4.6. IMMANUEL KANT
1724-1804
4.6.1. Hayatı
Saf Aklın Eleştirisi (1787),
Pratik Aklın Eleştirisi (1788), Ahlak Metafiziğinin Temelleri (1785) gibi
eserleri ile Batı felsefe tarihinde çığır açmış bir düşünür olan Immanuel Kant,
1724 yılında Doğu Prusya sınırları içindeki Königsberg’de doğmuş ve 1804’teki
ölümüne değin tüm hayatını bu kentte geçirmiştir. 12 çocuklu bir saraç
ustasının oğlu olarak dar yaşam koşulları içinde büyüdü. Eğitimi sırasında
Leibniz-Wolff'dan etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra
üniversitede çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye başladı. Kant
başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazdı. 1755 yılında “Evrensel
Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi” adlı eserini yazdı. 1770 yılında
Königsberg'de mantık ve metafizik kürsüsüne atandı. 1770'den sonra Hume ve
Rousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi. “Hume’un felsefesinin kendisini dogmatik uykusundan
uyandırdığını” belirtir. Dışarıdan bakıldığında basit bir yaşama sahip
olan Kant, özel öğretmen olarak başladığı meslek yaşamını profesör olarak
tamamlamış; titiz ve monoton bir görüntü çizen yaşamını teorik uğraşılara
adamıştır. Kant, bir Aydınlanma Çağı düşünürüdür.
TÜRKÇE’YE ÇEVRİLEN
BAZI ESERLERİ
Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi,
Türkiye Felsefe Kurumu
Immanuel Kant, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek
Her Metafiziğe Prolegomena, Türkiye Felsefe Kurumu
Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Türkiye
Felsefe Kurumu
Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi, Türkiye Felsefe
Kurumu
Immanuel Kant, Saf Aklın Sınırları Dahilinde Din,
Literatürk Academia
Immanuel Kant, Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine
Gözlemler, Hil Yayınları
Immanuel Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi, İdea
Yayınevi
Immanuel Kant, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı,
Say Yayınları
Immanuel Kant, Eğitim Üzerine, Say Yayınları
Immanuel Kant, Ethica Etik Üzerine Dersler, Pencere
Yayınları
4.6.2. Genel Felsefesi: Kant Epistemolojisi
Kant, neyi, nasıl, ne kadar
bilebiliriz sorularını tartışmıştır.
Bilginin kaynağı olarak salt aklı
ya da salt deneyi yetersiz bulur Kant. O nedenle akılcıların ve deneycilerin
sentezi ile yeni bir bilgi kuramı ortaya koyar: Eleştirel akılcılık. Buna göre
bilgi hem, akıl hem de deney ile elde edilebilir. Akılcılara göre (Platon’dan
beri) bilginin kaynağı salt akıldır yani bilgiler insan aklında önceden
mevcuttur. İnsan aklı (matematik ve geometride olduğu gibi) soyutlama ile
ortaya çıkar. Bunların bilgi anlayışı a priori yani deney öncesidir. Deneyciler
ise insan aklında doğuştan hiçbir bilginin olmadığını ve salt deneyle bilgiye
ulaşılabileceğini savunur.
Kant, epistemolojide eleştirel
akılcılığa varmadan önce rasyonalistti. Ancak kendi tabiriyle onu dogmatik
uykudan uyandıran David Hume olmuştur. Hume, her türlü bilginin deneyden
geldiğini söyler, hatta tümevarım yöntemi Hume’a atfedilir. Hume bu ampirizmine
(deneyciliğine) karşın, tümevarımın ve deneyciliğin eksikliğini de ortaya
koyabilmiştir: Her türlü bilginin kaynağı deney ve gözlemlerdir ancak deney ile
elde edilen bilgiler her halükarda eksik bir tümevarımın sonucudur. Hume’a göre
deney, zorunlu ve eksiksiz bilgiyi veremez, çünkü tümevarımda deneyin konusu
olan objenin, dünyanın her yerinde ve çok sayıdaki bu objelerin tümünü
deneyimlememiz mümkün değildir. Tümevarım hep eksik kalmak zorundadır. Biz,
sınırlı sayıda deney ve gözlemden, deney ve gözleme tabi tutmadığımız olguları
da kapsayan genellemelere varıyoruz. Oysa bu genelleme zorunlu ve eksiksiz
olamayacaktır. Örneğin “demir metali (x) derecede erir” önermesi dünyadaki tüm demir
metaller üzerinde denenmeden ortaya konmuş ve bu nedenle eksiktir.
Hume’a göre evrende her şey belli
bir determinizmle, nedensellikle işler düşüncesi yanlıştır. Çünkü Hume’a göre
nedensellik insan psikolojisinden doğan bir şeydir. A olayının ardından B
olayının geldiğini tekrar tekrar gördükçe biz bu gidişata alışırız, ancak bu
ardışıklığın zorunlu olduğu anlamına gelmez. Biz A’nın ardından B’nin gelmesine
alıştığımız için psikolojik olarak bunlar arasında bir nedensellik varmış gibi
gelir. Oysa bu da bir eksik tümevarım, psikolojik halden dolayı düşünülen bir
nedensellik olarak şüphelidir. Böylece Hume’un şüpheci olduğu da ortaya
çıkmaktadır.
Bilgi Notu: Nedensellikle ilgili Hume’un bu düşünceleri aynen ve
ondan daha önce Gazali tarafından ortaya konmuştur. Ona göre, neden ve sonucu
yan yana görmek bizde bir alışkanlık doğurur, hiç kimse neden ile sonuç
arasındaki nedensellik bağını gözlemleyemez. Hume’un düşüncesi de aynen budur.
Kant’a göre insanda bilgi edinme
süreci tıpkı deneycilerde olduğu gibi, duyu verileri ile başlamaktadır. Deney
ve gözlemden, duyu verilerinden gelmeyen bilgi yoktur. Ancak bilgi sadece bu
deneyimlerden gelmez. Bilgi edinme süreci deney ve duyu verileriyle başlar,
ancak bununla bitmez. Burada Kant kurucudur.
Kant’ın Hume’dan ayrıldığı nokta
ise deney ile elde edilen verilerin bilgiye dönüşmesi için, akılda önceden
mevcut (a priori) ve deneye ihtiyaç
duymayan formlar vardır: Kategori ve normlar. Kant, akılcılardan, bilginin
önceden zihinde var olup sonradan anımsandığı görüşünün aksini savunarak
ayrılır. Bu durumda, duyu verilerini işleyen, düzenleyen, sınıflandıran formlar
olmasaydı duyu verileri bilgiye dönüşmezdi. Ayrıca duyu verileri bilginin ham
maddesi olarak mevcuttur. Her ikisi de (duyu verileri ve zihindeki formlar)
bilginin imkanlı olması bakımından kesinlikle bir arada olmalıdır.
Bu formlar yer, zaman,
nedenselliktir. Bunlar içinde de dörtlü ayrı kategori vardır. Toplamda on iki
form bulunur. Temelde ise bu üç (yer, zaman, nedensellik) form bulunur.
Örnek: Bir trafik kazasının
aydınlanması için;
-
Kazanın nerede olduğu
-
Kazanın ne zaman olduğu
-
Kazanın neden olduğu
bilinmelidir. Bu üç veri olmadan hiçbir şey
anlaşılamayacaktır. Kaza hiçbir yerde, hiçbir zaman, herhangi bir neden
olmaksızın gerçekleşti demek, saçmalamaktır, bir anlamı yoktur.
Kant’ın Hume’un nedenselliğinden
farkı; Hume nedenselliğin psikolojik çağrışımlara dayanan bir alışkanlık
olduğunu söylerken, Kant’ta nedensellik bir alışkanlık veya psikolojik bir
unsur değil, insan aklında önceden mevcut bir veridir. Hume ile ortak noktası
da buradan okunabilir. Kant’ta da Hume’da da nedensellik doğada gözlemlenebilen
bir şey değildir. Hume’da nedensellik alışkanlık ile açıklanır, Kant’a göre ise
akılda a priori mevcuttur.
Kant’ta bilgi, duyu verilerinin
akılda çekmeceler halinde bulunan formlara girmesiyle ortaya konur. Kant’a
göre, bilgi ancak bu formlar ile sınırlıdır. Yani dış dünyadaki olgular,
veriler, aklımızdaki kategoriler öyle emrettiği için ve bu kategorilerle sınırlı
olarak bilebiliriz. Bu şu demektir; aklımızın sınırları dışında kalan kısımları
bilemeyiz. Yani bana görünenin ve görünenin aklıma girip bilgi sürecinin
tamamlandığı formların bize söylediğinin dışında bilgi mümkün değildir. Bu
halde, varlığın duyulan kısmı ve aklımızdaki formların dışında kalan şeyi,
varlığın aslını, kendisini asla bilemeyiz. Deneyimin ve aklın programladığı
biçimde ve bu biçimle sınırlı olarak bilgi sahibiyiz; şeylerin aslı ise bu
sınırların dışında kaldığı için bilinemez. Bu bilme yetisinin sınırları,
Kant’ta bilimin de sınırlarını gösterir. Bu sınırların ötesi metafiziktir ve
bilim bu metafiziği bilemez. Teorik akıl bu sınırlarla sınırlandırılmıştır.
4.6.3. Kant’ın Ahlak Felsefesi
Kant on sekizinci yüzyıl
Aydınlanma düşünürüdür. Bireyi, insan aklını merkeze alan ve insan aklını her
şeyin başı sayan anlayışa sahiptir. Kant, aklın, insanı diğer varlıklardan
ayıran temel yetenek olduğunu belirtir. Kant bilgi alanında metafizikten
tamamen kaçarken, ahlak alanında tam bir rasyonalisttir; akılda her türlü
veriden önce gelene bir ahlaki bilgi var, ahlaki ilke vardır. İnsanı insan
yapan işte bu ahlaki donanımdır, önceden mevcut ilkeler ve yasalardır ki bunlar
sonradan edinilemez.
Kant’ın ahlak teorisi (Aristo’nun
erdem etiği ve faydacı ahlak anlayışı ile beraber) günümüze kadar gelen ahlak
anlayışlarındandır. Ahlak felsefesi, yalnızca mutluluk felsefesi demek olsaydı
onun temelini oluşturacak a priori bir ilkeyi araştırmak anlamsız olurdu.
Ahlak, her kişinin özgür olduğu
ve akıl sahibi bulunduğu varsayımından hareket eder. Akıl aracılığı ile insan,
kendi algılarını kurallar içinde toplar, bilinç halinde birleştirir. Böylece
duyular evreninin fenomenleri konusunda bilgiye ulaşır. Ayrıca insan, akli bir
varlık olarak ahlaki özgürlüğe ulaşabilir. Duyuların ve nedensellik kanunun
etkisinden kurtulabilir. Kant’ın özgürlük anlayışının temeli de burada belirir.
Ahlaki emirler, insanın özel
eğilimlerinden değil, özgür ve akıl sahibi benliğine yönelir. Akıl bize nasıl
davranmamız gerektiğini gösterir. Hatta bu davranışın herhangi bir örneği
bulunmasa bile[1].
İnsan aklı ile istediğini istemediğinden ayırır, davranışlar arasında seçim
yapar. Ancak isteme veya istememe akılla ilgili olduğu veya aklın müdahalesi
içinde bulunduğu zaman seçim söz konusu olur. İnsanın belli bir konudaki
seçimi, pratik aklın ürünü olduğu zaman iradenin tamamen özgür olduğu
söylenebilir.
Kant’ta ahlak yasaları da bireyin
aklından çıkmaktadır. Bu anlamda Kant ahlak felsefesinde bireyci ve
rasyonalisttir. Kant’a göre ahlak yasaları, yere, zamana göre değişmeyen, aklın
ortaklığında evrensellikleri olduğundan ahlak yasaları evrensel ve mutlaktır.
Yani Kant’a göre ahlak yasaları her durumda her birey için geçerlidir. Herhangi
bir koşula bağlı değildir, koşulsuzdur.
Bilgi Notu: Diğer bir ahlak anlayışı Epikür’den beri gelen ve
Anglo-Sakson dünyasında hakim olan yararcı ahlak anlayışıdır.
-
Yararcı ahlak; sonuçsalcıdır. Ampiristtir
(deneyci – a posteriori).
-
Kant’ın ahlakı; sonuçsalcı değildir.
Rasyonalist’dir (akılcı – a priori).
İki ahlak anlayışı arasındaki
temel farklar bunlardır.
Yararcı ahlakta ahlak yasaları
tecrübidir. Yani deneyimlenen pratikler, akılda önceden mevcut olmayan
pratikler, ahlak yasalarını oluşturur. Kant’ta ise ahlak yasaları tıpkı
epistemolojide olduğu gibi akıldan gelir. Kant, ahlak alanında epistemolojide
olduğundan farklı olarak tam bir rasyonalisttir. Ahlak yasasının oluşumunda
deneye, bilgi kuramının aksine yer yoktur. Katı ve tamamen bir rasyonalizm söz
konusudur.
Kant, duyular evreninde (fenomenler) insanın doğanın bir parçası
olarak yer aldığını ve doğanın yasalarına tabi, belirlenmiş ve determine olmuş
olduğunu söyler. Örneğin, doğanın bir parçası olarak insan acıkır ve bu nedenle
yemek yer.
Oysa ahlak alanında Kant,
belirlenmişliklerden, “olan”dan sıyrılıp, “olması gereken”e yönelebilen ahlaki
bir varlıktır. Burada olan-olması gereken düalizmi vardır. Duyular evreninin
fenomenleri ile ilgilenen teorik aklın karşısında, insan davranışlarını kolu
alan pratik akıl üzerinde durmuş ve aklın iki tür fonksiyonunu birbirinden
ayırmaya çalışmıştır. Ona göre teorik akıl “olanla”, pratik akıl “olması
gerekenle” ilgilidir.
-
Teorik akıl => Bilginin olanağı, doğayı
nasıl anlarız, neyi bilebiliriz.
-
Pratik akıl => Aklın eylemleri yöneten
kısmıdır. Pratik akıl; ahlaki, yani pratik davranışları yönlendirir[2].
Görüngüler (fenomenler) evrenini
teorik aklımızın sınırlarında bilebiliriz, metafizik yoktur burada; burası
bilimin alanıdır. “Olan”ı bu teorik akıl ile biliriz. Teorik akıl insanın
belirlenmiş kısmıdır. Oysa pratik akıl, insanın belirlenmemiş, özgür, otonom
bir varlık olarak yer aldığı kısımdır.
Bu bakımdan Kant, Platon’a
benzer. Platon dünyaları idealar ve nesneler diye ikiye ayırırken Kant, aklı
görüngülere has teorik akıl ve numenlere özgü pratik akıl olarak ikiye ayırır.
Pratik akıl “olması gereken”i söyler.
Kant sonuçsalcı değildir, dedik.
Sonuçsalcı ahlaka göre, insan eylemlerini yönlendiren ilke, Epikür’den beri haz
ve acıdır. Yani bir eylem hazzı artırıyor acıyı azaltıyorsa sonuç olarak ahlaki
bir eylemdir ve eylemin ahlakiliği akıldan değil, sonuçtan hareketle ortaya
çıkar. Aydınlanma hazcılığı ise bireyin yanı sıra toplumun da işe katıldığı
döneme tekabül eder. Yani en fazla sayıda insanın hazzını artırıp acısını
azaltacak eylem ahlakidir, bu genel yarar ilkesidir. Kant’a göre ise sonuç ne
olursa olsun ahlaki eylemin iyiliği ya da kötülüğü ta baştan, akıldan bellidir.
Sonuç önemli değildir.
Ayrıca Kant, bir davranışın
doğuracağı faydalı ve zararlı sonuçlarla ilgili ihtimallerin hesaplanmasının,
davranışın tabi olacağı kuralın saptanmasında rol oynamaması gerektiğini
belirtir.
Kant, hazcı görüşü reddeder ve
ahlaka, ahlak dışı bir amaç tanınmasını kabul etmediğini ortaya koyar. Her
hareketin değerinin meydana getirdiği hazza göre ölçülmesini gerektiren hazcı
görüş, ahlaki hareketi deneyden gelen bir ölçüye göre değerlendirmek ister.
Bundan başka, haz ve mutluluk kavramları, o derece değişik ve belirsizdir ki,
insanlar tarafından o ölçüde farklı anlaşılmaktadır ki, bunlar, ahlaki
hareketin objektif kriteri olabilecek hiçbir şartı ihtiva etmezler. … Harekete
ahlakiliği sağlayan, hareketi yapanın ahlak kanununu gerçekleştirme, ödevi ödev
olduğu için yerine getirme iradesidir.
Kant’ın ahlak anlayışını anlatan
temel kavram “ödev etiği”dir. Ödev etiği, sonuçlara göre değerlendirilmeyen bir
alandır. Çünkü sonuçsalcı yaklaşımda ahlaki davranış dış dünyada yaratacağı
sonuca bağımlı ve insan da bu yüzden otonom değilken, Kant etiği insanın pratik
olarak tam olarak rasyonel bir varlık olduğu temelinden hareketle özgürlüğü
önemsenir.
Kant’a göre “dünyada, hatta
dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir
şey düşünülemez.” Bu Kant’ın ahlak sisteminin temelini ifade etmektedir.
Kant’a göre, bize bağlı olmayıp
bizi bağlayan sonuçlar ne olursa olsun, bizim niyetimizin iyi olması önemlidir.
Biz iyi niyetle hareket ettiğimizde, sonuç ne olursa olsun, ahlaklı davranmış
oluruz. Bu niyet, dışarıdan gelen baskılar ile belirlenmemiştir, yani insanın
otonom varlığından gelir. Dışarıdan gelen baskılar; toplumsal baskılar,
yaptırım korkusu gibi baskılar (yasal yaptırım, dini-manevi yaptırım gibi)
nedeniyle hareket etmek Kant’a göre niyet ahlaken iyi değildir, çünkü otonomi
bozulur, eyleminiz dışarıdan gelen bir güçle belirlenmiş olur ve özgürlüğe
halel gelir. Yani, eylemimizin niyeti dışarından belirlenmişse, niyet ahlaken
iyi değildir.
İyi niyet, insanı, yardıma muhtaç
bulunan başka bir insana, ona karşı hiçbir sempati duymasa bile ödevi ödev
olarak yapma ilkesi dolayısıyla yardım etmeye götürür.
Bir davranışın ahlaki bir değeri
olabilmesi için kaynağını ödev düşüncesinden alması gereklidir. Davranışta
bulunanın belli bir sonuca ulaşmak için belli şekilde davranması, ya da salt
başarıya ulaşmak için belli bir davranış biçimini benimsemesi yeterli değildir.
Davranışın, insanın muhatap olduğu kategorik emperatifi gerçekleştirme amacına
yönelmesi gerekir.
Bilgi Notu: Hipotetik emperatif: Hipotetik emperatif’in yapısı “şunu istiyorsan, şu
şekilde davranmalısın” şeklindedir. Hipotetik emperatif söz konusu olduğunda,
davranışın bağlayıcılığı, davranışta bulunacak olan kişinin davranışı ile
ortaya çıkacak sonucu istemesine bağlıdır[3].
Hipotetik emperatifler, insanın hayatta başarı kazanmasını olumlu yönde
etkileyebilir. Ancak, en yüksek ahlaki iyiliğe bunlara uymak yoluyla değil,
kategorik emre, bağlanmak sayesinde ulaşılabilir.
Ödev etiği, insanın rasyonel
olmasını, otonom ve iyi irade sahibi olmasını, ahlak yasalarını, ahlaki
yükümlülüklerini kendi koymasını ister. Kategorik
emperatif genel olarak ödevi gösterir. Davranış ilk önce sübjektif ilkeye göre
düşünülür. Bu ilkenin objektif olarak geçerli olup olamayacağı kategorik
emperatif kriterine başvurulmak yoluyla anlaşılır.
Kategorik emperatifi kabul etmek
suretiyle Kant, insan aklının davranışına yol gösteren ilkeleri
yaratabileceğini, böyle bir emrin muhatabı olması nedeniyle insanın irade
özgürlüğüne sahip sayılması gerekeceğini savunmuş oluyordu. … Kategorik
emperatifin kendisi belki somut bir davranış kuralı değildir. Ama insan aklının
davranış kuralları belirtmesinde yol gösterici bir prensiptir.
Kant’a göre ahlaki edim somut
olayda bireyci bir ahlak anlayışı içinde ödev bilinciyle ve insanın özgürlüğü
çerçevesinde gerçekleşir. Birinci ilke: “Öyle davran ki iradenle (akla uygun
iradenle) yapacağın eylem, evrensel bir yasa olabilsin”. Yani Birinci
ilkeye göre somut durumda, iradi eylemimiz evrensel olarak uygulanabilirse
ahlaki olur.
Peki, eğer her insan kendi ahlak
yasasını kendi koyuyorsa, burada sofistler gibi ne kadar insan varsa o kadar
ahlak vardır mı demiş oluyor? Kesinlikle hayır. Kant’ta bu anlamda sofizm
yoktur. Her insan kendi ahlaki yasasını, niyetini kendisi koyar; ancak Kant’ın
ödev etiğinde ahlaki ödevin ne olduğu belirlenirken, “ödev olarak yapmam
gerektiğini düşündüğüm, niyetlendiğim şey aynı durumda aynı koşullarda bulunan
her insanın da davranacağı evrensellikte olmalıdır.”
İşte bireycilik ve evrensellik bu
maksimle örtüşür. Yani o durumda nasıl davranacağımızı biz belirleriz; ancak
davranışımız bizi aşar ve herkesin bu durumda evrensel olarak o şekilde
davranması gerektiği düşüncesine varır. İşte ödev etiğinin maksimi budur[4].
Somutlaştırırsak; bazen yalan
söylemek iyi bir şey olabilir. Bu düşünceyle yalan söylediğimde herkesin aynı
biçimde yalan söylemesini bekleyemem. Bu evrenselleştirilemez. Çünkü yalan
söylemek, gerekçesi ne olursa olsun, genel bir kural olarak
varsayılamayacaktır. Birey ve
evrensellik meselesi böylece aşılmış olur.
Ancak Kant’ın ödev etiğinin
katıksız olarak yarara yönelmediği söylenemez. Çünkü örneğin herkesin yalan
söylediği bir toplumda yaşanamaz önermesi, bir arada yaşayabilmek için yalan
söylememeliyiz gibi sonuçsalcı bir yaklaşıma konu olabilir.
Kategorik emperatifin konusunu
teşkil eden ahlak emri a priori nitelikte ve deneyle ilgili değildir. Aynı
şekilde ahlak emri, Kant’a göre, insanı duyguların ve ihtirasların etkisinden
kurtarmak amacını taşır.
Ayrıca ödev ahlakında duyguya da
yer yoktur. Yani edimi, edimin yöneldiği kişiye yönelik olumlu ya da olumsuz
hislerimizden ötürü yapıyorsak bu ahlaki değildir. Örneğin; bir hastayı ziyaret
etmek, ona yaranmak için yapıldığında ne kadar ahlaksızca ise, onu sevdiğim
için ancak herhangi bir ödev duygusu olmaksızın yapıldığında da o denli
ahlaksızcadır.
Kant’ın sisteminde, davranışın
doğuracağı sonuca ya da sonuçlara fazla önem verilmez. Çünkü, Kant, iyi niyetli
insanın bütün insanları, bir araç değil, fakat amaç olarak kabul etmesi
üzerinde ısrar etmektedir.
Kant etiğinin bir diğer maksimi
(ilkesi): “Hiç kimse bir amaca ulaşmak için başka bir insana araç olarak
bakamaz. Bizatihi insanın kendisi bir amaçtır. İnsan onuru her şeyden önce
gelir” düsturudur.
İkinci ilke: “İnsan aklın ve
ahlaki ilkelerinin sahibi olan, onur sahibi bir insandır. Edimin öznesi de
dahil, tüm insanlar hiçbir amaç için araç olamaz; çünkü insan ahlaki ayrıcalığı
olan özel, özgür bir varlıktır”.
Örneğin; zengin bir teyzemiz var.
Ben ve kuzenim onun tek mirasçılarıyız. Kuzenim çok müsrif. Teyzenin müsrif
kuzenime bir zaafı var. Bu arada teyzemle hep ben ilgilenirken kuzen hiç
ilgilenmiyor. Teyze, bir ziyaretimizde, mirası eşit paylaşacağımızı, kasadaki
değerli mücevherleri de kuzene vereceğimi söylüyor. Ben de tamam deyip söz
veriyorum. Ancak kuzen çok müsrif olduğu için ben mücevheri ona vermeyip çocuk
esirgeme kurumuna bağışlıyorum. Bu örnekte, Kant’ın ahlak anlayışına göre bu
ödev ahlakına aykırıdır. Çünkü ahlaki olan, teyzeye verilen sözün tutulmasıdır.
Bu husus, verilen sözün verilen sözün evrenselleştirilemeyeceği noktasında
ahlakiliği engeller. Oysa bu davranış sonuçsalcı etiğe göre uygundur. Bir
kişinin menfaati, hem de olaydaki gibi müsrif bir kişinin menfaati yerine
toplumun çoğunun menfaati gözetildiğinden ahlakidir.
Örneğin; Böbrek hastası bir kız çocuğu var. Kadavralardan alınacak
böbrekle uymuyor. Annenin böbreği uymuyor; babanın böbreği ise uygun.
Organ naklinde başarılı olma
olasılığı da %100 değil.
Baba kızına böbreğini vermek
istemiyor. Doktordan rica ederek, özellikle eşine ve kimseye böbreğinin
uyduğunu ancak böbreğini vermek istemeyişini açıklamamasını istiyor. Burada
Kant’ın ödev etiği bağlamında şu sorular sorulabilir:
Soru 1: Kant etiği açısından, doktorun, babanın ricasına uyup
böbreğin uyduğunu ve babanın böbreğini vermek istemediğini saklaması, bu konuda
aileye yalan söylemesi ahlaki midir?
Cevap 1: Kant etiği duruma bağlı istisnaları kabul etmeyen,
mutlakçıdır. Bu örnekle, bu durumda doktorun yalan söylemesi, “bazı durumlarda
yalan söylemektedir” biçiminde bir sonuca gider ve mutlakçı yaklaşma uymazı
Kant bakımından doktorun gerçeği açıklaması, kesinlikle, ahlaki değildir!
Soru 2: Aynı soru sonuçsalcı ahlak anlayışı bakımından nasıl
algılanır?
Cevap 2: Doktorun aileden gizlemesi, aile saadetinin bozulmasına
sebep olacağı için, sonuç bakımından ahlakidir.
Soru 3: Peki babanın böbreğini kızına bağışlamaması Kant etiği
bakımından ahlaki bir ödeve uymama anlamına gelir mi? Başka deyişe, Kant
etiğinde böbrek bağışlamak ahlaki ödev midir?
Cevap 3: Kant etiği açısından, baba böbreğini vererek kendini
araçsallaştırmış olur. O nedenle babanın davranışı Kant ahlakına aykırı
değildir.
Soru 4: Peki, bu husus yeni yani böbreği vermek ya da vermemek
evrensel bir yasa haline gelebilir mi? Başka deyişle, Kant’a göre ahlaki ödev
evrenselleştirilip herkese yüklenebilir olmalıdır. Böbreği vermek yönündeki
ahlaki yükümlülük herkese yüklenebilir mi? Evrenselleştirilebilir mi? Yani
herkes böbreğini vermek zorunda mıdır?
Cevap 4: Sevtap Metin’e göre, bu konu tartışmalara açıktır. Ancak
insanın araçsallaştırılması hali burada ön plana çıkacağı için Kant etiğine
uygun yanıtın, böbrek verme ödevi her insan evrensel, yani herkese
yüklenebilecek bir ödev olmadığı biçiminde olacağı söylenmelidir.
Örnek: Ötenazi
Soru: Ötenazi Kant etiğine göre bir ahlak yasası olabilir mi?
Evrenselleştirilebilir mi?
Cevap:
- Burada doktor araç olarak kullanılır.
- Kant etiğinde duygusal
saiklerle davranmak ahlaki değildir. Acı ve ıstıraptan kurtulmak için yani kötü
duygulardan korunma isteğiyle yapılan edim ahlaki ödev olamaz.
- Ayrıca, bir insanın ne şekilde olursa olsun,
(ötenazi veya intihar) hayatının sona erdirilmesi, Kant etiğine aykırıdır.
Kant etiğine eleştiriler
- Duyulara yer vermeyişi eleştirilir.
- İnsandan çok fazla şey talep edip onu
sınırlandırdığı; insanın her ediminde, evrensellik çerçevesinde bir ahlaki
muhasebeyi gerektirmesi bakımından çok talepkâr olması[5].
4.6.4. Hukuk ve Devlet Teorisi
Çağının liberal devlet anlayışına
uygun bir devlet anlayışı vardır. Liberal bir devletten yana. Ancak Kant,
liberal devlet anlayışı bakımından, Hobbes ve Locke arasında bir yerde durur.
Kant da devletin ortaya çıkışını,
bir toplum sözleşmesi ile açıklıyor. Bu anlamda o da bir toplum
sözleşmecisidir.
Kant’ın hukuk sisteminde, genel
özgürlük kanuna göre, kişilerin özgürlüklerinin birbiri ile uzlaştırılması
başlıca amaç olduğu için, siyasi iktidarın ödevi de, siyasi liberalizmin genel
çizgisine uygun olarak, kişilerin özgürlüklerinin sınırını belirtmek ve özgürlükler
arasında uyum sağlamaktan ibaret olmaktadır. Özgürlükleri güvence altına alacak
olan kuvvet, herkesin iradesinin temsilcisi olan genel iradedir. Genel iradenin
belirmesini de sosyal sözleşme varsayımına göre açıklamak gerekir. Kant sosyal
sözleşmenin tarihi bir gerçeklik olmadığını, fakat bir akıl ilkesi olduğunu ve
bu ilke aracılığı ile devlet iktidarının meşruluk kazandığını belirtir.
Devlet Kant’ta zorunlu olmayan
yapay bir olgudur.
Kant’ın doğal durum tasviri tıpkı
Hobbes gibi kötümserdir. Yani insanlar eşit ve özgürdür, ancak sürekli bir
savaşım ve karmaşa vardır. İnsanlar bu savaşa son vermek için aralarında bir
sözleşme yaparlar. Kant doğa durumunda Hobbes’a benzer.
Ancak devlet kurulduktan sonra,
Hobbes’tan uzaklaşır. Devlette yasama, yürütme ve yargı erklerinin
birbirlerinden ayrı olduklarını savunmaktadır. Hatta yargıya, yasama ve
yürütmenin müdahale etmemesi gerektiğini savunur; ancak yargı mensuplarının
yürütme tarafından seçilmesi konusu tek istisnadır.
Kant, Hobbes’dan hak ve
özgürlükler konusunda da uzaklaşır. İnsan doğa durumundan sonra da, haklarına
ve özgürlüklerine sahiptir; egemene, devlete hak ve özgürlüklerin devri söz
konusu değildir.
Kant’ı liberal yapan
özelliklerinden ikisi:
Kant’a göre en iyi yönetim biçimi cumhuriyettir. Temsili
sistemin cumhuriyet yönetiminin normal işlemesi için zorunlu olduğuna
inanmaktadır. Bu şekilde egemenliğin ulusa ait bulunması gereği belirtilmiş
olmaktadır.
Kant mülkiyet hakkının önemli bir hak olduğunu
da savunur. Bu bakımlardan da Hobbes’dan ayrılır.Ancak Hobbes’a benzediği bir
başka nokta daha vardır: Halka aktif direnme hakkının tanınmamasıdır. Kant
Hobbes’ yaklaştığı yerlerde Locke’dan uzaklaşır.
Kant düzen yanlısı olup düzene
vurgu yaptığı için asla bir aktif direnmeyi varsaymaz. Kant’ın liberalizmden
uzaklaştığı haldir bu. Kant ihtilal
hakkı diye bir haktan söz edilemeyeceğini belirtir. Kant’a göre kurulu
düzene karşı gelme ve onu değiştirme hakkının tanınması anarşiye sebep olur.
Yöneticiler hukuk kurallarını çiğneseler, vergi ve askerlik yükümlülüklerinde
eşitlik ilkesinden sapsalar bile, vatandaşların hukuka aykırı tutumları şikayet
etmekten başka yapacakları bir şey yoktur. İhtilal ya da direnme hakkının
tanınması bütün hukuk yapısının çökmesi sonucunu doğurabilir.
Not:
Aslında doğal hukukçuların Kant benzeri
direnme hakkına yer vermeyişleri Sokrates’ten beri vardır. Bu doğal hukukun
statükocu bir konum alışıyla da ilgilidir.
Kant, ayrıca her toplumda tek bir
üstün iktidar bulunduğunu, bu üstün iktidara karşı koyma esası kabul edilirse,
ihtilal teşebbüsü durumunda, toplumda birbirinden ayrı iki üstün iktidarın
birlikte varlığını kabul etmenin gerekeceğini, bunun ise devlet otoritesinin
tekliği ilkesi ile bağdaşmayan bir çelişki oluşturacağını belirtmektedir. …
vatandaşlar üstün otoriteye karşı geldikleri zaman egemenliğin kimde bulunduğunu,
kimin yöneten kimin yönetilen olduğunu kestirmek imkansızlaşır, bu nedenle de
bazı doğal hukukçuların savunduğu ihtilal veya direnme hakkı reddedilmelidir.
Kant, devlet hukukuna ebedi hukuktan doğan a priori kanunların yol göstericilik
etmesi gerektiği düşüncesindedir.
Yasama, yürütme ve yargı erkleri birbirini tamamlayıcı şekilde
faaliyette bulunur. Ancak bu üç yetkinin ayrı organlarda kullanılması gerekir.
Yasama, kanun yapma, yürütme kanun uygulama ve yargı, kanunlara göre herkese payına
düşeni verme fonksiyonunu üstlenmiştir. Yürütme gücü, hukuka bağlı olarak ve
yasama organı denetiminde faaliyette bulunur. Yasama ve yürütme görevini yerine
getiren organların yargı gücüne hiçbir şekilde karışmamaları gerekir. Yürütme
organının hakimlerle ilgili tek yetkisi onları göreve atamaktan ibaret
olmalıdır.
Devlet de
ayrıcalıklı bir kilise bulunamaz. Bazı insanların siyasal ayrıcalığa sahip
olmaları da kabul edilemez. Devlet başkanının ayrıcalığı ifa ettiği görevden
doğar. Kant, devlet başkanının sorumsuzluğu ilkesinin İngiliz Anayasa
uygulamasında görülen “kral hata yapmaz” esasından kaynaklandığı düşüncesini
taşımaktadır.
Özet olarak
Kant’ın sisteminde devlet esas itibarıyla hukukun yapıcısı ve koruyucusudur.
Devletin ödevi … özgürlüğü güvence altına almaktır. Vatandaş devlet işlerini
eleştirebilir, fakat devlete karşı ayaklanamaz. Bu anlayışla özgürlük ve
otorite uzlaştırılmaya çalışılmaktadır. Kant XIX. yüzyıl liberal devlet
görüşünü savunmakta, fakat ihtilal hakkını reddettiği için de başlıca Locke’un
temsil ettiği doğal hukuk görüşünden uzaklaşmaktadır.
4.6.5. Kant’ın Hukuk Düşüncesi
Kant, hukuk düşüncesi bakımından
dualisttir. “Olan” ve “Olması gereken” hukuk yaklaşımı, tıpkı Platon’da olduğu
gibi, Kant’ta da vardır.
Kant’ın sisteminde ahlaki ve hukuki ödevler birbirinden
kesin biçimde ayrılmıştır. Hem ahlak, hem hukuk kuralları hangi davranışın
zorunlu olduğunu gösterir. Bununla birlikte ahlak ve hukuk alanlarında insan
iradesini etkileyen saikler birbirinden ayrıdır. Ahlak kuralına uymayı sağlayan
saik insanın içindedir. Hukuk kuralı ise, yaptırım denilen hukuki bir saikle
gerçekleşir. Hukukun amacı insan davranışının dıştaki belirme şeklini
düzenlemektedir.
Ahlak, kişinin iç dünyasından,
aklından ve vicdanından kaynağını alır. Ahlaki saik, kişinin kategorik
emperatife uymasını sağlaması yönünden ne ölçüde değerli sayılırsa sayılsın,
ahlak kurallarının hukuk kurallarından üstün olduğu ileri sürülmemelidir. Bazı
durumlarda, ahlak ve hukukun gerekleri birbirinin aynı olabilir. Örneğin “pacta
sunt servanda” hem ahlaki, hem de hukuki bir ilkedir. Ahlaki olmayan hukuk
kurallarının bulunabileceği unutulmamalıdır[6].
Kant’ın hukuk ile ilgili ikinci
önemli vurgusu hukuk ile ahlakı ayırmasıdır. Hukuk ve ahlakın birbirinden nasıl
ayrıldığını Kant en iyi biçimde gösterir.
Hukuk ile ahlak birbirinden
etkilenseler de ayrıdırlar. Ahlak otonomdur. İnsan ahlak alanında özgürdür.
Kendi yasalarını (birinci ve ikinci ilkeler bakımından) kendisi koyar. Yani
kurallar kişinin kendisinden gelir. Yani kuralı koyan bireydir.
Ahlaki olarak kendi koyduğumuz
kurala uymadığımızda, sorumlu olduğumuz makam yine kendimiz olmakta. Bu
sorumluluk yaptırım yine kendimizden gelir.
Hukuk heteronomdur. Hukuk
yasasını koyan ile ona uygun davranma zorunda olan, ahlakın aksine, ayrı
makamlardır. Kuralı bir dış güç, dış makam koyarken, kurala bu makamın dışında
yer alanlar uymalıdırlar.
İkinci olarak hukuka aykırı
davranıldığında sorumlu olunan makam, yargılayan makam da dışarıdan gelir.
Yaptırım da vicdan azabı değil, şiddet ve cebirdir.
İnsanların özgürlüğünün birbiriyle olan bağlılığını
göstermek hukukun ödevidir. Hukuk, insanların dış ilişkilerini düzenlemek
amacını taşıdığına göre bütün hukuk kurallarını düzenleyen evrensel ilke şöyle
tanımlanabilir: “Hukuk, genel kapsamlı (evrensel) özgürlük kanununa göre, bir
kişinin iradi fiillerini, diğer kişilerin iradi fiilleri ile uzlaştıran
şartların bütünüdür.”
Böylece, hukukun önemli bir
özelliğinin “zorlama” olabileceğini Kant kabul etmiş oluyor. Ancak bu zorlama,
bir kişinin özgürlüğünün başka birisi tarafından tehlikeye sokulmasını önlemek
amacını güttüğüne göre, meşru sayılmak gerekir. Hukukun amacı, irade
özgürlüğünün korunması ve bunun gerçekleştirilmesine imkan sağlanması olduğuna
göre, hukuk aslında, pratik aklın konusu olan özgürlüğün, fenomenler dünyasında
belirmesinin bir aracı olmak niteliğini kazanmaktadır.
Peki, Kant’a göre hukukun önemi
nerden gelir?
- Hukuk ile bir kimsenin
özgürlüğü başkasının özgürlüğü ile uzlaştırılır ve başkalarının saldırılarına
karşı bu özgürlükleri korumak[7].
-
Bu koruma ile kişinin özgür bir varlık olarak otonomisi de korunur.
- Ahlak alanı hukuk alanından çok
daha fazla yükümlülük doğurur ve Kant’a göre hukuk yasaları ahlaki ödevlerle,
onların somutlaştırılması ile ilgilenmez. Hukuk ahlaka oranla çok daha dar bir
alanı düzenler. Böylece Kant’a göre hukukun yaptığı düzenlemeler ahlaki
yükümlülük doğmazken, hukuk ile ahlak kuralları da düzenlenemez. Örneğin; Kant
intiharı ya da ötenaziyi ahlaken yanlış bulur ancak hukukun bunu düzenlemesine
karşı çıkmıştır. Bu salt ahlaki bir sorundur ve hukuk bireyleri bu konuda özgür
bırakmalıdır.
- Şu da söylenmelidir ki, hukuk
kurallarının ahlaki göndermeleri yok değildir. Örneğin; mahkeme önünde yalan
söylemek hukuken ve ahlaken uygun değildir. Ancak, hukuk bu ahlaki konuları çok
sınırlı ve belli bir çerçevede ele almaktadır. Yani, bir yasa koyucu bir konuyu
hukuki ödev haline getirmeyi ahlaki kaygılarla yapamaz; yapmamalıdır.
- Kant’a göre, hukukun yaptırım
gücünden korkarak yapılan edimler ahlaki değildir. Çünkü saikimiz yaptırım
sonucu belirlenmiş olur. Oysa hukuk, sınırlı kimi konularda ondan korkarak ya
da onu benimseyerek uymamızı önemser; bunun dışında ise hukuk saiklerimizle
ilgilenmez. Hukuk ile ahlakın birleştiği en önemli nokta ise, ahlaki bir değer
olan adaletin hukukun amaç olarak yöneldiği bir değer olmasıdır.
Kant,
evrensel nitelik taşıdığına inandığı hukuk tanımını özel hukuk ilişkilerine
uygularken, iki kişinin iradesinin birbirine şekli bakımdan uymasının yeterli
olduğu üzerinde duruyor ve kapsam sorununa değinmiyor. Dolayısıyla sözleşme
yapılırken icap ve kabul şeklinde ifade edilen iradelerin birbirine uyması ona
göre yeterli olmaktadır. Bu uygunluktan doğacak sonuçlar, yani tarafların elde
edecekleri yararlar ve uğrayacakları zararlar hiç önemli değildir.
Kant’ın hakları sınıflandırması: Akli
ilkelere dayanan doğal haklar ve pozitif hukukun doğurduğu pozitif haklar.
Kişinin doğuştan sahip olduğu hakları fıtri haklar, hukuki muamelerle hukuki fiiller
sonucu doğan haklar kazanılmış haklar olarak nitelendirilebilir. Kant’a göre
insan sadece bir doğal hakka sahiptir: Özgürlük. Bu özgürlük, genel özgürlük
kanununa göre başkalarının özgürlüğü ile birlikte var olabilen bir özgürlüktür.
Eşitlik özgürlük ilkesinde saklıdır.
Özgürlük ilkesinden bazı doğal
haklar çıkar; mülkiyet bunlar arasında önemli bir yer tutar. Kant’a göre
mülkiyet, kişiliğin, kişisel iradenin belirmesi yönünden zorunludur.
Doğal hak ve özgürlükler, doğal
hukuk, pozitif hukukun üstündedir ve pozitif hukuku yapanları bağlayan bir
konumdadır. Pozitif hukuk doğal hukuka uygun olmak zorundadır. Ancak, pozitif
hukuk, doğal hukuka uymadığında dahi aktif bir direnme yoktur. Bu durumda
sadece şikayetçi olmakla yetineceğiz; çünkü, aktif direnme, tıpkı Hobbes’ta
olduğu doğal durumun karmaşasına yol açabileceği için, Kant’ın anlayışında yer
bulmaz. Düzen fikri Kant’da çok daha önemlidir[8].
İnsan iradesinin kendi dışındaki
nesnelere yönelerek o nesneleri kendi kişiliğinin bir parçası yapmaya hakkı bulunduğu
kabul edilmelidir. Tabiat durumunda insanlar mülk sahibi olabilirler. Ancak
güvenliği teminat altına alan devlet olmadıkça mülkiyet hakkı geçici bir
zilyetlikten ötede bir anlam taşımaz. Böylece kişilik ile mülkiyet arasında bir
ilişki kurulmakta, mülkiyet hakkı olmadığı zaman kişiliğin ve kişisel irade
özgürlüğünün gerçekleşmesinin imkansızlığına değinilmektedir. Kant’ın mülkiyet
anlayışı, tamamen soyut bir nitelik taşımakta, mülkiyeti irade özgürlüğünün
belirmesinin şartı saymaktadır[9].
Bu anlayış somut durumlarla ilgili çözümler sunmamaktadır[10].
Kant’ın pozitif hak ve kazanılmış
hak kavramları ise, devletin kanunlarınca kişilere tanınan yetkiler anlamına
gelmektedir.
Cezalandırmanın amacı: Cezalandırma hakkı, kişinin
cezalandırılabilecek bir fiili işlemesinden doğar. Nitelik ve nicelik
bakımından adalete uygun ceza kişiye yaptığını ödeten ceza olmalıdır. Ceza
adaleti onun görüşüne göre mutlak adalet esasına dayanmalıdır. Kant, suçluya verilen
cezanın azaltılması veya tamamen kaldırılması anlamında af yetkisinin hükümran
güç tarafından çok dikkatli biçimde kullanılması fikrindedir. Devletin
kişilerin kişilere karşı işledikleri suçlarla ilgili olarak af yetkisini
kullanmaması gerekir. Devlet, ancak devlete karşı işlenen suçlar konusunda af
yetkisini kullanabilir. Bununla birlikte devlete karşı işlenen suçlarla ilgili
olarak af yoluna gidilmesi halkın güvenliğini tehlikeye düşürecekse, af
yetkisinin bu halde de kullanılmaması daha doğru olacaktır
Bilgi Notu: Yeni
Kantçılık: Kant, “olması gereken
hukuk” üzerinde durarak doğal hukuk görüşünün gelişmesine rol oynamıştır.
Özgürlüğün fiilen gerçekleştirilmesini hukukun temel amacı sayması da sözü
geçen teoriye bağlı kaldığının kanıtıdır. Savunduğu devlet teorisi, bütün XIX
yüzyıl boyunca liberal düşünürlerin üzerinde durdukları devlet anlayışına
benzemektedir. Kant’ın cezalandırma hakkının kaynağı hakkındaki görüşleri belki
de hukuk teorisinin en zayıf bölümünü meydana getirmektedir. Çünkü mutlak adalet
teorisinin teorik bakımdan cezalandırma hakkını açıklayamayacağı, uygulama
yönünden de değerini yitirdiği artık anlaşılmıştır[11].
Yeni Kantçılık Kant’ın özellikle insanın amaç-araç
oluşu bakımından yeniden değerlendirilmesi gerektiği örneğin her eylemde
aslında insanın bir yandan amaç bir yandan araç oluşu söz konusudur.
Dolayısıyla, Kant’ın araç ve amaçtan bahsederken güttüğü kaygıdan
yorumlanmamalıdır; katı olunmamalıdır. Yeni- Kantçıların araç-amaç konusundaki
yorumu, bir insanın diğerinin otonomisini, seçeneklerini, iradesini elinden
almamasını, onu sömürmemesini, onun özgürlüğünü ortadan kaldırmamak yönünde
Kant’ın anlaşılması gerektiğini savunurlar. Yani Yeni-Kantçılar Kant’ın katı
bir biçimde anlattığı ahlaki sorunu daha geniş perspektiften bakarak çözmeye
çalışmaktadır[12].
Bilgi Notu: Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme, adlı eserinde Kant
barışın önkoşullarını açıklar.
Kant, uluslar
arası ilişkilerin hukuk tanımayan ilkel insanlar arasındaki ilişkilere
benzediği ve savaş durumu özelliği taşıdığı kanısındadır. Savaş durumunun
normal sonucu olarak da kuvvetlinin hakkı ilkesi uluslar arası ilişkilerde
geçerlik kazanmaktadır. Uluslar arası hukukta hak savaş yoluyla kazanılabildiği
ve korunabildiği için geçici nitelik taşır. Devletlerarasında evrensel bir
birlik kurulabilirse devletlerin hakları kesin karakter kazanabilir. Bu
birliğin devletlerarası barışı sağlayacağını düşünen Kant, “Daimi Milletler
Kongresi” adını öneriyor[13].
Devletlerin birbirlerinin işlerine
karışmaması gerektiğini savunuyor ve ayrıca savaşı devletler hukukunun içinde
normal bir uygulama gibi değerlendiren Grotius ve Pufendorf’u eleştiriyor.
İnsanlığın
özlediği barışın kurulmasında filozofların görüşlerinden de yararlanılmasını
öneriyor[14].
Yeryüzünde ebedi barışı sağlayacak olan uluslar arası
federasyon ona göre ulusların eşitliği ve özgürlüğü ilkesine dayanmalıdır.
Ulusların birbiri ile savaşmaması Kant’a göre yalnızca bir istek değil, aynı
zamanda ahlaki bir ödevdir ve insanlık hayatı daha çok geliştiği zaman zorunlu
bir sonuç olarak belirecektir. İçinde yeni bir savaş nedeni saklayan hiçbir
uluslar arası andlaşmanın barışı sağlamayacağını belirtiyor. Kant, devletler
üstü bir otoritenin zorunluluğunu 1795 yılında belirtmesi, ileri görüşlü bir
düşünür olduğunu gösterir[15].
Toplum
Sözleşmecileri İle İlgili Toparlayıcı Son Notlar
- Bunlar yeni gelişen burjuva
sınıfının siyasal iktidardan pay sahibi olma arzusu ile yakından ilintilidir[16].
- Liberal düşünürler,
burjuvazinin argümanları olan mülkiyet, eşitlik, özgürlük, hak gibi kavramların
felsefi temellerini ve zeminini sunmuşlardır[17].
- Bu değerler Fransız devriminde
somutlaşmıştır[18].
-
Fransız devrimi doğal hukuk ilkelerinin gözetildiği, bunların pozitif
hale sokulduğu bir noktadadır: Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi[19].
-
Bu hak ve özgürlükler, Code de
Napoleon ile medeni kanun olarak iyice somutlaşır.
- Aydınlanmanın doğal hukuku,
Ortaçağ doğal hukukundan farklı olarak, rasyonalisttir. Yani, aydınlanma
düşüncesi, insan aklının eriştiği, keşfettiği doğal haklardan sadır olurken;
Ortaçağ’da aşkın bir güç olan Tanrı’dan gelmiştir[20].
- Aydınlanma doğal hukukunda
doğal hak ve özgürlükler a priori’dir.
Yani insanın sonradan getirmeyip akılda verili olan; ancak akıl ile keşfedilen
icat edilmeyen hak ve özgürlüklerdir[21].
- Özellikle Almanya’da Fransız
Devrimine eleştiriler de ön plana çıkmıştır. Alman romantikleri söz konusu
olmuştur[22].
İLGİLİLERE: - Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?” makalesi
-Immanuel
Kant, Pratik Aklın Eleştirisi,
Türkiye Felsefe Kurumu
-
Immanuel Kant, “Ahlakın Metafiziği,”
5. HUKUKİ POZİTİVİZM
Pozitivizm terimi,
konulmuş veya belirlenmiş hukuku ifade eden Latince positum kelimesinden türemiştir. Hukuki pozitivizmin özü, kabaca,
herhangi bir kanunun geçerliliğinin objektif olarak doğrulanabilir bir kaynağa
kadar takip edilebilir olduğu görüşüdür. Basitçe söylemek gerekirse, hukuki
pozitivizm, bilimsel pozitivizm gibi, - doğal hukukçular tarafından benimsenen-
hukukun insanların yaptığı yasalardan bağımsız olarak var olduğu görüşünü
reddeder.
Hukuki pozitivistler arasındaki en
büyük ortak payda şudur ki; hukukun yasalaşmış hali ile hukukun ahlaki olarak
olması gereken halinin (çalışma ve analiz amacıyla) ayrı tutulması gerekir.
Başka bir deyişle, ‘olması gereken’ (ahlaki olarak arzu edilen) ile ‘olan’
(bilfiil var olan) arasında açık bir ayrım yapılmalıdır. Ama bundan, bir hukuki
pozivistin ahlaki sorunlara ilgisiz olduğu sonucu çıkarılamaz. Çoğu hukuki
pozitivist hukuku eleştirir ve onu reform etmek için yollar önerir. Bu tutum,
normal olarak ahlaki değerlendirmeler içerir. Ancak pozitivistler, hukuku
analiz etmek ve anlamak için en etkin metodun, aydınlatmayı amaçladığımız şeyin
ne olduğu belirlenene kadar ahlaki değerlendirmeleri askıya almak olduğu
görüşünü paylaşmaktadırlar.
Çalışmalarına
baktığımızda Austin İngiliz analitik pozitivizmin öncüsü olarak karşımıza
çıkar. Analitik hukuk kuramı, belirli
bir yer ve zamandaki bir hukuk sistemini mevcut şekliyle inceleyerek, bu
sistemin temel kavramlarını açık hale getirmeye çalışır.
Austin, analitik
hukuk kuramı ile “hukuki pozitivizmi” sistematik olarak ilk ortaya koyan hukuk
felsefecilerden biri olarak kabul edilmektedir. Austin’in hukuki pozitivizmine
benzer yaklaşımlar daha önce de ileri sürülmüştü. Örneğin, Thomas Hobbes’un Leviathan’ın
bir ürünü olarak, ahlakı dışarıda tutan hukuk yaklaşımı; David Hume’un “olan”,
“olması gereken” arasında yaptığı ayrım ve Jeremy Bentham’ın, hukuk yapımını
doğal hukukla haklılaştırmaya çalışan Sir William Blackstone ve aynı düşünceyi
paylaşanları eleştirmesi, hukuki pozitivizmin habercisidir. Austin de pozitif
hukuka dair görüşlerini doğal hukukçu yaklaşıma sahip Blackstone ve St. Thomas
Aquinas’a karşı geliştirmiştir.
Hukuki pozitivizmi sistemleştiren Austin’in
hukuk anlayışı günümüzde verilen hukuk eğitiminin temel düsturlarını
oluşturmuştur..
5.1.2. Austin’in Hayatı
Gençliği 1793-1815 Napolyon
savaşları dönemine yani karışıklık ve egemenlik sıkıntılarının yaşandığı bir
döneme denk gelmiştir. İngiliz hukuksal pozitivizmin en dikkati çeken
temsilcisidir. 1826 yılında Londra Üniversitesi Hukuk Teorisi ve Uluslar arası Hukuk
Bölümü için profesör olarak atanmıştır. Austin burada Bentham ve çevresi ile
yakın ilişki içerisindeydi ve onlarla birlikte geleneksel İngiliz düşüncesine
karşı yeni reformcu yaklaşımlar geliştirmeye çalışıyordu. Bu gruba, reform
talepleri nedeniyle felsefi radikaller de denmiştir. Bir süre Almanya’da kalmış
ve Tarihçi Hukuk Okulu yaklaşımlarını tanımıştır. 1844 yılında Paris’e
gittiğinde Aguste Comte ile tanışmış ve Comte’un sosyal bilimlerde pozitivizmi
uygulamasından etkilenmiştir. The Province of Jurisprudence Determined 1832’de
yayınlanmıştır. En önemli eserlerinden olan Hukuk Bilimi Konusunda Konferanslar
ölümünden sonra 1863 yılında eşi tarafından yayınlanmıştır.
5.1.3. Austin’e Göre Hukuk
Austin belli bir zamanda ve belli bir
yerde yürürlükte olan hukuku hukuk olarak kabul eder. Austin, hukuk
kavramlarının incelenmesini önerdiği için analitiktir. Austin, tüm hukuk
düzenlerinde ortak olan kavramları da ortaya koymaya çalışarak, onları analiz
ederek bir genelleştirme çabasındadır. Hukuk konusunda mantık birliğine ulaşmak
istemiştir.
Sistematik olarak ilk kez John
Austin (1790-1859) tarafından ortaya konulan ve modern hukuk anlayışını önemli
ölçüde etkileyen analitik pozitivizm, bir hukuk sistemini belirli bir zamanda
var olduğu şekliyle ele almakta ve bu sistemin sahip olduğu temel kavramları
çözümlemektedir. “Emir kuramı” (command theory) olarak da adlandırılan bu
yaklaşım, hukuku, ahlâkî açıdan tarafsız bir şekilde betimlemekte, hukukun
kaynağını, egemenin buyruklarında aramaktadır.
Austin, Jeremy Bentham ve J.S. Mill’in
faydacılık kuramlarının etkisinde hukuk felsefesini geliştirmiştir. Bentham ve
Mill’in görüşleri çerçevesinde “en büyük sayıdaki insanın en büyük mutluluğu” şeklinde
ifade edebileceğimiz faydacılık ilkesine göre, insanlar hazza yönelik ve acıdan
kaçınırlar. İnsan davranışlarına yön veren bu ilkeye göre hukuk biçimlendirilecektir.
Austin her ne kadar ahlakı hukukun dışında saymışsa da, pozitif yasaların
yapılırken gözetilmesi gereken tek ölçütün, pozitif yasanın amacının adil ya da
iyi olmak değil, en çok sayıda insan için en büyük mutluluğun sağlanması
olduğunu ileri sürmüştür[23].
Austin’in bu faydacı hukuk anlayışının
Kant’ın hukuk anlayışından farkını açıklarsak: Kant’ta hukukun yol açtığı
pratik sonuç en fazla sayıda en büyük mutluluğu için yasa yapmak değildir;
Kant’a göre hukuk, bireylerin özgürlüklerini birbirlerinin özgürlüklerine
saldırmalarını engelleme noktasında Kant’ın hukuk anlayışı bireysel hak ve
özgürlüklerin kesinlikle göz ardı edilmemesini zorunlu kılmaktadır. Oysa
Austin’in faydacı anlayışında ve genel fayda ilkesinde, en fazla sayıda insanın
en büyük mutluluğu amaçlandığından, bu insanların dışında kalan diğer
insanların özgürlüklerinin genel fayda için sınırlanabileceği biçiminde bir yöne
kapıyı açmaktadır.
Austin, Bentham, Hobbes ve
Hume gibi İngiliz felsefe geleneğinde etkili olan düşünürlerin yolundan gitmiş
ve hukuk konusunda ikili bir ayrıma gitmiştir: Tanrı yasaları ve insanların
yapmış olduğu yasalar. Austin hukukun ne olduğu ile ilgilenmiştir.
Bu çerçevede insanın cevabını
bulamayacağı her türlü metafizik öğe hukuktan uzaklaştırılarak, hukuk biliminin
görevi yürürlükteki hukuk sisteminin incelenmesi olarak tanımlanmıştır. Olgusal
olarak gözlemlenebilir hukuk, belirli bir yer ve zamanda yürürlükte olan
hukuktur. “Olması gereken” hukuk arayışını dışarıda bırakan bu yaklaşım ile
adalet tartışmaları hukuk alanının dışına taşınmıştır. Olan/olması gereken
hukuk arasında keskin bir çizginin çizilmesi hukuk/ahlak ayrımına dayanan
“ayrılabilirlik tezi”nin geliştirilmesini getirmiştir. Bağımsız bir hukuk
bilimi için hukukun bilimsel olmayan unsurlardan ayıklanması gerekir. Austin,
hukuku olması gerekenden ayırarak doğal hukuka ilk defa sistematik bir
alternatif getirmiştir.
Hukuk biliminin konusu potizif
hukuktur. Pozitif hukuk siyasi bakımdan üstün durumda bulunanların siyasi
bakımdan tabi olanlar için belirlediği kurallardan oluşur[24].
Austin pozitif hukuk bilimini, pozitif hukuku ve ayrımları aşağıdaki gibi ifade
eder:
Hukuk biliminin konusu pozitif hukuktur: Tam anlamıyla
yasa olarak adlandırılan, siyaseten üstün olanların siyaseten altta olanlar
için yaptığı yasadır. Fakat uygun ve uygun olmayan şekilde, aynı zamanda
benzerlik veya analoji yoluyla pozitif hukukla ilgili diğer şeyler için de yasa
kelimesinin kullanılmasından dolayı, pozitif hukuku diğer ilgili konulardan
ayırmak ilk zorunluluktur; diğer bir deyişle, hukuk biliminin alanını
belirlemek [ilk zorunluluktur].
Bir yasa, kelimenin gerçek ve tam anlamında,
akıl sahibi bir varlığa yol göstermek için, onun üzerinde gücü olan akıl sahibi
(diğer) bir varlıkça koyulan bir kural olarak tanımlanabilir. Bu tanım, anlamı
mecaz veya analoji ile genişletilmeden kelimenin uygulanabileceği tüm amaçları
kucaklayacak gibi görünmektedir ve bu anlamda hukuk,
Tanrı’nın (God) insanlara koyduğu yasaları ve
İnsanın
insana koyduğu yasaları
kapsar.
Tanrı’nın
insanlara koyduğu yasalar. - Bunların
bütünü veya bir kısmı için bazen Doğanın Yasası veya Doğal Hukuk deyimine
başvurulmuştur. Bu deyime aynı zamanda ve sıklıkla açık bir şekilde ayırt
edilmesi gereken başka konularda da müracaat edilir. Bu yüzden ben, muğlak ve
yanıltıcı gördüğüm bu durumu reddederek, toplu olarak ele alacağım bu yasaları,
Tanrı Yasası (Hukuku) terimi ile adlandırıyorum.
İnsanın
insana koyduğu yasalar. - İlk olarak, bunlardan bazıları siyaseten üstün
olanlar tarafından konur ve bunlar burada bir bütün olarak, hukuk biliminin
asıl konusu olan pozitif hukuk adıyla belirtilmektedir; ikinci olarak,
diğerleri, siyaseten üstün olmayan veya bu rolde bulunmayan insanlarca konur.
Bu ikinci grup insan yasalarına çok benzeyen
bir dizi nesne, sıklıkla fakat uygun olmayan bir şekilde yasalar olarak
adlandırılırlar. Oysa bunlar sadece, insanların aracı bir kurumunun görüşüyle
koyulan ve uygulanan kurallardır; örneğin “şeref yasası,” “moda yasası” gibi
ifadelerde kullanılan yasa kelimesi gibi. Genellikle “Uluslararası Hukuk”
olarak adlandırılan kuralların çoğu da bu türdendir.
Hukuk kuramı bilimi (veya basitçe ve
kısaca hukuk bilimi) pozitif yasalarla veya harfiyen yasa diye
adlandırılanlarla, onların iyiliğini veya kötülüğünü dikkate almadan
ilgilenir.
Her pozitif yasa veya basitçe ve
harfiyen böyle adlandırılan her yasa, egemen bir kişi veya egemen bir kişiler
grubu tarafından, o kişinin veya grubun egemen veya üst oldukları bağımsız bir
siyasal toplumun bir üyesine veya üyelerine yönelik olarak oluşturulurlar.*
Sonuç olarak pozitif hukuk siyaseten üstün
olanlar tarafından konulmuş yasa ya da kurallardan oluşur. Yanlış bir şekilde yasa olarak adlandırılan fakat
pozitif hukuk olmayan birçok kural bulunur. Bunların ahlak, şeref, gelenekle
oluşturulmuş yasalar, uluslar arası hukukun büyük bir kısmı beşeri yasalar
olmakla birlikte pozitif hukuktan farklıdırlar ve Austin bu tür yasaları
pozitif ahlak olarak adlandırır. Pozitif ahlak, Tanrı yasalarından, pozitif
niteliğiyle ayrılır.
Austin, en genel şekliyle yasanın
tanımını, “akıl sahibi bir varlık tarafından, üzerinde güç sahibi olduğu akıl
sahibi başka bir varlığın hareketlerini yönlendirmek için konulmuş kural”
şeklinde yapar. Bu genel yasa tanımının içerisinde, Tanrı yasaları ile birlikte
insanlar tarafından yaratılmış olan, belirli bir insan topluluğun duygularını
yansıtan “şeref kuralları/yasaları”, “teamül kuralları/yasaları” da yer
almaktadır. Bunlar “pozitif ahlak kurallarını” oluşturur. Austin, hukuk
biliminin inceleme alanına giren hukuka/yasalara ise, pozitif hukuk/yasalar
diyerek, bu tür yasaların ayırıcı özelliği olarak, bu yasaları, siyaseten üstün
olanların, siyaseten altta olanlar için koymuş olmasını gösterir. Dolayısıyla,
siyasal gücün kullanımı, yasa tanımı içerisinde merkezî bir önem kazanır.
Austin’e göre pozitif yasa,
‘egemenin yaptırımla desteklenmiş buyruğudur’. Erdemlilik, adillik, meşruiyet
hukukçuyu ilgilendirmez. Çünkü bunlar hukuka dahil değildir, Hukukçuyu sadece
yasalar ilgilendirir; yasa da siyaseten üstün olanın buyruklarıdır.
Austin’e göre hukuk; Belirli
bir yerde ve belirli bir zamanda varolan “Egemenin yaptırımla desteklenmiş
buyruklarıdır” Bu yasa tanımından çıkan üç unsur vardır: ı. Egemenlik unsuru,
ıı. Yaptırım unsuru ııı. Emir olma unsuru
5.1.4. Austin’e göre Hukukun Unsurları
5.1.4.1.Egemenlik
Egemenlik bu anlamda bir
formdur. Egemen, bir kişi ya da bir grup olabilir. Önemli olan egemenin siyasi
olarak üstün yani emir verme yetkisine sahip ve
üstünde hiçbir kuvvet olmayan
kişi, grup ya da kurum olmasıdır. Üstün otorite “bağımsız siyasal toplum”la
açıklanmaktadır. Bağımsız siyasal toplumda, Austin’e göre, toplum üyeleri kendi
aralarında belli bir kişiye veya kişilere, geleneksel olarak itaat ederler. Ancak
kendilerine itaat edilen kişi veya kişilerin insani hiçbir otoriteye itaat
etmemesi gereklidir. Dolayısıyla
bağımsızlığı söz konusu olan toplum değil, toplumdaki egemen kişi veya gruptur.
Egemen, başka birine veya birilerine itaat etme
alışkanlığı olmayan, diğer herkesin ona itaat etme alışkanlığı olduğu kişidir.
Pozitif hukuk, egemenin emrettiği ve egemenin kendisinin bağlı olmadığı, fakat
kendisi dışında herkesin bağlı ve uymak zorunda olduğu hukuktur.
Pozitif yasalar veya harfiyen böyle adlandırılan
yasalar, en yukarıdaki siyasal üstler olarak doğrudan monarklar veya egemen
organlar tarafından; tabi olma halinde tabi haldeki siyasal üstler olarak
insanlar tarafından; hukuki haklarının peşindeki özel kişiler olarak tebaa
tarafından oluşturulurlar. Her durumda bunlar doğrudan veya dolaylı olarak bir
monark ya da egemen organ tarafından oluşturulurlar. Bu yüzden bunlar belirgin
bir kaynaktan doğarlar ve tam anlamıyla yasa diye adlandırılan yasadırlar.*
Peki, Austin’e göre egemenlik
nereden çıkar? Hobbes’u hatırlayalım. Hobbes ile Austin güçlü bir egemenden
bahsederken paraleldiler. Ancak Hobbes, egemenin bu egemenliğinin nereden
geldiğini de kuramsallaştırmıştır. Austin’in egemenin egemenliği ise, toplumda
kendisine itaat edilmeye alışılmış olmasından gelir. Yani egemenlik
alışılmışlıkla belirlenir. Kimin egemen olduğunu anlayabilmek için egemenin;
1.
Kendisine
itaat edilmesi yönünde uyrukların bir alışkanlıklarının olması
2.
Kendisinin de daha üstün bir kuvvete itaat
etme alışkanlığının olmaması.
Austin’e göre egemenlik,
nüfusun çoğunluğunun geleneksel olarak egemene itaat alışkanlığı içerisinde
bulunduğu siyasî toplumda mümkündür; buna ek olarak egemen de bir başkasına
itaat alışkanlığı içerisinde olmamalı, bağımsız olmalıdır. Dolayısıyla
bağımsızlığı söz konusu olan toplum değil, toplumdaki egemen kişi veya gruptur.
Bir pozitif hukukun temel ayırımı (veya onu pozitif
olmayan bir hukuktan ayıran fark) şöyle ifade edilebilir: Her pozitif hukuk
veya basitçe ve harfiyen bu şekilde adlandırılan her hukuk bir egemen kişi veya
egemen kişilerden oluşan bir egemen organ tarafından, bu kişi veya organın
egemen veya üstün olduğu bağımsız bir siyasi toplumun bir üyesine veya
üyelerine uygulanır. Başka bir ifadeyle bir monark veya belirli sayıda kişiden
oluşan egemenlik tarafından, otoritesine tabi konumda olan bir kişiye veya kişilere
uygulanır
Egemenlik
olarak adlandırılan üstünlük ve egemenliğin zımnen ifade ettiği bağımsız
siyasal toplum başka üstünlüklerden ve başka toplumlardan şu belirti veya
özelliklerle ayrılır. 1. Söz konusu toplumun çoğunluğu belirli ve genel bir
üste itaat ve boyun eğme eğilimi içindedir; bu genel üst belirli bir birey,
belirli bir organ veya bireyler topluluğu olabilir. 2. Bu belirli birey veya
bireyler topluluğu, belirli bir insan üste itaat etme alışkanlığında değildir.
Veya
egemenlik ve bağımsız siyasal toplum kavramları kısaca şöyle ifade edilebilir.
-Kendisine benzeyen bir üste itaat alışkanlığı olmayan belirli bir insan üste,
verili bir toplumunun çoğunluğunca bu üste alışkanlıkla itaat ediliyorsa, bu
üst söz konusu toplumun egemenidir ve (üst dâhil olmak üzere) bu toplum siyasal
ve bağımsız bir toplumdur.
Toplumun
diğer üyeleri bu belirli üste tabidir veya bağlıdır. Diğer üyelerin bu belirli
üst karşısındaki konumu bir tabiiyet durumu veya bir bağımlılık durumudur. Üst
ile aralarında var olan karşılıklı ilişki bir tür egemenlik ve tabiiyet olarak
adlandırılabilir.
Söz
konusu toplumun çoğunluğunca belirli ve ortak üste itaat alışkanlığı olmalıdır;
bu belirli kişi veya kişilerden oluşan organın, belirli bir kişiye veya organa
itaat alışkanlığı olmamalıdır. Belirli bir üstü egemen veya üst kılan ve söz
konusu toplumu (belirtilen üstü de kapsayan şekilde) siyasal ve bağımsız bir
toplum kılan, o pozitif özelliğin, bu negatif özellikle bir araya gelmesidir.
Bu şekilde bir araya gelmesi gereken özellikleri örneklerle ifade etmeye ve
açıklamaya devam ediyorum*.
Dönemin diğer liberal
aydınları gibi, toplumun dağılmasından korku duyan Austin, güçlü bir hükümetin
bulunması gerektiğini düşünerek, aynen Hobbes gibi, egemenin çok güçlü bir
yetkiye sahip olmasını savunmuştur. Austin’e göre, egemen;
(1) Bağımlı değildir: Egemene
yasama yetkisi bir kanunla verilemez ve bu yasama yetkisi kanunla kaldırılamaz.
(2) Sınırsızdır: Egemenin
yasama yetkisi hukuken sınırlanamaz ve egemen yasama yetkisini kullanırken herhangi
bir hukukî yükümlülüğün muhatabı olamaz.
(3) Tektir: Her hukuk sistemi
için bağımsız ve sınırlanamaz yasama yetkisine sahip tek bir egemen
bulunabilir.
(4) Bölünemezdir: Yasama
yetkisi bir tek kişinin ya da bir grubun elindedir.
Ancak, egemenin yasa yapma
gücünü veren başka bir yasa değildir; egemene
yasa yapma gücünü veren, sadece alışkanlıktır (Kelsen’de ise egemene yasa yapma gücünü veren yine başka bir yasadır;
burada fark vardır).
5.1.4.2.Emir
Her yasa veya
kural (bu terime uygun bir şekilde bir şekilde verilebilecek en geniş
anlamında) bir emirdir.
Benim bir hareketi
gerçekleştirmemi veya bundan sakınmamı istediğinizi ifade ederseniz veya bunu
ima ederseniz ve sizin isteğinizi yerine getirmediğim takdirde bana bir kötülük
yapacaksanız, sizin isteğinizin ifade veya ima edilmesi bir emirdir. Bir emir,
diğer arzu ifadelerinden, arzunun ifade edilme tarzıyla değil, emri veren
tarafın arzusunun dikkate alınmaması halinde bir kötülük yapma veya acı verme
amacında olmasıyla ayrılır. Sizin isteğinizi yerine getirmediğim takdirde bana
zarar vermeyecekseniz veya veremeyecekseniz, sizin isteğinizin ifadesi, bunu
emir kipinde bir cümle ile söylemiş olsanız bile, bir emir değildir. Sizin
emrinizi yerine getirmediğim takdirde bana zarar verme gücünüz ve iradeniz varsa,
bunu bir rica şeklinde söyleme kibarlığında bulunsanız bile, sizin isteğinizin
ifadesi bir emir olacaktır…
Sizin ifade ettiğiniz bir isteği yerine
getirmediğim takdirde bir kötülüğe uğrayacak olmam nedeniyle, emriniz beni
bağlar veya zorunlu kılar veya bu emre itaat etme ödevi altına girerim.
Emir
ve ödev bu nedenle karşılıklı kavramlardır; birinin gösterdiği anlam, diğeri
tarafından ima edilmekte veya varsayılmaktadır. Nerede bir ödev varsa, orada
bir emre işaret edilmektedir; ne zaman bir emir belirtilmişse, aynı zamanda bir
ödev yüklenmiştir.
Bir
emre itaat edilmediği takdirde veya (eşdeğer bir ifadeyle) bir ödeve karşı
gelinmesi halinde, muhtemelen maruz kalınacak olan kötülük, çoğu zaman yaptırım
olarak adlandırılır. Emir veya ödev, bir kötülüğe maruz kalma yaptırımına
bağlanmıştır. Bazı yaptırımlar ceza olarak adlandırılır.
O halde emir teriminin
kapsadığı fikirler şunlardır: 1. Rasyonel bir varlık tarafından, başka bir
rasyonel varlığın yapması veya sakınması gerekenler olarak tasarlanan rasyonel
varlığın bir isteği veya arzusu. 2. İkincinin isteği yerine getirmemesi
halinde, birinciden kaynaklanan ve maruz kalacağı bir kötülük. 3. Sözcükler
veya başka işaretlerle yapılan bir istek ifadesi veya iması.
Egemenin emri, diğerlerinden
uyma yükümlülüğü ve bunu sağlayacak yaptırım gücüyle ayrılır. “Bir eylemi
yapmamı ya da ondan kaçınmamı gerektiren bir isteğinizi ifade ya da ima
ettiğinizde, isteğinize uymadığım takdirde beni sizden gelecek bir kötülük
bekliyorsa, isteğinizin ifade ya da iması, bir buyruktur.” Emir yerine
getirilmediği takdirde karşısında acı verme, bir kötülüğe maruz kalma ile
karşılaşılır. Emirin yerine
getirilmemesi durumda bir kötülük, acı verme uygulaması söz konusu değilse,
burada emrin içerik olarak boş olduğu, emir niteliğini taşımadığını
söyleyebilir.
Emir ve ödev karşılıklı ilişki
içindedirler. Austin’e göre bir buyruğun muhatabı olmak, bir yükümlülük ve bir
ödev altında bulunmak demektir. Ödevin söz konusu olduğu her durumda bir ödev
yüklenilmiş demektir.
İki tür emir vardır: Bazıları
yasalar veya kurallar olarak adlandırılır. Diğerleri ise “nadir veya özel
emirlerdir”.
Emirlerin iki türü vardır. Bazıları yasalar veya
kurallardır. Diğerleri yerinde bir isim almamıştır ve tam bir şekilde bunları
karşılayacak kısa bir ifade de yoktur. Bu yüzden bunları elimden geldiği kadar
iyi bir şekilde ifade etmeye çalışmakla birlikte, muğlak ve anlatım gücü düşük
bir adlandırma olan “nadir veya özel emirler” ifadesini kullanacağım. Ayrımın
şu şekilde ortaya konabileceğini düşünüyorum:
Her emirle, emrin yöneldiği taraf bir şeyi yapmak
veya ondan sakınmak zorunluluğu altına girer.
Genel olarak yapmak veya kaçınmak zorunluluğu
getiren bir emir, bir yasa veya kural oluşturur. Bireysel olarak, belli bir
şeyin yapılması veya bundan kaçınılması zorunluluğu getiren veya belli şeylerin
yapılması veya bunlardan kaçınılması zorunluluğu getiren bir emir ise nadir
veya özeldir.
Örneğin, hizmetçinize belli bir iş yapması, bir
akşam evi terk etmemesi, belli bir gün sabah belli bir saatte kalkması veya
gelecek hafta veya gelecek ay boyunca o saatte kalkması emri verirseniz, bu
emir nadir veya özel olacaktır. Çünkü emredilen ya da yasaklanan hareket/
hareketler spesifik olarak belirlenmiş veya tayin edilmiştir.
Ama ona sadece o saatte kalkmasını ya da her zaman
veya yeni bir emre kadar o saatte kalkmasını emrederseniz, hizmetçinizi
yönlendirmek için bir kural koyduğunuzu söylemek doğru olacaktır. Çünkü bu
emirle belli bir hareket için emir verilmemiş, ancak emir ona genel olarak
belli türde hareketlerde bulunma zorunluluğu getirmiştir.
Bir alaya bir mevziye saldırma, bir mevziyi koruma,
bir isyanı bastırma veya mevcut karargâhtan ayrılma emri verilirse, bu emir
nadir veya özeldir. Ancak ikinci bir emre kadar her gün talim yapma emri genel
bir emir olarak adlandırılır ve bir kural olarak da adlandırılabilir.
Parlamento mısır ihracatını belli bir dönem için
veya süresiz yasakladığı takdirde, bu bir yasa veya kural koymak anlamına
gelir; bir davranış türü emirle belirlenmekte ve bu türden hareketler genel
olarak yasaklanmaktadır. Ancak parlamentonun yaklaşan bir kıtlığa karşı önlem
olarak o sırada limanda yüklenmekte olan mısırların ihracatını durdurmak üzere
çıkardığı bir emir, egemen bir yasama organı tarafından çıkarılmış olmasına
rağmen bir yasa veya kural olmayacaktır. Belli bir miktardaki mısırla ilgili
emir, emrin içerdiği negatif hareketler veya yasaklar, konularının sınırlı
niteliği ile spesifik veya tekil olarak belirlenecektir.
Yine, mevcut yasalara göre bir suç oluşturmayan bir
hareket, egemen erk tarafından tasvip edilmemekte ve bu hareketi
gerçekleştirenler yasal olarak masum ve suç işlememiş olsalar da, egemen erk
bunların cezalandırılması gerektiği emri verir. Bu durumda spesifik bir ceza
emretmesi, genel olarak belli bir tür hareket emretmemesi veya yasak koymaması
nedeniyle egemen erkin verdiği emir bir yasa veya kural değildir.
Uygun bir örnekle sonuçlandırırsak, yargı emirleri
genellikle nadir veya özeldir, ancak uygulamayı amaçladıkları emirler genellikle
yasa veya kurallardır.
Örneğin, yasa koyucu hırsızların asılmasını
buyuruyor. Belli bir hırsızlık ve belli bir hırsız için hâkim, yasa koyucunun
buyruğu doğrultusunda asılacağı emrini veriyor. Burada yasa koyucu bir
hareketin sınıfını veya tanımını belirliyor; bu sınıftan hareketleri genel ve
süresiz olarak yasaklıyor ve aynı şekilde genel olarak ihlal halinde ceza
verilmesini emrediyor. Bu nedenle yasa koyucunun buyruğu bir yasa veya
kuraldır. Ancak hâkimin verdiği emir konuya özgü veya özeldir. Çünkü spesifik
bir suçun sonucu olarak spesifik bir ceza verilmesini emretmektedir.
Hemen yukarıda belirtilen ve örneklenen ayrım
aslında yerleşik konuşma şekilleriyle tam olarak örtüşmemektedir. Örneğin,
parlamentonun o anda limanda bulunan mısırların ihraç edilmesini durdurma
kararı, büyük ihtimalle bir yasa olarak adlandırılacaktır, çünkü yasa şeklini
almıştır ve egemen bir yasama organı tarafından çıkarılmıştır. Parlamento
tarafından müzakere edilerek ve egemen yasakoyucu tarafından yayınlanarak alınmış
bir siyasi ve medeni haklardan yoksun bırakma kararı muhtemelen bir yasa olarak
anılacaktır, ancak egemen bir monark tarafından, müzakeresiz veya resmi biçimde olmaksızın alınmış benzer bir karar, keyfi bir emir
olarak adlandırılacaktır.
Diğer yandan, yasama organına yetki verilmesi
yoluyla çıkarılmış birçok emir ise gerçekte yasa olmakla birlikte, genel dilde
yasa olarak adlandırılmamaktadır. Çeşitli Yasa Kuvvetinde Kararnameler,
kurallara uygun bir şekilde parlamentonun onayına sunulması halinde Bakanlıklar
tarafından çıkarılan Emirler, Hayır İşleri Kurulu Planları, Parlamento
Kararlarıyla verilen yetkiyle Muhakeme Usulü hakkında veya başka bir şekilde
yasama erkinin kullanılmasıyla çıkarılan Emirler ve “Kurallar” da böyledir.*
5.1.4.3.Yaptırım
Eğer egemenin buyruğuna uyulmazsa, bu halde yaptırım devreye
girer. Her yasa bir buyruktur ve buyruğa uymama yaptırımı getirir. Bu yaptırım
da şiddet ve zor içeren yaptırımdır (Yaptırımlarla donanmış buyrukları toplamı biçimindeki hukuk tanımı Austincidir).
“Bir kişinin
tasarladığı ve bir başkasına ifade veya ima ettiği bir istek ve isteğin dikkate
alınmaması halinde bir kötülüğün yapılacağı ve kötülüğe maruz kalınacağı” bu üç
ifadenin her birinde doğrudan veya dolaylı olarak belirtilmektedir. Her biri
aynı karmaşık kavramın adıdır. Ancak ayrıldıkları noktalar şunlardır: “emir”
sözcüğü doğrudan ve öncelikle bir kişinin ifade ettiği isteğe işaret eder;
“ödev” sözcüğü, diğer kişinin kötülüğe maruz kalma ihtimaline, “yaptırım”
sözcüğü ise kötülüğün kendisine doğrudan ve öncelikli olarak işaret eder; her
bir ifade diğer kavramlara daha az doğrudan ve öncelikli olarak atıfta bulunur.
…
Üst olmak, çoğu zaman önde gelmek ve seçkinlikle eş
anlamlıdır; örneğin rütbe, servet veya erdemde üst olanlardan söz ettiğimizde
durum böyledir.
Ancak burada benim anladığım anlamda alındığında
üst olmak teriminin ifade ettikleri şunlar olabilir: Kötülük veya acıyla
ötekileri etkileme gücü ve bu kötülüğün korkusu üzerinden onları davranışlarını
bir kişinin isteklerine göre düzenlemeye zorlama gücü.
Örneğin, Tanrı yadsınamaz bir şekilde İnsan’dan
üstündür. Çünkü onun bizi acıyla etkileme ve iradesine boyun eğmeye zorlama
gücü sınırsız ve karşı durulmazdır.
Bir yere kadar, egemen olan bir kişi veya bir kaç
kişi tebaa veya vatandaştan üstündür; efendi, köle veya hizmetkârdan; baba
çocuktan.
Kısacası, bir başkasını isteklerini yerine
getirmeye zorlayabilen kişi, bu iktidarının büyüklüğü ölçüsünde ondan üstündür:
Diğeri de aynı ölçüde aşağıdır. …
O halde, üstünlük teriminin (ödev ve yaptırım
terimleri gibi) emir teriminde ima edildiği ortaya çıkmaktadır: Bu yüzden
“yasalar üstün olanlardan çıkar” ile özdeş bir önermedir. Bildirmeye çalıştığı
anlam, öznesinde mevcuttur. …
Bir emre
itaat edilmediği takdirde veya (eşdeğer bir ifadeyle) bir ödeve karşı gelinmesi
halinde, muhtemelen maruz kalınacak olan kötülük, çoğu zaman yaptırım olarak
adlandırılır. Emir veya ödev, bir kötülüğe maruz kalma yaptırımına
bağlanmıştır. Bazı yaptırımlar ceza olarak adlandırılır.
Austin’e göre, bir yasa ancak
yaptırımla desteklenmiş ise yasadır. Yaptırım yoksa gerçek bir yasa değildir.
Austin hukukun kaynağının
egemenin emri olduğunu, hukukun sosyal boyutunu halkın çoğunluğunun egemene
itaat etme alışkanlığının oluşturduğunu belirtir. Meşruluk, egemenliğin
normatif unsurudur ve paylaşılan alışkanlıklarla tanımlanmaktadır. Bu nedenle
yaptırım hukuka uymada alışkanlıkla egemene itaatten sonra gelmektedir.
Yaptırım tehdidiyle desteklenen egemenin emri hukukun otoritesini
yaratmaktadır. Yaptırım kavramı, “hak edilmiş” kötülük veya geçerli hukukun
ihlali ile bağlantılı olarak ortaya çıkar. Austin’in ifadeleriyle hukuka
“uyulmaması durumuna kötülük tehdidi eşlik eder”. Bu bağlamda hukuki ödev ve
yaptırım kavramı karşılıklılık içinde ele alınır. Zorunluluğun derecesi, zarar
olasılığı ve şiddetine tekabül eder.
Yaptırımın Austin’in hukuk
kuramı içerisindeki önemli bir rolü, vatandaşların (ya da hukuk kurallarının
muhatabı olanların) hukuka uymasının nedenini oluşturmasıdır. Egemenlik
konusunda da belirttiğimiz gibi, Austin, egemenin (dolayısıyla hukukun) varlığı
için, ahlâkî ya da rasyonel bir gerekçelendirme yapmamıştır. Dolayısıyla,
vatandaşların hukuka uygun davranmak için, ahlâkî ya da rasyonel bir gerekçe
yoktur. Austin hukukun zorlayıcı gücünü, yaptırımda bulmaktadır. Yaptırım,
vatandaşların hukuka itaat etmesinin gerekçesini oluşturmaktadır. Yaptırımla
desteklenmemi buyrukların gerçek yasa olmaması, Austin’i, uluslararası hukuku
ve anayasa hukukunu reddetmeye götürür. Uluslararası hukuk, yaptırım unsurunun
yokluğu yanında, bağımsız bir egemenden de yoksundur. Anayasa hukuku
çerçevesinde de, egemenin sınırlanamaz bir özelliği olması ve temel hak
bildirgeleri gibi, egemeni sınırladığı varsayılan kuralların herhangi bir
yaptırımı olmadığı için, bu hukuk dalını gerçek bir hukuk dalı olarak
görmemiştir.
Yasa koyucu, yasayı koyarken
bunun ahlaka uygun olmasını, adil olmasını dikkate almayabileceği gibi; yasaya
uyanlar da buyruğa yani yasaya, adil olmadığı gerekçesiyle uymama
zlık edemezler. Austin hukukun ahlakla, din ile ilişki içinde
olduğunda kabul eder; ancak etkilenmek, hukukun onlardan kaynaklandığını
ve onlara uymak zorunda olduğu anlamına gelmez. Etkileşim, kaynak olma bazında
gerçekleşmez.
5.1.5. Austin’in
Hukuk Anlayışında Hak ve Ödev Kavramları
Hakkın kaynağı yasadır, diğer
bir ifadeyle egemenin emridir. Hukuk alanın dikkate alacağı haklar, egemenin
emriyle yaratılmış hukuki haklardır. Hukuk dışında başka kaynaklara dayanan
haklar, gerçek haklar değildirler; çünkü hukuk alanında ileri sürülemezler. Austin’e
göre, her yasa bir hak yaratmaz, ancak her hak, mutlaka bir yasa tarafından
yaratılır.
Emir ve ödev karşılıklı
kavramlardır. Hukuk sistemi içinde haktan her söz edildiği durumda ödevden de
söz edilmektedir. Buyruğa karşı gelindiğinde yaptırıma maruz kalınacağının
belirtilmesi ile bu buyruğun muhatabı, bu buyrukla bağlı ya da yükümlüdür. Her
(pozitif) yasa, doğrudan ya da dolaylı bir buyruğun ifadesidir. Her buyruk,
yöneldiği taraf için bir yükümlülük doğurur. Her yükümlülük ya da ödev (bunları eş anlamı
olarak kullanıyorum), pozitif veya negatif niteliktedir. Başka bir ifadeyle,
yükümlü olan tarafa, bir şeyi yapması ya da yerine getirmesi veya bir şeyi
yapmaması ya da bir şeyden kaçınması buyurulur.
Soru: Austin’in buyruk kuramı, liberal algının (genel
fayda uğruna hak ve özgürlüklerin kısıtlanabilmesi, doğal haklara karşı
durması) zedelemesi anlamına gelir mi?
Cevap: Austin’in özel mülkiyetin üzerinde onun önemi ve
gereği konusunda hiçbir şüphesi yoktur. Bu anlamda liberalizme tam uyumludur. Ancak, mülkiyet hakkının da, tüm hakların doğal hak olmadığı
egemen tarafından bahsedilen lütuflar olduğu kabulüyle fark yaratır.
Austin’in
Kant kadar bireyci bir liberal olmadığı da vurgulanmaktadır. Kant’ta bireysel hak ve özgürlüklerin asla genel yarar için
sınırlanamayıp, ancak başka bireylerin hak ve özgürlükleri ile
sınırlanabilirken, Austin’de genel fayda için bireysel özgürlükler
sınırlanabilir. Aynı biçimde Locke’dan
da farklıdır.
Austin’in
bu yaklaşımları, ulus devlet kaygısı ile
açıklanabilir. Burada şu önemlidir; çünkü belirli bir yasa koyucu ve yaptırım
sistemi yoktur. Böylece ulusal sınırların dışında, itaat edilecek bir baskı
egemenlik söz konusu olamamaktadır. Bu halde tek egemen, devletin kendisi
olmaktadır. Austin’in İngiliz hukukunu sistemleştirme çabası, tarihsel
ulus-devlet kaygılarıyla açıklanabilir.
Austin’de de Hobbes’de olduğu
gibi egemene itaat yükü vardır; direnme hakkı yoktur.
5.1.6.
İyi
Hukuk Sorunu
Austin’e göre hukukun alanı ile ahlakın alanı birbirinden tamamen
ayrıştırılarak değerlendirilmelidir. Hukuku bilimsel hale sokmaya çalışan
Austin hukukun ahlaka uygun olup olmamasını tartışmaz. Hukuk, pozitif yasalarla
ilgilenir ve onların iyi ya da adil olup olmadığı tartışması, hukuk biliminin
dışında, politikanın konusudur.
Hukuk alanında yürütülecek tartışma hukukun geçerli olup olmadığı
sorunudur. Geçerli hukukun ne olduğunu belirli standartlar çerçevesinde ortaya
koymaya çalışan Austin, böylece hukuk ile Tanrısal hukuk, ahlak, gelenek vb.
arasında sınırları çizmeye çalışır. Toplumsal hayatta bir çok kural vardır,
fakat bunlar hukukun alanı değildir. Mahkeme önüne gelen bir sorun pozitif
yasalar çerçevesinde çözülmelidir ve bu yasaların kaynağı da egemenin emridir. Doğal
hukuk ve onun adalet görüşü bir yana bırakılmakta ve hukukun tanımı egemenin
koyduğu buyruklarla sınırlandırılmaktadır.
5.1.7.
Genel
Değerlendirme
Sonuç
olarak Austin’in hukuk kuramı, hukukun doğasının anlaşılmasında temel
kavramları ortaya koyarak, hukuku basitleştirir. Fakat bu basitleştirme hukuk
hakkında temel bir kavrayışa ulaşma açısından gerekli bir bedeldir. Hukukun
doğasını kavrama, hukuka özgü kavramların açığa çıkarılması şeklinde
gerçekleştiği için Avrupalı hukuk teorisyenlerince kavramsal analiz, hukuk
biliminin içinde değerlendirilmiştir. Austin’in çalışmalarının çağdaş
yorumcuları da hukuk tartışmalarını tanımlayıcı ve kavramsallaştırıcı olarak
ifade etmişlerdir. Austin’in takipçisi
kabul edilen ve Austin’i güncel hukuk tartışmalarına dâhil ederek yeniden ve
etkili bir şekilde gündeme getiren H. L. A. Hart (1907-1992) hukuki kavramların
analitik incelenmesinin ve ahlakın hukuktan kavramsal olarak ayrılmasının
önemine vurgu yapmış, fakat hukukun emredici kuramına çok ciddi eleştiriler de
getirmiştir.
Austin’in
çalışmalarının bir diğer önemi modern hukukun seküler yapısını ortaya
koymasından kaynaklanır. Hukukun kaynağı Tanrı olmaktan çıkarılmış ve dönemin
de etkisiyle, insan yapımı hukuk anlayışı üzerine kurulu pozitif hukuk anlayışı
etkinlik kazanmıştır. Bugün hukuk eğitimi, Austin’in hukukun içsel doğası
üzerine yaptığı çalışmaları temel almaktadır; teoride ve pratikte bu
tartışmalar sürekli kendini yeniler.
İlgililere: Ertuğrul Uzun, “John
Austin: Analitik Pozitivizm,” Çağdaş
Hukuk Düşüncesine Giriş, http://erugrulu.home.anadolu.edu.tr/hfdersnotu_austin.pdf
John Austin, Hukukun Belirlenmiş
Alanı, Çev. Ülker Yükselbaba, Saim Üye, Umut Koloş, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 2015.
5.2.
HANS KELSEN (1881-1973)
5.2.1. Kelsen’in Hayatı
Hans Kelsen, normativist hukuki pozitivizm
çerçevesinde hukukun ne olduğu sorusuna cevap arayan Avusturyalı bir hukukçudur. 11 Kasım 1881 yılında, o zamanlar Avusturya-Macaristan
Krallığının Avusturya bölümünde bulunan Prag’da doğan Kelsen, hukuk derecesini
aldıktan sonra 1919 dan 1930’ a kadar Viyana Üniversitesinde Devlet ve Yönetim
Hukuku Profesörü olarak çalışmış, 1930 yılında aldığı bir teklifle
Avusturya’dan Köln’ e gitmiştir. Kelsen aynı zamanda Alman Anayasa Mahkemesi’nde görev yapmıştır.
Yahudi bir aileden gelen Kelsen, Köln’deki
hayatını Hitlerin iktidara gelmesi ile sonlandırarak önce Prag’a, daha sonra
Cenevre’ye, ardından ise ABD’ye giderek çalışmalarına burada devam etmiş, 1973
yılında ise hayata veda etmiştir[3].
Hans Kelsen, Anglo-Sakson gelenekten John
Austin tarafından ortaya atılan analitik hukuk kuramının en büyük ve önemli
kuramcısı olarak dikkati çekmektedir. Hukuk biliminin yanı sıra matematik,
felsefe, edebiyat, mantık, fen bilimleri gibi çeşitli konularda da çalışmalar
yapmış, saf hukuk kuramını hukukun genel teorisi ve devlet kuramı ile özdeşleştirerek
alanında yeni bir çığır açmış, uluslar arası hukuk
üzerine çok sayıda çalışması bulunmaktadır.
5.2.2. Hukuk Felsefesi
Kelsen, hukuk açısından bütünlüklü bir sistem kurmuştur: Normativist Pozitivizm. Bu sistem, haklar bakımından bütünlüklüdür. Yani insana ait tüm sorunları kapsayan kuşatıcı sistem kurduklarından
değil, hukuka yönelik, sınırlı bir sistemleştirme vardır. Türkçe’ye Saf Hukuk
Kuramı olarak geçmiş olan Kelsen’in kuramı orjinalinde Hukukun Saf Kuramıdır.
Çünkü Kelsen, hukukun değil kuramın saf olduğunu belirtmektedir.
Peki, Kelsen’in amacı neydi?
Kelsen,
döneminin bilimde mantıkçı pozitivist yaklaşımını hukuka uyarlamayı
amaçlamıştır. Böylece Kelsen’in amacının hukuku bir bilim haline getirmek olduğu söylenebilir[25]. Kelsen’e göre hukuk teorisinin
ödevi, hukuk için gerekli ve sürekli unsurları bir araya toplamak, değişen ve
geçici unsurları bir yana atmaktır. Hukukun adalet idesini gerçekleştirmek
zorunda olup olmadığı her şeyden önce bir siyaset sorunudur.
Klasik
(Viyana ekolü yani mantıkçı pozitivizmin) bilim tanımı: Kendine ait bir konusu
olan, genel geçer, evrensel, ampirik gözlemlere dayanan sistemli bir bilgiler
bütünüdür bilim. Kelsen de nesnel, genel
geçer, her türlü değer yargısından arınmış bir hukuk bilimi yaratmayı düşünür. Mantıkçı pozitivizmin bilim anlayışı, sosyal bilimlere de uygulanmaya çalışılmıştır; Kelsen bunun bir temsilcisidir[26].
Kelsen bunu yaparken bir yöntem arayışındadır da. Yöntem,
bir bilgiye nasıl ulaşılacağını gösteren, bilgiye ulaşılması için izlenmesi
gereken yoldur.
Kelsen, hukukta da bir
bilimsel bilgiye ulaşmak için bir metot arayışındadır. Bizim anlattığımız hukuk
metodolojisi dersleri aslında Kelsen’in anlatımıdır. Kelsen hukuk bilimini
gerçek bir bilim düzeyine yükseltmek ve bütün bilimlerin ideali olan
objektiflik ve kesinliğe ulaştırmak istemektedir.
Kelsen hukuku bir bilim haline getirmek amacını ortaya
koyarken şunları savunur: Hukuk, başka bilimlere ait olan konuları dışlayıp,
sadece hukuk ile ilgili konularla ilgilenmelidir; hukuk dışı (yani meta-jüridik) alanların hukuk biliminin konusundan
dışlanması gerekir.
Neyin hukuk
içi, neyin hukuk dışı olduğunu tespit için biçim ve içerik bakımından bir ayrım
yapılmalıdır. Kelsen’e göre.
Marx’ın aksine, ekonomik alan,
hukuk dışıdır. Keza, siyaset, sosyo-kültür değişkenler ve özellikle ahlak hukuk dışı alanlardır ve hukuk biliminin dışına atılmalıdır.
Özellikle ahlakın hukukun dışına atılması bakımından Kelsen
pozitivizm yolunu çizmiştir.
Kelsen, bu itibarla Yeni Kantçıdır. Çünkü Kant da hukuk ile ahlakı birbirinden
ayırıyordu. Ancak Kant ile Kelsen
arasında bir fark vardır. Kant’ta pozitif hukuk yanında bir doğal haklar vardır ve
dolayısıyla doğal haklar paradigması hukukun içinde yer alırken, Kelsen doğal
haklar paradigmasını dışlar. Kant, pozitif hukukun doğal hukuka uyması gibi bir
içerikten bahsetmezdi ancak adalet değeri açısından iki alanın (hukuk ve ahlak)
bir kesişime sahip olduğunu söylerdi.
Kelsen, Kant’tan burada ayrılır ve Austin’e yaklaşır. Hukuk ve ahlak
birbirinden ayrıdır (seperation
thesis) ve hukuk ile ahlakın ilişkileri incelenebilse de bu
inceleme hukuk biliminin dışında kalmaktadır. Hukuk ile ahlakın ortaklığı ya da ayrılığı tartışmasının kendisi
hukuk dışıdır. Bu itibarla Kelsen, Kant’tan uzaklaşır, Austin’e yaklaşır.
Kelsen,
doğal hukuk ilkelerini yadsır.
Yani; Pozitif hukukun doğal hukuka göndermelerle izah edilmesi (pozitif hukukun
doğal yasalara dayanması gereği, uyumsuz yasanın hukuk olmayışı vs…) Kelsen
için hukuku bilim alanından çıkarır.
Saf hukuk teorisi Kelsen’in
deyimi ile pozitif hukukun teorisidir. Kelsen hukukun nasıl olması gerektiği
sorununa yani amaç sorununa cevap vermeye çalışmaz, hukukun ne olduğu sorusuna
cevap bulmaya çalışır.
Hukukun
kendisine ait bir konusunun olması, hukuku bilim alanına taşır: Kelsen’e göre,
ekonomik ya da sosyal olgular ve hukuk normunun içeriğini oluşturan
meto-jüridik hususlardır ve hukuk bilimi bu olguları incelemez. Dolayısıyla;
1.
Hukukun kendine ait konusu hukukun içeriği değil,
biçimidir. Hukuk bilimi, boş bir form olarak hukuk normunun biçimini analiz
eder.
Bu analiz mantıksal bir analizdir (Kelsen burada da Kant’a yaklaşır. Kant için de zihinde bir takım, içi
boş kategoriler, formlar vardı ve bilgi bu formlar olmazsa mümkün olmazdı).
5.2.3. Hukukun metodu ne olmalıdır?
Hukuk doğa
bilimlerinden başka bir alanı içerir. Doğa bilimi olgular (fenomenler)
arasındaki neden sonuç ilişkisinden determine doğa yasalarına ulaşmaya çalışır. Yani doğada
yöntem, “olan”ı bir zorunluluk ilişkisi içinde ele almaktadır.
Oysa hukukta durum bu
değildir. Hukuk
doğadaki nesneleri değil, insan davranışlarını “olması gereken” biçiminde ele
alır. Hukuk olması gerekeni söyleyerek normatif özelliktedir. Hukukun normatifliği, onun “olması gereken”i söylediği anlamına
gelir.
(Kelsen burada da Kant’a
yaklaşır. Kant teorik akıl – pratik akıl
ayrımındakine benzer biçimde burada “olan” teorik akıla, “olması gereken”
pratik akla yakın düşmektedir.) Diğer bir ifadeyle hukuk, doğa bilimlerindekinin aksine
“olan”ı değil, “olması gereken”i söyler. Örneğin,
başkasını kasten öldüren kişi yirmi yıl hapis ile cezalandırılır. Burada olması
gereken şey, kasten cinayet işleyen kişinin yirmi yıl hapisle
cezalandırılmasıdır. Bu
olması gereken, bir sonuç olarak gerçekleşmesi istenen haldir. Oysa bu
bir doğa yasası değildir. Yani başkasını kasten öldüren her kişi doğada
zorunlu olarak cezalandırılmayabilir. Belki de bu kişiye hiç ulaşılmayacaktır.
Doğa kanuna göre bir A olayı meydana gelirse, B sonucu zorunlu olarak
gerçekleşir. Doğada nedensellik ilişkisi söz konusudur. Diğer bir ifadeyle
hukukun normativizmi, doğadaki gibi zorunlu bir sonuca işaret etmez.
Ahlak da
hukuk gibi normatiftir.
Kelsen, ahlakın normativitesi ile hukukun normativitesini ayırır. Ahlak bir takım değer yargılarına dayanır ve onlarla
birlikte yürür. Oysa Kelsen’e göre, hukuk ahlaktan farklı olarak, değer yargılarına
değil, mantıksal bir güzergâha dayanmaktadır. Değer değil, mantık söz konusudur. Değerler teorisi değil, mantıksal yöntemler belirleyicidir
hukuk biliminde.
Hukuk normu “olması gerekeni”
belirtir. Norm bir kişinin belirli şekilde davranmasını öngörür. Bu nedenle Kelsen’ e göre hukukun alanı olanla değil, olması
gerekenle ilgilidir. Bu olması gereken değerlerle ilgili değil, mantıksal
zorunluluklarla ilgilidir. Ayrıca, olması gereken, mantıken, olandan çıkmaz. Örneğin, hukuk ekonomik ilişkilerden çıkmaz. Ekonomik ilişkiler
olandır. Hukuk ise olması gerekendir. Oysa Kelsen’ e göre hukuk bilimi
ekonomiyi içerik almaz. Hukukta olması gerekeni söyleyen normdur. O halde, olması gerekeni söyleyen hukuk normu nereden çıkacaktır?
Kelsen’e
göre norm, Austin’in görüşünün aksine, yasa koyucunun iradesinden çıkmaz. Yasa
koyucunun iradesinden hukuk çıkartmak, olandan (yasa koyucunun iradesi) olması
gerekeni (norm) çıkarmak olur. Zira yasakoyucunun iradesi siyasaldır ve tıpkı
ekonomi gibi meta-jüridiktir. Bu nedenle hukuk, siyasetin yani “olan”ın içinden
çıkmaz.
Kelsen’e göre hukuk normları
hukuk dışı olanlardan çıkmıyorsa nereden çıkar? Başka deyişle, “olması
gereken”, “olan”dan çıkmıyorsa nereden çıkar? Kelsen’ e göre olması gereken, mantıken, ancak yine
bir olması gerekenden çıkacaktır. Yani
olması gerekeni gösteren bir norm, ancak yine bir olması gerekeni gösteren bir
başka normdan çıkabilir.
Normun,
kendisinden çıkacağı şey bir olgu ya da ahlaki değer değil, kendisinden üstte
yer alan bir başka normdur. Bu üstte yer alış bizi normlar hiyerarşisinde
götürür.
Dolayısıyla Kelsen, Austin’den
ayrılır. Austin’e
göre hiyerarşiyi belirleyen yasa koyucunun iradesiydi. Kelsen’e göre ise, yasa koyucunun
iradesi ile norm koyması yine hukuksal bir kaynaktan gerçekleşir. Örneğin, meclis yasa yapma iradesini ortaya koyacağı yetkiyi
anayasadan alır. Yani yine bir normdan alır.
Devletin hukuk düzeni bir
hiyerarşik normlar sistemidir. En alt düzeyde hukuk uygulayan organların,
özellikle mahkemelerin çıkardığı normlar vardır. Bu ferdi normlar kanunlara
dayanır. Kanunlar, kanun koyucu tarafından çıkarılan genel normlardır. Hukuk
düzeninde bundan sonra yeri örf ve adet hukuku alır. Kanunlar ve örf ve adet kuralları
da anayasaya dayanır. Anayasanın pozitif normlar sisteminde en yüksek yere
sahip olduğu varsayılır. Pozitif normlar insan davranışları tarafından ihdas
edilen normlardır. Daha alt düzeydeki normlar kendi yürürlüklerini daha üst
düzeydeki normlardan alırlar. Anayasa normları kendi yürürlüklerini pozitif bir
hukuk normundan almazlar, fakat hukuk düşüncesinin varsaydığı Grundnorm’dan
(temel normdan) alırlar. Temel norm, hukuksal düzende yer alan diğer normların
geçerliliğine ilişkindir, yoksa temel normdan diğer normların içerikleri
çıkarılamaz.
Grundnorm insan ürünü değildir, ilahi de değildir. Kelsen’in en çok eleştirildiği yer de burasıdır. Tüm hukuk sistemine geçerliliğini veren, kendisi
başka bir normdan ya da değerden yahut olgudan çıkmayan bir norm varsayımına
dayanır. Kelsen burada, hep kaçmaya
çalıştığı bir alana hapsolmuş olur ve bu varsayım açıklayıcı değildir.
Kelsen’in hukuk sisteminde varsayımsal bir temel normdan başlayan ve mahkeme
kararı veya idari işlem şeklinde ferdileşen bir normlar hiyerarşisi söz
konusudur.
Kelsen’e yönelen diğer bir
eleştiri biçimsel
uygunluğu hukuk olmada yeterli unsur
saymasıdır. Kelsen’e göre adaletle ilgili yargılar objektif bir
değerlendirmenin konusu olamazlar. Adaletle ilgili yargılar hukuki yargıların
tersine ahlaki veya siyasi içeriklidirler. Adaletin standardı olarak kullanılan
normlar kişiden kişiye değişir ve bunların birbiri ile uzlaştırılması çoğu kez
imkansızdır. Kelsen’e göre doğal hukukun adalet inancı aslında sübjektif
çıkarların objektifleştirilmesi olarak ortaya çıkmaktadır[27]. Bu nedenle Kelsen’e yönelik eleştirilerden biri de bu bağlamda son derece adaletsiz bir içeriğe sahip olsa da,
biçim olarak, normlar hiyerarşisine, usule uygun oluşturulan yasaların hukuk
sayılamayacağı eleştirisi söz konusudur. Bir diğer eleştiri ise, Kelsen’in doğal hakları yok sayması ve hakkı norm sayesinde
var saymasıdır.
Kelsen’in hukuk sisteminin
özelliklerinden öne çıkanlar aşağıdakiler şeklinde sıralanabilir;
- Kelsen’e göre kamu hukuku özel hukuk ayrımı yoktur. Çünkü Kelsen’e göre hukuk sitemli bir bütündür. Kelsen, hukuk normlarının piramide benzer bir yapı oluşturduklarını
kabul etmektedir. Bütün hukuk, piramidin en tepesinde bulunan, en genel, en
soyut olan normdan başlar. Normlar hiyerarşisinde en genel, en soyut normdan en
özel, en ferdi ve en somut norma doğru bir geçiş söz konusudur. Kamu hukuku
kuralları da, özel hukuk kuralları da aslında aynı bütünlüklü sistemin ayrı
olmayan unsurlarıdır.
- Kelsen, hukuk devleti düşüncesine de çok yer vermez. Bu Kelsen’in hukuk devletine bir antipati duyduğu olarak algılanamaz.
Çünkü
Kelsen’e göre hukuk devlet demektir; yani devleti devlet yapan hukuktur. Hukuk ve devlet özdeş kabul edilmektedir. Örneğin, devletin unsurları
hukuksal olarak tanımlanmış ve belirlenmiştir. Dolayısıyla devletin varolması, hukukun varolması demektir aynı zamanda. O halde, hukuktan önce bir devlet olmadığına göre, hukuk
ile devleti ayrı görmemek gerekir.
Hukuku yaratan kişiler hukuk
düzeninin organlarıdır. Başka bir deyişle, hukuk düzenini yaratan kişiler
devletin organlarıdır. Dolayısıyla devlet ve hukuk birbirinden ayrı kavramlar
değildir.
-
Austin
ve onun izinden giden analitik pozitivistler, hukuk kuralının temel
özelliklerinden biri olarak yaptırımı öngörmüşlerdir. Kelsen’e göre ise hukuk
analitik pozitivistlerin zannettiği gibi belirli bir otorite tarafından
“zorlanan” bir kural değildir. Fakat hukuk öyle bir normdur ki, belirli bir
zorlamayı yaptırım olarak içermektedir. Saf hukuk teorisi hukuk normunu
hipotetik hüküm olarak nitelendirmekte ve bu hipotetik hükümde suç temel şart,
yaptırım da sonuç olmaktadır. Örneğin hırsızlık yapan cezalandırılmalıdır,
hukuk normu koşullu (hipotetik) bir hükümdür. Hukuk normu aslında, hukukun
yasakladığı fiil ile yaptırım arasındaki ilişkiyi göstermektedir.
- Saf Hukuk Teorisi, devletler
hukukunun gerçek bir hukuk sayılabileceği varsayımından hareket eder. (Austin
uluslar arası hukuku, egemenin ve yaptırımın yokluğundan dolayı hukuk olarak
görmez.) Çünkü devletler hukuku, bir hukuk sistemi için gerekli bütün temel
unsurlara sahiptir. Devletler hukuku,
devletleri karşılıklı davranışlara zorlamakta, aksi yapıldığı zamanda
yaptırım uygulanmasını öngörmektedir. Devletler hukukunun yaptırımları
misilleme ve savaştır. Fakat devletler hukuku henüz ilkel bir aşamadadır. Çünkü
devletler hukukunda yaptırımın kullanılması devletin kendisine bırakılmıştır.
Ulusal ve uluslar arası hukuku
birbirinden farklı kabul eden düalist görüşü Kelsen reddeder. Hem ulusal hukuk,
hem de uluslar arası hukuk, pozitif hukuk sistemleri kabul edilecek olursa,
bunların her ikisini de geçerli saymak gerekecektir. Bu nedenle bunların her
ikisinin de aynı normlar sistemine dahil bulunduğunu ve birbirini tamamladığını
kabul etmek uygun olacaktır. Saf hukuk teorisi pozitif devletler hukukunu
analiz ederek, ulusal hukuk düzenlerinin üstünde eşit bir normlar düzeni
bulunduğunu ve bu normlar düzeninin milli hukuk düzenlerini evrensel bir hukuk
düzeni içinde birleştirdiğini kabul eder[28].
İradeci Pozitivizm ve Normativist Pozitivizmin (Kelsen) paylaştığı ortak noktalar vardır.
1.
Hukuk
ile Ahlak ayrılır: Doğal hukuk karşıtlığı vardır. Bunun İngilizcesi “Seperation Thesis” (ayrılabilirlik tezi) dir. Doğal hukuk karşıtlığı hukuksal
pozitivizmin en
belirleyici özelliğidir. Doğal hukuka göre hukuk, adalet değeri dolayısıyla,
ahlaktan ayrı değildir. Kelsen’e göre, hukukçunun işi ahlak meselesi değildir. Hukukçu, hukuk
ile uğraşmak durumundadır. Hukuksal pozitivizme göre hukuk, hukuk olmayanların
ondan ayrı tutulmasıyla tanımlanır.
2.
Hukuksal
Pozitivizmde hukuk ayrı ve bağımsız bir bilim haline getirilmeye çalışılır. Doğal Hukuka karşı olmak burada da karşımıza çıkar.
Bunun bir tarihsel-konjoktürel karşılığı
vardır. Bilimde
pozitivizmin etkinliği, doğa bilimlerinin pozitivist yöntemleri hukuka da
uyarlanmaya çalışılmıştır. Bilimsel pozitivizmde sadece ‘olan’ın incelenmesi, ‘olması
gereken’lerin ise, eğer bir bilim olacaksa hukuktan ve Jurisprudence’in (hukuk bilimi) inceleme alanından çıkarılmalıdır.
Olan hukuk
ise pozitif hukuktur.
Hukukçu, bu somut, algılanabilir pozitif hukuku incelemelidir;
deneyimlenebilir, tecrübi bir özelliği olmalıdır hukukçunun.
3.
Austin’de hukukun kaynağı, Tarihçi Hukuk Okulu’nun aksine örf ve adet değil, tamamen
insan aklının ve iradesinin ürünüdür. Austin’in önemi İngiliz hukukunun sistematize edilmesinde oynadığı
rolden gelir. Austin, yazılı hukukunun önemi üzerinde durarak
İngiliz Hukuk sisteminde yazılı kanunların önem kazanmasında rol oynamıştır.
6. ÇAĞDAŞ HUKUK FELSEFECİLERİ
6.1.1. Hayatı
John Rawls, Baltimore'un en seçkin
avukatlarından biri olan William
Lee Rawls ve Anna Abell Stump Rawls'un oğlu olarak Baltimore, Maryland’de
doğdu. Beş erkek çocuktan
ikincisi olan Rawls’un iki kardeşi ondan bulaşan hastalıklar nedeniyle birer
yıl arayla hayatlarını kaybettiler. Bu iki trajedi Rawls’un hayatını oldukça
etkilemiştir. 1939 yılında ağabeyi gibi o da Princeton Üniversitesine gitti ve
yüksek şeref derecesi summa
cum laude ile mezun oldu. Yüksek Lisans da Princeton’da çalışmaya devam
eden Rawls 1943 yılında Bachelor of Arts olarak mezun oldu. Sonra orduya yazılan Rawls, II. Dünya Savaşı sırasında Pasifik'te piyade olarak hizmet etti. Pasifik’teYeni Gine’yi, Filipinler’i
dolaştı ve Japonya’da
bulundu; burada, Hiroşima bombalamasının sonrasına tanıklık
etti. Bu tecrübe sonrasında, 1946’da ordudan er olarak ayrıldı. Kısa bir süre
sonra Princeton'a etik felsefesi üzerine doktora yapmak için geri döndü.
1950’de Princeton’da Doktora’sını
tamamladıktan sonra 1952’ye kadar burada ders verdi. Bu tarihte, Oxford Üniversite’sinde (Christ Church) Fulbright bursu kazandı. Burada, liberal siyaset
kuramcısı ve tarihçi Isaiah Berlin ve hukuk kuramcısı H. L. A. Hart’ın
görüşlerinden etkilendi. Birleşik Devletlere döndükten sonra Cornell Universitesi’nde
dersler verdi ve 1962’de, Cornell’da profesör oldu. Kısa süre sonra da MIT’de dersler verdi. Aynı yıl kırk yıl çalışacağı
Harvard Üniversitesi felsefe bölümünde görev aldı.
1971
yılında ona büyük ün ve akademik saygınlık getiren A Theory of Justice (Adalet Teorisi) adlı çalışmasını yayınladı. Bu
kitabı tam 27 dile çevrilmiştir. 1993
yılında Siyasal Liberalizm (Political
Liberalizm) adlı çalışması yayınlandı. 1995’te çalışmasının önüne ciddi bir
şekilde engel oluşturacak olan ve birçok defa yaşayacağı felçten ilkini yaşar. Buna rağmen,
uluslararası adalet hakkındaki görüşlerini en bütüncül haliyle açıkladığı Halkların
Yasası (The Law of
Peoples) adlı kitabını tamamlayabildi ve
ölümünden kısa süre önce Kasım 2002'de “A
Theory of Justice” adlı kitabına yönelik eleştirilere cevap niteliğinde “Justice As Fairness: A Restatement”ı
yayınladı.
Türkçe’ye Çevrilmiş Eserleri
John Rawls, Siyasal Liberalizm, İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2007
John Rawls, Halkların Yasası, İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2007
6.1.2. Rawls’un Adalet Kuramı ve Dağıtıcı
Adalet
Rawls, liberal Amerikan geleneği içinde
siyaset ve hukuk felsefecisi olarak önem taşımaktadır.
Rawls’un derdi nedir?
Rawls’un amacı
adil ve istikrarlı liberal bir toplum için toplumun tüm kurumlarına yön verecek
temel adalet ilkeleri bulmaktır. Pratik bir amaç güden Rawls, bu nedenle hak ve
özgürlüklerin felsefi temelleri gibi konularda tartışma yürütmez. Ona göre
çağdaş demokratik ve liberal toplumlar temel hak ve özgürlükleri zaten genel
olarak kabul etmişlerdir. Bu koşullarda yapılması gereken hak ve özgürlüklerin
daha etkin bir şekilde hayata geçirilmesi ve eşitliğin bunlarla uyumlu şekilde
geliştirilmesidir. Özetlersek:
1. Liberal bir düzen içinde çoğulcu bir
toplumda insanlar barış ve huzur içinde nasıl yaşayabilir? sorusu onun derdidir
Rawls’un. Çağımızın liberal toplumunun ihtiyaçlarına cevap verme arzusu var.
2. Adalet
sorunuyla ilgili olarak, kaynakların, zenginliklerin toplumda nasıl dağıtılması
gerektiğine dair bir derdi de var.
A
Theory of Justice adlı çalışmasında Rawls, hem klasik liberalizmle ilişkilendirdiğimiz
bireysel haklara hem de sosyalist ve radikal demokratik geleneklerle ilişkilendirilen
eşitlikçi bir ideal olarak hakça dağıtma bağlı bir adalet anlayışı önerdi—adını
“hakkaniyet olarak adalet” koydu.
Rawls’a göre, hakaniyet olarak adalet
“özgürlükle eşitliğin uzlaştırılması” amacını taşıyordu. Eseri, ABD ve diğer
ülkelerde siyaset felsefesi açısından çok geniş çaplı ve etkili bir tartışma
başlatı ve takiben, sosyal adaletle ilgili bütün tartışmalar için zemini
oluşturdu.
Rawls, günümüz liberal düzenin içinde kalmak kaydıyla, yapılacak kimi
revizyonlar ile çoğulcu ve barış içinde bir arada yaşamanın nasıl mümkün
olacağını ve toplumsal kaynaklarının nasıl dağıtılacağını düşünür. Ama koşul,
liberalizmin sınırlarında gerçekleştirmektir.
Rawls bu düşüncelerini bir toplum
sözleşmesi ile tevrize etmiştir. Klasik toplum sözleşmecilerinden ayrıldığı
noktalar da vardır. Yeniçağ toplum sözleşmecilerinden ayrıldığı nokta; Yeniçağ
toplum sözleşmecileri genellikle devletin ortaya çıkışının nasıl’ını ve iyi bir
yönetimin nasıl olması gerektiğini kuramlaştırmışlardır. Bu toplum
sözleşmecileri Kant ile bitmiştir.
Rawls’un toplum sözleşmesinde amaç ise,
devletin nasıl ortaya çıktığı ve iyi bir yönetim değil; farklı kimliklerde ve
tanımlarda olan insanların liberal ve çoğulcu bir biçimde bir arada
yaşamalarının ve adaletli bir dağılımın yapılmasına dair ilkeler olmasıdır[29].
Rawls’un bir başka özelliği, Anglo-Amerikan
sistemi içinde olsa da, yarara dayalı olmayan bir devlet teorisi inşa etmek
olmuştur. Yararcılık en fazla insanın en büyük mutluluğunu amaçlar. Oysa
Rawls’a göre, bu yararcılık toplumun azınlıkta kalan kesimlerinin çoğunluğun
yararı için azınlığın araç edilebilmelerine yol açabilir. Bu itibarla Rawls Yeni
Kantçıdır. Yani Kant’taki gibi insanların herhangi bir biçimde araç olmamaları
gerektiği düşüncesindedir.
Rawls, yararcıları adalet ve hak
anlayışları açısından eleştirmektedir. Onları, insan denen varlığı ve onun
ayrılmaz bir parçası olan haklarını yarar ilkesine kurban etmekle suçlar. Yarar
ilkesinin açılımı, çağdaş liberalizmin savunduğu özgürlüğün, insan haklarının,
iyi yaşam arayışında adaletin önceliği ile derin bir çatışma hali içindedir.
Özellikle, yarar ilkesi, azınlıkta kalan grupların ezilmesine ya da çoğunluğun
hoş karşılamadığı inanca, alışkanlıklara, geleneklere sahip bireylerin
ayrımcılığına izin veriyor gözükmektedir. Bu nedenle, yararcıların savunduğu en
fazla sayıda insanın en büyük mutluluğu ilkesi, bireyin haklarını feda etmekte
ve onun çoğunluğun baskısına karşı savunmasız bırakmaktadır. Bu tutum, Rawls
açısından ahlaki ve siyasal olarak savunulamaz karakterdedir. Rawls’un, her
bireyin toplumun bütününün refahı adına bile çiğnenemeyecek adalete dayalı bir
dokunulmazlığı olduğunu belirtirken yararcılığa karşı kesin bir tavır aldığı gözlenmektedir.
Rawls’ın faydacılığa yönelik eleştirilerinin temelinde Kantçı ahlak anlayışı
yatar. Buna göre insanin ahlaki otonomisini belirleyen bir ilke olarak insanın
kendinde amaç olması faydacılığın bireyi ezen yaklaşımına karşıt olarak
geliştirilmiştir. Rawls, toplumun ortak yararına olsa bile bireyin hak ve
özgürlüklerinin dokunulmayacak sınırlarını koyar. “(A)dalet bazılarının
özgürlüğündeki eksilmenin, başkaları tarafından paylaşılan daha büyük bir iyi
ile haklı kılınmasını kabul etmez.”
Rawls Anglo-Amerikan düşüncesindeki
yararcılığı eleştirmektedir. Austin, egemenin koyduğu yasaların en fazla sayıda
insanın en büyük mutluluğunu sağlamasına dayanmaktaydı. Oysa Rawls’a göre bu
bakış açısı, azınlık gruplarının dışlanmasına ve ayrımcılığa uğramasına yol
açmaktadır. Yararcılık, bireyin faydasını genel faydaya feda etmektedir. Oysa
Rawls’a göre bu, asgari ahlaki ilkeler gözetilerek gerçekleştirilecek bir
toplum sözleşmesi fikri ile sağlanabilecektir.
Rawls’un toplum sözleşmesi, klasik toplum
sözleşmeleriyle ortak yanlara da, elbette, sahiptir.
Doğal
yaşama dönemi: Toplum sözleşmesi yapılmadan önceki durumdur. Rawls bu
duruma “orijinal durum” ya da “başlangıç durumu” demektedir. Peki, toplum
sözleşmesi yapılmadan önceki bu başlangıç durumunda insanların vaziyeti nedir?
Rawls, başlangıç durumundaki insanları
birçok bilgiden mahrum bırakmıştır, ama onları liberal birey tasarımına uygun
olarak eşit ve özgür kılmıştır. Bu eşitlik ve özgürlük, toplumsal sözleşmeyi
yapacak olanların otonomilerini sağlamaları için temel bir koşuldur. Rawls’un
sözünü ettiği bireyler rasyoneldirler. Kısaca Rawls’a göre başlangıç durumunda
bireyler eşit, özgür ve akılcıdır (yani hesap kitap yaparlar). Hobbes’un
aksine, Rawls kötümser değildir. Başlangıç durumundaki kişilerin birçok bilgiye
ulaşmalarını engelleyecek bir peçeleri vardır: Cehalet peçesi (veil of ignorance). Bu peçe sayesinde şu
bilgileri bilmemiz engellenmiştir:
-
Bireylerin toplumsal konumları, statüleri
ve rolleri
-
Bireylerin doğal yetenekleri
-
Belirli bir iyi kavramı
Yani bireyler kadın ya da erkek, yönetici
ya ad yönetilen mi; zengin mi yoksul mu, siyah mı beyaz mı olduklarını; doğal
yeteneklere sahip olup olmadıklarını; zeki ya da gerizekalı olup olmadıklarını;
genç ya da yaşlı olduklarını bilmezler. Ayrıca hangi dine mensup olduklarını,
hangi ahlaki değer ve ilkelere bağlı olunduğu da bilinmemektedir.
Bu başlangıç durumunda, insanlar bir “bilgisizlik
peçesi”nin ardından bakarlar dünyaya. Bu nedenle;
Hiç kimse toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal
statüsünü bilmez, doğal iyiliklerin dağılımındaki talihine, yeteneklerine,
zekasına, gücüne vs. ilişkin bir fikri de yoktur. Hatta kişilerin iyiliği nasıl
kavradıklarını ya da özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini
varsayacağım. Adalet ilkeleri bir bilgisizlik pecesinin ardından seçilir. Bu da
ilkelerin seçiminde kimsenin doğal şanstan ya da toplumsal koşullardan dolayı
avantajlı ya da dezavantajlı olmamasını sağlar. Herkes benzer bir konumda
olduğundan ve hiç kimse de kendi özel durumunun yararına olacak ilkeleri
bilecek durumda olmadığından adalet ilkeleri adil bir uzlaşma ya da pazarlığın
ürünüdür.
Rawls bu tahayyül
e toplumdaki bireylerin birbirlerine göre
nötr olmalarını sağlamak için başvurur. Yani, kişilerin yukarıda sayılan
özellikleri, adalet ilkelerini saptarken ve toplum sözleşmesini yaparken
kendilerine avantajlı ve pazarlığı eşit şartlarda yapmayı engelleyecek
düşüncelere sahip olmamasını sağlamaya yöneliktir.
Ayrıca cehalet peçesiyle kişisel
zevklerimizle ilgili bilgiden de uzaklaştığımız için, riske girmeyi mi severiz
yoksa güvenliği mi yeğleriz konusunda da akılcı bir tercihe ulaşıp
ulaşamayacağımız bir başka sorundur. Rawls akıllı tercih konusunda bir
“maksimin” stratejisi önermektedir. Buna göre en kötü duruma düştüğümüzde,
alacaklarımızı maksimuma çıkarmak akılcı bir tercihtir. Rawls’a göre bu durum,
toplumda hangi yeri ele geçireceğinize en kötü düşmanınızın karar verdiği
varsayımı üzerinden akıl yürütmeye benzer.
Ortaya çıkan sınırlamalar, bir kişinin bir pratiği
tasarlarken düşmanının onun yerinde olduğu düşüncesine dayanır. Kararların,
düşmanın istekleriyle oluşturulması sorunlu bir anlayıştır. Rawls’un bu
yaklaşımı maximin kriter olarak değerlendirilir. “Maximin”, minimum ödemeleri
maksime çıkarma seçeneğine referans yapar. Yani karar veren, en kötü çıktıyı
üreteni bulmak için her birinin mümkün sonuçlarını dikkate alır. Bu riske
girmeme stratejisidir. Bunu örnekle açıklarsak Bugün yağmur mu yağacak, güneş
mi açacak belli değil. Yağmurluğumu yanıma alırsam, yağmur yağarsa yağmurluğum
yanımda olduğu için sorun olmaz. Yağmazsa ve yağmurluk üstümde olursa, yağmur
yağıp yağmurluksuz kalmaktan daha iyi durumda olurum.
İşte bu eşit ve nötr koşullar altında,
rasyonel bireyler bir takım adalet ilkelerini bulmaya çalışıp bir toplum
sözleşmesi gerçekleştireceklerdir.
Rawls bu durumda insanların adil bir
toplumda geçerli olacak iki temel adalet ilkesini benimseyeceklerini düşünür.
İlkelerden ilki, eşitlik ilkesiyken
ikincisi birinciye bağlı olarak toplumsal refahın, kaynakların dağıtımı ile
ilgilidir.
Birinci
ilke: Herkes, temel hak ve özgürlükler sisteminden eşit pay alacaktır.
Birinci ilke, refah ve kaynakların dağıtımı
ile ilgili olan ikinci ilkeden hiyerarşik olarak üstündür. Yani ikinci ilke
uğruna, toplam refahı, zenginlikleri arttırmak için dahi bireyin temel hak ve
özgürlüklerinden fedakarlık yapmaları istenmeyecektir. İlk ilkeye göre—temel
özgürlüklerde eşitlik—her vatandaşın en geniş temel kişisel ve siyasal
özgürlükler sisteminden faydalanmaya hakkı vardır ve bu sistem, diğer
vatandaşlar için tasarlanmış benzer bir özgürlükler sistemiyle uyumlu
olmalıdır. Özgürlüğün önceliği ilkesi Rawls’da mantıken özgürlük olarak
tanımlanabilecek herhangi bir şeye genel bir öncelik anlamına gelmemektedir.
Rawls, “temel özgürlükler” olarak adlandırılabilecek liberal demokrasilerin
standart yurttaşlık hakları ve siyasi haklar için –seçme ve seçilme hakkı,
ifade özgürlüğü, davaların yürürlükteki yasalara göre ele alınması, hareket
serbestisi vs.- için bir özel koruma alanı belirlemiştir.
İkinci ilke ise, kaynakların dağıtımı ve
dağıtıcı adalet ile ilgilidir. İki alt ilkeden oluşur.
İkinci ilkenin ilk alt ilkesi, fırsat eşitliğidir. Kamusal, resmi göre
ve pozisyonların herkese açık olması ve belirli bir elitin elinde, tekelinde
olmamasıdır. Bu, görev ve pozisyonların, liyakat esasına göre,
toplumdaki herkese açık olması demektir (Oysa
burada bir sorun vardır. Yani liyakatin kriter alınması önemlidir; ancak örneğin
bir doktor olmak için gereken liyakati sağlayacak eğitimin de eşit biçimde
sağlanması gerekir).
İkinci ilkenin ikinci alt ilkesi hiyerarşik
olarak ilk alt ilkenin altında bulunur. Yani fırsat eşitliği ilkesi bu ikinci
alt ilkeden önce gelmektedir.
Rawls, gelir ve refahın, tüm kaynakların
toplumdaki herkese eşit biçimde dağıtılması gerekmediğini, rasyonel bireyin de
bunu istemeyeceğini düşünmektedir. Ona göre adaletsizlik, katlanılamayacak
ölçüdeki eşitsizliklerdir. Katlanılabilecek eşitsizlikler ise adaletsizlik
yaratmazlar. Rasyonel bireyle, katlanabilecek eşitsizliklere itiraz etmezler.
İşte ikinci alt ilke burada karşımıza
çıkar.
İkinci
ilke: Gelir ve refahın dağıtımında ortaya çıkarılacak eşitsizliklere izin
verilir; meğer ki, bu eşitsizlik toplumdaki en dezavantajlı kesimin lehine
olsun. Bu ilkeyi “en dezavantajlı kesimin lehine olma” olarak
isimlendirebiliriz.
Bu ise kazan-kazan ilkesi ile mümkün olur.
Toplumun en alt gelir seviyesindeki kimselerin elde ettikleri gelirin de
artması koşuluyla, siz de gelirinizi arttırabilirsiniz. Örneğin, en başta bir
bürokratın da yöneticinin de ve bir terzinin de beş birim geliri olduğunu
düşünelim. Bürokratın gelirinin dokuz, yöneticinin gelirinin sekiz olması ancak
terzinin gelirinin de artması ve en az altı olması ile uygun ve katlanılabilir
bir adaletsizlik olarak görülebilir ve bu aslında bir adaletsizlik değildir.
Fark ilkesi olarak
adlandırılan bu ikinci ilke ile keyfilik sorununa farklı bir çözüm
sunmaktadır. “Hak edilmemiş doğal
eşitsizliklerin etkisi yüzünden kimsenin zorluk çekmesi gerekmese de böyle bir
etkinin varlığından herkesin yararlanabileceği durumlar da olabilir. Hiç kimse
doğal yeteneklerinden yararlanmayı hak etmemiştir; ama “doğal piyango”da daha
az şanslı olanların yararına çalıştıklarında bu yararın ortaya çıkmasına izin
vermek gayriadil değildir. Fark ilkesi de tam olarak bunu söylemektedir.” Yani
fark ilkesi, doğal yetenekleri nedeniyle daha fazla gelir beklentisi içinde
olanlar “ancak ve ancak toplumun en az avantajlı konumdaki üyelerinin
beklentilerine katkıda bulunuyorsa adildir.” Fark ilkesi kişilerin yetenekleri
geliştirdiği koşulları diğerlerine aktarmaktansa, yetenek sahiplerinden
yararlanma için ileri sürülecek iddia için moral zemin sağlar.
Diğer bir deyişle, düşünce deneyimizdeki sözleşmecilerin
mantığına göre toplumda “adalet” herkesin mutlak olarak eşit olmasını
gerektirmez, bazı sosyal ve ekonomik farklılıklar, yani eşitsizlik durumları da
meşru olabilir, fakat bu durum ancak ve ancak söz konusu eşitsizlik toplumdaki
en düşük seviyeli insanın lehine bir sonuç verecekse geçerlidir. Bu anlamda
toplumda insanları işlerine motive eden veya girişimci kılan bazı ödüller,
mesela para kazanmak gibi amaçlar çerçevesinde zengin, fakirlerden ayrışmış
olmak sosyal açıdan “adil” sayılabilecektir, ama bu eşitsizliklerin en fakir
insanlara yarar sağlayacak bir karaktere sahip olması bunun önşartıdır.
Dolayısıyla her eşitsizlik, ancak toplumun en kötü durumda olan üyesini mutlak
eşitlik durumunda olacağından daha iyi duruma getirirse meşru kabul edilebilir.
Mesela mutlak eşitlik durumunda herkesin 10 birim gelir elde edeceğini
varsayalım. Eğer eşitsizliklere izin verdiğimizde bazı insanlar bazı
yöntemlerle 10 birimin üzerine çıkıyor ve başka bazı insanlar bu yüzden 10
birimin altına düşüyorsa bu gayri adildir. Fakat zengin olmaya izin
verdiğimizde bunun ortaya çıkaracağı sinerji ile zengin 40, fakir 20 birim
gelir elde ediyorsa ve kimsenin durumu mutlak anlamda düz bir eşitlikte
olacağından daha kötüye gitmiyorsa, yani fakirin 10 birimden 20 birime
çıkabilmesini zenginin girişimciliğine borçluysak ortaya çıkacak zenginlik,
farklılık, eşitsizlik meşru ve adildir.
6.2. RONALD DWORKİN (1931 -2013)
6.2.1. Hayatı
(11 Aralık 1931 – 14 Şubat
2013), hukuk ve siyaset felsefesine etkili
katkılarda bulunan Amerikalı filozof ve anayasa hukukçusudur. New York Üniversitesi Frank Henry Sommer Hukuk ve Felsefe Profesörü ve University College London Fahri Hukuk Profesörü olan Dworkin, Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Oxford Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. "Dünya çapında etki
yaratan öncü bilimsel çalışmalarından" dolayı beşeri bilimler dalında
2007 Holberg Uluslararası Anma Ödülü'ne
layık görüldü. The Journal of Legal Studies adlı hukuk dergisinde yer alan bir ankete göre Dworkin,
yirminci yüzyılın en çok atıfta bulunulan ikinci Amerikan hukuk bilginidir.
Eserleri:
·
A Matter of Principle
(İlke Meselesi)
·
Law’s Empire (Hukukun
İmparatorluğu)
·
Life’s Domination
(Hayatın Hakimiyeti)
·
Freedom’s Law
(Özgürlüğün Hukuku)
·
Hakları Ciddiye Almak (Taking Rights Seriously), Dost Kitabevi, 2007
6.2.2. Dworkin’in Hukuk Anlayışı
Dworkin, Rawls’un aksine, saf bir hukuk
felsefecisidir. O da bir sistem kurmuştur; ancak bu sistem hukuk alanına
münhasır bir alt sistemdir. Genel bir sistem filozofu değildir.
Dworkin,
ileri surduğu hukuk ve hukuk kuramı yaklasımının hukuk ve ahlak arasındaki
(‘kavramsal’ ve ‘zorunlu’) kesin bir ayrımı reddetmesi anlamında, bir doğal
hukukçudur. Ayrımı yadsımak, elbette ki bu ikisinin aynı olduğunu kabul etmek
değildir; Dworkin, ahlakın neyi gerektirdiğini bilen bir kisinin, hukuk
sisteminin iceriğini de bileceğini soylemez (hiçbir doğal hukuk kuramı da,
geleneksel ya da baska turlu, böyle bir iddiada bulunmaz). Kavramsal bağlantı
iddiası, ahlaki değerlendirmelerin hukuk sisteminin iceriğinin belirlenmesinin
zorunlu bir parcasını olusturmasıdır. Dworkin’in yaklasımında, daha onceki
resmi eylemlerin farklı yorumları arasında yapılacak tercih, hangi yorumun
hukuk sistemini daha ahlaki gosterdiğini belirleme haline gelir. Dolayısıyla,
Dworkin’in yaklasımında, ahlaki ya da değerlendirici sorunları dikkate almadan
‘hukukun ne olduğu’ belirlenemez.
Dworkin’e
göre, - ilan edilmiş yasalar ve yargı kararları da dahil olmak üzere-
gecmisteki tum resmi eylemlerin, sadece, belirli bir konuda hukukun neyi
gerektirdiğine iliskin en iyi kuramı olusturmada kullanılacak ‘yoruma
hazırlayıcı veriler’ olduğunu unutmamamız gerekiyor. Dolayısıyla, yargı
kararları, hukukun ‘gercekte ne olduğu’na, esasında neyi gerektirdiğine ilişkin
hataya açık tahminlerden başka bir sey değildir. (Daha iyi) yargı kararlarının
ulaşmaya çalıştığı bazı idealler bulunmaktadır.
Dworkin’in
teorisinin doğal hukuk ya da pozitivist yaklaşım içinde değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği gerçekten de zor bir saptama olarak gözükmektedir. Çünkü
yaklaşımı ne bütünü ile doğal hukuk ne de pozitif hukukla örtüşmektedir. Onun
doğal hukuk ve hukuksal pozitivizmin tam ortasında bir yerde durduğu
söylenebilir. Dworkin’in kendi açıklamaları da göz önünde tutulduğunda bizi bu
noktaya getiren şu hususların öne çıktığı görülmektedir:
a)
Dworkin, doğal hukukçu eğilimi olmasın rağmen, genel olarak
hukuk kavramlarındansa tarihsel olarak belirli bir hukuki sisteminin övgüye
değer yanları ve hatalarıyla ilgilenmektedir. Doğal hukukçu kimliğine rağmen
Dworkin, evrensel ve zamanı aşan hukuk kavramı yerine belirli bir hukuk
sisteminin tarihsel açıdan doğru ve yanlışlarıyla daha çok ilgili olup,
objektif ahlaki değerlerden çok “kurumsal (geleneksel) destek” diye
isimlendirdiği transandantal (aşkın) değil, immanent (içkin) yani o sisteme
özgü yerleşik değerleri dikkate almaktadır. Ayrıca hukuki yükümlülüklerin
dinden ya da diğer metafizik prensiplerden çıkarılabileceğine inanan,
geleneksel anlamda bir doğal hukukçu değildir.
b)
Dworkin’i doğal hukuka bağlayan şey, kökeninin ortak
hukuk (common law) geleneğinde olması ve temel iddiası olan adalet ilkelerini hukukun
zorunlu bir unsuru olarak belirtmesidir. Dworkin’in ortak hukukla kastettiği
şey, temel ahlaki ilkelere dayanan, herkes tarafından anlaşılabilir olan,
bireyler arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve genel sosyal sonuçlara karşılık
gelen eski ortak hukuk (common law) düşüncesidir. Öte yandan Dworkin’in adalet
ilkelerini hukukun zorunlu unsuru olarak belirtmesi, yargıçların önceden
varolan bireysel hakları tanımak ve korumakla yükümlü olduklarıyla ilgili
haklar teziyle de yakından ilgilidir. Bu noktada Dworkin’ci doğal haklar, yasa
koyucunun iradesinden bağımsız, ahlaki ilkeler anlamına gelmektedir. Dworkin,
hukuk ve etik birlikteliğine dayanan bir hukuk anlayışını savunur. Hukuk ve
ahlakın birbirinden ayrılamayacak şekilde iç içe geçmiş olması, Dworkin’in hukukla
ilgili düşüncelerinde adaletin belirleyici bir rol oynaması yol açmaktadır.
Ayrılabilirlik tezini yadsıdığından doğal hukukçu tarafta yer aldığı ileri
sürülür.
c)
Doğal hukuk hiçbir teori ya da pratiği yeniden
soruşturulup, gözden geçirilmekten bağışık tutmaz. Oysa hukuksal -ya da
Dworkin’in verdiği isim ile konvansiyonalizm- hukuk kuralının yasama organınca
değiştirilmesine kadar ona bağlı kalır. Doğal hukuk, duyarlı yargıçlar
tarafından “yeni” bazı kararlar üretebilirken, konvansiyonalist buna cesaret
edemez.
6.2.3. Doğru Cevap
Tezi
Dworkin, tüm hukuksal
faaliyetleri bir grup ya da cemiyetin veya davanın taraflarının, diğerlerinin
inanç ve kanaatlerini değiştirmek sonuçta da kendi görüşlerini kanıtlamak
amacıyla sundukları delil ve kanıt getirme teşebbüsü olarak görmektedir. Bu da
hukuki diskur yani tartışma zemini üzerinde tarafların karşılıklı tezlerinin
yarışmasıdır. Ancak argümantasyon gereği karşılıklı yarışan iddia ve kanıtlar
ve de tezlerden birinin üzerinde varılan fikir birliği, kararın mutlak doğru
olduğunu ispat etmeyip bunun göreceli bir doğruluk olduğunu gösterir. Bu ise
Dworkin’in yoruma tek bir doğru cevap olduğu tezini hukuksal argümantasyondan
ayırmaktadır[30].
Dworkin’e göre yargıçlar kendi kişisel yargılarını
kullanmaktan çok, hukukun ne olduğunu belirlemelidirler. Dworkin, yargıçların
bir davanın sonucunu belirlemede serbest oldukları fikrini reddetmektedir. Zira
bu durumda hukuki sonuçlar, sübjektif ve keyfi olacaktır. Dworkin kanunda
boşluk olduğunda, yani yargıcın önüne gelen uyuşmazlığı uygulayacak bir kural
bulamadığında veya mevcut kuralları birbiriyle çatıştığı durumda, soyut ve
somut haklarla ilgili ilkeler şemasına başvurulması gerektiğini belirtmektedir.
Tek bir doğru cevap tezini
savunan Dworkin’e göre; sözgelimi zor bir dava konusu olan bir sözleşmenin
geçerli ya da geçersiz olduğunu söylemekten başka üçüncü bir yol yoktur. Oysa
pozitivistlerin bu durumda ileri sürecekleri düşünce, diğer hukuksal çözümler
içerisinde bir üçüncü olasılık olduğudur… Üçüncü yol da sözleşmenin geçersiz
olduğunu söyleyen tarafı “tamamlanmamış bir sözleşme” ile sorumlu tutmaktır.
Pozitivist bu olasılıkta da dış dünyada referans verileni bulunan yani egemenin
emrettiği ve gerçek koşullara göndermeyle test edilebilen bir önermeyi
seçtiğini iddia etmektedir. Dworkin’e göre ise “sorumlu” ile “sorumsuz”
arasında üçüncü bir olasılık yoktur ve dolayısıyla tek bir doğru cevap vardır[31].
Dworkin, yargıçların davanın
sonucunu belirlemede tamamen serbest olduklarını düşünmemektedir. Yargıçların,
hukuk içerisinde ve hukuka bağlı kalarak doğru sonucu bulma ödevi, doğru cevap
tezinin bir talebidir ve bu amaçla dar ve geniş takdir yetkisi arasında bir
ayırıma gitmektedir.
-dar takdir yetkisi: var olan
hukuk kurallarını yargıcın otomatik olarak uygulayamayıp, değerlendirmede
bulunmasına yol açan hallerdir. … hakkaniyete uygun tazminat gibi.
-geniş takdir yetkisi:
karşılaşılan somut hukuki uyuşmazlığa ilişkin karar verirken yargıcın hiçbir
hukuki standartla bağlı olmamasıdır. … Dworkin yönünden hukuki standartlar;
hukuk kuralları ile birlikte ilkeleri (prensipleri) de bünyesine almaktadır.
İşte Dworkin, geniş anlamıyla bir takdir yetkisinin kullanımına karşı çıkan bir
teori kurma çabasındadır. Yargıç uygulanacak hukuk kuralı bulunmadığında bile,
karar verdiği davada kontrolsüz bir takdir hakkını uygulayamaz. Bir diğer
deyişle zayıf bir takdir hakkı vardır.
Yargıç hukukun düzenlemediği, yeni bir
problemle karşılaştığında birbiriyle yarışan teoriler olacaktır. O halde
yargıç, bu tek doğru cevabı keşfetmeye yönelik bir teori kurmak zorundadır[32].
Zor bir davada yargıcın görevi
hukuk sisteminin daha geniş bir perspektifinden yani siyasal ahlakın ışığında
karar vermektir. Yargıcın kanunda boşluk olduğunda sübjektiflik ve keyfilikten
kaçınmak için yapacağı şey, haklarla ilgili ilkeler şemasına başvurmaktır. Bütünlük
fikrini benimseyen yargıçlar, zor davalarda, insan hak ve ödevleri,
toplumlarının hukuk doktrini ve siyasi yapısını en iyi biçimde yansıtan bir
dizi tutarlı ilkeyi bulmaya çalışarak karar verir. Yorum; konusunu
olabildiğinin en iyisi yapar. Bu bağlamda prensiplerin hukuku yönetmesine izin
verdiğinizde o zaman hukukun kapsamındaki en iyileri ortak karakter haline
getirmeye çalışıyorsunuzdur. Bu da hukuku bütünlüğü noktasında görüp en iyiyi
yapmak ve hukuki yorumda kesin doğruluk demektir.
Dworkin’e göre politik bütünlüğün
iki ilkesi vardır: Yasama organını ilgilendiren yönü; yasayı yapanlardan yasal
düzenlemelerin ve tüm hukuk düzeninin ahlaken tutarlı olmasının sağlanmasıdır.
Yargısal yönünü ilgilendiren prensip; yasaların olabildiğince ahlakla tutarlı olarak
ele alınmasını talep etmektedir. Böylece yargıç, yoruma ahlaki bir görünüm
kazandırmalı ve onu adalet ve hakkaniyet kavramlarıyla tutarlı kılabilmelidir.
Tutarlı olarak verilen bir karar aynı zamanda geçmiş yargısal kararların adalet
ve hakkaniyet hakkındaki yaklaşımlarını aşağı-yukarı yansıtacaktır. … bütünlük
Dworkin’de aynı zamanda ahlaksal bir ideal ve politik zorunluluktur.
6.2.4. Hukuk Kuralları Ve İlkeler
Dworkin hukukun özünün bağımsız normatif ilkeler olduğunu
belirtmektedir. Bu ilkeler geçerlilikleri bakımından hukuka bağlı olmamalarına
rağmen, hukuku tamamlamaktadırlar. Bu yönüyle teorisinin doğal hukuk
özelliklerini içerdiği belirtilebilir. Dworkin ilkelerin geçerliliği hakkında
çok az şey belirtmektedir. İlgilendiği temel nokta, ilkelerin hukuka ait
olduğunu göstermektir. Bu ilkeler pozitivistlerin tanımladığı anlamda hukukun
içinde yer almazlar.
Çağdaş pozitivistlerden H.L.A. Hart’a göre hukuk sistemi,
birincil ve ikincil kurallardan oluşmaktadır. Hart’a göre, birincil normlar,
kişilerin belirli şeyleri yapmalarını emreden, bazı davranışları yasaklayıp
bazılarına izin veren, yani kapsamı içerisinde toplumsal davranış kalıpları
barındıran normlardır. Örneğin, ceza hukukundaki kurallar bu türe dahildir.
İkincil kurallar ise üç kısımdan oluşur: (1) Yargılamaya ilişkin kurallar, (2)
değiştirme kuralları ve (3) tanıma kuralı. (1) Yargılamaya ilişkin kurallar,
mahkemelerin yapısını düzenleyen, onlara davalara bakma ve karar verme
yetkisini veren, yargılamanın usulünü belirleyen kurallardır. (2) Değiştirme
kuralları, birincil kuralların değiştirilmesi ve kaldırılması usulünü
belirlemektedir. Bunlara, vatandaşların sözleşme ile birincil kurallarda
değişiklik yapması da dahildir. (3) Tanıma kuralı ise, hukuk sistemindeki
kuralların geçerlilik ölçütlerini belirlemektedir.
Bu işlevlerle nitelendirilen ikincil normların en önemlisi
ise, “tanıma kuralı”dır. Davranış kalıbı içeren kurallardan hangisinin hukuk
olarak kabul edilebileceğinin ölçütü, hukukîlik ölçütü olarak tanımlanabilecek
olan “tanıma kuralı” vasıtasıyla belirlenir. Hart’a göre, ikincil normlar,
birincil normların, kesin olarak belirlenmesi, ortaya konulması, ortadan
kaldırılması, değiştirilmesi ve ihlal edilmesini kesin olarak belirleme
biçimini ortaya koyan normlardır. Yani,
tanıma kuralı, neyin hukuk olduğunu gösteren ölçüttür.
Hart, çözümün kurallar dâhilinde bulunamaması durumunda
tek bir doğru yanıtın var olmadığını iddia etmiş ve sorunun çözümündeki kilit
rolü, yargısal takdir ilkesine bırakmıştır. Bu anlamda Austin ile paralel bir çizgi
takip eden Hart, yargıçlara, hukuku bulup uygulamanın yanı sıra, onu, yani
hukuku, yaratma yetkisini de vermiştir.
Bu
duruma ise, Dworkin, şu şekilde cevap verir:
1-
Toplum, çoğunluk tarafından seçilen kadın ve erkekler tarafından yönetilir.
Dolayısıyla yasama hakkı bu kişilere aittir. Ancak yargıçlar, seçilmiş kişilere
dâhil olmadıklarından ve bu anlamda da yasa yapma sorumluluğuna sahip
olmadıklarından ötürü, yasama yetkisine sahip olamazlar.
2-
Yargıçlar, yeni bir hukuk yaratır, yani takdir yetkisini kullanırlarsa, mahkeme
sonucunda davayı kaybeden taraf, davadan önce vuku bulan bir olayda yapması
gereken herhangi bir ödevi yerine getirmediği için değil, olaydan sonra açılan
davada, sonradan ortaya konulmuş bir ödevi yerine getirmediği için cezalandırılmış
olacaktır. Dolayısıyla bu durumda, davayı kaybeden kişi, önceden bilmediği bir
durumdan ya da ödevden ötürü cezaî müeyyideye maruz kalmış olacaktır.
Dworkine göre
hukuk ilkeler, politikalar ve diğer standart türlerinden oluşmaktadır. Bu
çerçevede Dworkin, hukuku,
sadece kurallardan ibaret görmemekte ve hukuk tanımı içerisinde ilkeler ile
politikalara da yer vermektedir; yani ilkeler ve politikalar hukuku dışarıdan
değerlendirmeye yönelik standartlar olmayıp, bizatihi hukuk düşüncesi
içerisinde yer almaktadırlar. Dworkin,
politikadan bir toplumun politik, sosyal veya ekonomik gelişimiyle
ilgili ulaşılacak bir amacı anlarken ilkeyi, adalet veya hakkaniyet gerekliliği
veya ahlakiliğin bir diğer gerekliliği olarak düşünmektedir.
Dolayısıyla hukukî pozitivizmin, yargıcın takdir yetkisini
kullanması gerektiğine ilişkin görüşüne karşı Dworkin, tutarlı bir şekilde,
yargıçlar için böyle güçlü bir takdir yetkisinin olamayacağını ve dahası “doğru
cevap” yoktur iddialarının yanlış olduğunu savunur. Zira Dworkin’e göre, her
davada, mutlaka bir “doğru yanıt” vardır ve yargıcın yapması gereken de geriye
dönük olarak bir takım haklar yaratmak, yani kendi takdir yetkisinden hareketle
bir şey uydurmak değil, davadaki tarafların haklarının ne olduğunu
belirlemektir. Yani o dava için söz konusu olan doğru yanıtı bulmaktır.
Örnek: Dworkin Rigg V. Palmer davasını ilkelerin hukukta
uygulanması açısından örnek verir:
Yasada mirasçının
öldürdüğü miras bırakanından, miras alamayacağına ilişkin açık bir hüküm yoktur.
Mahkeme üyelerinin çoğunluğu vasiyetnameyle ilgili yasanın lafzi yorum ve
okunmasının bu davada uygulanmaması gerektiğini düşünmüşlerdir. Burada söze
göre yorum yerine evrensel, bütün medeni ülkelerde uygulanan temel bir
maksimin; “hiç kimsenin kendi hileli davranışından kazanç sağlamasına veya
kendi yanlışından avantaj elde etmesine, kendi işlediği suç vasıtasıyla mülk
edinmesine ya da kendi fesadına dayanarak iddiada bulunması izin verilmemesi
ilkesinin kullanılması tercih edilmiştir[33].
Dworkin’e göre lafzi
olarak yorumlandığında, vasiyetnameyi düzenleyen yasaya göre mirasın toruna
verilmesi gerekeceği yadsınamaz. Yargıçları fikir ayrılığına düşüren yasanın
anlamının ne olduğudur…. Anglo-Amerikan hukuk sistemi içerisinde; …. (bu
davada) gerekçe olarak var olan bir hukuk kuralına değil prensibe dayanılmıştır
ve bu gibi prensipler hukuk kurallarından farklıdır[34].
Dworkin’e göre ise hukuk, kurallara olduğu kadar ilkelere
de bağlıdır. Bu ilkeler, ahlâkî ilkelerdir. Zor durumlarda, kuralların,
herhangi bir şeyi emretmediği yerlerde yargıç, ilkelerle bağlanmıştır ve takdir
yetkisine sahip değildir. Dolayısıyla yargıçlar, hukuku yaratmazlar, sadece onu
keşfederler. Bu anlamda Dworkin, Hart’ın düşüncesinden farklı olarak
“kuralların” yanı sıra ilkelerin varlığını da şart koşar. Zira Hart, hukuku
kurallardan ibaret sayarken, Dworkin, hukuku, kurallar ve ilkeler bütünü olarak
tanımlamaktadır. Buna göre, ilkeler de tıpkı kurallar gibi hukuk dâhilinde yer
almaktadırlar. Bunun anlamı, ilkelerin, hukukun dışarıdan değerlendirilmesini
sağlayan standartlar olmamalarıdır. Fakat kurallar ile ilkeler birbirlerinden
farklıdırlar. İlkelerin kurallardan farkı, yol gösterici maksimler olmalarıdır.
Dworkin’in hukuki pozitivizme
itirazlarından biride getirdiği ilke-kural ayrımıdır. Dworkin’de ilkeler de
kurallar gibi hukukun içinde yer almaktadır, yani ilkeler, hukuku dışarıdan
değerlendirmeye yönelik standartlar değillerdir. Ancak hukuki ilkeler ve hukuk
kuralları birbirinden farklıdır. İlkeler yol gösterici maksimler işlevini
yerine getirmektedirler. Örneğin hiç kimsenin kendi yanlışından kazanç sağlayamayacağı
standardı bir ilkedir. Dworkin hukuki
kurallar ve hukuki ilkeler arasındaki şekli farkları da kabul etmektedir.
Örneğin, hukuk kurallarının varlığı hukuki geçerlilik kriteriyle düzenlenmiş
olmalarıyla ilgilidir. Böylece hukuk kuralları, hukuki kararlara egemen olmak
eğiliminde olup yargıçları belirli sonuçlara ulaşmada bağlayıcıdırlar. Hukuki
ilkeler ise, hukuki geçerlilikten farklı olarak dengelemeye ilişkindir.
Dworkin’e göre, hukuki ilkeler çerçevesinde hüküm verilmesi, uyuşmazlıkla
ilgili olan durumlara hukuk kurallarının uygulanmasından farklıdır. Zira
geçerli bir hukuk kuralı uyuşmazlığa otomatik şekilde uygulanırken, ilkelere
göre karar vermede ilkelerin önemi veya ağırlığının belirlenip diğer ilkelerle
muhtemel dengelenmesi göz önüne alınmaktadır. Bunun dışında hukuk kurallarının
belirli organlar tarafından çıkarılması söz konusuyken ilkeler bakımından böyle
bir şey söz konusu değildir. İlkeler, herhangi bir organın iradesi olmayıp,
devletin dışında oluşmaktadırlar. İlkelerin bu şekilde oluşması da Dworkin’in
ahlaki objektivizmiyle ilgilidir. İlkeler kendiliğinden toplumsal süreç içinde
ortaya çıkarlar; iyiniyet, hakkaniyet gibidirler. Pozitivistlerden
farklılaşarak ilkelere yüklemiş olduğu bu anlam, onu doğal hukukçulara
yaklaştırmaktadır.
Dworkin, kurallarla ilkeleri şu şekilde ayırır: Bir
kuralın uygulanması, uygulamaya karar verilmesi durumunda ya da bir
uyuşmazlığın giderilmesi için gerçekleştirilir. Hukuk sisteminin bir parçası
olmakla birlikte prensipler kurallardan farklıdır. Hukuk normu davayı ya tam
olarak kontrolü altında bulundurur yani uyuşmazlığı çözmek için elverişlidir ya
da dava için uygun değildir. Hukuk kuralı davaya “ya hep ya hiç” tarzında yön
verir. Buna karşın hukuk normunun sustuğu, çözüm getiremediği zor davalarda
hukuk prensipleri hukuk normunun yerini alabilir. Zor davalarda yargıç, hukuk
kurallarını tüketmiştir. Bu noktada hukuk normunun yapamadığını hukukun genel
prensipleri yapar ve hukuki yükümlülük yükler. Ancak yine de hukuk prensipleri
bir problemin hukuki sonucunu doğrudan ve otomatik olarak belirlemez[35].
Bir
prensibin yaygın olarak kullanılmaması prensip olmadığı anlamına gelmez.
Gelecek davalarda muhalif düşünceler ortadan kalkar veya zayıflarsa söz konusu
prensip yargısal kararlarda etkin olacaktır. Prensipler durumun gereklerine
göre bir argüman olarak değişik yönlerde göz önünde bulundurulabilir.
Kuralın uygulanması ‘ya hep ya hiç’ sonucunu doğurur.
İlkenin uygulanması durumlarında bu söz konusu değildir. İlkenin uygulanması,
bir karara neden sağlar, fakat kararla neden, uyuşmak zorunda değildir. İlkeler
kendi aralarında çelişik, zıt olabilirler. Uygulamada ilkelerin
değerlendirilmesinin yapılıp, verilecek karara uygulanması gerekir. İlkelerin
birbirlerine çelişik, zıt olma durumları nedeniyle kendi aralarında ağırlık
veya önem farklılığı vardır. İki prensip çatıştığında bunların bir diğerine
göre göreceli ağırlığına dikkat etmemiz ve görece ağırlığı olan hukuk
prensibini tercih etmemiz gerekir. Yani somut bir durumda ikisi de geçersiz
olmamasına karşın hukuki prensipler birbiriyle çatışabilir. Bu olasılıkta
yarışan hukuk ilkeleri arasında ahlaki sezgilerimizle karar veririz.
Birbiriyle karşılaşan iki prensipten bir tanesinin
somut durumda diğerinin üstünde ve karar için daha elverişli olduğu
varsayılacaktır. Bu tıpkı insanın ahlak yaşamında değer çatışması yaşadığı
somut hayat olayında hangi değerin tayin edileceğine ilişkin formüle
benzemektedir. Bu durum değerlerden birisini diğerine tercih etmek zorunda
kalarak iradi seçim yapmayı gerektirir. Ancak bu ağırlık verilmeyen ve o anda
seçilmeyen prensibin etkisini ve gücünü kaybedeceği anlamına gelmez. Bunun
aksine, iki hukuk kuralının birbiriyle çeliştiği durumda onlardan biri ya da
diğerinin geçersiz olduğu ya da yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini
biliyoruz.
Örnek: karı-kocadan birinin diğeri aleyhine bir ceza davasında tanık
olmaya zorlanamayacağı ilkesi. –karı-kocanın tek bir beden olduğu ya da
aralarındaki çıkar bütünleşmesidir. Karşı görüş olarak bu ilke ceza davalarında
savunulamaz. Devlet ve kamu çıkarı söz konusu olduğunda şahitliğin mahkemeye
serbestçe getirilmesi gerektiğini iddia ederler. … bu iki farklı etik endişe aile bütünlüğünün
korunması ve kamu çıkarının üstünlüğü değerlerini çatışmasından
kaynaklanmaktadır. Bunların birbirine dengelemek zorunluluğu olmakla beraber
tam ve açık bir formülünü ortaya koymak zordur[36].
Bir diğer prensipler çatışması örneğinde bir otomobil firmasının satış
sözleşmesinde yer alan bir sorumsuzluk klozunu mahkeme kabul etmemiş ve
yaralanan davacı lehine hükmetmiştir. Çünkü mahkemeler hukuka aykırı sonuçlara
alet olmamalıdırlar. Otomobil üretimi otomobillerin hayatımızdaki yeri ve can
güvenliği açısından özel bir öneme sahiptirler. Bu bağlamda da otomobil
üreticisi sözleşme hazırlarken daha dikkatli davranmalıdır. Sözleşme serbestisi
bir prensip olmakla beraber sözleşmenin ekonomik yönden güçsüz olan tarafının
korunması da genel ilkedir[37].
Dworkin’e göre hukuk, kurallar ve
ilkeler yanında politikalardan da oluşmaktadır. Böylece yasama organı, karar
alırken politikaları da göz önüne almak durumundadır. Politikalar ise …
amaçlarla ilgilidir. Ancak bunun anlamı, yasamada ilkelerin söz konusu olmaması
demek değildir. Aksine yasamada da ilkeler söz konusu olabilir. Hatta Dworkin
yasa koyucuların ilkelerin koruyucusu olduklarını da açıkça belirtmektedir
(Dworkin 1996:31). Bu durumda yasa koyucular kararlarını alırken siyasete
ilişkin argümanlar ile ilkeye ilişkin argümanları birbiriyle dengelemek
durumundadırlar. Siyasete ilişkin argümanlar, siyasal toplumun amaçları veya
refahıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. İlkeye ilişkin argümanlarsa
bireysel haklar bağlamında söz konusudur. Bu çerçevede Dworkin’in hakların
daima mutlak olduğunu tartışmaması, hakların politikalarla dengelenmesini de
mümkün kılmaktadır. Ancak bu düşünce, Dworkin’in hakların her türlü kamusal
politikalar uğruna ilhak edilmesine izin verdiği anlamına gelmemektedir.
Dworkin’e göre ilkeler, bireysel hakları
tespit etmeyi kasteden argümanlarken, politikalar, kolektif amaçların tespitini
ifade eden argümanlardır. İlkeler, hakları tanımlayan argümanlar, politikalar
ise, amaçları tanımlayan argümanlardır. Peki hak ve amaç nedir ve de farkları
nelerdir? Mesela, ifade özgürlüğü amaç değil, bir haktır, çünkü vatandaşlar,
politik ahlâkiliğin bir sorunu olan özgürlük hakkına sahiptirler. Bununla
birlikte savaş araçları imalatını artırmak, bir amaçtır, çünkü bu, kolektif
refaha katkıda bulunan bir durumdur.
Mademki ilkeler politikalar karşısında üstünlüğe sahiptir
ve haklar ilkelere, kolektif amaçlar da politikalara karşılık gelmektedir, o
zaman haklar ile kolektif amaçlar arasında bir ilişki söz konusu olduğunda
ortaya çıkan sonuç, hakların, kolektif amaçlar üzerinde birer koz olmalarıdır.
Bunun anlamı ise, herhangi bir hak ile kolektif amacın çatışması durumunda,
üstünlüğün herhâlükârda hakka ait olmasıdır. Mesela, üniversite kampüsü ile
şehir merkezi arasında, mesafeyi kısaltma amacıyla yeni bir yol yapılması
planlanmış olsun. Ancak bu yolun yapılması için A kişisinin evinin yıkılması
kaçınılmaz hale gelsin. Bu durumda, şayet A kişisi, evinin yıkılmasına rıza
göstermiyorsa, yol yapımı planı iptal edilmelidir. Çünkü mülkiyet bir haktır ve
kişinin rızası hilafına evi kamulaştırılıp yıkılamaz.
Dworkin’e göre, zor davalarda hâkimler, siyasi sorumluluk
anlayışı çerçevesinde
mevcut
hukukun uygulamalarını meşrulaştıran bir siyasî kuramı kabul etmelidirler. Yani
mevcut hukukun “siyasî ahlâkı” çerçevesinde bir karar vermelidirler. Bu kadar
önemli olan yargılama işini, Dworkin’e göre, ancak insanüstü beceri, öğrenme,
sabır ve dirayete sahip olan bir yargıç yapabilir. Bu yargıç ise, Herkül’dür.
Bu anlamda herhangi bir davada, doğru yanıtı bulabilecek olan, yukarıdaki niteliklere
sahip bir yargıç, yani Herkülse de her yargıcın öncelikli amacı ve görevi,
doğru yanıtı bulmak olmalıdır. Bu anlamda yargıçların dışında, avukatların da
bu amacın bir parçası olduğunu ifade eden Dworkin, avukatların, yargıçlara,
hukukî sistemin ilke, değer ve geleneklerini yanlış anladıklarına ilişkin
eleştiriler getirebileceğinin altını çizer. Dworkin, avukatların dışında
sıradan vatandaşların da sivil itaatsizlik yoluyla bu sürece dâhil
olabileceklerini savunmuştur.
6.2.5. Dworkin’in Adalet Anlayışı ve
Dağıtım Problemi
Dworkin, dağıtıcı adalet üzerindeki
düşüncelerini varsayımsal bir ıssız ada hikayesi üzerinden kurar. Bu hikayeye
göre bir gemi kazası yaşanmıştır. Bu kazadan kurtulanlar zengin ve verimli olan
ancak hiç kimsenin mülkiyetinde olmayan bir adaya çıkarlar. Dworkin başlangıç
durumunda, Rawls’un aksine, kaynakların dağıtımında bir eşitliği sağlamaya
çalışır (Rawls’da ise daha öncelikli ilke dağıtım ilkesi değildi).
Kazazedeler adadaki tüm zenginliklerin bir
dökümünü yapar ve para yerine kullanılmak üzere her bir kazazedeye yüz midye
kabuğu verilir.
Rawls’un başlangıç durumunda insanlar
farklı yönleri itibariyle farklı iken Dworkin’de herkes zenginlik bakımından
eşittir: Yüzer midye kabuğu.
Dworkin’e göre bireyler bu midye kabukları
ile herkes kendi değerlerini, ihtiyaçlarını düşünerek, adanın sunduğu farklı
zenginlikleri satın alacaklardır. Hiç kimse diğerinin değer ve ihtiyaçlarına
karışmayacaktır. Her birey kendi yaşam planına sahiptir ve buna dayanarak
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar.
Adanın kaynakları satın alınırken,
-
Açık arttırma yapılır ve
-
Alıcılar, bir kıskançlık testine tabi
tutulurlar.
Örneğin, (x) toprağını satın alan kişi bu toprakta tenis kortu kurup teniz
oynamayı sevdiği için tenis oynuyor. (y)
toprağını satın alan kişi tarımla uğraşmayı seviyor ve tarlasında bir şeyler
yetiştiriyor. (z) toprağını alan
kişiyse yetenkleri ve mizacı doğrultusunda bir eğlence tesisi kuruyor. Kişiler
açık arttırma ile bu toprakları aldıktan sonra kıskançlık testine tabi olurlar.
Kıskançlık testi, açık arttırma sonucunda tarlaları, adanın zenginliklerini
satın alan için bir hayıflanma duyulmamasını ifade eder. Eğer tenis kortu
sahibi bu tarlayı değil de şu ağacı alsaydım derse kıskançlık testinden geçemez
ve eşitlik sağlanamamış olur.
Böyle bir kıskançlık yoksa artık işler
piyasa ekonomisine göre işler. Burada kişiler farklı tercihlerde bulunmuşlardır
ve bu nedenle gelir dağılımında illa ki eşitsizlikler doğar.
Dworkin bu eşitsizliklerin sadece ve sadece
kişilerin bireysel seçimlerinden doğması halinde toplumun bu ekonomik
eşitsizlikleri kompanse etmek zorunda olmadığını düşünür. Ancak, eğer
eşitsizlikler kişilerin başlangıçtaki tercihlerinden bağımsız doğuyorsa,
örneğin, tarlasında bir şeyler yetiştiren ve yetirmek için elinden geleni yapan
kişi “doğal şanssızlık”tan doğan bir sebeple, örneğin tarlasına yıldırım
düşmesi nedeniyle yani tamamen kendi dışındaki bir sebepten ötürü eşitsizliğe
uğruyorsa, toplum bu eşitsizliği kompanse etmelidir. Benzeri biçimde, doğuştan
gelen kimi özellikler (doğuştan engelli oluş, zeka geriliği vs) yine kişilerin
doğa durumundaki tercihlerinden bağımsızdır. Bu eşitsizlikler de telafi
edilmelidir.
Peki, ama bu telafi nasıl ve nereden
karşılanacak?
Bu soruya yanıtı Dworkin serbest piyasa
ekonomisinin yanı sıra bir de sigorta piyasası öngörerek aşmaya çalışır.
Sigorta piyasası, aslında, bildiğimiz vergi
sistemidir.
Başlangıçta herkese yüzer midye kabuğu
dağıtılmıştı. Dworkin’e göre herkes bu tür doğal şanssızlıklarla
karşılaşabileceği için, bunu öngören insanlar başlangıçta belli bir oranda
midye kabuğunu sigorta piyasasına vergi olarak verirler. Daha sonra da, örneğin
her yıl, gelirlerinin belli bir oranını vergi olarak vermeye devam ederler.
Böylece doğuştan gelen ve doğal eşitsizlikler ama sadece bunlar telafi
edilecektir.
Peki, ekonomik eşitsizliklerin telafi
edilmesinde Rawls’un dağıtım ilkesi ile Dworkin’in sigorta piyasası formülü
arasında ne fark vardır?
Rawls’da en dezavantajlı grubun durumunda
onların lehine olacak bir değişiklik yaratılması esastı. Yani gelir
dağılımındaki eşitsizlikler her halükarda en dezavantajlının lehine olmalıydı.
Örneğin, parasını tamamen kendi tercihleri yüzünden, borsada oynaması nedeniyle
kaybeden kişinin durumunun telafi edilmesi imkanı Rawls’da mevcuttur.
Oysa Dworkin’de kişi en dezavantajlı grupta
da olsa, doğuştan gelen ya da doğal bir şanssızlıktan ileri gelmeyen, kişisel
tercihlerden doğan bir eşitsizlik varsa bu kişinin durumunun düzelmesi lehine
herhangi bir düzenleme yapılması amaç olmayacaktır.
Dworkin’e
Eleştiriler
-
Herkese ta baştan yüzer midye kabuğu
verebilecek bir düzen var mı?
Dworkin’de mevcut düzen içinde bunun
sağlanması mümkün değildir. Her şeye yeniden başlanmalı, kartlar yeniden
dağıtılmalıdır. Bu ise Dworkin’in devrimci olduğu anlamına gelmez. Liberalizmi
yeniden kuralım demektir bu.
-
Peki, başlangıçta birden fazla kişi aynı
zenginliği almak isterse ne olacak?
Dworkin’e göre bu durumda yaşam planları
çerçevesinde ve bu plana uygun olarak o kaynağı en çok isteyen kişi o kaynağı
açık arttırma yolu ile alır.
İlgililere: Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,”
Ertuğrul
Uzun, “H.L.A. Hart ve Sistem Olarak Hukuk,”
[1] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.217.
[2] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[3] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.218.
[4] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[5] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[6] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.219.
[7] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[8] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[9] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.221.
[10] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.221.
[11] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.225.
[12] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[13] Kant, The Science
of Right, pp.452-456.
[14] Kant, Ebedi
Barış Üzerine Felsefe Deneme, s.9, 14, 22.
[15] Güriz, Hukuk
Felsefesi, s.224.
[16] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[17] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[18] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[19] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[20] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[21] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[22] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[24] Güriz, s.289.
* John Austin, Hukukun
Belirlenmiş Alanı, Çev. Ü. Yükselbaba, S. Üye, U. Koloş, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 2015.
* John Austin, Hukukun
Belirlenmiş Alanı, Çev. Ü. Yükselbaba, S. Üye, U. Koloş, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 2015.
* John Austin, Hukukun
Belirlenmiş Alanı, Çev. Ü. Yükselbaba, S. Üye, U. Koloş, Tekin Yayınevi,
İstanbul, 2015.
[25] Metin, Ders
Notları
[26] Metin, Ders
Notları
[27] Güriz, s.314-315.
[28] Güriz, s.323-324.
[29] Metin, Hukuk
Felsefesi Ders Notları
[30] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.37.
[31] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.48-49.
[32] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde Yorum
Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.51.
[33] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.65-66.
[34] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.66.
[35] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.67.
[36] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.68-69.
[37] Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,” İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt LXI, Sayı 1-2, 2003, s.69.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder