egemenliğini
Tanrı’dan alması veya Tanrı tarafından seçilmiş olması konusundaki klasik
yaklaşımdan ayrılarak, monark için de egemenliğin kökenini sözleşme esasına
bağlamıştır. Böylece Hobbes, monarşiyi bir sözleşmeyle halktan kaynaklandırarak
“kralların tanrısal hakkı” kuramını yok eder.
4.3.4. Hukuk Anlayışı
Hobbes’un hukuk
görüşü, pozitif hukukun üstünlüğü ilkesine dayanmaktadır. İnsan egoist olduğu
için kendi ihtiraslarını gerçekleştirmek isteyecektir ve bu nedenle kanunun yaptırımı
insanı harekete geçiren ihtirastan daha güçlüdür. Bu kanunun yürürlüğü ve
toplumun düzeni bakımından zorunlu bir şarttır.
Egemen güç,
toplumda yasayı yapan, kaldıran, değiştiren tek güçtür ve bu egemen güç kendi
yaptığı yasalarla bağlı değildir, “hiç kimse kendi kendini bağlayamaz” der
Hobbes.
Yazılı olmayan kurallar, örneğin gelenekler, örf ve adet
kuralları da, egemen gücün açık iradesinin ürünü olmamakla birlikte, kuvvetini
egemen gücün zımni iradesinden almışlardır, egemen güç bu kuralları zımnen
kabul etmiş sayılır. Hukukun tek bir kaynağı vardır o da egemen gücün
iradesidir. Hobbes’un hukuk kuralı anlayışı iradeci görüşü yansıtmaktadır. Ona
göre, hukuk kuralı toplumu yöneten iradenin yazılı veya sözlü ya da başka türlü
açıkladığı bir emirdir.
Özgürlük
ise, insanın davranışlarını kısıtlayan dış engellerin bulunmamasıdır. Özgür
insan da zeka ve gücünün elverdiği ölçüde dilediğini yapan kişidir. Yasa
insanın davranışlarını sınırlandığına göre devlet düzeni içinde kişinin ancak
yasanın yasaklamadığı şeyleri yapmak ve yalnızca onları yapmak özgürlüğü
vardır.
İnsanlar
sadece pozitif hukuk tarafından kendilerine tanınan hakların sahibidirler.
Hukuk devletten önce gelmediğine, devletin eseri olduğuna göre devletin hukuku
istediği şekilde yorumlamak ve uygulamak yetkisine sahip bulunduğunu da kabul
etmek gerekir.
Devlet
öncesinde herkesin her şey üzerinde mutlak hakka sahip olması savaş halini
yaratıyordu. Bu nedenle devlet düzeninde mülkiyet hakkı egemen gücün verdiği
bir hak olacaktır. İnsanların davranışlarında iyi ve kötü olanı, haklı haksız
olanı belirleyen egemen güç herkese hakkaniyete ve ortak yarara uygun gördüğü
oranda bir toprak parçası ya da bir taşınabilir mal üzerinde mülkiyet hakkı
verir. Tanınan mülkiyet hakkı, kişiye o maldan başkalarının da yararlanmak
istemelerini önleme hakkı verir ama hak sahibi bu hakkını egemen güce karşı
ileri süremez. Mülkiyet hakkı yasalarla belirlenir.
4.3.5. Hobbes Hakkında Yorumlar
Hobbes’un bu
düşüncelerini anlattığı eser Leviathan’dır;
Leviathan devlettir.
Bir görüşe göre; Hobbes’a göre insanın devlete karşı ileri
süreceği bir hakkı yoktur. Çünkü hak, ancak pozitif bir yasa ile devlet
tarafından tanınıyorsa vardır. Hobbes’ta çok güçlü bir devlet otoritesi vardır
ve kilisenin egemenliğini devlet devralır.
Hobbes’un ortaya koyduğu devlet
felsefesi farklı yazarlar tarafından totaliter, liberal hatta demokratik bir
sistem olarak yorumlanmıştır. Kuramının temeline bireyleri koyması ve siyasal
sistemini bireysel çıkar teması üzerinde kurmasından dolayı bireycidir. Diğer
taraftan barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla bireylerin sahip oldukları tüm
hak ve özgürlüklerden vazgeçmelerini, devletin kurulmasının önkoşulu olarak görmesiyle
de, yararcı olarak kabul edilebilir.
Hobbes mutlakiyetçi bir düşünürdür
ve bu nedenle Leviathan’de ortaya koyduğu devlet totaliter bir devlet olarak
görülebilir. Fakat totaliter devlet kuramlarında olduğu gibi mistik-organik bir
devlet felsefesi ileri sürmez. Bu devlette birey sosyal organizmanın bir
hücresidir. Devlet kutsal bir varlıktır. Oysa Hobbes’un sisteminde devlet,
insanların yarattığı yapay bir varlıktır. Dolayısıyla bu gücün kaynağı
bireylerin kendi aralarında yaptıkları toplum sözleşmesidir ve bu sözleşme ile
bireyler sahip oldukları tüm hak ve yetkileri devlete bırakarak egemeni
yaratmışlardır.
Hobbes’a yönelik diğer bir
eleştiri insan tanımlamasına ilişkindir. İnsanlar bencil bir olarak kabul
edilmektedir. Fakat insanlar diğer insanlar için fedakarlık yapabilmektedir. Bu
nedenle Hobbes’un insan yaklaşımı sınırlandırıcıdır. İnsanı bencil bir varlık
olarak kabul ettiğimizde, insanın kendinden üstün bir otoriteyi yaratması bu
değerlendirmeye ters düşer. Bencillik ile sınırlandırılmaya razı olma arasında
bir çelişki vardır.
Ayrıca Hobbes liberal düşüncenin
iki önemli temel prensibini reddeder. Bunlar, bireyin devlete karşı ileri
sürebileceği hakları olduğu ilkesi ile kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu iki
temel ilkenin yanında, mülkiyet hakkını egemenin koyduğu yasalarla bireylere
tanıdığı bir hak olarak görmüştür. Ancak bu hakkın egemene karşı ileri
sürülememesi de liberal düşünceye aykırı bir anlayıştır.
Bir diğer
görüş ise Hobbes’u liberalizmin temellerini atmak ile birleştirir. Bu görüşü
haklı kılan argümanlar, devletin insan iradesi ve eliyle kurulmuş olduğunu
söyleyerek liberal bireye temas etmiştir. Hobbes’u liberal kılan bir diğer
argüman: egemenin en önemli işi yasa yapmaktı. Doğal durumda neyin kime ait
olduğu belli değilken pozitif yasalar kimin ne üzerinde hakkı olduğunun
belirlenmesini amaçlardı. Yani mülkiyet hakkı Hobbes’ta devlet ve pozitif
yasalar ile güvenceye alınır. Doğal haklar değil, pozitif yasalardan doğan
pozitif haklar vardır. Ve son kertede egemenliğin kaynağı insan iradesidir. Bu
da liberal görüşe yakındır.
Sonuç olarak (Sevtap Metin’e göre) Hobbes, liberalizme daha
yakındır.
Egemen,
insanların güvenliklerini sağlayamıyorsa, içte ve dışta can ve mal güvenliğini
sağlayamıyorsa sadece bu halde egemene, devlete direnilebilir. Çünkü devlet, bu
işlevi göremiyorsa meşruiyetini yitirmiştir.
Hobbes, buna
rağmen, devlete karşı sorumluluğu ileri sürecek, onu denetleyecek kurumlara
değinmeyerek devletçi bir konumda yer alır.
4.4.
JOHN LOCKE 1632- 1704
4.4.1. Hayatı
John Locke (
29 Ağustos 1632 — 28 Ekim 1704) yılları arasında yaşamış İngiliz filozofudur.
Locke 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Düşünce özgürlüğünü,
eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür
olduğu için Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak
kabul edilir.
John Locke,
Bristol yakınlarında, Wrington'da doğdu. Kumaş ticareti ile uğraşan bir aileden
gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih etmiştir,
ibadetle sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir tarafçısıydı. Locke'un
daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir.
Locke yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en çok tabiat
bilimleriyle tıp okudu. Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyaset adamı
olarak çalıştı. Önce Brendenbur Dükalığı'nda İngiliz elçiliği katibi olarak
bulundu. İngiltere'ye döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adın bir İngiliz aristokratının
yanında özel hekimlik yaptı. 1683'te Shaftsbury'nin Hollandaya kaçmak zorunda
kalması üzerine Locke da İngiltereden ayrıldı. Ancak 1689'da İkinci İngiliz
Devrimi başarı kazanınca İngiltereye dönebildi.
Stuart
hanedanının ikinci kralı başa gelince sürgün sırası Locke’a gelir. Hobbes 1.
Kral döneminde kralcı olduğu için sürgüne gitmiştir, Locke ise 2. Kral
döneminde evvelden parlamentocu olduğu için Hollanda’ya sürgüne gider. 2. Kral
tahttan düşüp Orange the William başa
gelince Locke’un sürgünü biter, İngiltere’ye geri döner.
Locke, bütün
eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan
hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle
Liberalizm'in öncüsü olmuştur. En önemli eserleri “An essay Concerning Human
Understanding” (İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme), “Some Thoughts Concerning
Education” (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler) dir. “Hükümet üzerine iki deneme”
adlı eseri siyaset felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Mutlakiyet
yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir, mutlakiyet yönetimine
açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç büyük
devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini
oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini
savunanlardan biridir.
4.4.2. Genel Felsefesi
Locke’un
ampirist bilgi teorisine büyük hizmeti insan aklının tabula rasa olduğunu kabul
etmesi ve böylelikle bilginin gerçek kaynağının dış dünyada olduğunu
savunmasıdır. Locke’a göre insan doğduğunda aklı boş bir levha (tabula
rasa) gibidir. İnsanlar deneyimlerini
tecrübelerini bu levhaya kaydederler. Deneyden bağımsız, soyut olarak bir şeyi
bilmek mümkün değildir. İnsanlar duyu organlarıyla gözlemlerde bulunarak
dünyayı anlarlar. Sıcak, soğuk, beyaz gibi kavramları insanlar duyu organları
sayesinde deneyleyerek öğrenirler. .
Bu boş levha, deneylerimizden gelen basit izlenim ve bu izlenimlerin
oluşturduğu idelerle yavaş yavaş dolmaya başlar. Tüm bilgilerin deneyden
gelmesi, bilginin deneyden sonra yani a posteriori kazanıldığına işaret
etmektedir.
Ona
göre, duyumsamadan önce düşünemeyiz; yani, daha önce duyumda bulunmayan hiçbir
şey anlıkta bulunamaz. Kısacası, düşünce tamamen duyuma bağlıdır. O bakımdan,
esasında, zihin tamamen pasiftir.
Locke’a
göre, basit (yalın) ve bileşik (karmaşık) olmak üzere iki tür fikir (ide) vardır. Basit fikirler, bütün bilgilerimizin
âdeta ilk maddesini teşkil ederler. Zihin bunları ne yapabilir ne de yok
edebilir. Bu basit fikirler (ideler), zihne, duyum ve düşünce yoluyla gelirler.
Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir insanın bir buz parçasında
duyumladığı soğukluk ve sertlik, biberin acılığı birer basit fikir olup açık ve
seçik algılardır. Bileşik fikirler, basit fikirlerden zihin tarafından yapılır.
İnsanlar basit fikirlerini birleştirerek daha kompleks fikirler üretirler.
Basit fikirleri alan pasif haldeki zihin, sebep-sonuç ilişkisi gibi bir
ilişkiyi ifade eden bileşik fikirleri meydana getirerek aktif hale geçer.
Zihin, bileşik fikirlerin oluşturulmasında aktif olmakla birlikte, bu fikirler,
esasında, zihnin tamamen pasif haldeyken, duyumdan ve düşünceden aldığı
malzemenin tavırlarından veya değişmelerinden başka bir şey değildir.
Not: Yukarıdaki alıntının tam metni için bkz. Ülker Öktem, “John Locke ve Berkeley’in Kesin Bilgi Anlayışı,” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149,
4.4.3. Doğa Durumu
Locke
liberal bireyciliğin babasıdır. Kapitalist üretim biçiminin işleyebilmesi için
gerekli hukuk kurumlarının kurulması hususunda çalışmalar yapmıştır. Locke da
siyasi felsefesini farazi bir doğa durumundan hareketle ortaya koyar. Bu doğa
durumunda yaşamanın tarihsel kanıtları yoktur Locke’un yazılarında. Locke’un
insanların siyasal bir toplum meydana getirmeden önce doğa durumunda
yaşadıklarını belirtmesi onun insanların haklarını ve devletin insanlara karşı
yükümlülüklerini ortaya koymak için bunu bir varsayım olarak kullanmak
istemesinden kaynaklanır.
Hobbes ile
ortak noktası toplum sözleşmecisi olması ve doğal yaşam döneminin bulunmasıdır.
Ancak Hobbes kötümser bir doğal düzenci iken Locke iyimserdir. Doğal düzende
insanlar özgür, eşit ve doğal haklara sahip biçimde yaşıyorlardı.
Locke’a göre
insan tek başına yaşamak için yaratılmamıştır, toplum içinde yaşamak gereğinde
ve zorundadır. İlk toplumu kadın-erkek beraberliği, sonra çocuklar, sonra
efendiler ve hizmetkarların katılımıyla oluşur toplum. Sosyal bir yaratık olan
insan aynı zamanda doğal olarak eşit ve özgürdür. İnsanlar doğa durumunda tam
bir özgürlük ve eşitlik içinde yaşarlar.
Doğa
durumunda insanların eşit olması, her türlü güç ve yargı hakkının karşılıklı
olması ve bunların kimsenin elinde başkasından fazla bulunmamasıdır. Burada
haklar ve kuvvetler karşılıklıdır, hiç kimsenin başkasından daha fazla hak ve
kuvveti yoktur. Doğa durumu bir özgürlük halidir ama bu herkesin istediğini
yapabileceği anlamına gelmez. İnsanlar her şeyden önce doğa kanuna, yani aklın
kanununa bağlıdırlar. Locke’a göre, henüz devletin ortaya çıkmadığı doğa
durumunda her bireyin Tanrı tarafından bahşedilmiş, devredilemez, elden
alınamaz nitelikte olan hakları vardır. Locke, bunların yaşam, özgürlük ve
mülkiyet hakları olduğunu belirtmiş ve tamamını genel mülkiyet hakları altında
toplamıştır.
Tanrının
insanlara verdiği doğa kanununun sonucu olarak herkes eşit ve bağımsızdır.
Ancak bu bağımsızlık, kimseye başkasının can, mal ve özgürlüğünü ortadan
kaldırma hakkını vermez. Öyleyse herkes birbirinin hakkına saygı göstermelidir.
Doğa durumunda hakkı ihlal edilen kişinin saldırganı cezalandırma ve doğa
kanununu uygulama hakkı vardır. Ama bu mutlak bir güç değildir. Uygulanacak cezalar
akla uygun ve kusurla orantılı olup sadece sebep olunan zararı telâfi edici ve
gelecekte benzer hallerin meydana gelmesini önleyici mahiyette olan cezalardır.
Ancak hakkı ihlal edilen kişilere tanınan bu cezalandırma yetkisi bazı
sorunları beraberinde getirebilir. Örneğin öç alma, kendisinin ve yakınlarının
lehine karar verme gibi insani zaaflar yüzünden aşırı bir durum ortaya
çıkabilir. Yani kendi davalarında yargıç oluyorlardı. Bu ise orantısız
cezaların, keyfi cezaların var olması demektir. Bunun sonucu da karışıklık ve
düzensizliktir. Bu ortamda, insanlar özgür olmasına rağmen, korkular ve sürekli
tehditlerle dolu doğa durumunu bırakmayı isterler. İşte bu durum insanların
siyasal toplumu oluşturmalarına neden olmuştur. Bu aynı zamanda siyasal iktidarın
sınırlarının belirlenmesinde de temel hareket noktasını oluşturmaktadır.
4.4.4. Hukuk Ve Devlet
Devletin
olmadığı doğa durumunda bireyler arası ilişkilere düzen veren bir doğa yasası
vardır. Doğa yasasının kuralları akıl yolu ile bulunabilir. Bu doğa yasası
adalet, özgürlük, eşitlik, mala cana saygı esaslarına dayanıyordu. Bu dönemin
insanı iyi niyetli, yardımlaşmayı seven, birbirini koruyan, herhangi bir
zorlama olmadan akıl ve mantığına göre yaşayan insandı. Doğa yasası, her bireye
kendisinin ve başkalarının mülkiyetini hak tanımaz kişilere karşı savunma
ödevini yükler. Bireyler, mütecavizleri cezalandırma hakkına sahiptir. Bir
taraftan, hak tanımaz kişilerin tecavüzlerini daha etkin bir şekilde önlemek,
diğer taraftan da bireylerin özellikle kendi haklarına tecavüz edenleri
cezalandırmak ve zararlarını tazmin ettirmek hususunda hakkaniyet ölçülerinin
dışına taşabilmeleri ihtimalinin önüne geçebilmek için, bireyler bir sosyal
sözleşme ile önce sivil toplumu daha sonra da devleti tesis ederler. Bunu
yaparken bireyler, kendilerini savunma hakları saklı kalmak kaydıyla, doğa
durumunda sahip oldukları doğa yasasını çiğneyenleri cezalandırma hakkını tamamen siyasal otoriteye devrederler.
Mağdurların yargıç olmalarını engellemek için, uyuşmazlığın tarafları dışında
bir otoritenin olması gerekir. İşte devlet bunu güden bir toplum sözleşmesinin
sonucudur.
Ona göre
iktidarın kaynağı halktır. İktidar meşruiyetini Tanrı’dan veya kaba güçten
değil halkın rızasından almaktadır. Ancak, bireylerin siyasal otoritenin
yönetimi altına kendilerini sokmaları anlamında gösterdikleri bu rıza, koşulsuz
bir teslimiyet de değildir. Devletin, asli amacı olan bireyin doğal haklarını
korumak görevini yerine getirmekte başarısız olması veya bizatihi bu haklara
kendisinin tecavüz etmesi halinde, bireyler açısından sözleşme hükümsüz
sayılıp, devlete/siyasal iktidara karşı baş kaldırma/direnme hakkı doğar.
Locke’da
egemen, yönetici, devlet sözleşmenin tarafıdır. Egemenlik halktadır, yasama ve
yürütme egemenliği sadece temsil ederler. Locke’un tasvir ettiği bu rejim bir
anayasal monarşidir. İktidarı sınırlandırmanın önemli bir aracı da kuvvetler
ayrılığı prensibidir. Hobbes bu prensibe, egemenin gücünü azaltacağı ve bir
savaş durumu olan doğa durumuna dönüşe yol açacağı düşüncesiyle karşı
çıkmaktaydı. Locke’a göre ise, kuvvetler ayrılığı yozlaşmaya meyilli iktidarı
kontrol altında tutabilmek için bir zorunluluktur. Bu yüzden iktidar yasama,
yürütme ve federatif olmak üzere üçe ayrılmalıdır.
Yasama ile
yürütme, Hobbes’ta olduğunun aksine, ayrıdır; ayrı olmak zorundadır. Çünkü yasa
yapan ile yürüten aynı kişi olursa yasa yapıcıların ortak yararı gözetmeme
olasılığı doğar ve bu da tehlikelidir. Yasama erki yürütmenin üstünde yer alır,
güçler birbirini denetler. Üçüncü güç, yürütmenin içinden çıkan ve anlaşmaları
imzalayan “federatif erk”tir.
Locke, bağımsız bir yargı erkini kuvvetler ayrılığı içinde
ayrı bir erk olarak saymaz. Ancak Locke’un temel derdinin bağımsız bir yargının
olması gerektiği bilindiğinden ve yargı faaliyetinin bağımsız yargıçlarca
yapılması, Locke’u “yargıya yer tanımadığı” yönündeki eleştirilerden korur.
Locke’a göre
yasama organının erkini sınırlayacak olan halkın kendisidir. Yasama erkinin
sınırını halkın kendisi oluşturur. Toplum sözleşmesini yapanlar doğal yaşamdaki
hak ve özgürlüklerinden Hobbes’un aksine vazgeçmiş veya bunları devretmiş
değildirler. Locke’da hak ve özgürlükler Hobbes’takinin aksine egemen
tarafından konan yasalarla verilmiş değildirler. Hak ve özgürlükler zaten
bireydedir. Yasa tanımasa da vardırlar. Egemenin koyduğu yasalar bu hak ve
özgürlüklerin, özellikle mülkiyet hakkının, güvenliğini sağlama aracıdır. Sahip
olunanı yazılı ve güvenceli hale sokar. Demek ki toplum sözleşmesi ile kurulan
devlet bu doğal hak ve özgürlükleri ihlal edemez. Eğer yasama organı doğal hak
ve özgürlükleri tırpanlarsa Locke’a göre direnme hakkı doğar. Direnme hakkı ile
egemen devrilecektir.
(Sevtap Metin’e göre
liberal düşüncenin asıl temelleri Hobbes’tan çok Locke tarafından atılmıştır.)
Locke
yönetimlerin meşruluk sorunuyla ve buna bağlı olarak da yönetime karşı gelme
hakkı ile de ilgilenir. O yönetimlerin meşruluğunu iki koşula bağlar. İlk koşul
iktidarın yasalarca belirlenmiş koşullar dışında elde edilmemesi, yani
iktidarın gasp edilerek elde edilmemesine dayanır. İkinci koşul ise, iktidarın
zorbaca kullanılmaması yani iktidarın doğal hukuk tarafından koyulmuş haklara
karşı gelinmeden kullanılmasıdır. Locke iktidarın yaygın ve bütüncül bir
şekilde meşruluk sınırlarının dışına çıkması halinde halkın direnme ve isyan
haklarını saklı tutar.
4.4.5.
Mülkiyet
Locke’a göre
en önemli hak ve özgürlük mülkiyettir. Nitekim mülkiyeti, doğal hukukun kutsal
haklar kategorisine sokmuştur. Locke’a göre doğal yaşamda eşit ve özgür olarak
doğanın nimetlerinden faydalanılırdı. Buradan ise bir kolektif mülkiyet
anlayışı çıkmaz. Locke’a göre doğanın nimetlerinden faydalanmada harcanan
“emek”, o artı değer, o nimeti bize ait kılar. Emek, burada yani doğa durumunda
mülkiyeti doğurmuştur. Yani doğa durumunda özel mülkiyete yer var, kolektif
mülkiyete değil. Locke’un bu teorisi meşhur “emek-mülkiyet” teorisidir. Emek
böylece mülkiyetin meşruiyetini sağlamaktadır. Bir şeye emek harcanıyorsa o,
emek harcayanın mülküdür.
Locke’a göre doğadaki tüm varlıklar
Tanrı tarafından insanlara ortaklaşa tahsis edilmiştir. Ancak, insanların kendi
varlıkları üzerindeki mülkiyetleri mutlaktır. Bir başka ifadeyle, her birey
kendi bedeninin ve emeğinin sahibidir. Açıktır ki doğadaki şeyler herkesindir,
ancak kendi kendisinin efendisi ve kendi kişiliğinin ve kişiliğin eylemlerinin
ve çalışmalarının sahibi olan insan kendi içinde büyük bir mülkiyet zeminine
sahiptir ve buluşlar ve zanaatlar hayatı kolaylaştırdığında kendi varlığını desteklemek
ve rahatlatmak için uyguladığı şeylerin büyük kısmı tamamen kendisine aittir,
bu şeyler diğerleriyle ortaklaşa sahip olduğu şeyler olmaktan çıkarlar. Buna
öz-sahiplik ilkesi adını verebiliriz. Birey bu hakkı sayesinde kendisiyle
ilgili hususlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Kendi bedeninin ve
emeğinin özel mülkiyetine sahip olan birey hayatta kalabilmek için Tanrı’nın
insanlara ortaklaşa bahşettiği varlıklara kendi emeğini katarak onları özel
mülkiyeti haline getirir. İnsanlar, daha önce bir başkası tarafından özel mülk
haline getirilmemiş varlıklara kendilerinden bir şey katarak o varlıkları ortak
kullanımdan çıkarıp özel mülk haline getirirler. Ancak, bu ortaklaşa sahip
olunan doğayı özel mülk haline getirme süreci sınırsız bir süreç değildir. Özel
mülk edinme süreci üzerinde biri doğal diğeri de ahlaki olmak üzere iki sınır
mevcuttur.
Mülk
edinmedeki doğal sınırlamaya göre, bir birey israf etmeden kullanabileceğinden
daha fazlasını özel mülkiyeti haline getirmemelidir. Bu durumu basit bir
örnekle açıklayalım. Doğa durumunda acıktığımızı düşünelim. Karnımızı doyurmak
için etrafımıza bakınırken üzerinde olgunlaşmış elmaların olduğu bir elma
ağacını gördüğümüzü varsayalım. Locke’a göre, biz o ağaca tırmanıp elmaları
toplayarak o elmaları kendi özel mülkiyetimiz haline getirebiliriz. Ancak bunu
yaparken yiyebileceğimizden fazlasını almamalıyızdır. Buna göre üç elma şimdi
yemek için üç-beş elma da daha sonra, elmalar çürümeden, yemek için alabiliriz.
Özel mülkiyet, ağaca tırmanmak istemeyen tembel birisi gelip bizden elimizdeki
elmaları istemesi halinde, bize o kişiye “Hayır” deme imkânını sunar.
Elmalarımızı paylaşıp paylaşmamak tamamıyla bizim takdirimizdedir.
Mülk
edinmedeki ahlaki sınırlama bize bizden sonra gelecek olanların da iyiliğini
düşünme ödevini yükler. Yani, biz başkaları için de yeter miktarda ve iyi
durumda olan varlığı geride bırakmalıyızdır. Elma ağacı örneğimize geri
dönersek, eğer ağacın üzerinde 10 tane elma var ve bunların 8’i sağlam, 2’si
çürük ise ve ben başka bir kimsenin de bu ağaçtan elma almaya ihtiyacının
olduğunu biliyor isem, 5 tane sağlam elmayı alıp geride 3 sağlam iki çürük
elmayı bırakmam ahlaki sınırlamaya aykırı olacaktır. Evet, kendime 5 tane
aldım, diğer kişiye de 5 tane bıraktım. Ancak, bu sayısal eşitlik, niteliksel
açıdan eşitliği getirmiyor. Locke’a göre diğer kimselere sadece adet olarak
değil ama nitelik olarak da yeter derecede kaliteli, sağlam, lezzetli elmalar bırakmam gerekir.
Buna göre belki de kabul edilebilir sınır benim sağlam olan 8 elmadan 4’ünü
almamdır.
Locke’un
mülk edinme veya zenginleşebilme üzerine getirdiği doğal sınırlamayla ilgili
belirtilmesi gereken bir husus, bu sınırlamanın, paranın kullanıma girmesiyle
beraber anlamını kaybettiğidir. Biz para sayesinde, çürüme, bozulma vb.
herhangi bir israfa yol açmadan zenginlik biriktirebiliriz. Bu nedenle, mülk
edinme ve dolayısıyla zenginleşme önünde var olduğu düşünülebilecek olan doğal
sınır ortadan kalkmış olacaktır. Ancak, ahlaki sınırlamanın geçerliğini halen
koruduğunu söyleyebiliriz. Eğer, bizim zenginleşmemiz zorunlu olarak toplumun
geri kalanının fakirleşmesi pahasına oluyor olsaydı ahlaki sınırın ihlal
edildiği düşünülebilirdi. Elma ağacı örneğine dönersek, benim daha fazla elma
almam başkalarının daha az elma alması anlamına gelecektir. Ancak elma ağacı
analojisi bir ekonomiyi tasvir etmek için her zaman geçerli olmayabilir. Çünkü
benim daha fazla elma almam başkalarının daha az elma alması demek olurken, bir
ekonomide benim zenginleşmem toplumun geri kalanının fakirleşmesi anlamına
gelmeyebilir. Eğer benim zenginleşmem başkalarının varlıklarını yağmalamak
biçiminde olmayıp üretken bir faaliyetin sonucunda gerçekleşiyor ise bu
toplumsal zenginliğin artması, ekonomik pastanın büyümesi ve benim dışında
kalan kişilerin de bundan istifade etmesi anlamına gelecektir.
Locke’un mülkiyet hakkı üzerinde bu kadar önemle durmasını
yazarlar genellikle İngiliz İç Savaşı’nın nedenlerinde ararlar. Sonuçta iç
savaşın ana sebeplerinden biri de I. Charles’ın Parlamento’nun izni olmadan
vergi koymak istemesidir. Bu da şüphesiz Locke açısından özgürlüğe ve mülkiyete
bir saldırıdır.
BİLGİ NOTU: Locke’un Hoşgörü Hakkındaki
Görüşleri:
John Locke’un siyaset felsefesine
yaptığı önemli katkılardan birisi de onun hoşgörü savunusudur. Locke hoşgörü
savunusunu “Hoşgörü Üstüne Bir Mektup” (1689) adlı eserinde ortaya koymuştur.
Locke dini farklılıklara özgürlük tanınması, bir başka deyişle onların hoş
görülmesi doğrultusunda iki farklı argüman öne sürer. Bunlardan ilki seküler
ikincisi de dini içerikli argümandır.
Seküler argüman esas olarak Devlet
Üzerine İki Deneme adlı eserindeki argümanı ortaya koymaktadır. Buna göre,
devlet insanlar tarafından doğa durumunun belirsizliklerini aşmak üzere
kurulmuş bir kurumdur. Devletin amacı bireylerin doğa durumunda sahip oldukları
yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi doğal haklarını güvence altına almaktır. Eğer
devlet bu vazifesinin ötesine geçip bir de bireylerin ruhlarının kurtuluşunu
kendisine görev addederse ciddi problemlere davetiye çıkarmış olur.
Hatırlanacağı gibi İngiliz İç Savaşı’nın ve daha sonraki Şanlı Devrim’in
ardında yatan temel nedenlerden birisi din çatışmasıydı. Bireyin ruhunun
kurtuluşuna giden yalnız ve yalnız bir yol vardır. Ancak farklı mezhepler hangi
yolun Tanrı’ya gittiği konusunda hem fikir değildir. Yanlış bir tercihin
yapılması halinde sonuç ruhun sonsuza kadar cezalandırılması olacaktır. Bu
yüzden hangi yolun tercih edileceği riske atılamayacak kadar önemli bir
hadisedir ve her birey kendi ruhunun kurtuluşundan kendisi sorumlu olmalıdır.
Eğer devlet bireylere Siyasal resmi bir din dayatmasında bulunursa, o dine
inanmayanlar, o yolun cehenneme gittiğine inananlar, devletin dinini vicdanen
kabul etmekte büyük zorluk yaşayacak ve belki de devlete karşı isyan
edeceklerdir. Bu da doğa durumuna geri dönmek anlamına gelecektir. Hoşgörü
Üzerine Bir Mektup’ta, Locke bu noktayı şu şekilde izah etmektedir:
Yöneticinin tüm yetki alanı sadece…
sivil meselelere ulaşır; tüm sivil iktidar, hak ve hükümranlık bu şeylerin
geliştirilmesi amacıyla bağlanmış ve sınırlandırılmıştır; sivil iktidar hiç bir
biçimde ruhların kurtarılması [amacını kapsayacak şekilde] ne genişletilebilir
ne de genişletilmelidir.
Locke’un hoşgörü savunusunda
kullandığı dini argüman ise dinin bireyin vicdani kabulü ile ilgili olduğu ve
gerçek dini inancın insanın içinden gelen samimi bir duyguyla olacağıyla
ilgilidir. Bir kimseyi vicdanına aykırı davranmaya zorlamak o kişinin sadece
dış davranışlarında değişikliğe yol açabilecekken, vicdani kabullerinde bir
değişiklik yaratmayabilecektir. Bu anlamda dinde zora başvurmak anlamsızdır.
Kişilerin dini inançları ve ibadetleri kamu düzenini bozmadığı sürece devlet
dini inanışlardaki farklılıkları hoş görmelidir. Bu görüşünü şu ifadelerle dile
getirir Locke:
“…
insanların ruhlarını kurtarma çabası yargıçlara ait olamaz, çünkü yasaların
katılığı ve cezaların gücü insanların aklını ikna etmeye ve değiştirmeye
yeterli olsa da ruhlarını kurtarmaya yardımcı olamaz. Tek bir gerçek ve cennete
giden tek bir yol olduğuna göre, insanların sarayın dininden başka bir yol
takip etmesine izin verilmezse, kendi akıllarının ışığını söndürmek ve kendi
vicdanlarının emrettiğine karşı çıkmak zorunda kalırlarsa, yöneticilerinin
iradesine körü körüne tabi olurlarsa, doğdukları ülkeye kök salmış olan dine
cehalet, tutku veya batıl inançlar nedeniyle bağlanırlarsa; din daha çok kişiyi
kendine çekecek ne tür bir umut vaat edilebilir?”
4.4.6. Locke’un Görüşleri Hakkında Genel
Değerlendirme
John Locke,
17. yüzyıl İngiltere’sinde yaşamış ve dönemin siyasi çatışma ve çekişmelerine
şahit olmuş bir düşünürdür. Locke, döneminin olaylarına sadece seyirci kalmamış
fakat bizatihi bu olaylara fikirsel düzeyde yön vermiştir. Locke, Kralın mutlak
iktidar iddiası karşısında anayasal bir temsili demokrasi fikrinin savunucusu
olmuştur. Bir sosyal sözleşme düşünürü olarak Locke iktidarın kaynağını halkın
rızasına dayandırmış ve Kralın iktidarının sınırlanmasının temelini
hazırlamıştır. Locke, siyasi meselelere bakışı itibarıyla kendinden önce gelen
Machiavelli ve Hobbes’un modern bakış açısını devam ettirmektedir. Locke’a göre
de devlet artık, içinde erdemli bireylerin yetiştirileceği toplumsal koşulları
yaratmak yerine, birbirleriyle çatışan çıkarlara sahip bireylerin, birbirleriyle
çatışmaya tutuşmadan bu farklı çıkarlarını tatmin edebilecekleri istikrar
ortamını tesis etmek misyonuyla sınırlanmıştır. Toplumsal var oluşun amacının
bireyleri erdemli kişiler yapmak değil fakat onların yaşam, özgürlük, mülkiyet
gibi sivil çıkarlarını (civil interests) güvence altına almak olduğu bir yerde
siyasetin amacı da bu hakları korumakla sınırlıdır. John Locke, bu
düşünceleriyle modern dönemin temel ideolojilerinden birisi olan liberalizmin
de temel köşe taşlarını yerleştirmiştir. Buna göre tüm liberallerin savunduğu
bireycilik, pek çok liberalin kabul ettiği bireyin doğal haklara sahip olması,
sınırlı devlet ve kuvvetler ayrılığı, hoşgörü gibi fikirler Locke’un
düşüncesinde ilk sistematik ifadelerini bulmuşlardır.
4.5.JEAN
JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)
4.5.1.
Hayatı
Jean Jacques Rousseau, 1712’de
Cenevre’de dünyaya geldi. Fransız asıllı ve Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Rousseau
Fransız ve eski Yunan edebiyatının klasiklerini öğrendi. Ardından bir papazın
yardımıyla Latince’yi de söktü. Püriten ahlak anlayışıyla yetiştirilmiştir.
Bunun iki sonucu olmuştur; sadelik ve eşitlikten yanayken diğer yandan ise
püriten ahlakın baskıcılığından bunalarak özgürlükçü bir eğilime sahip
olmuştur. Küçük yaştan itibaren bir çok işe girip çıkmış olan Rousseau bu
işlerde başarılı olamamıştır.
Rousseau’nun, 1749 yılında Dijon
Akademisi tarafından açılan bir yarışmada sunduğu tez ödül kazandı ve bu ödül
O’na yazın dünyasında büyük ün sağladı. 1750’de Diderot aracılığıyla
Ansiklopediciler’e katıldı. Bu yıllarda Rousseau’nun -hukuk, ahlak, felsefe,
siyaset gibi- çeşitli alanlarda yazdığı makaleler büyük tartışmalar yarattı.
Bilim ve sanattaki ilerlemenin ahlaki ilerlemeyi sağlamadığını, doğal insanın
medeni insandan
üstün olduğunu ileri sürdü. Toplumsal eşitsizliklere karşı geldi. 1754’den başlayarak gittiği hemen her yerde düşüncelerinden dolayı gözaltına alındı, soruşturmalar geçirdi. Emile adlı romanı dini çevreler tarafından tepkiyle karşılanırken, Paris Parlamentosu, kitaptaki dini bölümlerin yakılmasına ve Rousseau’nun tutuklanmasına karar verdi. Aynı yasaklar Cenevre’de de geçerli idi. Sonunda, David Hume’un daveti üzerine 1766’da İngiltere’ye geçti. Ancak Diderot ve Voltaire’le olduğu gibi Hume ile de kapıştı ve 1 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Bir süre adını gizleyerek yaşadı ve hakkındaki kovuşturmalar sona erdiğinde Paris’e döndü. Temmuz 1778’de öldü.
üstün olduğunu ileri sürdü. Toplumsal eşitsizliklere karşı geldi. 1754’den başlayarak gittiği hemen her yerde düşüncelerinden dolayı gözaltına alındı, soruşturmalar geçirdi. Emile adlı romanı dini çevreler tarafından tepkiyle karşılanırken, Paris Parlamentosu, kitaptaki dini bölümlerin yakılmasına ve Rousseau’nun tutuklanmasına karar verdi. Aynı yasaklar Cenevre’de de geçerli idi. Sonunda, David Hume’un daveti üzerine 1766’da İngiltere’ye geçti. Ancak Diderot ve Voltaire’le olduğu gibi Hume ile de kapıştı ve 1 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Bir süre adını gizleyerek yaşadı ve hakkındaki kovuşturmalar sona erdiğinde Paris’e döndü. Temmuz 1778’de öldü.
Rousseau hayatı boyunca birçok eser
verdi. Rousseau’nun yayınlanmış eserleri şunlardır: Çağdaş müzik üzerine bir
inceleme(1743), Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşmalar(1750), Köyün
Kahini(1752), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliklerin Kaynağı(1758), D’Alembert’e
Mektuplar(1758), Julie veya Yeni Heloise(1761), Toplumsal Sözleşme(1762) ve
Emile(1762), İtiraflar(1765-1770), Polonya hükümeti Üzerine Görüşler(1772).
4.5.6. Genel
Felsefesi
Rousseau’ya
göre doğa durumunda insan sınırsız bir özgürlük ve eşitliğe sahipti. Uygarlığın
ilerlemesi insanı daha iyi ve daha geniş görüşlü yapmamıştır. Bilim insana
servet ve lüksü tanıtmış, fakat aynı zamanda eşitsizliğe neden olmuştur.
Ayrıcalıkların ve paranın hakim olduğu bir dünyada gerçekten yetenekli
olanların hayat hakkına sahip olması çok zordur. Modern toplum gelişerek sivil
toplumun karşıtı bir siyasal düzeni ve bunun sonucu olan eşitsizliği
yaratmıştır.
Rousseau’nun
bireye ve onun mutluluğuna verdiği önem, felsefesinde belirleyici olmuştur.
İnsanın, kültürel farklılıkların, yapaylıkların, tutku ve rekabeti ile özel
mülkiyetin yol açtığı olumsuz etkilerden arındırılması, onun doğasından gelen
bu iyi yanını ortaya çıkaracaktır. Modern felsefenin kavramlarından biri olan
“ben” fikri, ilk kez bir düşünür tarafından toplumsal yapının açıklanmasında bu
biçimde kullanılmıştır.
Rousseau,
atomik ben ile toplum arasındaki gerilimi azaltma, ikisi arasında bir denge,
bir bağlantı noktası kurma çabasındadır. Genel irade, Rousseau’da eşitsizlikle
mücadele aracına dönüşmüştür. Pratikte yurttaşlar topluluğu olan devlet, bizzat
modernleşmenin bir sonucu olan toplumsal farklılaşmanın getirdiği bir karşı
denge unsurudur.
Rousseau
toplumsal yaşamın evrimsel dönüşümünü olumsuz değerlendirir. Toplumsal alanda
gelişmeler önüne geçilemezdir ve devam edecektir. Onun iyimserliği karşısında
kaderciliği bir tezat oluşturmaktadır. Rousseau gelişim sürecinden
kaçınılabileceğini ya da onun tersine çevrilebileceğini düşünmez.
Rousseau,
toplumu, toplumun ürünlerini ve toplumdaki eşitsizlikleri eleştirirken bunun
Aydınlanma adına yapmaktadır. Gerçekte Rousseau, ahlaksal özne olan bireyi
iktidara karşıt olarak sunmaz. Modernin, kendiliğinden akılcı bir düzeni
getireceği fikri Rousseau için kabul edilemez niteliktedir. Toplum akılcı
değildir ve modernlik birleştirmekten farklılaştırma özelliği gösterir. Çıkar
mekanizmalarının karşısına genel iradeyi koymak zorunludur. Tüm bu
değerlendirmeler bir arada ele alındığında, Rousseau’dan hem demokratik, hem
otoriter rejimler için dayanak oluşturan genel irade düşüncesi, hem de modern
karşısında doğayı temsil eden saf insan düşüncesi çıkmaktadır.
4.5.3. Doğa Durumu
Tıpkı
Thomas Hobbes ve John Locke gibi Rousseau da siyasal düşüncesini bir doğa
durumu varsayımından hareketle ortaya koyar. Ancak bunu yaparken söz konusu
isimler gibi çağının siyasal davranışını meşrulaştıran bir doğa durumu
tasvirine girişmemekte, bilakis insan adaletsizliklerinin kökenini açıklayan ve
var olan şartları eleştiren bir tasvir ortaya koymaktadır.
Roussau’da
da doğal yaşam düzeni var ancak insanlar burada Locke’ta olduğu gibi gayet
mutludurlar. Rousseau da iyimser bir sözleşmecidir. Devlet ve hukuk yoktur.
İnsanlar hak ve özgürlüklerde eşittir.
Doğa
durumunda hayvandan pek de farkı olmayan insanın buna karşın iki özelliği ile
hayvandan ne ölçüde farklı olduğu ortaya konabilir. Öncelikle doğayla ilişkisi
bakımından insanın özgürce seçim yapma, karar alma erkine sahip olduğu
söylenebilecektir. Bunun yanı sıra kendisini hayvandan ayıran diğer özellik
sahip olduğu gelişme yetisidir. İnsan bu yetisi sayesinde değişip gelişme
gösterse de bu daha iyiye, yetkinleşmeye dair bir gidiş anlamına gelmeyecektir.
Keza Rousseau’nun gözünde bu yetkinleşme insanın doğa durumundan toplumsal
insana doğru gidişidir. Bu ise toplumun içerdiği erdemlerle beraber kötülüklere
de kaynaklık etmektedir.
Doğa
durumunda insanlar, aileler halinde fakat ayrı ayrı oturuyorlardı. Herkes eşit
ve doğal özgürlüklere sahiptirler. Doğa durumunda insanlar akla göre değil,
fakat duygularına ve doğal eğilimlerine göre yaşıyorlardı. Bu nedenle de
mutluydular. Rousseau akıl yerine duyguyu öne çıkartmakta ve duyguların
içerisinde de merhamete vurgu yapmaktadır. Ona göre insan doğal halinde, akıl
temelinde eylemde bulunan bir varlık olmayıp daha ziyade içgüdüleri ve
duyguları ile hareket eden bir varlıktır. İstekleri sınırlı olan ve merhamet
duygusuna sahip olan bu insanlar arasında savaş da yoktur. Onun gözünde insanın
kendisini koruması ilk doğal yasa şeklinde anlamlandırılır; kendini koruma
kaygısı doğa durumunda tek devindirici güç; kendini sevme de ilk doğal tutku
olarak değerlendirilir. Kişinin sahip olduğu arzuların dar kapsamı; merhamet
duygusunun yanında doğa durumundaki insanlar arasında barışın hüküm sürmesinin
bir diğer nedenini oluşturmaktadır. Zaman içerisinde insanın akli melekeleri
gelişmiştir ama bu gelişme insanın masumiyetini kaybetmesi, doğallığını
yitirmesi ve yozlaşması pahasına olmuştur. Bu açıdan çağının en önemli
gelişmesi olarak bilimsel devrime ve bununla ilişkili olan materyalist
yaklaşıma da meydan okumaktadır.
Doğa
durumunda insanlar arasında mücadele ve savaş yoktur, çünkü istekleri sınırlı
ve merhamet duygusunun frenlediği insan kötülük yapmaktan çok, kötülükten
kaçmayı tercih edecektir. Mülkiyet
kurumunun bulunmayışı doğal durumda huzur sağlıyordu. Fakat toprağın mülkiyet
edinilmesi ile uygar topluma adım atılmış ve toprak parçasının etrafını
çevirerek bu benimdir diyen ve ilkel, saf insanları bu sözüne inandıran kişi
uygar toplumun gerçek kurucusu olmuştur.
Ancak,
toplumun üyelerinden biri bir toprak parçasının etrafını çitle çevirir ve
burası benimdir der. İşte Rousseau’ya göre insanlar arası eşitsizliğin kaynağı
bu çit çevirme, yani mülkiyettir. Ve bu aşamadan sonra doğal yaşama geri
dönülemez. Tüm kötülüklerin kaynağı, en azından bu aşamada, mülkiyettir.
Mülkiyetten sonra mülk kavgaları doğar.
Toplum halinde yaşayan insanların lisanları
ve akıl melekeleri gelişir. Bunun akabinde sanatlar ve bilimler gelişir.
Rousseau için bu süreç daha iyiye yönelen bir ilerleme değildir. Bu insanların
doğal özgürlüklerinin kaybedilmesi, doğal olmayan eşitsizliklerin doğmasının
tarihidir. Dahası, doğası gereği insanları sosyal varlıklar olarak görmeyen
Rousseau, onların sosyalleşme emareleri göstermesini de bizatihi olumsuz bir
gelişme olarak görür. Tüm bunlar,
Rousseau için olumsuz olaylardır. Kendi ifadesiyle “insanı toplumsal kılan onun
zayıflığıdır; yüreklerimizi insanlığa götüren ise ortak sefaletlerimizdir. Her
bağımlılık bir yetersizlik belirtisidir: eğer hiçbirimiz diğerlerine muhtaç
olmasaydı, onlarla birleşmeyi kesinlikle düşünmezdi”. Buna karşın, doğa
durumundan uzaklaşma işbölümünü ve bu
da kaçınılmaz olarak doğal
olmayan eşitsizlikleri doğuracak ve nihayet mülkiyetin devreye girmesi de bu
eşitsizlikleri çoğaltan bir nitelik
halini alacak, bir yönüyle doğa durumunun son sınırına ulaşıldığını gösterecektir:
Bir toprak parçasının etrafını çitle
çevirip “ bu bana aittir.” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan uygar
toplumun gerçek kurucusu oldu. ( …) öyle görünüyor ki, bu toprağın etrafını
çevirme olayının olduğu zaman işler o güne kadar oldukları gibi sürüp
gidemeyecekleri noktaya artık gelmişlerdi. Çünkü ancak birbiri ardından meydana
gelebilen daha önceki birçok fikre dayanan bu mülkiyet fikri insan aklında
birden bire teşekkül etmedi. Tabiat halinin bu en son sınırına varmadan önce
hayli ilerlemeler kaydetmek, birçok hünerler ve bilgiler elde etmek, bunları
bir çağdan ötekine aktarmak, çoğaltmak gerekmişti (Rousseau, 1968:131-32).
Rousseau
eğitim ve kültürün toplumsal eşitsizlikleri yarattığını ve toplumsal kurumların
bu eşitsizlikleri hızlı bir şekilde artırdığını vurgular. Oysa doğa durumunda
insanların fiziksel üstünlükleri bile herhangi bir eşitsizliğe yol
açmamaktadır.
Özel mülkiyet
kurumu ile birlikte doğal kaynakların bazı insanların elinde eşitsiz bir
şekilde birikmesi bir insanı karnını doyurabilmek için başka bir insana muhtaç
hale getirmiş; doğmakta olan toplumda kesin çizgilerle ayrılan iki sınıfı
ortaya çıkarmıştır. Yoksullar ve zenginler şeklinde oluşan bu ayrım ve aralarındaki
uçurum ise bir savaşın çıkışını kaçınılmaz kılar. Bu savaş, Rousseau’da
toplumsallığın olmadığı doğa durumu ile toplumsal hayat arasındaki geçiş
döneminin son evresine tekabül etmektedir. Savaş sonrasında zenginlerin; kaba,
aldatılmaları kolay, kendi aralarında sorunları olan, hırslı ve hasis
olduklarından dolayı efendilerinden vazgeçmeyen insanları, parlak söylevlerin
aracılığıyla kandırmaları sonucu yapılan ve temelinde mülkiyetin bulunduğu
yalancı bir sözleşme ile devlet kurulmuş olur. Böylesi bir sözleşme ile ortaya
çıkan devletin başlıca işlevi, zenginlerin konumlarını sağlamlaştırıp eşitsiz
ilişkileri kurumsallaştırmaktır. Bu sözleşme çıplak şiddetin yerini hukukun
almasına imkân tanımış ve eşitsizliğe siyasal bir boyut kazandırmıştır.
İnsanların
yetenek ve becerileri eşit olmadığından, güçlü daha çok iş çıkartmış, becerikli
daha fazla elde etmiştir. Zekası ve yetenekleri gelişen insan, önceleri özgür
ve bağımsız iken, yeni ihtiyaçları nedeniyle daha fazla mülkiyet istemiş ve
hatta hemcinslerini köle haline getirmiştir. Uygar hayata geçiş insanlara
ıstırap getirmiştir. Yeni doğmakta olan
toplum bir savaş alanına dönmüştür. Bu durum insanları düşünmeye zorlamıştır,
çünkü hiç kimse güvende değildir.
Rousseau’ya göre bu durumdan
çıkılması ancak halk egemenliği ile mümkün olur.
Kısacası, insan medenileştikçe tüm yetenekleri gelişip, zekâsı en üst
düzeye çıkmıştır ancak doğa durumunda özgür ve mutlu iken şimdi doğanın ve
giderek diğer insanların kölesi olma durumuna düşmektedir. Üstelik Rousseau,
ortak yarar adına bir iktidar oluşturmayı da özgürlükleri güvenceye almaktan
çok köleliğe doğru bir adım olarak değerlendirir. Yönetim biçimleri arasındaki
farklar onların kuruluşları sırasında ortaya çıkan tesadüfi farklara
dayanmaktadır. Önemli olan gelişmeler öncelikle mülkiyetin ortaya çıkması,
sonrasında yöneticilerin belirmesi ve son olarak da meşru yönetimlerin keyfi
yönetimlere dönüşmesidir. Böylece ilkin zengin-yoksul eşitsizliği, sonra
güçlü-güçsüz eşitsizliği ve son olarak da köle-efendi eşitsizliği doğmuştur.
Rousseau,
siyasal topluma geçilmiş olmasının insanı bozduğunu söylemektedir; ancak bu
aşamaya geçilmesi normal ve kaçınılmaz bir şeydir. Doğa durumunda doğal
eğilimlerine göre menfaatlerini izleyen insan, toplum haline geçtikten sonra
kendi çıkarından başka hiçbir şeyi düşünmez olmuştur. Rousseau, uygar topluma
karşı çıkarken, bireylerin topluma girerken yaptıkları fedakarlıklarının aynı
zamanda önemli kazançlar sağladığının bilincindedir. Birey, doğal özgürlük
bakımından yitirdiklerini “sivil” ve “ahlaksal özgürlük”le kazanır. Birey
içgüdülerinin yönetiminde olmaktan, sorumlu ve ahlaksal davranışı
gerçekleştiren toplumsal bireye dönüştüğünde, özgürlüğüne de kavuşur ve kendi
kendisinin efendisi olur. Eşitsizlik Üzerine Söylev’de hipotetik de olsa ortaya
çıkan “doğal özgürlük kaybı”, insanın tam ahlaksal özgürlüğe erişmesi olanağını
sağladığı için, yapılması gereken bir fedakarlıktır.
4.5.4. Sosyal Sözleşme
İnsanların
tarihi geriye çevirip doğal özgürlüklerini geri kazanmaları mümkün değildir.
Artık insan, doğa halindeki kendi kendine yeten, saf, temiz insan değildir.
Artık insan hayatını sürdürebilmek için başkasının yardımına muhtaç olan,
medeniyetin konforlarına bağımlı hale gelmiş bir varlıktır. İnsanların kazanabilmeyi
ümit edebilecekleri tek şey medeni toplumda var olabilecek sivil özgürlüktür.
Bu özgürlük ancak yalancı sözleşme niteliğindeki yapının geride bırakılması ve
yeni bir toplumsal sözleşme ile gerçekleştirilebilecektir. İnsanın insana
bağımlı olduğu yozlaşmış medeni toplumdan kurtulmanın yolu da, bu toplumda
sahip olunan haklardan, ayrıcalıklardan vazgeçmede yatmaktadır. Zengin, fakir,
toplumun tüm fertleri tüm
haklarını bir sözleşme ile kurulacak yeni ahlaki topluluğa
devretmelidir.
Hiçbir otorite
kuvvete dayanmaz: Örnek: ailede babanın otoritesi, çocukların büyümesine ve
kendilerini koruyacak hale gelmesine kadar sürer.
Eğer kuvvetin
hak yarattığı kabul edilirse, daha büyük kuvvete sahip olanın egemenliği ele
alması veya almak istemi ihtimali daima söz konusu olabilir. O halde meşru
otoritenin, toplumdaki egemenliğin, insanlar tarafından yapılan sosyal
sözleşmeden geldiğini kabul etmek zorunludur.
Hobbes ve
Locke gibi Rousseau’da devlet egemenliğini meşrulaştırmak için, mistik öğelerin
yetersizliğinden dolayı toplum kavramına başvurmaktadırlar. Rousseau’ya göre
diğer insanlara bir toprağın kendisine ait olduğunu benimsetebilen insan
toplumun kurucusu olmuştur. Bu aynı zamanda doğal yaşama döneminin sona erme
sebebidir.
Rousseau’ya
göre sosyal sözleşmenin amacı: “Üyelerinin her birinin canını malını ortak
güçle koruyan öyle bir toplum şekli bulmalı ki, orada her insan herkesle
birleştiği halde yine kendi emrinde kalsın ve eskisi kadar hür olsun.”
Sosyal
sözleşme ile insan doğal özgürlüğünü, istediği ve elde edebileceği
şeylerüzerindeki sınırsız hakkını yitirmekte, bunun yerine medeni özgürlüğü ve
elindeki şeyler üzerinde mülkiyet hakkına kavuşmaktadır.
Doğal yaşama
döneminde hemen hemen hiç bulunmayan eşitsizlik varlığını, gücünü
vegelişmesini, insan yeteneklerinin ve aklının gelişmesinden alır. Bu
eşitsizlik mülkiyet veyasaların ortaya çıkmasıyla sürekli ve meşru olur.
İnsanlar arasındaki eşitsizlik doğal hukukaaykırıdır.
Sosyal
sözleşme varsayımsal niteliktedir.Hiçbir
zaman böyle bir sözleşme yapılmamışolabilir. Fakat devlet ve birey ilişkilerini
akla uygun bir ölçüye göre düzenleyebilmek için,böyle bir sözleşmenin
yapıldığını varsaymak gerekir.
Böylesi bir
topluluğun inşası doğrultusunda ise insanlar pek de uzlaşmaz gibi görünen iki
amaca sahiptirler: “Üyelerinden her birinin canını ve malını bütün ortak güçle
savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her birey hem herkesle
birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür
olsun” (Rousseau, 1946: 20). İnsanlar,
hem bir egemenin yönetimi altına girmenin zorunluluğunu kabul etmekte, ancak
aynı zamanda da bir egemenin yönetimi altına girmekle özgürlüklerini yitirmek
istememektedirler.
Sosyal
sözleşme öyle bir eşitlik sağlar ki, herkes aynı koşullarda sözleşmeye
katılırlar veaynı haklardan yararlanırlar. Genel iradenin her kararı tüm
yurttaşları eşit olarak borç altınasokar ya da olanak sağlar, genel iradeye
uyan kimse de gerçekte kendi iradesine uymuş sayılır.
Sosyal
sözleşme ile Rousseau özgürlük ve otoriteyi uzlaştırmaya çalışmaktadır.
Bunuyapabilmek için genel irade kavramına başvurmaktadır. Çünkü özgürlüğün
kutsallığına inanır.Ona göre özgürlükten vazgeçmek insan olmanın hak ve
ödevlerinden vazgeçmek demektir.Yeni birlik biçimi olan toplum, herkes için
egemen otoritedir.O, kamusal bir kişi, her bir bireyin, kimliğini oluşturan bir
hayat ve iradeye sahip olması gibi, kendine ait bir iradesi olan organik bir varlıktır.
Rousseau, hem egemen otoritenin yaratıldığı süreci, hem de bu sürecin amacını
“genel irade” olarak adlandırmaktadır. Hem öteki insanlara bağlanarak belli bir
itaat ilişkisi içerisine girilmesi hem de eskisi kadar özgür olabilmek ancak
herkesin iradesini genel iradeye devriyle mümkün olacaktır.
Toplum sözleşmesinin tarafları
toplumum üyeleridir, halktır. Bireyler bu sözleşmeyi oybirliği ile yapmak
zorundadır. Eğer sözleşme yapıldıktan sonra o toplumda yaşıyorsanız sözleşmeyi
kabul etmişsiniz demektir. Eğer toplum sözleşmesi kabul edilmiyorsa, o toplumda
durulmamalıdır.
Sosyal
sözleşme oybirliği ile yapılan tek
anlaşmadır. Sözleşmeyi kabul etmeyenler onun dışında sayılır ve yabancı statüsü
kazanır. Fakat sosyal sözleşmenin yapılmasıyla devlet kurulduktan sonra devlet
ülkesinde yaşayanların bu sözleşmeyi kabul ettikleri varsayılır. Onlardan
sözleşmeyi ayrıca açıkça onaylamaları beklenemez.Genel irade, bireyin ya da
toplumun zorlanmasından değil, bireyin toplum içindeki olumlu dönüşümünden
doğar. Bu nedenle de genel iradenin gerçekleşmesi, bireysel özgürlüklerle
çatışmaz, hatta onun bir koşuluna dönüşür.
Rousseau’nun bir
yandan özgürlük temelinden hareket etmesi, diğer yandan çoğunluğun düşüncesi olarak
genel iradeye atfettiği değer, hem azınlık hakları açısından, hem de genel
iradeye teslimiyet açısından demokrasi için büyük bir sorun olarak ortaya
çıkmaktadır.
4.5.5. Egemenlik
Sosyal
sözleşme ile ortaya çıkan genel irade
devlette egemenliğin sahibidir. Egemenlik genel iradenin uygulanmasından ayrı
bir şey olmadığı için başkasına devredilemez ve ayrıca bölünemez.
Rousseau,
sözleşme ile yaratılan devleti ortak iyiliğe yönlendirmeyi genel iradenin işi
olarak görür. Bu doğrultudaki çaba, diğer bir deyişle genel iradenin uygulamaya
geçirilmesi ise egemenlik olgusunu karşımıza çıkarır. Burada sözleşme ile
ortaya konan yeni toplum, herkes için egemen olan otoritedir. Bu yönüyle de
egemen, yurttaşların bütünü anlamındaki halktır. Egemenlik, genel iradenin
işlemesi anlamını taşımaktadır. Onun doğrudan genel irade ile olan bağı da,
kendisine atfedilen özellikleri belirler. Bu yönüyle egemenlik; devredilemez,
temsil edilemez, bölünemezdir, o mutlak ve doğrudur. Bunlar ise egemenliğin
genel irade ile olan bağını kaçınılmaz kılan vasıflardır.
Genel irade
daima doğrudur ve kamu yararına yönelmiştir. Genel irade, toplumun ortak
çıkarını göz önünde tutar. Bu niteliği ile özel iradelerin bir toplamından
başka bir şey olmayan ortak iradeden ayrıdır. Rousseau, genel iradenin
yanılmazlığı hakkında, “kişiler kendi yararları konusunda yanılmıyorsa genel
irade de genelin yararının ne olacağı konusunda yanılmaz” gerekçesini
kullanmıştır. Rousseau, genel iradeye, toplumun faydasını kolladığı için mistik
bir anlam yüklemiştir.
Genel iradeye
yönelik eleştiri; Genel iradenin yanılır olduğu zaman içinde açıkça görülmüştür.
Diğer yandan genel iradenin yanılmazlığı görüşü, ırkçı üstün ulus kavramının
açılımları için de kullanılmıştır; örnek Alman idealizmi …
Egemenliğin
kaynağının halkta olması, insanların, siyasal bir topluluğa dönüşmeden önceki
güvencesiz ve temelsiz haklar yerine daha sağlam ve daha iyi haklara
kavuşabilmek için doğal durumdan çıkıp siyasal bir topluluk haline geçtiklerini
gösterir. Bu siyasal topluluğu meydana getiren irade, halk iradesidir. Bu
nedenle mutlak siyasal otorite, yönetim sürecine doğrudan ve devamlı olarak
katılması beklenen halkın kendisidir. Rousseau, özgürlüğü, “kendi kendini
yönetebilme hali” olarak tanımlamaktadır.
Rousseau’nun sisteminde hükümetin önemli ödevleri söz konusudur.
Egemenlik, bir tüzel kişilik olan halka aittir. Hükümet ise kendisine bazı
yetkiler verilen bir organdan başkabir şey değildir. Hükümetinüyeleri ise genel
iradenin memurudurlar. Hükümete tanınanyetkiler de genel irade tarafından her
zaman geri alınabilir veya değiştirilebilir. Rousseau,böylece temsili hükümet
sistemini reddetmektedir. Sistem içinde siyasal parti oluşumunu da gereksiz
gören Rousseau’nun, demokrasinin aynı zamanda fikir çoğulculuğu olduğunu da
gözden kaçırdığı söylenebilir.
Rousseau’da
egemenlik, sözleşmeyi yapan halkın elindedir: halk egemenliği. Rousseau’da yasa
yapma iradesi halktadır. Bu nedenle doğrudan demokrasi vardır. Halk, egemenliği
genel irade ile ortaya koyar. Halk, egemenliği kimseye devretmemektedir.
Egemenliği, genel iradeyi kimse temsil edemez. Rousseau temsilci kavramını
kullanmaz, “ajan” kavramını kullanır. Yani yasayı ajanlar yapar, ancak
yapılanın tam anlamıyla bir yasa olabilmesi için halkın ona oy vermesi gerekir.
Ancak Rousseau’nun projesi ancak
küçük toplumlar için uygulanabilirdir. Karmaşık ve büyük ölçekli toplumlarda bu
tip bir doğrudan demokrasinin uygulanması pek mümkün değildir.
Demokrasinin çoğunluk hakları olarak okunmasından, azınlık haklarının da
demokrasi içinde korunmasına geçilmiştir. Rousseau’nun kurmuş olduğu genel
irade teorisinin pratikte işlemesi ancak, doğrudan demokrasi ve küçük bir nüfus
topluluğu ile mümkün olabilir. Bu sonuçları temsili demokrasinin önemli bir
örneği olarak görülen İngiliz demokrasisi için söylediklerinde çıkarabiliriz.
Rousseau’ya göre özgür olduğunu düşünen İngilizler anılmaktadır. Ancak
parlamento üyelerini seçerken özgür olan vatandaş bu seçimlerden sonra tekrar köle
durumuna düşmekte ve sisteme yabancılaşmaktadır;
Demokrasi paradoksu:
Eğer demokratik seçimin geçerliliğine inanıyorsam çoğunluk
tarafından seçilen bir politikasın uygulanması gerekir,
Seçimle belirlenen A ve B gibi iki politik durum söz
konusudur.
A’nın uygulanmasını B’nin ise uygulanmamasını istiyorum. Bu
nedenle tercihimi A’dan yana kullanıyorum.
Oysa çoğunluk B’yi seçiyor.
Buna göre,
1 ve 4’e göre B’nin uygulanması; 2 ve 3’e göre ise B’nin uygulanmaması gerekir.
Bu paradoks Popper tarafından yeniden ele alındığı görülmektedir. Popper çözüm
olarak, demokrasilerden sadece hükümetlerin, yönetilenlerin çoğunluğu tarafından
seçilmesinin anlaşılmaması gerektiğini savunur. Popper’a göre, özgür kurumlara
inanmayan ve iş başına gelince bu türden kurumları çoğunlukla yıkan otoriter
siyasal iktidarlara her zaman rastlanabilir. Kendisini çoğunluk oyu ile seçilen
iktidara bağlamak durumunda bir kimse, bir yandan çoğunluk oyu ile seçilmiş
olan iktidara uymayı demokrasi ilkesine inancı dolayısıyla gerçekleştirmek
durumunda kalırken, diğer yandan da bu tür bir iktidarın demokrasi için
doğuracağı tehlikeyi sineye çekmek zorunda kalacaktır.
Rousseau,
Sosyal Sözleşme isimli eserinin başında amacının kişiye en fazla özgürlük
tanıyan bir siyasi düzenin şartlarını göstermek olduğunu söylemektedir. Öyle
bir siyasi düzen ki, bu düzen içinde kişi toplumun iradesine uymakla birlikte,
sadece kendi iradesine uyuyormuş gibi hür kalsın. Rousseau buna bağlı olarak
vazgeçilmez insan hakları olduğunu ileri sürmemiştir. Aksine Rousseau, genel
iradeye üstün bir yer verdiğini her fırsatta belirtmiştir. Genel iradeye uymayı
reddeden bir kimsenin, sözü geçen iradeye bağlanmaya zorlanmasının o kimseye
özgürlüğünü sağlayacağını kabul etmektedir. Bu şekilde herkesin sahip olacağı
özgürlüğün nitelik ve türünü göstermek hakkı dolaylı biçimde genel iradeye
bırakılmaktadır. Bu genel iradenin yanılmazlığı ilkesinin bir sonucudur.
Uygulamada, genel iradenin, çoğunluğun iradesine dönüşmesi ne yazık ki
kaçınılmazdır. Rousseau kişisel hak ve özgürlüklere genel irade üzerinde bir
yer vermediği için, burada çoğunluk despotizmi daha tehlikeli bir hal alır.
Rousseau’da genel irade
belirlenemeyeceğinden erkler ayrılığı ilkesi kabul edilmez
4.5.6. Hukuk ve Adalet Anlayışı
Rousseau’ya
göre, siyasal sistemin kurucu öğesi olan yasalar genel iradenin ifadesidir.
Toplum
sözleşmesinin aksine yasaların ortaya çıkması için oybirliği değil oy çokluğu
aranır.
Yasalar, kamu yararını
göstermektedir. Genel irade oy çokluğu ile bir şeyi kabul ederse, bu onun
yararına olduğu içindir. Halk, kendi aleyhine hak ve özgürlüklerine aykırı
yasalara onay vermez çünkü.
Rousseau’ya
göre, genel irade özel bir amaca yönelmez. Halkın bütün yaşamınıdüzenleyen
kurallar kanun niteliğini taşıyabilir. Başka bir deyişle kanunların konusu
genelolmalıdır. Kanun vatandaşları bütün olarak ve soyut açıdan göz önünde
bulundurur. Özel birkişiyi veya davranışı düzenleyen kanun yapılmamalıdır.
Rousseau “Kanun yurttaşları sınıflara
ayırabilir. Hatta bu sınıflara girme ile ilgili özelliklerin neler olduğunu da
gösterebilir. Ama belirli bir kişiyi isim belirterek şu ya da busınıfa sokamaz.
Kanun bir krallık yönetimi kurabilir… ama ne bir kral seçebilir, ne de kral
ailesi atayabilir’’.
Ona göre
kanunların adalete uygunluğu, aykırılığı tartışması anlamsızdır. Çünkü hiç
kimse kendisine karşı haksız davranamaz. Kanun bizim irademizi açıklayan belge
özelliğini taşıdığına göre onun adalete deuygun olduğunu kabul etmek gerekir.
Kanunları vaz eden halk, kanunlara uymayı da kabul etmiş demektir.
Yasamanın
hedefi, herkesin en büyük iyiliğini gerçekleştirmektir ve herkesin en büyük
iyiliği iki temel ilkede toplanır: Özgürlük ve eşitliktir. Eşitlik olmadan
özgürlük olmaz. Eşitliği yasalar sağlayacaktır. Bu eşitlik, herkesin gücünü
şiddet kullanmadan yasalara uygun olarak kullanmasıdır ve yine eşitlik hiç
kimsenin başka bir insanı satın alabilecek kadar zengin olmaması ve yine hiç
kimsenin kendini satmak isteyecek kadar yoksul olmamasıdır.
Yöneldikleri alana göre yasalar üç başlık altında sınıflandırılabilir:
İlki, siyasal yasalardır ve bunlar da
anayasalardır. Sistemler anayasalarla etiketlenirler.
İkinci tür yasalar toplumsal yasalardır ve
bu yasalarla bireyin diğer biyerlerle ve devletle olan ilişkileri düzenlenir.
Üçüncü tür yasalar ise ceza yasalarıdır. Bu yasalarla genel olarak
yaptırım kavramı düzenlenmektedir. Bunlara ek olarak Rousseau, doğal hukuk
geleneğine uyarak, insanların kalbinde yer eden ahlak yasalarının da dördüncü bir tür yasa kabul
edilebileceğini belirtmektedir.
Rousseau,
doğal hukuk yaklaşımının Ortaçağ doğal hukuk anlayışından farklı olarak
rasyonel temellere oturtmuş olduğu sosyal sözleşme kavramını, mistik ögelerle
donatmakla ve siyasal bir yöne çevirmekle de suçlanmıştır.
4.5.7. Yönetim Biçimleri
Çeşitli
yönetim biçimlerinin kaynağı ise, yönetimlerin kurulduğu sırada insanlar
arasında büyük, küçük farklılıklardır. Yönetim biçimleri yöneticilerin
sayılarına göre belirlenir. Egemen toplum, yönetim görevini halkın tümünü ya da
halkın büyük bir bölümüne verebilir, öyleki, bu yönetimde yönetici yurttaşların
sayıları, yönetilen durumunda olan yurttaşların sayılarından fazla olur ve bu
yönetim biçimine demokrasi denir. Egemen toplum, yönetim görevini bir azınlığın
eline bırakabilir, bu durumda da yönetici yurttaş sayısı, yönetilenlere oranla
azdır ve bu yönetim biçimine de aristokrasi denir. Ya da egemen toplum, tüm
yönetim görevini bir kişinin eline bırakabilir, bu durumda da monarşi denen
yönetim ortaya çıkar.
Monarşiler
varlıklı ülkeler için, aristokrasi orta zenginlikteki ülkeler için, demokrasi
de küçük ve yoksul ülkeler için iyidir.
BİLGİ NOTU: Rousseau’nun Özgürlük
Anlayışı
Rousseau’ya göre insanlar özgür
doğmuşlar ancak şimdi her yerde zincirler altındadırlar. İnsanların yeniden
özgürleştirilmesi Rousseau’nun temel meselesidir. Bu meseleye dair çözüm
arayışı ile ortaya koyduğu ilkeler ise, özgürlük tartışmasında farklı bir katkıyı
ortaya çıkarmaktadır. Genel irade ve sözleşme ile ortaya çıkan toplum, bir
yönüyle özgürleşmenin garantisini veren adil bir yasa ve kurumsal temelin
inşası gayretiyle ilişkilidir. Bununla söz konusu olan ise “ahlaki bir
özgürlük”tür. Bununla Rousseau, insanları kendilerinin erdemli efendileri kılan
bir yapıyı tahayyül eder. Artık söz konusu olan insanların kendi kaba
arzularının köleliğine tabi olmaktan kurtulmaları ve herkesin iyiliğini ve kamu çıkarını düşünmeleridir.
Genel iradenin bir kez kurulması
ile onu takip etmekte olan uyruklar, sadece kendi gerçek iradelerine itaat
edeceklerdir. Keza bireyler birer yurttaş gibi davranarak bu iradenin inşasında
bizatihi rol oynamışlardır. Genel irade tarafından yönetilmeye rıza göstermekle
yurttaş, onun kendine has kuralları tarafından yönetilmeye de razı olmuştur ki,
bu, genel iradenin hükmü altında yaşayan herkesin gerçekten özgür olması
anlamına gelmektedir. Rousseau, yasaları
“kendi iradelerimizin kaydedildiği belgeler” olarak görür. Bu yönüyle de
kendi kendini dayatan adil bir yasaya itaat söz konusudur ve toplum tarafından
kendilerinin koyduğu yasalara itaat etmek demek, Rousseau’ya göre gerçek
özgürlüktür.
Rousseau’nun özgürlüğe
bakışının dikkat çekici olan bir yönü ise genel irade karşısında itaatkâr olmayanlara dair tutumudur. Bununla
ilgili olarak kendisi genel iradeye itaat etmeyi ret edecek olanların,
yurttaşların bütünü tarafından buna zorlanmasını öngörür. Rousseau’ya göre bir
insanı “özgür olmaya zorlamak” zorunlu olabilecektir. Keza bireyler, hem
sözleşmeye dâhil olduklarında, hem de onaylanmasının sonrasında genel iradeye
itaat etmeye rıza göstermişlerdir. Yasanın etkisizleşmemesi adına, bu durumun
aksi yönündeki hareketlerin de yaptırıma maruz kalması gerekmektedir.
Rousseau’nun gözünde bireylerin itaate zorlanması yasaları ihlal etmeye dönük
anlık arzuları yerine, kendi gerçek çıkarlarına itaat etmelerineyardımcı
olmaktadır. Çünkü onun için itaat etmeye zorlanan kişi, istemediği bir şeye
zorlanmamaktadır; bu tutumun kişi tarafından bir zorlama olarak görülmesi de
yanılsamadır. Çünkü zorlama hususu, gerçekte kişinin yalnızca yurttaş olarak
sahip olduğu kendi iradesine yani genel iradeye uymasını sağlamaktan ibarettir.
Bu doğrultuda itaatsizlere karşı
uygulanan yaptırımlar ve ceza mekanizması, Rousseau için eğitsel ve ahlaki bir
aygıt niteliğindedir. Bu doğrultudaki dersi daha iyi öğrenenler, bir kere daha
genel iradeye katılma, manevi ve siyasi cemaate diğerleri ile birlikte dönme
imkânına kavuşmaktadır. Ancak yine de özgürlük ve zorlama ya da özgürlük adına
zor kullanımı gibi hususlar, hem çeşitli açılardan içerdiği çelişkiler ile
Rousseau’nun tartışma yaratan argümanları arasında yer almakta, hem de zor
kullanımının meşrulaştırılmasında düşünsel bir dayanak sunmaktadır.
HOBBES
|
LOCKE
|
ROUSSEAU
|
|
DOĞA DURUMUNDA
İNSAN
|
Doğa insanları fikren ve bedenen
eşit yaratmıştır.
|
İnsanlar doğal olarak tam bir özgürlük ve eşitlik
içindedirler
|
İnsanlar arasında doğa durumunda eşitlik vardır ve
eşitliğin yarattığı bir doğal özgürlük söz konusudur.
|
DOĞA DURUMU
|
Doğa durumunda herkesin herkesle,
herkesin herkese karşı savaşı söz
konusudur. İnsan insanın kurdudur.
Nedeni: Rekabet, güvensizlik ve herkesten
üstün olma tutkusudur. Mülkiyet kavramı
yoktur.
|
Doğa durumunda doğal yasanın yani aklın ilkeleri
geçerlidir. Buna göre insanların yaşamları karşılıklı yardımlaşma ve sevgi
ilkelerine dayanır.
|
Doğal yaşama durumunda insanlar kendi doğal eğilimlerine
uygun ve akla değil duygularına göre yaşamaktadırlar. Bu nedenle doğa
durumunda yaşayan insanlar mutludurlar.
İnsanlar evrimleşip daha fazla şey istemeye başlamış ve
mülkiyet ortaya çıkmıştır. Bu, aynı zamanda doğal yaşama döneminin sona erme
sebebidir.
|
SOSYAL SÖZLEŞME
|
Bu sözleşme bütün insanların yetki ve
güçlerini devlete
devretmeleriyle kurulur. Bu sözleşme aralarında eşitlik
bulunan ya da birbirlerini eşit olarak gören insanlar tarafından yapılır.
Bütün hak ve özgürlüklerin lehine terk işleminin
yapıldığı devlet sözleşmeye taraf değildir, lehine sözleşme yapılan
üçüncü kişi durumundadır.
|
İnsanlar aralarında yapacakları bir anlaşmayla suçluları
cezalandıracak bir otoritenin, iktidarın kurulacağı bir siyasal toplum haline
geçerler ve cezalandırma haklarını da bu siyasal iktidara devrederler. Yönetilenlerle,
yönetenler arasında tabi olma anlaşması söz konusudur. Bu anlaşma ile
yönetenlerin, halk tarafından kendilerine iktidar verilen güvenilir bir el
olduğu belirtilmiş olur.
|
İnsanlar aralarında, kavga durumuna son vermek ve kuvvete
dayanmayan bir barış düzeni kurabilmek için sosyal sözleşme yaparlar. Herkes
sosyal sözleşme ile tüm haklarını topluma devrederek, hiç kimseye devretmemiş
olacak, toplumun yönetimi altına girmekle birlikte, gene de kimsenin yönetimi
altına girmemiş, kendilerine itaat etmiş olacaklardır (genel irade kuramı).
Sosyal sözleşme oybirliği ile gerçekleşir.
|
EGEMENLİK VE
YÖNETİM BİÇİMLERİ
|
Yönetim biçimleri: Egemen güç bir kişinin elinde ise
Monarşi, egemenlik bir mecliste ise Aristokrasi veya
Demokrasi.Hobbes güçlü bir otorite ve güvenlik nedeniyle
monarşiden
yana olduğunu belirtir.
|
Yasa yapma gücün kimde olduğuna bakarak devlet şekli
belirir. Yasaları yapan toplum, yasaların yürütülmesini sağlayacak olan
temsilcilerini seçer ve temsilciler bu görevi yürütürlerse, demokrasi söz
konusudur. Çoğunluk yasaları yapma gücünü seçilmiş birkaç insanın ve onların
mirasçılarına veya vekillerine bırakırsa, hükümet şekli oligarşidir.
Kanunları yapma gücü tek bir kişiye bırakılmışsa monarşi söz konusudur.
|
Egemenliği eline geçiren tek kişi, bir grup, ya da bir
azınlık, toplumu toplumsal yarar yönünde yönetiyorsa, genel iradeyi temsil
ediyor demektir. Yani yönetim biçimleri monarşi, aristokrasi ya da demokrasi
olması önemli değildir, genel iradenin ortaya çıktığı her türlü egemenlik biçimi
Rousseau tarafından kabul görür. Ama genel irade en iyi şekilde küçük kent
devletlerinde doğrudan demokrasi ile uygulanabilir görünmektedir.
|
KUVVETLER AYRILIĞI
|
Egemen güç bölünmez, parçalanmaz;
kuvvetler ayrılığı yoktur
|
Yasama, yürütme ve federatif kuvvetler söz konusudur;
kuvvetler ayrılığı ilkesi vardır.
|
Egemen güç bölünmez, parçalanmaz ve yanılmazdır; kuvvetler
ayrılığı yoktur.
|
İHTİLAL HAKKI
|
Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için, egemenin
eylemerine karşı çıkmaları kendi kendileriyle çelişmeleri anlamına
geleceğinden, Hobbes herhangi bir başkaldırıyı olanaksızlaştırır.
|
İnsanların doğa durumundan getirdiği doğal haklar (yaşam,
özgürlük ve mülkiyet hakları) ihlal edilirse ihtilal veya direnme hakkı
vardır.
|
Rousseau, genel iradenin memuru konumundaki hükümet
üyelerinin, herhangi bir durumda yetkilerinin ve görevlerinin ellerinden
alınabileceğini söyler. Genel iradeye karşı bir ihtilal veya direnme
hakkından bahsedilemez.
|
HUKUK
|
Bireyin doğal durumdan getirdiği ve ileri sürebileceği
haklar yoktur. Mülkiyet hakkı, egemenin koyduğu yasalarla bireylere tanınan
bir haktır. Ancak bu hak egemene karşı ileri sürülemez. Yasa önünde herkes
eşittir. Egemenin düzenlemediği alanda özel alan özgürlüğü (ekonomik ve aile
hayatına ilişkin) vardır.
|
Birey doğal haklarla donatılmıştır ve devlet bu hakları
korumakla yükümlüdür. Doğal haklar kuramını sistematik hale getirmiştir. Akla
dayalı laik doğal hukuk anlayışınını getirmiştir. Siyasal iktidar, toplumu
halkın koyduğu ve bildiği yasalara göre yönetecektir.
|
Rousseau’ya göre, siyasal sistemin kurucu öğesi olan
yasalar genel iradenin ifadesidir. Adaleti de genel irade olarak yansıyan bu
yasalar sağlayacaktır. Yasalar özel nitelikte değil, her zaman genel ve soyut
nitelikte olmadırlar. Üç tip yasa: siyasal yasalar, anayasalardır; toplumsal
yasalar, bireyler arası ve bireyle devlet arası ilişkileri düzenler. Ceza
yasaları ile yaptırım kavramı düzenlenmektedir. Rousseau’ya göre ek olarak
insanların kalbinde yer alan ahlak yasalar dördüncü tip yasa olarak kabul
edilebilir.
|
IMMANUEL KANT (Ders Notlarının 2. Kısmında yüklüdür.)
Saygıdeğer Hocam!
YanıtlaSil6111 sayılı Af Yassı ile kayıt yenilemi 68 kuşağından Ahmet Ümit Günal'ım. 020141359 no:lu öğrenciyim.
İ-net üzerinden dersimize ilişkin yararlanabileceklerimi ararken Blogunuza ve o arada bu "DERYA"yı buldum.
Önce aklımdan, diğer öğretim görevlileri bu tür sosyal yarar sağlayıcı işlevlerde niçin bulunmazlar geçti, gerisini konuşmasam deye düşünüp, burada sonlandırıyorum.
Tam bir maden olarak değerlendirdiğim bu notlların tümünü, Google Drive'a yükleyip, dağdaki kedi barınağımda bile yararlanıp, çalışabilmenin şükran ve minneti ile sizlere hayırlı üretimlerinizde gerçekte en büyük başarı dilek ve dualarımı sunar, gönül dolusu en içten şükranlarımı sunarım.
Saygımla, efendim!
AUG
hocalarım çok teşekkür ediyorum notlar için..
YanıtlaSil