2014-2015 Öğretim Yılı
Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Dersi İkinci Öğretim Örencileri
için
HUKUK SOSYOLOJİSİ
DERS NOTLARI
1. HUKUK SOSYOLOJİSİNİN ALANI VE
YÖNTEMLERİ
2. HUKUKUN İŞLEVLERİ
3. HUKUK SOSYOLOJİSİNİN ÖNCÜLERİ VE
HUKUKA SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
4. TOPLUMSAL DÜZEN VE İNSAN KİŞİLİĞİ
5. HUKUK VE TOPLUMSAL DÜZEN
BÖLÜM 1
HUKUK
SOSYOLOJİSİNİN ALANI VE YÖNTEMLERİ
Hukuk,
Toplumsal Gerçeklik ve Hukuk Sosyolojisi
Hukuk deyince genellikle hukuk araştırmacıları ve öğrencileri olarak ilk
aklımıza gelen devletin, usulune uygun yürürlüğe koyduğu yasalar bütünü ve buna
dayanan yaşama düzeni aklımıza gelir. Bu
çerçevede hukukun olduğu bir ülkede düzenin işleyişinin ve buna karşı çıkışın
yollarının hukukça çizildiği bir düzeni tasarımı ile karşı karşıya kalırız.
Kabaca tasvir ettiğimiz hukuku incelemek hukuk biliminin işidir. “Hukuk
bilimi, en geniş anlamda, temel unsurları pozitif hukuk kurallarında veya
bunların yaşamın her türden ayrıntısını kuşatmadığı durumlarda boşlukları doldurmaya
olanak veren ikincil düzeydeki hukuk kuralları ve kaynaklarında yer tutan
normatif yaşama düzenini inceler.” Hukukun
sistemleştirilmesi, çelişkilerinin giderilmesi ve boşluklarının doldurulması
hukuk biliminin çalışma konularını oluşturur. Bu bağlamda kanun başlıkları,
kanun numaraları (buna tüzük, yönetmelik ve başkaca düzenleyici işlemlerin
numaralandırılması da dahil edilmelidir) tekil madde numaraları veya başkaca
kataloglama usullerinin ötesinde, hukuk kaynaklarının iç tutarlılığı olan,
genelden özele, bütünden ayrıntıya, mantıksal bütünlükte bir hukuk ortaya
çıkabilmesi için bu alanlar hukuk biliminin uğraştığı sorunlardır.
Hukuk düzeni dediğimizde ise sanki toplumsal yaşam onsuz olmaz gibi
düşündüğümüz, hukukça biçimlendirilen bir düzen karşımıza çıkar. Hukuk düzeni,
insan ilişkilerinin her alanıyla ilgilidir; insanın doğumundan ölümüne kadar,
diğer insanlarla girdiği her türlü ekonomik, siyasi vb. ilişkilerde, hatta
insanların iktidar sistemiyle ilişkilerinde hukuk düzeniyle karşılaşırız.
Biyolojik
olarak doğanın bir parçası olan insan aynı zamanda toplumsal çevrenin de bir
parçasıdır. “Böyle bir çevre içinde insanlar, birbirleriyle girmiş oldukları
ilişkiler ve etkileşimlerle birtakım gruplara, kurumlara, örgütlere, değerlere
ve normlara hayat verirler. İnsanların etkileşim halinde yarattıkları bu
gerekliğe “toplumsal gerçeklik” veya “toplumsal yaşam” alanı denilir. Doğal
gerçeklik fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji gibi doğal bilimlerin konusunu
oluştururken, toplumsal gerçeklik sosyoloji psikoloji, ekonomi ve siyaset
bilimi gibi sosyal bilimlerin konusunu oluşturur”.
Kısaca toplum bilim olarak
tanımlayabileceğimiz sosyoloji “insanın toplumsal yaşamının, insan grupları ile
toplumlarının bilimsel incelemesini” yapar. İnsan gruplarının, toplumsal
yaşamın ve toplumdaki insan davranışlarının bilimsel olarak incelenmesi
sosyolojinin konusunu oluşturur. Toplum ise
kişilerin bir toplamı olmayıp bir etkileşim sistemidir. Toplum, belirli bir
kültürü ve bir takım toplumsal kurumları paylaşan insanlar arasındaki
ilişkilerden meydana gelir. Başka bir deyişle toplumu oluşturan şey bireylerden
çok bireylerin arasındaki ilişkiler, paylaştıkları değerler ve davranış
kalıplarıdır. Toplum halinde yaşayan insanlar ortak kültür içinde birtakım
değerleri, kuralları ve kurumları yaratırlar ve paylaşırlar. Ortaya çıkan
değerler, kurumlar ve kurallar kişilerin birbirlerine davranışlarını ve belirli
durumlar karşısında davranış beklentilerini belirler.
Böylece
toplum içinde insan ilişkilerini düzenleyen görenekler, gelenekler, din
kuralları, hukuk kuralları, ahlak kuralları ve görgü kurallarından oluşan bir
sistem vardır. Bunların yanında insanların ihtiyaçları ve kaygıları
çerçevesinde ortaya çıkan toplumsal değer ve normları işler kılan toplumun
yapısal bileşenleri olan kurumlar vardır. Aile, din, siyaset, ekonomi, eğitim
ve hukuk gibi kurumlar, toplumsal hayata ilişkin düzeni sağlarken, ihtiyaçlar
farklılaştığında değişebilmekte, bazen ortadan kalkabilmektedirler.
Bir toplum içinde toplumsal yaşamı düzenleyen normlar arasında hukuk
modern dönemle birlikte, diğerlerin etkin olduğu alan küçülmesi pahasına
giderek etki alanı genişlemiştir. Medeni hukuktan anayasa hukukuna veya daha
ayrıntıda iş hukukundan orman hukukuna, hukuk insan toplumsal yaşamının her alanına
uzanan toplumsal düzen makinesinin en büyük çarklarından biri haline gelmiştir.
Modern toplum, yasakoyucunun hukukla sağlanan toplumsal düzeni tasarlarken akla
dayanmıştır. Kapitalizmin temel karakteristiği olan rasyonel toplumsal düzen,
ihlal edildiğinde ihlale yaptırımla karşılık verilir. Dolayısıyla, hukuk düzeni
ile toplumsal düzen arasındaki ilişkinin niteliği nedir, tartışmak gerekir.
Hukuk düzeni devletin hukuku yaptırımlandırmasıyla güvenceye alınmıştır. Bu
düzen, toplumun bütününde iktidarını yürüten devlet yönünden yapılmış bir
tercihi yansıtır. Hukuk düzenin normlarda ortaya çıkan içeriği ile iktidarın
nasıl bir toplum istediğinin de göstergesi olarak anlamlıdır. Bu nedenle
bireylerden onaylanmayı talep eden hukuk onaylandığında aynı zamanda devlet de
onaylanmış olacaktır. Böylece hukuk onaylandığında iktidar meşru hale gelir.
Aynı şekilde iktidar onaylandığında veya desteklendiğinde hukuk da meşru hale
gelir. Meşru onaylanan hukuk, hukuk devleti ilkesine doğru götürür bizi. Hukuk
devleti ilkesi, yönetenlerin de yönetilenlerle aynı hukuka bağlanması ile
tamamlanır. “Hukuk devletinin hazır bir varlık olmayıp, varlığı gözetilen ve
korunması, hatta geliştirilmesi gereken bir ilke olması, bize devletin
iktidarının da her koşulda meşru olmadığını, daha ileri şekilde
meşrulaştırılması gerektiğini de ima eder. Dolayısıyla, öncelikle, her hukuk
düzeni sorgulanmaksızın meşru sayılmamalıdır; zaten pratikte kimse bunu
yapmamaktadır.”
Hukukun bir tasarım olarak öne
sürdüğü yaşam modeli, toplumsal yaşamın birebir yansıması değildir. Hukukun
kurduğu düzen, bir fiksiyondur. Hukuk, kurduğu düzene uyulmasını talep eder.
Ama toplumsal gerçeklikle hukuksal düzen arasında birebir uyuşma mümkün
değildir.
Toplumsal yaşamı mükemmel surette düzenleme iddiasındaki hukuk ile
toplumsal gerçekliğin kendisi aynı şey değildir. Birincisi, hukuk toplumsal
gerçekliğe ve onu düzenlemeye yönelik idealleştirilmiş tasarımdır. İkincisi ise
yaşamın kendi maddi gerçekliğidir. Toplumsal yaşam hukuka dışsal bir varlığa
sahiptir; çünkü hukukun toplumsal gerçekliğe uygun olup olmadığı veya aykırı
olup olmadığı değerlendirilmesi yapılabilmektedir. Hukuk toplumsal bir olgudur.
Sosyolojinin konusu toplumsal olgulardır. Hukukta bir toplumsal kurum olarak,
toplumsal olgulardan biridir. E. Durkheim’in çalışmalarında belirttiği
çerçevede toplumsal olgu bireye dışsaldır ve zorlayıcıdır. Toplumsal olguların
failleri bireyler olmakla birlikte, bu olgular faillerinde bağımsızlaşırlar ve
nesnellik olarak karşımıza çıkarlar. Örneğin Durkheim işbölümünü bir toplumsal
olgu olarak incelemiştir. İşbölümü insanların dışında yer alır ve insanları
kendine uymaya zorlar.
İdeal bir tasarım olarak hukuk, toplumsal olguları hukuk ile toplumsal
yaşam arasındaki gerilimlerin su yüzüne çıkmasıyla dikkate almak zorunda
kalmıştır. Modernitenin sonuçlarının etkili bir şekilde görülmeye başlandığı,
özellikle aydınlanma dönemi olarak ifade ettiğimiz dönemde 17. yüzyıl
ortalarından itibaren kapitalizmin gelişmesine uygun şekilde burjuvazinin
iktidardan pay isteği ortaya çıkar. Doğal hukuk ve haklar anlayışı kapitalizme
uygun devletin yeniden örgütlenmesinin felsefi altyapısını oluşturdu. 1640 İngiliz devrimi ve sonrası, 1789 Fransız
devrimi, 1848 Avrupa devrimleri sonrası burjuvazinin iktidarı ile toplumu
rasyonel olarak düzenleyen pozitif hukuk ağırlık kazandı.
“İyi tasarlanmış” hukuk
düzeninin temel gerekçesi toplumun sorunlarını çözmektir; fakat bu iddia ile
ortaya çıkan hukuk düzeni toplumda ortaya çıkan sorunlara cevap vermekte
yetersiz kalmıştır. Bu düzen kimin adına inşa edilmiştir ve sürdürülmektedir
sorusu gündeme gelmiştir. Liberalizmin evrensel doğal haklara dayanan değerleri
toplumun tümünün sorunlarını çözememiştir. Ortaya çıkan işçi sınıfının
sorunlarına ve taleplerine bu hukuk düzeni cevap üretememiştir. Toplumsal
çatışmanın ortaya çıkmasıyla hukuk akla dayalı ideal bir toplum düzeni çizdiği
düşüncesi inandırıcılığını ve güvenilirliğini yitirmiştir. Bu noktada hukukun çatışmayı
önlemek için kullanıldığını görürüz. Bu nokta, toplumsal gerçekliğin
incelenmesini zorunlu hale geldi. Bu hem sosyolojinin kurulmasının hem de hukuk
sosyolojisinin geliştirilmesinin başlangıç noktasını oluşturdu. Toplumdaki çatışmayı çözmek için
toplumu anlamak ve bunu ortadan kaldırmak için ne yapılabileceğini araştırmak
gerekiyordu. Sosyoloji, toplumsal yaşam alanını veya
toplumsal gerçekliği incelemeye çalışan, onu anlama ve açıklama yönünde
çabalayan bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Sosyolojinin inceleme alanı
toplumsal yaşamdır. Dolayısıyla bu durum, sosyolojinin tek tek kişileri değil;
kişilerin toplumsal yaşam içinde kurdukları ilişki kalıplarını, etkileşimlerini
ve davranış biçimlerini incelemeye çalışır. Sosyologlar, insanların değişik
toplumsal gruplarda ve toplumlarda nasıl ilişki kurduklarını, ne tür ilişki ve
etkileşim kalıpları yarattıklarını, hangi tarz davranışlar sergilediklerini, ne
gibi değerlerin, normların, kurumların ve örgütlerin oluşmasını sağladıklarını;
aynı zamanda toplumsal etkileşim sürecinde yaratıp geliştirdikleri
davranış
kalıplarının, örgütlerin, kurumların, toplumsal değer ve normların insan ilişki
ve davranışlarını nasıl etkilediğini anlamaya ve açıklamaya çalışırlar. Bu
çerçevede sosyo-ekonomik statü, din, kültür, hukuk, yaş, cinsiyet ve eğitim
gibi faktörlerin insan ilişkilerini ve davranışlarını nasıl etkilediğini ve
farklılaştırdığını incelerler.
Hukuk,
toplumsal hayat üzerindeki örgütlü kamusal kontrolün bir ifadesidir. Toplumsal düzenin sürdürülmesinde ve toplumun
organizasyonunda önemli işlevlere sahip olan hukukun, hem kendisinin bir
toplumsal olgu olması, hem de nesnesinin toplum içindeki insanlar olması
dolayısıyla sosyolojinin konusu olması doğaldır. Yukarıda belirttiğimiz çatışma koşullarında çeşitli pozitivist yaklaşımı aşan
yeni hukuk kuramları ortaya çıkmıştır. “Jhering gibi hukuka sosyal fayda
ile yaklaşmak, ya menfaatler içtihadındaki gibi toplumsal çıkarları
değerlendirmeye almak, ya Amerikan sosyolojik hukuk biliminin hukukun sosyal
mühendislik yönünde araçsal kullanımı yaklaşımı ya da sorunu fazla büyütmeden Fransız
serbest hukuk okulunun savunduğu gibi, yargıcın karar almadaki özgürlüğünü
arttırarak soruna çözüm bulmak çabası ifade edilmeye başlandı. Bu yaklaşımların
yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar geliştirildiğini görüyoruz”.
“Hukuk sosyolojisi bu anlamda, toplumsal gerçeklik ile bunu düzenlediği
iddiasındaki hukuku birlikte inceler. Toplumsal gerçekliğin bütününden çeşitli
araştırma konuları çıkarıldığı ve sosyolojiler inşa edilebildiği koşullarda
hukuk sosyolojisinin gelişimi başladı. Hukuk sosyolojisinin içindeki araştırma
disiplinleri de aynı yolu izledi ve genel sosyoloji konularıyla örtüşebilir
hale geldi. Örneğin, aile sosyolojisi ile hukukun işlevinin birlikte dikkate
alınması bir hukuk sosyolojisi araştırması mahiyetindedir. Bu, hukukun temas ettiği
her toplumsal alana yönelik olarak genişletilebilir bir yaklaşımdır”.
Bilim Olarak
Hukuk Sosyolojisi
Hukuku anlamaya yönelik yaklaşımlar arasında hukukun üç boyutlu olduğu
konusundaki yaklaşım ağırlık kazanır. Burada
üç boyut etik değer, toplumsal olgu ve norm olarak ayırt edilmiştir. Etik değer
boyutu hukuk felsefecisinin, toplumsal olgu boyutu hukuk sosyologunun ve norm pozitif
hukukçunun çalışma alanları olarak ayrıştırılabilir.
Hukuk sosyolojisinin bilim olarak neyi hedefediği ve hukuk uygulamasında
işe yarayıp yaramayacağı sorunu hukuk bilimi ve hukuk felsefesiyle
karşılaştırılmak suretiyle ele alınmalıdır. Hukuk toplumsal yaşam içinde yer
alan insan ilişkilerini düzenleme iddiasıyla ortaya çıkarken, bunu normatif
şekilde ortaya koyar. Normlar davranışı düzenlerler ve rasyonel şekilde ifade
edilen emirlerden oluşurlar. Normlar kendilerine uyulmayı emrederler. Her bir
normun altında doğru davranışın ne olduğuna dair bir düşünce vardır. Örneğin
hırsızlığı yasaklayan bir normun altında, hırsızlığın kötü bir davranış
olduğunu ifade etmiş olur. Neyin doğru/yanlış olduğunu belirten normun içindeki
değer aslında tartışılmaya açıktır. Hukuk uygulamacısından beklenen hukukun
tartışılmadan önündeki uyuşmazlığa uygulanmasıdır. Hukuk bilimi işte bu sınırlarda
hukuku konu edinir. Yani hukukun meşruluğu, etkinliği sorunuyla ilgilenmez.
Sadece yürüklükteki hukuk ve normlarla ilgilenir.
Hukukçu toplumsal düzeni temin eden bir aktördür, hukuk bilimi de ona
temel bilgisel araç ve metotları temin eder. Hukuk
bilimi, hukukun boşluksuz olması gerektiği önkabulünden hareketle çalışır. Eğer
fiilen bir boşluk mevcutsa, bu da hukukun sınırları içinde, yargıç tarafından
doldurulur.
Hukuk biliminin objesi gerçeklik değil bir düzen tasarımıdır. Konusu
tasarım olan hukuk bir bilim midir, değil midir? Bilimler, doğa bilimleri ve
sosyal bilimler olarak iki temel sınıfa ayrılmıştır. Her ikisinin objelerini
oluşturan olgu ve süreçler, bilim
adamına dışsal maddi gerçeklikleri vardır. Bunların dışında kalan mantık ve
matematik gibi objesi maddi olmayan araştırma alanları, bilim değil, teknik
olarak adlandırılabilir. Bu durum mantık ve matematiğin değersiz kılmaz çünkü onlar
olmaksızın hiçbir bilimde doğrulama ve/veya yanlışlamayı başarabilmek, yani
bilginin konu edindiği objeleri yansıtıp yansıtmadığını denetlemek
olanaksızdır.
Bu açıdan bakıldığında, hukuk bilimi bu sınıflandırmaların içine dahil
edilemez. Hukuk bilimi, bu anlamda, objesi maddi olmadığı için doğa bilimleri
ve sosyal bilimler anlamında bir bilim sayılmamak gerekir. Bu alanda N. S.
Timasheff’in kullanmayı tercih ettiği ideografik
ve nomografik bilimler ayrımına
başvurabiliriz. Bu yaklaşıma göre, objesi bir tasarım olan hukuk bilimi
ideografik bir bilimdir. Bunun karşısında, objesi toplumsal olgular olan hukuk
sosyolojisi nomografik bir bilimdir.
Hukuk biliminde bilginin olgulara uygunluğunu denetleyerek bir doğrulama
yoluna gitmek, yani gözlem yoluyla test etmek olanağı mevcut değildir. Bunun
yerine, hukuka ait bilginin bileşenleri arasındaki uyum veya uyumsuzluk
analitik olarak incelenir. Hukuk sosyolojisinin ise, nomografik bilim olarak
objesi maddidir; araştırma yöntem ve teknikleriyle bilgisinin objesine uygun
olup olmadığı denetlenir ve hukuk sosyolojisi nihai hedef olarak incelediği
objelere yönelik genellemeler şeklinde düzenlilikleri saptamaya çalışır. Hukuk
sosyolojisinin aksine, hukuk biliminde bilgi yanlışlanabilir değildir; objesine
uygunluk yerine iç tutarlılık esas alınır. Hukuk, buradaki ele alınış şekliyle,
işleyişindeki amaç ve çalışma usulleri bakımından ahlak ve politika sanatının
benzeridir.
Hukuk sosyolojisi ile hukuk bilimi arasındaki ilişkide bir diğer önemli nokta, hukuk sosyolojisinin bilgisinin
betimleyici veya açıklayıcı, oysa hukuk biliminin bilgisinin normatif, yani
düzenleyici olmasıdır. Hukuk sosyolojisi hukukla ilişkili olguların ve bunlarla
ilgili insan eylemlerinin düzenliliklerini açıklamaya kavuşturan bir bilimdir. Bunun
karşısında, hukuk biliminin hedefi toplumsal düzenin işlemeyen yönlerini tamir
ederek topluma düzen getirmek veya mevcut düzenlemeyi geliştirmektir.
Diğer bilimlerle hukuk sosyolojisinin ilişkisine bakarsak; her bilim dalı
gibi hukuk sosyolojisi de felsefeden, hukukla bağlantılı olarak hukuk
felsefesinden bağımsızlaşmıştır. Felsefe kavramlarla işgörür. Felsefe insana ve
evrene ilişkin hakikati bulmaya çalışır.
Felsefe sezgisel ve sistemik nitelikli şekilde dış dünyanın kavramsal ve
analitik bilgisini kurar. Diğer bir ifadeyle evren ve insana dair anlam kurar.
Bu bilgi yanlışlanabilir ya da doğrulanabilir nitelikte değildir. Felsefe sorular sorarak aydınlatılmaya değer
toplumsal olguları ve başlangıç düzeyindeki kavramsal çerçeveyi sağlayarak
hukuk sosyolojisine katkıda bulunur.
Tarih ve hukuk tarihi, incelenecek olgu ve süreçlerin bütünsel bilgisini
sağladığı için hukuk sosyologunun bütünsel nitelikte kuramlar kurmasına olanak
sağlar. Tarihsel bilgi bize bilimsel nitelikte bilgi sağlamaz. Olaylar geçmişte
yaşanmış ve tekrar edilemez niteliktedir, test edilemezler. Tarihçi, açıklama
getirmek istediği olaylar seçtiği gibi, bu olayları çevreleyen toplumsal
olayların hangisinin incelemeye dahil olacağını da seçer. Tarihsel olayı elde
ettiği bilgilerle yeniden kurar. Böylece, tarihçinin ürettiği bilgiyi de,
doğrulamak veya yanlışlamak olanaksızdır. Sonuç olarak, tarihsel bilgiyi de
bilimsel bilgi sayma olanağı yoktur. Sosyoloji kuramları, hep geniş bir tarih
bilgisi olanlar tarafından kurgulanabilmiştir. Tarih bilgisi, sosyolojiye
toplumsalın anlaşılması için bilgi ve sürece dair birikim sağladığı önemi
büyüktür.
Hukuk sosyolojisi bir
bilim dalı olarak çok yakın bir döneme aittir. Fakat hukuk düzeni üzerine
çalışmalar çok daha eskiye dayanır. Bu
açıdan, olağan koşullarda hukuk uygulaması için hukuk sosyolojisi mutlak bir
gereklilik değildir. Hukuka verili hukuk düzeninin çerçevesinden bakarsak zaten
hukuku sosyolojisine de ihtiyaç duymayız. Fakat hukukla toplumu daha iyi
düzenleme gibi hukukun araçsal kullanımını hedefleniyorsa, hukuk sosyolojisinin
sağladığı bilgi gereklilik haline gelir. Nedenlerini sıralarsak; birincisi,
modern toplum koşullarında daha iyi
işleyen bir toplumsal düzen için, konuyla ilgili toplumsal fenomenlerin daha
iyi bilinmesi gerekir. Buna, hukuk sosyolojisinin status quo’yu sürdürmek yolunda kullanımı diyebiliriz. İkinci olarak
ise, toplumsal değişme için hukukun araçsal kullanımı söz konusu
olabilmektedir. Hukuksal değişme devrimci değişimler için kullanılabileceği
gibi, azalan hukukun etkinliğinin arttırılması için de kullanılabilir. Burada
hukukun araç olarak devrimci kullanımına hukuk devrimi koşullarındaki
kullanımını örnek verebiliriz. Diğeri ise, örneğin daha kalabalıklaşan
kentlerde artan suçları önlemeye yönelik kullanımda görülebildiği gibi,
toplumsal düzeni daha dinamik algılamayla yeniden tesis etme yönündeki
kullanımdır. Bu
değişimlerin yönünün tayin edilebilmesi için hukuk sosyolojisinin sağladığı
bilgilere ihtiyaç duyulur.
Hukuk
sosyolojisin toplumsal süreçler ve fenomenlere ilişkin sağladığı bilginin
başarılı olması kullanımının da başarılı olacağı anlamına gelmez. Bu bilgi
yargıç, yasakoyucu veya hukukla ilgili başka kurumlar ve aktörler tarafından
hukuk politikalarını belirlemede kullanılır. Fakat bu bilgi ile birlikte bu
kişi ve kurumların hangi toplumsal değerleri temel aldıkları ve/veya hangi
ideolojiye sahip oldukları bilginin kullanımına yön verir. Örneğin çalışanların sosyal
güvenliklerinin pratikte işlemediği bilgisi, bir sosyal güvenliğe önem vermeyen
bir hukuk politikası çerçevesinde sürdürülmesi gereken bir durum olarak
değerlendirilebilir. Aynı bilgi sosyal güvenlik konusunun güçlendirilmesini
düşünen başka bir hukuk politikası yaklaşımı çerçevesinde bu alanda reform
yapılması gerektiği yönünde kullanılabilir. Burada, ilk yaklaşıma sınai
işletmelerin daha düşük işgücü maliyetiyle rekabet gücünün yüksek olacağını
düşünen bir neo-liberal, diğerine de çalışan sınıfların tatmininin toplumsal
düzeni daha sağlamlaştıracağına inanan bir hukukçu veya politikacıyı örnek
verebiliriz. Örnekte, aynı bilgi uygulamaya dönük iki farklı tutuma hizmet
edebilir.
Hukuk
Sosyolojisinin Yöntemi
Hukuk sosyolojisi genel sosyolojinin yöntem ve tekniklerini kullanır. Araştırmacı
ilk aşamada, kendi gözlem, deneyleriyle, kültür birikimiyle ya da başka
bilimsel bilimsel bilgileri dolaylı şekille kullanarak kuramsal veya tümevarım
yöntemiyle bir bakış açısı oluşturur. İkinci
aşamada, oluşturduğu kuramsal bakış açısı çerçevesinde gözlem yoluyla test
edebilecek nitelikte önvarsayımlar oluşturur. Bu önvarsayımlara dayanılan olgu
ve süreçler deneylenebilecek şekilde inşa edilmelidir, ki böylece ölçülebilsin.
Üçüncü aşamada inşa edilen önvarsayımlar gözlem ve deneyle test edilir. Eğer
önvarsayımlar ölçülmeye elverişli şekilde kurulmuşlarsa başarılı sonuçlara
ulaşmak mümkün olur. Son aşamada, önvarsayımlar gözlem ve deney sürecinde
doğrulandığı veya yanlışlanmadığı ölçüde araştırma tamamlanarak bilimsel bilgi
ortaya konulur. Elde edilen bilgi yöntem
ve tekniklerin başarılı kullanılmasına bağlı olarak göreceli olabilen bir
bilgidir. Bu bilgiyi kesin doğru olarak kabul etmemek gerekir. Yeni kuramlar,
yöntemlerle ileride daha başarılı sonuçlara ulaşılabilir. Ya da elde edilen
bilgi daha ileri bilgiler elde etmek için yol açabilir. Fakat bu bilgi daha
ileri bilgiler elde edilmediği sürece araştırdığı konuyu aydınlattığı da kabul
edilir.
Bilimsel bilgi, doğal ve toplumsal dünyanın sistematik bir şekilde
incelenmesi sonucunda elde edilen bir bilgi türüdür. Bilimsel bilgiye, bilimsel
araştırma yöntem ve teknikleri kullanılarak ulaşılmaktadır.
Bilimsel
araştırmanın aşamalarına bağlı kalınarak elde edilen bilimsel bilginin bazı
özellikleri bulunmaktadır. Bilimsel bilgi olgusal ve mantıksaldır. Bunun yanı sıra
nesnel olma özelliğine de sahiptir. Bilimsel bilgi, araştırmacının her türlü
önyargı, kişisel beğeni, öznel tutum ve değer yargılarından mümkün olduğunca arındırılmış
bir bilgi türü olarak ifade edilmektedir. Her ne kadar araştırmacıların, kendi öznel
değer yargılarından tamamıyla arınması mümkün olmasa da araştırmada elde edilen
verilerin açıklanması, çözümlenmesi ve yorumlanması sürecinde nesnel olma çabası
gösterilmelidir. Bilimsel bilginin açık ve net olması son derece önemlidir.
Bilimsel bilginin diğer özellikleri arasında akla ve mantığa uygun bir bilgi
olmasına bağlı olarak kendi içinde düzenli, sistemli ve tutarlı olması yer
almaktadır. Bilimsel bilgi, aynı zamanda genellenebilir olma niteliğini de taşımaktadır.
Araştırma yöntem ve teknikleriyle elde edilen bilimsel bilgi, geçerli ve güvenilirdir.
Bilimsel bilginin bir başka niteliği ise eleştirel olmasıdır.
Bilimsel
araştırmalarda kullanılan yöntem, genel anlamda geçerli ve güvenilir bilimsel
bilgiye ulaşmak için izlenmesi gereken yolu ifade etmektedir. Başka bir deyişle,
bilimsel bilgiye hangi kuramsal bakış açısı ile ulaşılacağını, doğal ve
toplumsal olgu ve olayların nasıl ele alınacağını ve elde edilen verilerin nasıl
çözümleneceğini ve yorumlanacağını belirleyen bilimsel kurallar bütünü yöntem
olarak tanımlanmaktadır. Yöntem, bilimsel bilginin elde edilme sürecinde, araştırmacılara
araştırmanın nasıl yapılması gerektiğini sistematik bir biçimde sunan bir yol
haritası olarak ele alınabilir.
Hukuk Sosyolojisinde Kullanılan Yöntem ve Teknikler
(Aşağıdaki bölüm Koçak Turhanoğlu, F. A. (2012)
"Sosyoloji, Bilim ve Yöntem", Sosyolojide Araştırma Yöntem ve
Teknikleri, SOSYOLOJİ I, F. A. Koçak Turhanoğlu, (Ed.) Anadolu Ünivesitesi,
Açıköğretim Fakültesi Yayını adlı çalışmasından özetlenerek alınmıştır.)
Araştırma Teknikleri
Araştırma teknikleri, araştırma
konusunu oluşturan olguya dair veri toplamak için kullanılan araçlardır.
Deney : Değişkenler arasındaki ilişkilerin önceden
belirlenen hipotezlerin sınanması amacıyla kontrollü bir ortamda incelenmesine
deney adı verilir. Deney, denek belirli bir bağımsız değişkene tabi
tutulduğunda belirli bir olgunun ortaya çıktığını ve denek bu bağımsız
değişkene tabi tutulmadığı takdirde bu olgunun ortaya çıkmadığını
göstermelidir. Böylece neden sonuç ilişkisi ortaya konmuş olur. Deneyin en güçlü
yönü, neden sonuç ilişkilerinin varlığını ve yönünü ortaya çıkarması ve dış
etkileri kontrol atında tutmasıdır. Deneyin zayıf yönü ise ilk olarak dış
koşullar kontrol altında tutulduğu için sonuçların genellenmesi oldukça zordur.
Ayrıca deney koşulları nedeniyle denekler doğal davranmayabilirler. Bir deneyde
yer aldığını bilmek ya da izlendiğinin farkında olmak deneklerin normalde
gösterecekleri davranışlardan daha farklı davranışlar göstermelerine neden
olabilir. Ayrıca insanların düşünce ve davranışlarını etkileyen sosyal kurumların
laboratuvar ortamında yeniden yaratılması mümkün değildir, bu da sosyal
bilimlerde deney tekniğinin zayıflıklarından biridir.
Gözlem: Genel olarak gözlem, gündelik hayata
meydana gelen toplumsal eylemlerin doğrudan izlenmesi olarak tanımlanabilir.
1. Doğal gözlem: olayları oluş sırasında onlara müdahale
etmeksizin oldukları gibi gözlemektir. Doğal gözlem, değişkenleri denetim
altında bulundurma olanağından yoksundur. Doğal gözlem, katılımlı ve katılımsız
gözlem olarak ikiye ayrılır. Katılımlı gözlem, araştırıcının gözlemci kimliğini saklayabildiği veya
kendisini gözlemde bulunduğu grubun bir
üyesi olarak kabul ettirebildiği durumlarda söz konusudur. Katılımsız
gözlem: Olay veya grubun içine girmekten kaçınarak durumu dıştan izlemeye
çalışan araştırmacı, böylece bir ölçüde gözlemlerine nesnellik, genişlik ve
genellik kazandırma olanağını bulur.
2.
Sistematik gözlem ya da
“denetimli gözlem” olarak da adlandırılan yapılandırılmış gözlem,
araştırmacının belirlenmiş bir takım kural ve prosedürler
çerçevesinde katılımcılarla etkileşime girmeden veri topladığı gözlem
tekniğidir. Bu gözlem tekniğinin yapılandırılmış olarak adlandırılmasının
nedeni, gözlem sırasında bir gözlem çizelgesinin kullanılmasıdır. Gözlem
çizelgesinde neyin gözlemleneceği, gözlemde nelere dikkat edilmesi gerektiği ve
gözlemin nasıl kaydedilmesi gerektiği açık bir şekilde belirtilmiştir.
Anket: Sosyal
bilimlerde en sıklıkla kullanılan veri toplama tekniklerinden biri olan
anket,kısa sürede geniş bir örneklemden yüzeysel veriler elde etmek için
kullanılan, önceden hazırlanmış soruların katılımcılara postayla ya da internet
üzerinden gönderilmesi veya telefonla ya da yüzyüze sorulmasını içeren bir veri
toplama tekniğidir. Doğru
bir anket hazırlayabilmek için, konunun, amacın, evren ve örneklemin tam olarak
bilinmesi, anketi cevaplayan kişilerin eğitimi, sosyal, ekonomik ve politik
durumlarının iyice kavranması gerekir. Anket şekil bakımından açık uçlu
(doldurmalı) ve kapalı uçlu (çoktan seçmeli) olmak üzere iki şekilde hazırlanabilir.
Görüşme: Araştırmacının, bilgi almak ve verileri
toplamak istediği kişilere sorular sorup cevaplar alması ve bunları görüşme
formu üzerine işaretlemesi veya yazmasıdır.
Görüşmeleri Tam
özgür görüşmeler, Sınırlı görüşmeler, Derin görüşmeler olmak üzere üçe
ayırmak mümkündür.
Tam özgür
görüşmelerde görüşülen kişi, konu ve zaman bakımından
sınırlandırılmaz.
Derinliğine görüşmeler: Burada görüşülen kişiler, zamanla değil konu ile sınırlandırılmaktadır. Bir başka
söyleyişle kişiler araştırılacak konularda istedikleri ölçüde konuşup bilgi
verebilmektedirler.
Sınırlı görüşmeler:Çok sayıda kişilere en az bir saat sürebilen
derinlemesine görüşmeler yapmaya olanak bulunmadığından hem zamanla hem de konu
ile sınırlandırılmış olan görüşmelere başvurmak zorunlu olur.
Örnek Olay
İncelemesi (Vaka Çalışması): Vaka
çalışması olarak da adlandırılan örnek olay incelemesi, bir sosyal olgunun kendi
bağlamı içinde, çeşitli veri toplama teknikleriyle bilgi toplanarak
ampirik olarak incelenmesidir. Örnek olay incelemeleri bir veya birkaç olay ile
sınırlı olan, bu olay veya olaylardan geniş çaplı ve derinlemesine bilgi
toplayan çalışmalardır. Bir örnek olay incelemesinde örnek olay bir kişi
olabileceği gibi bir kurum, bir olay veya bir bölge de olabilir.
Yaşam
Öyküsü Görüşmesi: Yaşam
öyküsü görüşmeleri, “katılımcının yaşadığı hayatı, bu hayattan hatırında
kalanları,hayatı hakkında diğer insanların bilmesini istediği şeyleri, bir
görüşme esnasında ve mümkün olduğunca bütünüyle ve dürüst bir şekilde
anlatması” şeklinde tanımlanmaktadır. Yaşam öyküsü görüşmelerinde
araştırmacı,görüşmeciye mümkün olduğunca az müdahale ederek yaşam öyküsünü
yaşayanın kendi tercih ettiği sıralamada ve kendi tercih ettiği sözlerle
anlatmasını sağlamaya çalışır.
Sözlü Tarih
Görüşmesi: Sözlü tarih
görüşmesi, görüşmenin yapılma biçimi açısından yaşam öyküsü görüşmelerine benzer
ancak yaşam öyküsü görüşmesinde görüşme yaşamın tamamını, görüşmenin yapıldığı
güne kadar bütününü kapsarken sözlü tarih görüşmelerinde görüşmeye konu olan
kısım yaşamın tamamını kapsamaz, araştırma konusunu oluşturan olgunun tarihsel
sınırları içinde kalır. Sözlü tarih görüşmelerinde araştırmacı, olguların ve
gerçeklerin görüşülen kişi tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalışır,
bireysel yaşamlar ile daha geniş düzeydeki toplumsal olgu ve olaylar arasındaki
ilişkiyi keşfetmeyi amaçlar.
Sosyometri: Sosyometri, küçük gruplarda, bireyler arasındaki yaklaşma (çekim) ve
uzaklaşma (itim) modellerini açıklamayı sağlayan bir araştırma tekniğidir. Üzerinde araştırma yapılan grup küçük olmalı ve
bireyler birbirini tanımalıdır. Okuldaki bir sınıfta, yurtta, bir iş yerinde
ya da küçük bir köyde sosyometri tekniği uygulanabilir. Sosyometride amaç, grup içi dayanışmayı tespit
edip geçimsizlik ve uyumsuzlukları azaltmaktır. Sosyometri aracılığıyla bireyler
arası ilişkilerin derecesini, kimin lider özellikleri taşıdığını, hangi
bireylerin birbirleriyle daha çok iletişimi olduğunu öğrenebilmek mümkündür. Grubun
her üyesine, bazı günlük faaliyetleri kiminle yapmak istediğini belirtmesini
içeren sorular sorulur.
İstatistik: Sosyolog, diğer tekniklerle toplanılan verilen ne anlama geldiğini
ve bunlardan nasıl geçerli sonuçlar çıkartılabileceğini bilmek için
istatistiksel tekniklerden yararlanmak zorundadır.İstatistik, ölçülebilen olayların sayısal
olarak ifade edilmesidir. Elde edilen verilerin çözümlenip yorumlanmasıdır.
Değişkenler arasında bağlar kurmaya ve bilgileri grafik ya da tablolarla
göstermeye yarar.
Karşılaştırmalı Yöntem: Toplumsal bilimlerde doğal bilimlerdeki gibi deney yapmak
çok güç ve sınırlı olduğundan, bu eksikliği gidermek bakımından toplumsal
bilimlerde karşılaştırmalı yönteme başvurulmaktadır. Bu yöntemde, aynı olayın
zaman içinde ve farklı yerlerdeki durumunun karşılaştırılarak incelenmesidir.
Örneğin aile kurumunun 17. yüzyıldaki durumu ile günümüzdeki durumunu
karşılaştırarak incelemek aradaki farklılık ve değişmeleri açıklamaktır. Farklı
toplumlardaki köylerin birbirleriyle karşılaştırılmasının yapılması buna örnek
olarak gösterilebilir.
Survey (Tarama): Surveyler aynı değişken hakkında çok
sayıda kaynaktan bilgi toplanmasını içeren araştırmalardır. Bu tip
araştırmalarda gözlem ve görüşme gibi çeşitli veri toplama teknikleri
kullanılmakla birlikte, en sık başvurulan veri toplama tekniği ankettir (De
Vaus, 1990: 3). Bunun nedeni, anket tekniğinin her katılımcıya aynı soruların
aynı şekilde sorulmasını gerektirmesi, standartlaştırılmış veriler elde
edilmesini sağlamasıdır. Böylece veriler istatistiksel olarak işlenebilir.
BÖLÜM 2
HUKUKUN İŞLEVLERİ
(Bu
bölüm Mehmet Yüksel, Zakir Avşar, Kasım Akbaş, Hukuk Sosyolojisi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları (2012)
kitabının 30-33. Sayfasından aynen alınmıştır.)
Giriş
Hukuk, toplumsal yaşamın belli bir uyum
ve istikrar içinde sürdürülmesinde önemli işlevler görür. Hukukun bu işlevleri,
modern toplum yapılarında daha da ağırlıklı bir yere sahiptir. Hukuk, giderek
karmaşıklaşıp çeşitlenen ilişkileri, davranışları ve olayları, önceden
düzenleyip çerçeveleyerek toplumsal sorunların ortaya çıkmasını önler. Ayrıca,
saptanan sınırlara uymayan veya belirlenmiş çerçevenin dışına çıkan eylemleri,
yaptırım ve zorlayıcı mekanizmalarla denetim altına alarak toplumsal kontrolün
sağlanmasına katkıda bulunur. Toplumsal düzeni sağlama ve toplumsal kontrolü
gerçekleştirme işlevlerine rağmen bireyler, gruplar, örgütler ve kurumlar
arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkları ise ihtilaf çözme kural, prosedür ve
mekanizmalarıyla sonlandırmaya çalışır.
Hukukun İşlevlerine Genel Bakış
Hukuk, toplumların varlığını
sürdürmelerine esas teşkil eden belirli işlevler görür. Hukuk, her şeyden önce
bir toplumun üyeleri arasındaki ilişkileri tanımlayarak, hangi davranışlara ve
etkinliklere izin verildiğini, hangilerinin kapsam dışı bırakıldığını
bildirerek, toplumsal bütünleşmeyi sağlamaya katkıda bulunur. Toplumsal hayatın
değişen koşullarına bağlı olarak gruplar ve bireyler arasındaki ilişkileri
yeniden tanımlayarak, bunların topluma uyum gösterme kabiliyetlerinin devamını
mümkün kılar. Hukukun, bir bütün olarak toplumun temel örgütlenmesine en önemli
katkısı, bireyler ve gruplar arası ilişkileri özellikle ve açıkça
tanımlamasıdır. Bu sayede, insan-insan, grup-grup ilişkisi çerçevesinde
insanların ve grupların birbirlerinden beklentilerini belirler; her biri,
diğerleri karşısında hangi haklara sahip
olduğunu, ne tür taleplerde bulunabileceğini, görev ve sorumluluklarının
neler olduğunu bilir. Böylece, çok farklı özelliklere sahip bireylerin ve
grupların birlikte yaşamasının temelleri atılır. Ayrıca hukuk, toplum hayatında
meydana gelen sıkıntıları ve sorunları, ortaya çıkar çıkmaz bilinçli insan
müdahalesiyle düzenleme yeteneğine de sahiptir (Hoebel, 1970: 17).
Hukukun temel toplumsal işlevlerini,
Funk’tan (1972: 278-293) hareketle şöyle sıralamak mümkündür:
1) Meşrulaştırma ve yasallaştırma: Hukukun işlevlerinden birisi, hükümet
veya yönetim organlarını yasal bir temele kavuşturmaktır. Bu işlev, yönetim
organlarına siyasal meşruiyet sağlama ve yetkili kılma bakımından gerekli
düzenlemelerin yapılması anlamına gelir. Örneğin, anayasa hukukunun birincil
işlevi, kanun koyucunun faaliyetlerine ve kararlarına meşruiyet kazandırmaktır.
Böylece, anayasa hukuku, parlamentonun yasama etkinliklerine hukuksal bir zemin
oluşturur. Aynı şekilde, parlamento da yapacağı hukuksal düzenlemelerle bir
hukuksal örgüt olarak mahkemelere meşru ve yasal bir temel sağlamış olur.
Mahkemeler de yarattıkları hukuk yoluyla bazı hukuksal kural ve ilkelerin
oluşumuna hayat verir.
2) İktidarı paylaştırma: Hukukun bir diğer temel işlevi, toplumdaki hükümet
gücünü veya siyasal iktidarı paylaştırmaktır. Meşrulaştırma işlevi, iktidar
gücünü kullanan kimselerin eylemlerine meşru ve yasal bir temel kazandırırken,
iktidarın paylaştırılması veya dağıtılması fonksiyonu, hükmetmek gücünü
gerçekten kimlerin veya hangi grupların kullanacağını belirler. Hukuk, bir
yandan belli organlara veya görevlilere bazı yetkileri verirken öte yandan,
diğerlerini bu yetkilerden yoksun bırakır. Hukuk, aynı zamanda, bir grup olarak
yönetenlere de tüm yetkileri vermeyerek yönetenler ile vatandaşlar arasında gücü
paylaştırmış olur. Hukukun bu şekilde bir kullanımı, daha ziyade hukuk devleti
ilkesi çerçevesinde gerçekleşebilir.
3) Toplumsal yaşamı düzenleme: Hukukun önemli bir işlevi de toplumsal ve bireysel
etkileşimlere, bir model veya çerçeve sağlayarak toplum hayatını düzenlemektir.
Bu işlevin yerine getirilmesinde, zorlamaya daha az ihtiyaç duyulur.
Oluşturulan kalıbın veya modelin bizatihi kendisi, bünyesinde ilişkilerin ve
etkileşimlerin vuku bulacağı kategorileri sağlar. Hukukun bu işlevi, toplumun
düzenlenmesi, organizasyon yaratma, toplumsal ilişkileri çerçeveleme gibi
farklı terimlerle de dile getirilir. Herhangi bir hukuksal sistem, büyük ölçüde
hukukun toplumsal düzen sağlama işlevi etrafında inşa edilir. Hukuk, bireylerin
kendi özel eylem ve etkinliklerini düzenleyebilecekleri bir çerçeve oluşturur.
Böylece hukuk, bireylere kendi isteklerini gerçekleştirebilmek bakımından
kolaylıklar sağlamış veya fırsatlar sunmuş olur. Hukuk bunu, bireylere bazı
yetkiler vererek, hukukun zorlayıcı çerçevesi içinde haklarını, görev ve
sorumluluklarını belirleyerek yapar.
4) Toplumsal kontrolü sağlama: Toplumsal barış ve düzeni sürdürebilmek için,
zorlama ve zorlama tehdidiyle toplumun üyelerini kontrol altına almak da
hukukun temel işlevlerindendir. Hukukun düzenleyici işlevi, nispeten düşük bir
maliyetle insan ilişkileri ve etkileşimleri için bir çerçeve oluştururken;
toplumsal kontrol fonksiyonu, gerçek bir düzenin sağlanmasını güvenceye alır.
Bireyler, ilişkilerini ve etkileşimlerini hukuksal çerçeveye uydurmayı reddettikleri
veya bundan kaçındıkları zaman, toplumsal maliyetine rağmen kontrolü temin etme
zorunlu hale gelir. Bu işleviyle hukuk, toplumdaki potansiyel çatışmalarla
ilgilenir ve bunları gerçek bir toplumsal barışın engelleri olmaktan çıkarır.
Bu işlevin yerine getirilmesinde ceza hukukunun önemli bir yere sahip olduğu
söylenebilir.
5) Uyuşmazlıkları çözme ve adalet dağıtma: Hukukun kontrol
fonksiyonu, daha çok çatışmaların ve ihtilaşarın ortaya çıkmasını önlemeye
yönelirken; hukukun bu işlevi, meydana geldikten sonra çatışmaları çözmek,
ihtilaşarı gidermek ve herkese hakkı olanı vererek adalet dağıtmaya dönüktür.
Burada amaç, toplumsal barışı ve düzeni sürdürmekten ziyade bozulan düzenleyici
çerçeveyi onarıp eski haline getirmektir. Bunun toplumsal maliyeti, kontrol
fonksiyonundan kaynaklanan maliyetten çok daha yüksektir. Bu işlev çerçevesinde
hukuktan beklenen, ihtilaflara son vermek üzere toplumsal ilgileri veya
çıkarları dengelemektir. İster hukuk sistemi içindeki en görünür örgütler olan
mahkemeler eliyle; ister uyuşmazlıkları çözmekle görevli diğer organlar
vasıtasıyla olsun, toplumsal sistem içinde ortaya çıkan çatışmaları çözmek ve
ihtilafları gidermek, hukukun başlıca işlevlerinden birisidir.
6) Toplumu veya bireyleri değiştirme: Hukukun önemli bir fonksiyonu da belli
bir toplumda bilinçli insan eliyle değişimin bir aracı olarak hizmet görmektir.
Hukukun bilinçli planlı bir toplumsal değişmenin aracı olarak kullanılması,
kimi bireylerin veya grupların değişimi arzu etmelerine, bu yönde çaba göstermelerine
bağlıdır. Demokratik bir sistemde bilinçli bir şekilde değişim isteyen
kimseler, politik bakımdan aktif insanların bir çoğunluğu olabileceği gibi, bir
seçkin kanaat önderleri grubu da olabilir. Otoriter bir rejimde ise başlıca
iktidar sahipleri, değişimi isteyen kimseler olabilirler. Toplumsal yaşamda,
aynı zamanda hukuk yoluyla değiştirilmesi gereken çok sayıda birey olabilir.
Nispeten az sayıda bireyin değiştirilmesi gerekiyorsa ve bunlar iktidar
mevkilerinde de değilseler, hukuk onları belli toplumsal standartlara uyumlu
davranmaya zorlamak için kullanılır. Böylesi kimseleri sapkın olarak tanımlayan
standartlar, toplumun bütünü tarafından konmuş olabileceği gibi, iktidar
sahipleri veya seçkin kanaat önderleri grubu tarafından da belirlenmiş olabilir.
Çok az sayıda insanın veya bir küçük grubun, kendi kendilerini değiştirmek
üzere hukuku bir araç olarak kullanmaları pek muhtemel değildir. Buna karşılık,
toplumun baskın bir çoğunluğu, hukuku sapkın bir grubu değiştirmek üzere
kullanabileceği gibi, bizzat kendisini de değiştirmek üzere kullanabilir.
Hukukun yukarıda sıralanan temel
işlevleri, birbirinden bağımsız değişkenler olarak düşünülmemelidir. Bunlar,
gerek bütün olarak hukuk sistemiyle, gerek diğerleriyle yakından bağlantılı
işlevlerdir.
BÖLÜM 3
HUKUK
SOSYOLOJİSİNDE ÖNCÜ ÇALIŞMALAR VE KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
Giriş
Hukuk sosyolojisinin ayrı bir disiplin olarak gelişmesinde
birçok düşünür önem arzeder. Bu gelişimi takip edebilmek ve arka planını
kavrayabilmek bakımından öncü çalışmalara bakmak gerekmektedir. Bu çerçevede
sınırlı sayıda düşünürler incelenecektir: İslam düşünürü İbn-i Haldun, Fransız
siyaset felsefecisi ve teorisyeni Charles Louis de Seconndat de Montesquieu
anlatılacaktır. Saint Simon, Aguste Comte sosyolojinin ayrı bilim dalı haline
gelmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır. sosyolojinin “Kurucu Babaları” olarak anılan
Marx, Durkheim ve Weber’in yaklaşımları da klasik sosyolojik teoriler
çerçevesinde ele alınacaktır.
İBN-İ HALDUN (1332-1406) ***** BU BAŞLIĞIN NOTLARI HUKUK FELSEFESİNİN İÇİNDE YER
ALMAKTADIR. O YÜZDEN TEKRAR BURAYA ALINMAMIŞTIR
MONTESQUIEU (1689-1755)
Hayatı: Charles-Louis de Secondat
Baron de Montesquien XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağının en ilgi çeken düşünürlerinden
birisidir. Soylu bir aileden gelen Montesquieu, 1689 yılında Bordeaux
yakınlarındaki de la Brede’de doğmuştur. Bordeaux Üniversitesini 1707 yılında
bitirerek avukatlığa başlayan düşünüre, 1706 yılında ölen amcası baronluk
unvanını, malını ve mahkeme başkanlığını miras olarak bırakmıştır. Malî
sorunları kalmayan ve doğa bilimlerine olan merakı hukuka galebe çalan
Montesquieu, Bordeaux Bilimler Akademisine katılarak anatomi, fizik, fizyoloji
gibi doğa bilimlerine eğilmiş, denemeler kaleme almıştır. 1721 yılında, bir
anlamda “Kanunların Ruhu” adlı eserinin temelini oluşturan “Lettres Persanes”i
(İran Mektupları) yayınlamış ve büyük bir ün kazanmıştır.
XVIII. yüzyıl pozitivist
düşüncenin filizlenme çağıdır; rasyonalizmden amprizme, metafizik düşünceden
sosyolojik bir hukuk anlayışına geçişin ilk işaretleri bu dönemde karşımıza
çıkmaktadır. İşte Montesquieu bu geçiş döneminin en tipik temsilcilerinden
birisidir. Aydınlanma Çağının tüm özelliklerini yansıtır: Aklın yanında gözlem
ve deneye, doğayı tanıma yanında insanı anlamaya yer verir. Geniş bir tarih
kültürüne sahip olan düşünür aklın ışığı ile toplum düzenini ve sorunlarını yer
ve zaman içinde incelemeye çalışır.
Montesquieu, olgulardan
hareket ederek gözlem ve deney yoluyla araştırmalarını yürütmeye çalışır. O,
toplumsal ve hukuki olguları gözlemleyerek sınıflandırmış ve neden-sonuç
ilişkilerini anlamaya çalışmıştır. O,
olaylar arasındaki zorunlu ilişkileri buldukça, toplumun yasalarına ulaşmış ve
bu yasalar ile de olayları açıklamaya çalışmıştır. Böylece tümevarım ile
tümdengelimi birbirlerini tamamlayacak biçimde kullanmıştır. Kanunların
Ruhu’nda a priori biçimde ileri sürülmüş gibi görünen ilkeler, aslında
milletlerin tarihinin deneyiminden çıkarılmışlardır.
Hukukun “kanun” biçiminde
tespit edilen kısmını araştırmalarının odak noktası yapmış ve mevzu hukukun gerçekte
doğal ve toplumsal koşulların hemen hemen zorunlu bir sonucu olduğunu
belirtmesi bakımından da hukuk sosyolojisinin en önemli öncülerinden biri
olarak kabul edilebilir.
Montesquieu, karmaşık ve değişken bir görünüm arz eden
toplum manzarasının gerisinde, aslında davranışlardan, kurumlardan ve
yasalardan oluşmuş düzenli bir yapı bulunduğunu düşünür. Buna göre, toplumsal
kurumlar ve süreçler, amprik ve tarihsel analiz yoluyla keşfedilebilecek
belirli maddi koşulların ürünüdür. Bütün toplumsal olgular birbirine bağlıdır.
Her özgül yasa, başka bir yasayla bağlantılıdır. Böylece Montesquieu, bu
yaklaşımıyla, hukuku doğal haklar, doğal hukuk ve toplum sözleşmesi teorilerine
dayandıran Aydınlanma eğiliminden ayrılarak, yasaları ele alır ve yasaların
ruhu üzerinde etkili çevresel faktörler üzerinde yoğunlaşır.
Montesquieu’nun kanunlar hakkındaki kuramında esas
olarak üç kavram öne çıkar: Yasalar, gelenekler ve davranış tarzları. Ona göre
kanunlar, vatandaşların davranışlarını; gelenekler ise insan davranışlarını
düzenler. Gelenekler, daha çok kişinin iç yönelimiyle ilgiliyken davranış
tarzları dış yönetimiyle ilgilidir. Gelenekler ve davranış tarzları, kanunların
yerleştiremediği veya yerleştirmek istemediği alışkanlıklardır. Montesquieu’nun
kuramında kanunlar, örgütlü yapılarda vücut bulan, insan eliyle yapılmış
düzenlemeleri ifade eder. Devlet, kendisine siyasi ve hukuksal bağ ile bağlı
vatandaşların davranışlarına kanunlarla yön verir. Toplumun kendiliğinden
düzeninin bir ürünü olarak hayat bulan gelenekler ise daha çok insanın iç
yönelimiyle ilgili içselleştirilmiş kurallardır.
İnsanın içinde yer aldığı
doğal ve toplumsal çevrenin koşullarından etkilenir ve bu nedenle de bu doğal
ve toplumsal koşullar tarihin çeşitli dönemlerinde ve dünyanın çeşitli
yerlerinde birbirinden farklı toplumlar ve toplumsal müesseselerin ortaya
çıkmasına neden olmaktadır.
İnsanların ve toplumların
biçimlenmesinde iklim gibi doğal etkenler ile dini örf-âdet, ahlâk yönetim
biçimi gibi toplumsal kurumların yanında kanunları da dahil eder. Toplumsal düzenin sağlanmasında kanunlar kadar
birçok faktör de etkili kabul edilmiştir. Ona göre aklen bulunabilecek en
mükemmel kanunlarla bile bir toplumu istenilen biçime sokmak mümkün değildir.
Toplumsal yaşamı düzenlemede kanun koyucuların rolü vardır; fakat bu sınırsız
değildir. Kanun koyucu da içinde bulunduğu
koşullara bağımlıdır. Görüldüğü üzere Montesquieu, toplumsal düzenin
sağlanmasında hukukun dışında kalan türlü düzen tiplerinin varlığına da dikkati
çekmektedir.
Montesquieu Kanunların
Ruhu’nda canlı cansız tüm varlıkların kanunları olduğundan bahseder: Kanun, ona
göre, en geniş anlamda “eşya doğasından çıkan zorunlu ilişkiler”, yani
“varlıkların kendi aralarında ve bunlarla diğerleri arasında var olan
ilişkilerdir.” Kanun deyin
anlaşılması gerekenler doğal kanunlar, din kuralları, ahlâk kuralları,
hakkaniyet kuralları ve nihayet kanun koyucu tarafından konulmuş olan kanunlardır.
Montesquieu’nun “doğal kanun” diye nitelendirdiği şeyler “En geniş anlamda
kanun” dediği doğa kanunlarını ifade etmez. Bunlar insanın biyolojik ve
toplumsal yapısına yani içgüdüsel ve duygusal yaşamına ilişkindir ve dört
tanedir: 1) insanın korkak bir yaratık olması nedeniyle hemcinsleri ile barış
içinde yaşama arzusunda olması, 2) insanın beslenme için çaba göstermesi, 3)
insanların hayvansal bir içgüdü ile hemcinsini araması ve karşı cinse ilgi
duyması, 4) insanın hayvanlardan farklı olarak bilinçli bir biçimde hemcinsleri
ile bir toplum içinde yaşamak istemesi.
Hakkaniyet kurallarına gelince, Montesquieu adaletin objektif bir kural olduğuna
inanmakta ve bu nedenle geçerliliğinin insan fiillerine bağı bulunmadığını
savunmaktadır. Ona göre adalet insanların yaptıkları kanunlar için en başta
gelen değer ölçüsüdür. Ancak pozitif kanunlar insanların davranışlarında
gözetmeleri gereken, fakat çoğu kez ihlâlden kaçınmadıkları kurallar demektir.
Şu halde pozitif kanunlar yapılmadan önce çok önce bir takım adalet ilişkileri
ve bunları düzenleyecek kurallar vardır. Montesquieu’nun devletten ya da kanun
koyucuların kanun yapmalarından önce toplumda var olduğunu söylediği bu
kurallar kurtulmaya çalıştığı Doğal Hukuk ilkelerini ve günümüz sosyologlarınca
“kendiliğinden doğan” veya “spontane hukuk” dediği kuralları ifade etmektedir.
Yasa koyucu tarafından konmuş kurallara gelince, bunlar insanın toplum
yaşamına geçip kendini güçlü hissetmesi ve diğer insanlarla mücadeleye
girişmesi sonucunda, bu mücadeleyi düzenlemek, insanların birbirine zarar
vermelerini engellemek toplum yaşamında barış ve düzeni sağlamak üzere ortaya
çıkmıştır. Monteisquieu kanunların bir kısmının insanların yöneticilerle
ilişkilerini düzenleyen siyasî kanunlar, bir kısmının insanların birbirleriyle
ilişkilerini düzenleyen medenî kanunlar olduğunu belirttikten sonra, yeryüzünde
var olan birçok devletin de tıpkı insanlar gibi ilişkilerini düzenleyecek
kanunlara ihtiyacı olduğunu söyler. Böylece devletler hukuku kuralları da
kanunların diğer bir türünü oluşturur.
Montesquieu’ye göre
kanunlar (hukuk) toplum tarafından biçimlendirildiği gibi, toplum da kanunlar
tarafından biçimlendirilmektedir (özellikle İngiltere örneğinde olduğu gibi).
Bu fikir, Montesquieu’nun çağının çok ötesinde, tümüyle modern sosyolojik bir
fikir olarak karşımıza çıkmaktadır; zira onun zamanında hukuk, yani kanunlar
toplum dışında kanun koyucu tarafından empoze edilen kurallar olarak
algılanmaktadır.
Montesquieu’ya göre
toplumların nüfusları, ekonomik faaliyetleri de kanunları etkiler. Örneğin
ticaret ve taşımacılıkla geçinen toplumların kanunlarının tarımla uğraşanlara,
bunların da hayvancılıkla uğraşanlara oranla daha çok sayıda ve ayrıntılı
olduğu görülür. Böylece Montesquieu kanunlar ile ekonomik yaşam arasındaki ilişkilere
de dikkat çekerek (örneğin türlü ticarî faaliyetlerin, malî durumun, para,
altın ve gümüşün, mübadelenin, yeni ülkelerin keşfinin ve kolonileşmenin
kanunlar üzerindeki etkisi) örnekler verir.
İkinci olarak bir
milletin genel ruhunu belirleyen manevi etkenlerden bahseder. Bu etkenler bir
milletin din, hukuk, hükümet ilkeleri, ahlâk, örf-âdet ve geçmişten kalan
emsaller genel ruhu belirlerler. İşte
bir milletin genel ruhunu oluşturan türlü öğelerin aralarındaki etkileşim her
toplumda farklı dengeler yarattığı için, her toplumun genel ruhu, karakteristik
özellikleri de birbirinden farklı olmaktadır.
Montesquieu’ya göre belli
başlı yönetim biçimlerinin ortaya çıkmasında türlü etkenler rol oynar. Böylece
Montesquieu, yönetim biçimlerinin bir üst yapı olarak toplumun sosyo-ekonomik
ve kültürel alt yapısı tarafından oluşturulduğunu sezmiştir ve buna
“yönetimlerin doğası” adını verir. Türlü etkenler belli başlı üç yönetim
biçimine vücut verir: Monarşi, Cumhuriyet (a. Aristokratik Cumhuriyet, b.
Demokratik Cumhuriyet) ve despot.
Onun toplum, hukuk ve türlü
dış etkenler arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimi fark etmiş olması,
açıklamalarının yetersizliğine rağmen, son derece ilginçtir ve günümüzdeki
hukuk sosyolojisi için önemli araştırma alanları oluşturmaktadır.
II. KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
CLAUDE HENRİ SAİNT SİMON
(1760-1825)
Hayatı: Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Önce subay olmuş ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda
kısa zamanda albaylığa yükselmiştir. Sonra Nikaragua'da Atlas Okyanusu ile
Büyük Okyanus'u birleştirecek bir proje üzerinde çalışmış, daha sonra
İspanya'da Madrid'i denizle birleştirecek bir kanal projesi üzerinde
çalışmıştır. Fransız devrimi sırasında düşünceleri
sayesinde giyotinden kurtulmuş, sahip olduğu unvanlardan vazgeçtiği halde
devrimden sonra Fransa’da dokuz ay hapsedilmiştir. 1804’te sağlığı bozulana dek
refah içinde, daha sonra dostlarının yardımıyla yoksulluk içinde geçirmiştir.
Saint Simon, yapıcı bir reforma gidilerek bilime ve endüstriye dayanan bir
toplum inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Başlıca Eserleri:
·
Lettres
d'un habitant de Geneve a ses contemporains (Bir Cenevrelinin Çağdaşlarına
Mektupları, 1803)
·
Introduction
aux travaux scientifiques du XLX siecle (XLX. yy'ın Bilimsel Çalışmalanna
Giriş, 1807)
·
Esquisse
d'une Nouveau Encyclopedie (Yeni Bir Ansiklopedi Taslağı, 1810)
·
Memoiresur
la science de l'homme (İnsan Bilimi Üstüne İnceleme, 1813)
·
De
la reorganisation de la societe europeenne (Avrupa Toplumunun Yeniden
Düzenlenişi Üstüne, 1814 Augustin Thierry ile birlikte)
·
L'Industrie
(Endüstri kapitalizmin ilk dönemlerinin meseleleri üzerine çıkarttığı dergi,
1816-1817)
·
Du
Systeme industriel (Sanayi Sistemi Üstüne, 1823)
·
Le
Catechisme des industriels (Sanayicilerin Kutsal Kitabı, 1824)
·
Nouveau
Christianisme (Yeni Hristiyanlık, 1825)
Saint Simon Aydınlanma düşünürlerinin
düşüncelerinin yeni bir şekilde sentezlemiş ve gelişen kapitalizmi ve getirdiği
değişiklikleri görerek, toplumda feodal bağların çözülmesinden sonra toplumda
bütünleşmeyi sağlayacak araç olarak sosyoloji görmüştür. “Sanayi toplumu”
kavramını ilk kullanan ve aynı zamanda bir bilim olarak sosyolojinin
kurucularından olan Simon, doğa bilimlerinde kullanılan pozitif bilimin
yöntemlerin toplumsal olguların incelenmesinde de kullanılması gerektiğini
belirtir. Nasıl doğanın bilgisine pozitif yöntemlerle ulaşıp onları kontrol
altına aldıysak, aynı şekilde toplumsal alanda da toplumu kontrol altına almak
pozitif yöntemlerle onun bilgisine ulaşmakla mümkün olacaktır. Bu yeni bilimin
sosyal fiziktir. Sosyal fizikle topluma dair yasalar bulunabilecek ve böylece
toplumun ihtiyaç duyduğu reformlar bu yasalara göre yapılacaktır.
Fransız Devrimi Sanayi Devrimi yeni
bir sınıfı ortaya çıkarmış, evrensel insan hakları beyannamesi her sınıftan
insana yenilikler ve özgürlükler kazandırmıştır. Bu yeniliklere göre toplumun sanayi
toplumunun özelliklerine göre yeniden örgütlenmesi yönünde çalışmalar yapmıştır. Devrimin
ve gelişen kapitalizmin yarattığı karmaşadan rahatsız olan Saint Simon düzenin
ve istikrarın yeniden sağlanması gerektiğini düşünmektedir. Böyle bir toplumda
yapıcı reforme gidilmesi ve bu reformun temelinde bilim ve sanayiye dayanılması
gerektiğini belirtir. Bilimsel yöntemi ve bu yöntemin
felsefeyi de içine alacak şekilde genişlemesini ifade etmek için Pozitivizm terimini ilk kez kullanan da
Saint Simon’dur .
Toplumu
organizma gibi gören ve bu organizmanın evrimini inceleyen Saint Simon sağlıklı
bir toplumun ancak çeşitli parçalarının uyum içinde çalışmasıyla olabileceğini
belirtmişti. Toplumu yöneten bir ilerleme yasası vardı ve buna göre toplumlar
çeşitli aşamalardan geçmişlerdi. Saint Simon’a göre
toplumlar, her biri farklı bilgi biçimlerine dayanan üç aşama olan teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan
geçerler. Bu aşamalara bağlı olarak Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan
tek tanrılığa ve feodalizme, daha sonra da endüstri toplumuna doğru bir değişim
geçirmiştir. Saint Simon’dan önce de çeşitli düşünürler toplumun belirli
aşamalardan geçerek geliştiğini belirtmiştir, Simon’un özgün yönü, bu
gelişmenin ekonomik yönünü vurgulaması
ve her aşamaya özgü bir ekonomik yapının
olduğunu belirtmesidir. Bu aşamalardan birincisi
köleliğe, ikincisi feodalizme, üçüncüsü ise endüstriyel üretime
dayanmaktadı. Böylece Saint Simon her aşamaya özgü ekonomik yapı olduğnu
savunarak Marx tarafından geliştirilen tarihsel metaryalizm teorisinin öncüsü
kabul edilmiştir.
Saint Simon, endüstri toplumunda iki temel
sınıf olduğunu belirtir; tüm çalışanlar ve üretime katkıda bulunanlar endüstri
sınıfını oluştururlar. Bu sınıfın içinde bilim adamları, işçiler olduğu gibi,
fabrika sahipleri yatırımcılar vb. de yer alır. Üretime katkıda bulunmayan
diğer sınıf aylaklardır ya da başkalarının sırtından geçinen parazitlerdi. Saint
Simon çalışanları “bal arıları” olarak, çalışmayan sınıfı ise “eşek arıları” ya
da “aylaklar” olarak adlandırır. Endüstri toplumunda güç ve refah liyakata göre
bölüştürülecek ve işçi işveren işbirliği halinde toplumu yaratacak ve
geliştireceklerdir. Yine de toplumda yönetenler ve yönetilenler olacaktı. Toplumları
sanayi alanın önde gelenleri yönetmelidir. Herkes çalıştığı, görevini yerine
getirdiği oranda üretim artacak ve böylece yoksulluk azalacaktır. Yöneticilerin
görevlerini kötüye kullanmasının önündeki engel “yeni din” olacaktır.
Bilim, endüstri ve laikliğin hakim olduğu
endüstri toplumlarında, toplumu bir arada tutacak güç bilime dayanan yeni din
olacaktır (Saint Simon yeni dini Newton’a adamıştır ve “Newton Dini”
adlandırmasını önermiştir). Yeni din feodal toplumlardaki dayanışmayı sağlayan
ve ahlakı biçimlendiren dinin yerine alarak, yeni toplumun ahlaki temelini
oluşturacak ve toplumsal dayanışmayı sağlayacaktır. Bu dinin öncüleri ise bilim
adamları olacaktır.
Saint Simon toplumu incelemek için yeni
bir bilime ihtiyaç duyulduğunu ve bunun sosyal fizik olduğunu belirtmiştir. Bu
yeni bilimin yöntemi doğa bilimlerindeki gibi pozitif yöntemlerdir. Toplumun
evrimsel olarak ilerlediğini belirtmiş, diğer yandan toplumların temelinde
ekonomik yapının olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenlerle Comte’un, Durkheim’ın ve
Marx’ın görüşlerini etkilemiştir.
AUGUSTE COMTE:
POZİTİVİST SOSYOLOJİNİN GELİŞİMİ
AUGUSTE COMTE (1798-1857)
Hayatı: 20 Ocak 1798’de Fransa’da Montpellier şehrinde orta sınıf
bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1814’te École Polytechnique’de doğa bilimleri
alanında eğitim görmüştür.
1817 yılından itibaren bir süre Saint Simon’la birlikte çalışmalar yapmıştır. 1826’da
Pozitif Felsefe Derslerini anlatmaya başlamıştır. 1830- 1842 yılları arasında
altı ciltlik Pozitif Felsefe Dersleri, 1851 yılında da Pozitif Politika Sistemi
adlı eserlerini yayınlamıştır. Eylül 1857'de, eski bir arkadaşının cenaze
töreninde yakalandığı soğuk algınlığından kurtulamadı, eylül ayında öldü. Kendi
isteği olarak mezar taşına şunlar yazıldı: “İlke olarak aşk, temel olarak
düzen, amaç olarak ilerleme.”
Bazı Eserleri:
Discours sur L'Esprit Positif" (Pozitif Anlayış üzerine
Konuşmalar, 1844)
Calendrier Positiviste" (Pozitivist Takvim, 1849)
Le Système de Politique Positive" (Pozitif Siyaset Sistemi,
1852-1854)
Appel aux Conservateurs" (Tutuculara Çağrı, 1855)
Synthése Subjective" (Öznel Birleşim, 1856)
Giriş
Comte, pozitivizmin sosyolojik versiyonunu
geliştiren ve sosyoloji terimini
ilk kez kullanan düşünürdür. Sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin yarattığı değişikliklerden
hoşnut olmayan Comte, negatif ve yıkıcı olarak değerlendirdiği Aydınlanma
felsefesine karşı “pozivitizm” veya “pozitif felsefe”yi ortaya koymuştur.
Comte, toplumsal fizik veya 1839’da
sosyoloji adını verdiği şeyi geliştirdi. Sosyolojiyi doğa bilimlerine göre
şekillendirmeye çalışan Comte, hem toplumsal statik (mevcut toplumsal yapılar),
hem de toplumsal dinamikle (toplumsal değişim) ile ilgilendi. Her ikisi de toplumun yasalarına bulmaya
yönelik olan bu yaklaşımlardan, toplumsal dinamiğin daha önemli olduğunu
düşündü.
Toplumun evrimci bir şekilde değiştiğini
ileri süren Comte’a göre evrimi belirleyen insan düşüncesinin gelişmesidir. Comte, olgular ve teorilerin karşılıklı
olarak birbirlerine bağlı olduğunu savunan ilk sosyologdur. Bu anlamda saf
haliyle ampirizmi reddetmiş, olguların teori sayesinde kurulduğunu, gerçek
bilginin tek başına gözlemlenen olgulara değil, bütün toplumsal olguları
benzerlik ve ardışıklık aracılığıyla birbirine bağlayan yasalara dayandığını
savunmuştur. Comte’a göre bütün gözlemler başlangıçta bir teori
tarafından yönlendirilir, sonunda da bu teori tarafından yorumlanır, bunun
dışında hiçbir gerçek gözlem mümkün değildir. Comte, gözlemlenen olguların
kendi adlarına konuşmadıklarını, teorilerle olguların birbirlerine bağlı
olduğunu ifade ederek Aydınlanmanın eleştirel düşüncesinin ötesine geçmiştir.
Sosyolojik Pozitivizm ve Üç Hal Yasası
Pozitivizm ve pozitif felsefe terimleri
ilk kez Saint Simon tarafından kullanılmış, fakat asıl olarak Comte tarafından
sistematikleştirilmiştir.
Pozitivizm,
insan bilgisine ulaşmanın tek geçerli yolunun ampirik bilim olduğu ve
gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin
bilgisine sahip olamayacağımız şeklindeki felsefi görüştür. Sosyoloji açısından
pozitivizm; toplumsal dünyanın doğal dünyadan büyük ölçüde farksız olduğunu,
toplumsal gerçekliklerin de doğal gerçeklikler gibi tamamen insan öznelliğinden
bağımsız, nesnel, dış gerçeklikler olduğu ve bu gerçekliklerin de en iyi
şekilde doğa bilimlerinde geliştirilen bilimsel yöntem aracılığıyla
incelenebileceği varsayımlarını içerir. Pozitivizm böylece soyut felsefeyi ve
doğaüstü güçlerin metafizik olarak çalışılmasını reddeder. Mantıksal
çıkarımlardan, sınanabilir hipotezlerden, neden sonuç ilişkilerinden ve doğa
bilimlerindeki yasalara benzer nedensellik ve evrim yasalarından elde edilen
katı gerçekliklerin gözlemlenmesini, sınıflandırılmasını ve ölçümünü içerir.
Pozitivizme göre bilimsel gerçekliğe sadece gözlemlenebilir olgular sahiptir;
başka bir deyişle bilimsel olarak bilinemeyen bir şey, başka bir şekilde de
bilinemez. Toplum hakkındaki gerçekler de ancak mümkün olduğu kadar nesnel,
önyargısız ve tarafsız olan bilimciler tarafından keşfedilebilir ve analiz
edilebilir. Pozitivizmde öznel duygulara ve yorumlara yer yoktur; çünkü bunlar
hem gözlemlenemez ve ölçülemezler, hem de nesnel analizleri çarpıtabilirler.
Pozitivizmi toplumsal olguları anlamak için kullanan
Comte’a göre sadece olguları araştırmak ve olgular arasındaki sabit ilişkileri
gözlemek gerekir. Olgular arasındaki değişmez ilişkileri ya da doğa yasaları
bulmak, bilimin amacıdır. Bu ise ancak gözlem ve deneylerle sağlanır. Bu bilgi,
değişmeyen, mutlak olan bir öz bilgisi olamaz. Deneyle ve gözlemle elde
ettiğimiz bu bilgi olayların ve bunların artardalığının ve benzerliğinin
bilgisidir. Toplumun yeniden biçimlendirilmesinde gözlem ve deneye (olgulara)
dayanan pozitif bilgi kullanılacaktır. Deneyle denetlenemeyen konular bilimin
konusu olamayacakları için dışarıda bırakmalıdır.
Comte, toplumsal alanda elde edilen bilimsel bilgi ile
toplumsal düzeni yeniden inşa etmek istemektedir. Bu da toplumun işleyişindeki
yasaları bularak, toplumsal sorunlara bu yasalar aracılığıyla çözüm bulmakla
mümkün olacaktır. Nasıl doğa bilimlerinde doğanın yasaları bilindiği oranda,
ona müdahale, düzenleme ve değiştirme söz konusuysa, toplum yasaları
keşfedildiğinde toplumu da düzenlemek mümkün olacaktır.
Bilginin evrimi
ile insanlık evrim geçirmiştir. Diğer
bir ifadeyle insan düşüncesindeki evrim toplumların evrimini belirler. Toplumlar
içinde bulunan insanların ortak inanç ve düşünce biçimleri ile var olurlar.
İnsan düşüncesindeki evrim ile toplum aşamalar halinde ilerler. Bu evrimsel süreci Comte üç hal yasası olarak
adlandırır. Buna göre, insan düşünmesinde birbirinin ardından gelen üç dönem
vardır. Bunlar;
(1) Teolojik Aşama: 1300’den önceki dünyayı karakterize eden aşamadır. Teolojik aşamada insan
bütün olguların doğaüstü güçlerin ve dinsel figürlerin her şeyin temelinde yer
aldığı inanç hakimdir. Bu aşamada duygular ve hayal gücü baskındır.
Teolojik aşamada insanlar
her şeyin nedeninin Tanrı olduğunu, toplumsal ve fiziksel dünyanın Tanrı
tarafından üretilmiş olduğunu düşünürler ve varoluşu kendi akıllarına dayanarak
açıklamak yerine, kilisenin doktrinlerini kabul ederler. İnsanların toplumdaki
yeri tanrısal güçler ve kilise tarafından belirlenir, toplumda kilisenin kabul
ettiği ‘gerçek’lere inanılır ve toplumsal yaşamı düzenlemek için kilise
tarafından koyulan kurallara uyulur.
Teolojik aşama fetişizm,
çoktanrıcılık ve tektanrıcılık şeklinde üç döneme bölünmüştür. Fetişizm,
doğanın insan duyguları ekseninde tanımlanmasıdır. İnsan eşyayı tıpkı kendisi
gibi canlık, akıllı bir varlık olarak düşünür. Çoktanrıcılık birden çok
tanrının ve tinin olduğu dönemdir. Çevresindeki olayların görünmez varlıklarca
yönetildiği inancı vardır. Tektanrıcılık ise tek bir tanrının varlığının söz
konusu olduğu ve bu her şeyin tek bir iradenin yönetimi altında olduğu
düşünülmektedir. Comte’a göre her aşamanın içinden diğer aşama çıkmaktadır.
(2) Metafizik aşama: Metafizik
aşama, 1300-1800 yılları arasına hakim olan metafizik aşamada soyut düşünceler,
ideal biçimler hakimdir. Evreni yöneten soyut bir güç, soyut bir ilkedir.
Teolojik aşamadaki inançlardan daha tutarlı bir anlayış hakimdir. İnsanların
saygı duyulması gereken temel hakları olduğu ve en önemli değerin bu haklar
olduğu düşüncesinin yaygın olduğu bu aşamada özgür irade vurgulanmaktadır. Bu
aşamada da açıklamaların ana kaynağı soyut güçler olmakla birlikte açıklamalar
Teolojik dönemdekilerden daha tutarlı ve sistematiktir.
(3) Pozitif Aşama: 1800’den
itibaren dünyanın girdiği Pozitif (ya da bilimsel) aşamada ise insan metafizik
mutlak doğruyu ve şeylerin özünü bir kenara bırakıp, deney ve gözlemlere
dayanan elde edilebilir olguların bilgisine yönelir. Olguların ardı ardına gelmesinden ve birbirlerini
benzemelerinden ortaya çıkan değişmez ilişkilerini, diğer bir ifadeyle olguların
yasalarını bulmaya yönelir. Pozitif
aşamada bilimsel yöntem hakimdir. Düşünceleri biçimlendiren bilimsel
bilgilerdir. Teolojik sistem çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru, metafizik
sistem de çeşitli ve çok sayıda kuvvetten tek bir kuvvete, doğaya doğru ilerler
ve bu noktalara ulaştıklarında en yetkin biçimlerini alırlar. Pozitif sistem
ise en yetkin biçimini, bütün olay ve olguları tek ve genel bir olaya bağladığı
zaman alacaktır.
Comte “pozitif” deyimini yapıcı, yıkıcı “negatif”
olmayan anlamında kullanmıştır. Comte, bu deyimle, kurduğu sistemden önceki
bütün felsefelerin yıkıcı ve olumsuz olduklarını, ancak kendi sisteminin yapıcı
ve olumlu olduğunu ileri sürmektedir; çünkü deneyi aşan anlamında metafizikle
uğraşmışlardır.
Comte’un pozitif bilim anlayışını
toplumsal alana uygulamış ve aynı zamanda bilimlerin bütünün bilgisine sahip
bilime ulaşmak için bilimlerin sınıflandırılması ile de uğraşmıştır. Comte’a göre tek tek bilimler pozitif
bilimlerdir ve her biri genelden özele giden bir hiyerarşiye bağlı olarak
yerleşmiştir. Bu hiyerarşinin temelinde aritmetik, geometri, mekanik yatar.
Bunların üzerine metamatik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji aşamalı olarak
gelir. En son basamakta ise, sosyoloji bulunur. Bütün bilimler kendinden
öncekinin bilgisine kendi özel bilgisini ekleyerek aritmetikten toplumbilime
doğru ilerlemektedir. Her bilim kendinden öncekinin bilgisine muhtaçtır. Bu
sıra düzeni, aynı zamanda, bilimlerin tarihsel gelişmelerini de saptamaktadır.
Birey, Toplum, Toplumsal Statik, Toplumsal Dinamik
Sosyolojinin konusu Comte’un insanlık anlamında
kullandığı büyük vücut’tur. Biyolojiden aldığı kavramlarla toplumu nitelendiren
Comte göre bu büyük vücudu iki açıdan inceleyebiliriz; toplum, düzen (statique
sociale) ve ilerleme (dynamique sociale) olarak iki açıdan ele alınmalıdır.
Statik, toplumun yasalarını, dinamik de onun bu yasalara göre nasıl geliştiğini
inceler. Statik toplum soyut, dinamik toplum ise somuttur. Toplumsal
statik, toplumun içindeki farklı parçalar arasındaki karşılıklı hareket ve
tepkilerin yasalarını ortaya çıkarmaya çalışır. Diğer bir ifadeyle toplumsal
statik, toplum içindeki uyumun (dengenin) incelenmesidir. İşbölümü, aile, din
gibi toplumsal sistemin çalışmasında işlevsel olan olguların karşılıklı ilişkisinin
netleştirilmesi, toplumsal statiğin alanıdır. Biyolojik organizmaların
evrimleri ve gelişmeleri hakkında yasalar varsa, aynı şekilde toplumların da
evrim ve gelişme yasaları vardı. Sosyoloji toplumların statik ve dinamik
yönlerini analiz ederek bu yasalara ulaşır.
Dinamik değişimle ilgilidir, toplumsal
dinamik de farklı toplum tiplerinde değişen bu karşılıklı bağların empirik
olarak incelenmesidir. Comte sosyolojinin hem toplumsal statik hem de toplumsal
dinamikle ilgilenmesi gerektiğini ileri sürmüş ancak toplumsal dinamiğin
toplumsal statikten daha önemli olduğunu düşünmüştür. Toplumsal dinamik,
toplumsal statiğe bağlıdır, statik insan toplumlarının temel düzenini ortaya
çıkarırken dinamik de bu düzenin son aşama olan pozitif aşamaya ulaşana dek geçirdikleri
değişimi gösterir. Comte sosyolojinin bu yönünü tarihsel yöntem olarak
adlandırır.
Birey, Comte’a göre toplumsal bir varlıktır. İnsan
daha ziyade duyguları ve egosuyla (bencilliği ile) hareket eder. Zeka ve akıl
ise bireyi toplumsallaşma olgusuna götürür. Duygu
ve egolarıyla hareket eden insanlar devamlı didişirler, akıl ise sükuneti ve
uyumu sağlar. Ahlaki davranış bencilliğin yenilerek başkasını da düşünerek
davranmadır.
(Bu ahlaki durumu Comte “Altruisme”
kavramı ile açıklamıştır). Birey bencil duygularıyla aşağı bir konumda iken
toplum aracılığıyla bireyin duyguları akla uygun olarak yönlendirilir. Aile; Bireyde özgeci (altruist)
davranışlar ilk olarak aile ortamında oluşur. Ailenin diğer üyeleri için
özverilerde bulunulur. Aile ilk sosyal hücredir ve buradaki birliğin,
dayanışmanın altında itaat yatar. Aile içinde karı-koca, ebeveyn-çocuk itaat
biçimleri vardır. Devlete itaat anlayışının altında da bu ebeveyn-çocuk
ilişkisi bulunur.
Ayrıca Comte, toplumbilimde en küçük araştırma birimi olarak ‘birey’i ısrarla
reddetmiş, bunun yerine aileyi kabul etmiştir.
Toplumda ise aileden farklı olarak “birlik” değil,
daha mesafeli bir ilişki biçimi olan “işbirliği” söz konusudur ve bu işbirliği
toplumda zamanla uzmanlaşmaya yol açar. Toplum
bir organizma gibidir ve bütün parçaların görevleri vardır. Devlet sadece maddi olguların, ekonomini
ve kurumların birliğini değil, manevi birliği de amaç edinir. Bu yorumuyla
Comte’ta otoriter, paternalist ve yol gösterici bir devlet tasavvurunun
izlerinin görüldüğü zikredilmiştir. Ancak yasa koyucular sınırsız bir güce
sahip olmayıp
sosyal realiteye göre hareket etmek mecburiyetindedirler.
Birey bencil olduğu
için tutkuları onu tutsak alır. Bireyin bencilliğinden kurtulması dışarıdan
denetlenmesi aracılığıyla olur. Toplum, bireyi denetleyerek ve bencillikten
özgeciliğe yönlendirerek onu özgürleştirir.
Comte, kapitalizmle birlikte işçi sınıfını
gözlemlemiş ve toplumsal olgu olarak kabul etmiştir. Fakat sınıfların varlığı
çatışmayı gerektirmez. Ona göre sanayinin bu şekilde gelişmesiyle verimli
üretim söz konusudur ve bu herkesin yararınadır. Zenginlik artacaktır. Özel
mülkiyet ve kamu mülkiyet arasındaki çelişki Comte’un konusu değildir;
toplumlarda toplumsal ve ekonomik iktidarın zenginlerin elinde olması
kaçınılmazdır. Önemli olan kişisel mülkiyetin keyfi değil, toplumu da dikkate
alan şekilde kullanılmasıdır. Yönetici özel mülk sahipleri toplumu evrensel
ilkelere göre yönetirse, işçilerin topluma bağlanması ve itaati sağlanır.
Hukuk alanında da pozitif düşünce egemen
olmalıdır. Bireyin toplumsal yaşamı incelenirse doğuştan doğal hakları yoktur.
Birey topluma borçludur ve borucunu başkalarına hizmet etmek suretiyle
ödemelidir. Comte doğal hukuka karşıdır, çünkü pozitif felsefe pozitif ahlakla
her şey rayına oturabilir. İnsan, bilimin getirdiği verilerle davranışlarını
düzenleyecek; toplumsal görevlerini yeri getirecek, devlet birlik ve
beraberliği sağlayacaktır.
KARL MARX
(1818-1883)
Hayatı: Karl
Heinrich Marx (5 Mayıs 1818 Trier - 14 Mart 1883 Londra). Prusya Krallığı’na
bağlı Trier kentinde yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Karl
Heinrich Marx adıyla dünyaya geldi. Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi.
Trier gymnasium’dan mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn
Üniversitesi’ne kayıt yaptırdı. Berlin’deki Friedrich-Wilhelms Üniversitesi’ne
gitti. 1841’de “Demokritoscu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar”
isimli teziyle doktorasını verdi. 1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris’e
gitti. 28 Ağustos 1844 tarihinde Paris’te gelecekte çok yakın dostu olacak olan
Friedrich Engels ile tanışır. 1847 yılında yazdığı Felsefenin Sefaleti,
Pierre-Joseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap
niteliği taşır. 21 Şubat 1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa’daki bazı
komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels’in en ünlü çalışması
Komünist Manifesto yayımlanır. 1848 yılı Avrupa’da köklü devrimlerin baş
gösterdiği bir yıldır. Marx yakalanır ve Belçika’dan sınır dışı edilir. Radikal
hareketlerin Fransa’da güçlenmesiyle Marx tekrar Paris’e davet edilir, geri
dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder. 1849 yılında tekrar Almanya’ya
(Cologne geri döner ve Neue Rheinische Zeitung gazetesini çıkarmaya başlar. Almanya’da
yaşadığı baskılar nedeniyle Paris’e döner, buradan da yollanır ve en sonunda
Londra’ya iltica eder. Mayıs 1849’da ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra’ya
yerleşir. Karl Marx 14 Mart 1883 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Londra’daki
mezar taşının üst bölümünde Komünist Manifesto’nun son cümlesi büyük harflerle
yazar: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” Alt bölümünde ise Feuerbach
Üzerine Tezler’in 11. bölümünün sonu yer alır: “Filozoflar dünyayı yalnızca
çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”
Eserleri
1844 Elyazmaları (1844)
Kutsal
Aile (1845)
Feuerbach
Üzerine Tezler (1845)
Alman İdeolojisi (1845-1846)
Felsefenin Sefaleti (1847)
Komünist Manifesto (1847-1848)
Ücretli Emek ve Sermaye (1848-1849)
Fransa’da Sınıf Savaşımları (1850)
Grundrisse (1857-1858) (Marx’ın Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı ve daha sonra Kapital’i oluşturacak ön çalışmalarını ve
taslak notlarını içeren defterlerinden oluşan bu eser ilk kez 1939 yılında
yayımlanmıştır)
Artı-Değer
Teorileri (1862-1863) (Yine
Marx’ın el yazmalarından oluşan ve Kapital’in dördüncü cildi diyebileceğimiz bu
eser 1905-1910 yıllarında Kautsky tarafından yayımlanmıştır)
Das Kapital I. cilt (1867) (ikinci cilt 1885’te ve üçüncü cilt
1894’de Marx’ın taslaklarına uygun olarak onun ölümünden sonra Engels
tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır)
Fransa’da İç Savaş (1871)
GİRİŞ
Marx sadece ekonomik doktrin boyutuyla kalmayan ve geniş kapsamlı bir
sistem kuran bir filozoftur. insan, tarih, devlet, toplum, doğa, Tanrı gibi
sorunlara eğilen marksizm, gerek teori alanında gerek uygulamada bu sorunları
özümleyi ve bir senteze ulaşmayı amaç edinen bir dünya görüşüdür.
Kendisi için filozof denmesinden hoşlanmaz. Çünkü özellikle idealist ve
metafizik filozoflar hep dünyayı kuramlarla açıklamaya çalışmaktadırlar. Ancak
Marx’a göre sorun, dünyayı değiştirmektir.
Marx’ın
sisteminde temel noktalardan biri diyalektik yöntemdir. Marx’ın tarihsel
gelişme sürecini anlamak ve açıklamak için geliştirdiği tarihsel materyalist
yaklaşımı, Hegel’in diyalekti yöntemine dayanır. Hegel’in idealist
diyalektiğine Marx tarafından materyalist bir içerik kazandırılmıştır. Hegel’in
idealist diyalektiği maddenin düşünceden doğduğu tezine dayanır. Marx ise
Hegel’den farklı olarak, düşünce maddeden üretilmektedir. Marx diyalektiği, Hegel gibi tarihi idealist
açıdan değil, materyalist açıdan kavramak için kullanmıştır. Marx, Hegel’den
ödünç aldığı diyalektiği idealizm zemininden çıkarıp materyalist bir zemine
taşıyarak ayakları üstüne oturtmuştur.
Marx diyalektik yöntemi üç yerde uygular:
1)
Doğa
olaylarının açıklanması
2)
İnsan
toplumlarının tarihi değişim sürecinin açıklanması
3)
Kapitalist
sosyal-ekonomik düzeninin eleştirisi
Doğa olaylarının açıklanması:
Hegel’den beri hatta Epikür’den beri diyalektiğe göre var olan her şeyin
var oldukları andan itibaren kendi karşıtlarını da var eder ve bu karşıtlar
içinde daima çelişki vardır. Zıt görüşlerin çarpışmasından doğan sentez, Marx
ve Hegel’de bir amaca yönelir. Sentez de var olduğu andan itibaren kendi
antitezini oluşturur ve diyalektik süreç devam eder. Peki, bu devam eden süreç
herhangi bir ereğe yönelir mi? Evet, yani diyalektik süreç evrimci bir
anlayışla sürekli daha iyiye doğru yönelmektedir. Marx bu bakımdan aydınlanma
düşüncesinin ilerlemeci modelini benimser ve miras alır. Diyalektiğin
materyalist cepheden doğa olaylarını açıklaması bakımından Marx Epikür’den de
çok etkilenmiştir. Maddedeki faz değişiklikleri bu doğa olaylarını açıklama
bahsine örnektir. Nicelikteki değişimin nitelikteki değişime etkisi vardır.
İnsan toplumlarının tarihi değişim
sürecinin açıklanması:
Marx diyalektiği doğa ve topluma farklı uygulamıştır. İnsan doğadan farklı
olarak düşünceye ve iradeye sahiptir. Bu
nedenle Marx’a göre, toplumsal sorunların çözümü için uygulanacak yöntem
diyalektik tarihsel maddeci bir
diyalektik olmalıdır. Marx’a göre, insanlar kendilerini ve toplumlarını toplumsal emek aracılığı ile
üretmektedirler. Düşünce ve iradeye sahip olan insan aynı zamanda toplumsal bir
varlıktır. İnsan çalışan ve üretimde bulunan bir varlık olarak, bunlar
aracılığıyla doğayı değiştirir ve içinde bulunduğu toplumdaki ilişki ve
yapıları dönüştürür. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak için doğayla mücadele eder
ve onu dönüştürür. İnsanlık tarihinin mücadeleler tarihi olduğunu belirten
Marx’a göre insanın doğaya karşı verdiği aynı zamanda ilk diyalektik
çelişkidir. Çelişkiler tarihsel değişimin itici gücünü oluştururlar. Sınıflı
toplumlarda tarihsel olarak bir toplum içindeki sınıflar arası çelişkiler o
toplumun evrimini, gelişimini ve/veya değişimini oluşturmaktadır.
Marx’a göre, bir toplumu anlamak için o toplumun altyapı ve üstyapısına bakmak
gerekir. Bir toplumun altyapısı (ekonomik
temel) üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşmaktadır. Üretim güçleri üretim için
gerekli üretim araçlarını, diğer bir ifadeyle o toplumun üretim yeteneğini
ifade etmektedir. Üretim araçları, toplumdaki insanların maddi ihtiyaçlarını
karşılamak için üretim yaparken kullandıkları araçlardır. Üretim araçlarının
kimlerin elinde olduğu yani mülkiyet tipi, aynı zamanda toplumdaki çatışmaların
da taraflarını göstermektedir.
Üretim ilişkileri ise, üretim güçlerinin mülkiyet
ilişkilerini içermektedir. Üretim ilişkileri, üretim araçlarına sahip sınıf ile
üretim araçlarından yoksun sınıf arasındaki ilişkilerden oluşur. Üretim
ilişkileri, bir altyapı olarak, toplumdaki tüm üst yapı kurumlarını belirler,
yani determine eder. Üst yapı kurumları toplumun ahlakı, dini, siyaseti, hukuku
gibi makro unsurlardır. Bütün toplum tiplerinde alt yapı ile üst yapı arasında
bir ilişki vardır. İnsan toplumlarının türleri bu üretim ilişkilerince
belirlenir.
Burada üretim ilişkileri, ekonomik biçimler insanlık tarihindeki
değişimlerin maddesidir. Üretim ilişkilerindeki niceliksel değişimler insan
toplumlarının nitel özelliklerini de belirlemektedir. Marx’a göre tarihte iki
tip üretim biçimi vardır. Özel mülkiyet ve kolektif mülkiyet. Özel mülkiyet bir
iktidar ve tabiyet ilişkisi oluştururken, ortak mülkiyet yardımlaşma ve
işbirliğini oluşturur.
Not:
Ortaçağda İbni Haldun, Marx’ınkine benzer bir biçimde toplumdaki ilişkilerin
yaşayış biçimleriyle ilgili olduğunu düşünmekteydi. Ancak İbn-i Haldun Marx’dan
farklı olarak tarihin ileriye gittiğini değil, döngüsel olduğunu düşünmektedir.
Marx’ın tarihsel materyalist toplum
analizinde altyapı ve üstyapı ayrımının yanı sıra toplumsal gerçeklik ve
bilinç kavramları da önemlidir. Ona göre, bilincimizi belirleyen
toplumsal gerçekliktir. İdealistlerin ileri sürdüğü gibi bilincimiz gerçekliği
belirlemez. İnsanların düşünme biçimi içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler
tarafından belirlenir.
Toplumların değişmesinde devindirici
güç sınıflar arası mücadeledir. Bir toplumda üretim güçlerinin gelişimi ile
üretici güçler ile üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) arasında çelişki
ortaya çıkar ve bu çelişki sınıf mücadelesine temel oluşturur. Bu mücadele
sonunda gerçekleşen toplumsal dönüşüm, Marx’a göre bir tesadüf değil, tarihin
diyalektik yasasıdır. Bu yasayı izleyerek Marx tarihte şu toplum tiplerinden
bahseder:
a) İlkel
Toplum
Marx’ın
tasarımında ilkel toplumlarda özel mülkiyet yoktur. Kolektif mülkiyet vardır.
Dolayısıyla işbirliği ve dayanışma vardır ve iktidar sahibi – iktidara tabi
olan ayrımı yoktur. İlkel toplumlarda hukuk ve devlet de yoktur.
b) Köleci
Toplum
İlkel toplumlardaki üretim teknik ve araçlarının gelişimi ister istemez
toplum tiplerinin niteliğini de değiştirmeye başlamıştır. Yani ilkel toplum tez
ise ondaki değişimler anti tezi olarak köleci toplumu gösterebiliriz. Bu
toplumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşur.
Köleci
toplumda toprak üzerinde tarımsal üretimin yapılabilmesi için köleler üretim
aracı olmuşlardır. Yani köleler bir üretim aracı olur ve kölelere sahip olanlar
ile köleler arasında bir mücadele başlar. Bu mücadelede köleler ile efendiler
arasındaki çatışmalar, efendilerin devleti aracılığıyla düzenlenir ve bu sayede
yeni sınıfsal durumların var olmasıyla devlet ve hukuk da var olur. Sınıf,
hukuk, devlet vardır.
c) Feodal
Toplum
Köleci
toplumdaki gelişmeler kendi antitezi olarak feodal toplum tipini gündeme
getirir. Toprağı işleyenler, işledikleri toprağa sahip olmayan serflerdir ve
topraklara sahip olan bir soylu sınıf vardır. Buradaki sınıf çatışması serfler
ile toprak sahipleri arasında var olur. Bu sınıf çatışmasının ürünü olan devlet
ve hukuk feodal beylerin menfaatleri doğrultusunda düzenleme yaparlar.
d) Kapitalist
Toplumu
Feodal üretim ilişkilerinde görülen teknolojik gelişmeler ve üretim araç
ve tekniklerindeki gelişmeler burjuva toplum tipine geçişi olanaklı kılmıştır.
Not: Marx
çatışmalardaki iktidar-tabiyet ilişkilerini eleştirse de tarihte ileriye doğru
bir gidişatı da tespit etmiştir.
Burjuva toplumlarında ise burjuva
sınıfın karşıtı olarak proletarya vücut bulmaktadır. Üretim araçlarına sahip
burjuvazi ve emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalan sınıf ise işçi
sınıfıdır. Burada mücadele bu iki sınıf arasında gerçekleşir. Burjuva
toplumunun ve yönetiminin antitezi proletarya diktatörlüğüdür. Sentez ise
komünizm ve komünist toplumdur.
Komünist toplumda özel mülkiyet değil, ortaklaşa mülkiyet vardır. Özel
mülkiyet olmayınca sınıf ve devlet de olmayacaktır. Komünist toplum sentezdir,
komünizme geçişte proletarya diktatörlüğü bir antitezdir. Proletarya
diktatörlüğü için sosyalizm de denilebilir. Sosyalist devlet aşamasında ise
komünizmin aksine özel mülkiyeti ve sınıfları ortadan kaldırabilmek için
devlete ve hukuka ihtiyaç duyulmaktadır.
Komünist toplumda herkes yeteneğine göre topluma katkıda bulunur ve
herkes toplumsal üretimden ihtiyacına göre alır. Sosyalist toplumda ise herkes
yine yeteneğine göre verir ancak toplumsal üretimden herkes emeğine yani
katkısına göre alır.
Bu düsturlar klasik liberal ekonominin ihtiyaçlar sınırsız kaynaklar
sınırlıdır varsayımına şiddetle karşı çıkar. Zira kaynaklar da sınırsızdır, onu
sınırlı hale getiren kaynakların belli bazı ellerde özel mülkiyete konu
edilmesidir.
Sonuç olarak, tarihsel süreç içinde üretim güçlerinin gelişimi ve üretim
araçlarının özel mülkiyetinin ortaya çıkmasıyla beraber toplumlar sınıflı
toplumlara dönüşmüştür. Bu sınıflı toplum yapısında ise, üretim araçlarının
mülkiyetine sahip toplumsal sınıflar, üretim araçlarına sahip olmayan sınıfları
sömürmektedirler. Bu ise karşıt çıkarlara sahip olan sınıfların çatışmasını
getirmiştir. Toplumların değişimi sınıf çatışmalarına dayanır. Bu nedenle
Marx’ın yaklaşımı çok defa çatışmacı bir yaklaşım olarak da tanımlanır.
Tarihsel olarak bu diyalektik süreç Hegel’in tez, antitez ve sentez ilkelerine
dayanır. Hegel’in idealist diyalektik yönteminin tersine, toplumların tarihsel
materyalist yorumu içinde özel mülkiyetin olmadığı ilk komünal sınıfsız
toplumlar tez,
daha sonra üretim güçlerinin gelişimi ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla
oluşan sınıflı toplumlar antitezdir. Marx’a göre kapitalist toplum son
sınıflı toplumdur ve buradaki burjuva sınıfı ile proletarya arasındaki çatışma,
sınıfsız toplumu getirecektir. Oluşacak bu sınıfsız toplum ise sentezdir.
Sınıf Kuramı
Marx’ın sınıf teorisi, sosyolojik
çerçevede sınıfla ilgili ilk teori ve en önde gelenidir. Marx, sınıflarla
ilgili derin tartışmasını özellikle kapitalizm ve sınıf yapısı üzerinden ortaya
koymuştur. Marx kapitalist toplumda sınıfları üretim araçlarıyla kurdukları mülkiyet
ilişkisi üzerinden tanımlar. Yani sınıflar
üretim araçlarına sahip olup olmadıklarına bakılarak ayrıştırılır.
Marx’a göre, kapitalist toplum temel olarak iki sınıftan oluşmaktadır.
Birincisi, üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf (burjuvazi) ve diğeri
ise mülksüzleşen ve ücret karşılığı çalışmak zorunda kalan işçi sınıfıdır
(proletarya). Marx’ın kapitalist toplumda sınıfları emek ve sermayeden oluşan
iki ana sınıfa dayandırması, diğer bir deyişle sınıflar arasındaki ilişkiyi en
basit biçimlerine indirgeyerek ele alma nedeni, kapitalist sınıf ilişkilerinin
özünü (bağımlılık ve karşıtlık) göstermek istemesidir. Marx’a göre sınıf,
öncelikli olarak bir karşıtlığın (kutuplaşmanın) ifadesidir. Marx, bu iki
sınıfın dışında başka sınıflardan da söz etmektedir (finans burjuvazisi, küçük
burjuvazi, özgür köylüler vb.); fakat geçiş kategorilerinde olan bu sınıflar
kriz dönemlerinde ya mülksüzleşip proletaryaya katılırlar ya da tam tersi
burjuvazinin saflarında yer alırlar.
Marx sınıfların oluşumunu üretim
sürecindeki ve üretim araçlarıyla olan ilişkileri çerçevesinde ele alarak,
sınıfları nesnel bir konuma yerleştirir. Mülk sahip olmayan ve yaşamak için
emeğini ücret karşılığı satan kişi, proletarya olarak tarif edilir. Bu nesnel
konum ‘kendinde sınıf’ kavramıyla
ifade edilmektedir. Eğer işçi sınıfı
kendi çıkarlarının bilincine varır ve bu çıkarlarını elde etmeye yönelirse
artık gerçek bir sınıf haline dönüşür: Bu durum artık ‘kendi için sınıf’ olduğunu
göstermektedir.
Emeği “insanın kendi kendini
gerçekleştiren özü” olarak tanımlayan Marks, politik ekonominin emeği bir
nesneye, dışsal bir şeye dönüştüren faaliyet olduğunu ileri sürer. Modern
iktisadi sistemin sonucu olan yabancılaşma, insan emeğini bir nesne haline
getirmektedir. Bu olgu emeğin ürettiği nesnenin, onun ürününün artık yabancı
bir varlık olarak üreticiden bağımsız bir güç olarak kendisinin karşısında
durmasını içerir. O, yabancılaşmanın dört ana özelliğini şöyle sıralar; insanın
doğadan, kendisinden, türsel varlığından ve başkalarından yabancılaşması.
Kapitalizm, insanlığı kendi faaliyetlerinden, emeğin ürününden yabancı bir
nesneye çevirerek kendi emeğinin ürününden yabancılaştırmaktadır. İnsanın kendi
kendini gerçekleştiren özü kendi emeği kapitalist sanayide giderek ona karşı
bir hal almakta kendi yeteneklerini güdükleştirmeye, sefaleti, tükenişi ve
zihinsel umutsuzluğu pekiştirerek mecburi bir faaliyet, kendi varlığının
reddine dönüşmektedir. Yabancılaşmış emeğin kaynağı olan özel mülkiyet
temelinde proletarya, kapitalist toplumdaki en yabancılaşmış toplumsal
sınıftır. Yabancılaşmış emek, bazı insanlara başkalarının zorladıkları bir
çalışma özgür yaratıcı etkinliğe karşıt olarak “zoraki emek”tir; ayrıca işçi
tarafından onunla üretilenlere, başkalarınca yani “üretim sisteminin
efendileri”nce el konulduğu bir emek türüdür. Emeğin kendisi gibi emeğin
yabancılaşması da Marks için sadece düşüncel ya da tinsel alanda değil insanın
fiziksel varoluş ve maddi üretim dünyasında yer alan bir süreçtir.
Marksizm Ve Hukuk
Marksizm ve
hukuk dendiğinde yapılabilecek temel saptama, Marksizmin, dünyanın hukukçu
bakış açısıyla açıklanıp anlamlandırabileceğini reddetmesidir. Bunun dışında,
hukukun kaynağının salt iradede aranmaması gerektiği Marksizmin hukuk konusundaki
ikinci temel tezidir. Bu temel saptamalar ötesinde Marksizmin, bir hukuk
felsefesi/kuramı kurmadığı açıktır.
Ayrıca Marx ve Engels'in, hukuk genel teorisine, yani hukukun temel kavram,
kural, ilke ve kategorilerine ilişkin de bütünsel bir çalışması
bulunmamaktadır. Üretim ilişkilerinin birincil hukuksal yansımaları olan
mülkiyet ve sözleşme kurumları, bu anlamda ayrıcalıklı konulardır. Hukukçulara
salt hukuki kavramlar olarak görünen mülkiyet ve sözleşmenin üretim
ilişkileriyle bağlantısına ilişkin birçok saptama Marx ve Engels'in yazılarında
bulunmaktadır.
Özetle, Marx
ve Engels'in çalışmalarında, bir hukuk anlayışı inşa etme çabası olmadığı gibi,
hukukun sistemli ve bütünsel bir çözümlemesi bulunmamaktadır. Ayrıca,
kapitalizmi aşma sürecinde veya aşmış olan bir toplumsal yapıda nasıl bir hukuk
oluşacağına veya oluşup oluşmayacağına ilişkin de yeterli açıklık yoktur. Hukuk
sözkonusu olduğunda Marksizmin temel uğraşı hukuksal dünya anlayışının
eleştirisidir.
Marx, toplumsal yapıdaki dönüşümlerde
ekonomik yapıya başat rol biçmekle birlikte üstyapıda yer alan siyasal ve
kültürel unsurları da tamamen göz ardı etmez. Bu çerçevede, hukuk sisteminin
biçim ve içeriğinin üretim ilişkilerinden ve maddi yaşam koşullarından önemli
ölçüde etkilendiğini kabul eder. Altyapı-üstyapı ikilemi içinde hukuk, bir
üstyapı kurumudur. Altyapı diğer toplumsal kural ve düzenlemelerle birlikte
hukuku da belirler. Kapitalist ekonomik altyapı, hukuku biçimlendirir. Bu
hukuk, kapitalist sistemin temel taşları olan sözleşme serbestisi, özel
mülkiyet, malların mübadelesi gibi temel ilkelerini hukuksal sistemin koruması
altına alır ve böylece sistemin işleyişini hukuksal olarak garanti altına
alırken aynı zamanda, burjuvazinin siyasal ve ekonomik çıkarlarını koruyup
geliştirir. Temel hukuksal ilişkiler, kapitalist ekonomik yapının hukuksal
ifadesidir.
Marx’a göre, bir toplumdaki üretim
ilişkileri, maddi üretim güçlerinin gelişiminin belli bir aşamasına tekabül
eder. Bu ilişkilerin insan iradesinden bir ölçüde bağımsız olduğunu ve bunların
toplamının, toplumun ekonomik yapısını oluşturduğu söyler. Hukuksal ve politik
öğeleri içeren üst yapının, bu ekonomik temel üzerinde yükseldiğini düşünür. Marx’ın teorisinde hukukun, ekonomik şartların bir
yansıması olarak görülmesi, hukukun hiçbir etkisin olmadığı anlamına gelmez.
Hukukun da altyapıya bazı etkilere vardır. Her üretim biçimi kendi hukuksal
ilişkilerini de yaratır. Hukuksal ilişkiler, kaynağını toplumun maddi yaşam
ilişkilerinden alır.
Marx, hukuku bağımız bir
toplumsal kurum olarak ele alan, onu diğer toplumsal yapı öğelerinden
soyutlayarak incelemeye çalışan idealist yaklaşımlara karşı çıkar. Hukuk
ekonomiye, sınıf mücadelesine, devletin ve egemen sınıfın iradesine bağlı
olarak değerlendirilebilir. Böylece Marx hukuka, toplumsal, siyasal, ekonomik
belirleyicileri ile birlikte anlaşılabileceğini söyler. Hukuk, insan zihninin
evriminin bir ürünü olarak tek başına alınamaz. Çünkü tarihsel süreç içinde
üretim ilişkileri çerçevesinde ortaya çıkarlar.
Marx, bir toplumsal
düzenin sadece şiddet ile yönetilemeyeceğini, sınıfsal iktidarların çeşitli
kurumsallaşmış mekanizmalar, ideolojik müdahaleler vb. araçlarla toplumsal
kontrolü sağlayacağını belirtir. Hukuk da bu bağlamda, hukuksal değer ve
mekanizmalarla yapılandırılmış bir toplumsal kontrol aracıdır.
Bu bağlamda Marx’ın
teorisi çerçevesinde hukuk, devlet ve ideoloji ilişkisine bakmak gerekir.
Burjuvazinin iktidarda olduğu kapitalist devlette, devletin kendisi ve sistemin
bütünün işleyişine yönelik bir çok organizasyon ve kurumlar belirlenmiş ve
tanımlanmış kurallar ile sınıf iktidarlarının sürekliliğini sağlarlar,
çıkarlarını koruma altına alırlar ve diğer sınıflara karşı koruma kalkanı
yaratırlar. Marx’a göre devlet sınıf egemenliğinin bir organıdır. Devlet bir
sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Sınıf çatışmalarını yatıştırmak için baskı aracı olarak devlet ve
hukuk devreye girer. Devletin
hukuksallaşmış cebir kullanımının yanında ideolojik araçlar da hem düzenin
sürekliliğini, hem de düzen karşıtlarına yönelik düşünsel araçlarını üretmede
etkilidir. Siyasal
egemenlik ile ideolojik egemenlik arasında karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler
söz konusudur. İdeolojik egemenlik, siyasal egemenliği güçlendirmeye hizmet
ederken; devlet organları da egemen sınıfın ideolojisinin aktarıcısı olarak
işlev görür ve bu ideolojinin yayılmasında önemli bir rol oynar.
Marx, politik, hukuksal, kültürel ve
ideolojik yapıların, kuralların ve değerlerin önemini inkâr etmez. Ancak
bunların temel önemde olduğunu kabul etmez. Son aşamada; ekonomik yapının,
maddi yaşam koşullarının, üretim güçleri ve ilişkilerinin belirleyici olduğunu
düşünür. Böylece, hukuksal ilişki, kurum ve mekanizmaları, temel ekonomik
ilişkilerin daha çok üstyapısal bir ifadesi olarak düşünür. Bu nedenle hukuka,
ekonomi gibi başat bir inceleme konusu olarak değerlendirmez.
Marx’a
Eleştiriler
1)
İnsan
toplumlarına doğa olaylarındaki gibi bir determinasyon uygulanabilir mi?
2)
Toplumsal gelişim her zaman Marx’ın tahayyül
ettiği gibi mi olur? Sovyet Rusya örneğinde Marx’ın çizdiği güzergâhın takip
edilmeden devrimin gerçekleşmesi söz konusudur. Burjuva
ekonomik düzenin eleştirisi Marxizm’de özgürlük anlayışıyla birlikte okunmalıdır.
3)
Marx’a
muhalif olanlar, onu ekonomik temele çok önem vermekle, hukuku egemen sınıfın
bir aracı olarak görmekle, hukuksal mekanizmaları ve kurumları, yöneten
sınıfların basit bir aracı veya aleti konumuna indirgemekle eleştirirler.
EMILE DURKHEİM (1858-1917)
Hayatı: Sosyolojinin asıl kurucusu olarak kabul
edilen E. Durkheim, Fransa’da Epinal Alsace-Lorraine’da 1858’de doğdu. 1882’de
Ecole Normale Supéieure adlı ünlü okulu bitirdi. Akademik kariyerine
başladıktan sonra 1884’de Fransa’da Bordeaux Üniversitesinde sosyal bilimci
unvanı ile atanan ilk kişi olarak ders vermeye başladı. 1902’de Sorbonne
Üniversitesinde çalışmalarına devam etti ve aynı üniversitede Eğitim ve Sosyal
Bilim Profesörlüğüne atandı. En önemli eserleri arasında İşbölümü (1893),
Sosyolojik Yöntemin Kuralları (1895), İntihar (1897), Dini
Hayatın İlksel Biçimleri (1912) yer almaktadır.
Giriş
Durkheim, sosyolojiyi bağımsız bir
disiplin olarak kurma ve ona bilimsel bir statü kazandırma konusundaki önemli
katkılarından dolayı sosyoloji tarihi içinde önemli bir yere sahiptir.
Durkheim’in temel amacı, sosyolojinin çalışma nesnesini ve ona uygun çalışma
yöntemlerini tespit etmektir. Bir bilim dalı olarak sosyolojinin çalışma
konusunun ne olduğu ve bunun hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine dair
yaptığı katkılar, onu sosyolojinin en önemli kurucularından bir olarak kabul
edilmesine neden olmuştur. Onun toplum bilimin yöntemi, toplumsal işbölümü,
sanayileşme, intihar, din ve ahlâk konuları üzerine yaptığı çalışmalar
sosyolojinin gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir[83].
Eserlerinde iki ana vurgu bulunmaktadır; birincisi toplumsal olanın bireysel
olan üzerindeki önceliğidir ve ikincisi, toplumun bilimsel olarak
incelenebileceğidir.
Durkheim’ın
sosyoloji temelinde ilgilendiği soru şuydu: Dinin veya ahlakın yokluğunda
toplumun bütünleşmesini ne sağlayacaktı? Modern toplumdaki sanayileşme ile
gelen farklılaşmalar, ayrışmalar koşullarında toplumu bir arada tutacak olan
neydi? Toplumsal denge nasıl sağlanacaktı? Durkheim’ın büyük problem olarak
gördüğü bireyciliğin ve sınıf çatışmalarının yıkıcılığından toplum nasıl uzak
tutulacaktır?
Durkheim’a göre, toplumsal yaşam doğal bir
olgudur. Bu olgunun incelenmesi, sadece bilimsel araştırmayla mümkün olabilir.
Toplumsal yaşam, metafizikten ve ön kabullerden uzak durularak doğal bilimlerin
bilimsel metoduyla incelenmelidir. Bu incelemeyi yapabilecek bilim dalı ise
sosyolojidir. Toplumsal olgular, eyleyenlerin dışında olan ve onları zorlayıcı
olan toplumsal yapılar ve kültürel normlar ve değerlerdir. Toplumsal olguları
kendi zihinlerimizin dışından veri ederek, gözlem ve deney yoluyla
inceleyebiliriz. Toplumsal olgu içsel bir dürtü değil, dışsal bir kısıtlama
olarak tecrübe edilir. Toplumsal olgular kendilerini bireylere zorla kabul
ettirirler; bireyler üzerinde baskı
yaparlar ve sınırlandırırlar.
Örneğin, din toplumsal bir olgu olarak bireyin dışında kolektif bir
niteliğe sahiptir. İnanan kişi dine ait uygulamaları ve inanç yordamlarını
kendi bilincinin dışında hazır bulur. Toplumsal bir olgu olarak din, inanan kişiye
baskı yapar ve onun davranışlarına yön verir. Birey bilincine indirgenemezler,
kendilerine özgü (sui generis) karakterleri vardır. Ayrıca o, toplum içinde
geneldir ve herhangi bir tikel bireye bağlı değildir; bu anlamda kolektif bir
niteliği vardır. Toplumsal olgular, ancak başka toplumsal olgularla
açıklanabilir. Özetle; toplumsal olgular, ampirik olarak incelenebilir, bireyin
dışındadır, bireyi zorlayıcıdır ve diğer toplumsal olgularla açıklanır.
Durkheim toplumsal olguları maddi ve maddi nitelikte-olmayan
toplumsal olgular olarak iki şekilde sınıflandırır:
A. Maddi-toplumsal olgular
1. Toplum
2. Toplumun yapısal bileşenleri (kilise, devlet gibi)
3. Toplumun morfolojik (nüfus dağılımı, yerleşim düzeni)
bileşenleridir.
B. Maddi-olmayan toplumsal olgular ise,
1. Ahlâk,
2. Kolektif bilinç,
3. Kolektif temsiller ve kolektif eğilimlerdir.
Toplumsal olgunun
incelenmesinde Durkheim’in Yaklaşımı
Normal ile patolojik olanın ayrımı:
Durkheim, sağlıklı toplumla patolojik toplumu ayırt etme yönünde
birtakım çalışmalar yaparak, bir takım argümanlar öne sürmüştür. Normalin veya
patolojik olanın ne olduğuna yönelik tespit için bir takım kurallar
belirtmiştir. Birinci kategori makul
olması gereken normal olguları, diğer kategori ise olması gerekenden
tamamen farklı olan patolojik olguları içermektedir. Durkheim’de normallik
genellik ölçütüne göre tanımlanmaktadır. Bir
olgunun normal sayılmasının temel nedeni onun sıklığıdır. Örneğin, suçun
patolojik bir olgu olduğu hemen kabul edilebilir. Ancak Durkheim’ın bakış
açısıyla suç, her toplumda sıklıkla görüldüğü (yaygın) ve kaçınılmaz bir olgu
olduğu için normal sayılmalıdır. Suç sürekli olarak belirli bir oranda
seyrederse normal, o orandan ciddi sapma olduğunda patolojik olarak
nitelendirilir. Suçun varlığının normal kabul edilmesi, suçlunun
cezalandırılmayacağı anlamına gelmemektedir. Suçun varlığı ile suça karşı
toplumun birleşmeleri, ortak tepki üretmeleri ile toplumsal dayanışmayı,
kolektif bilinci güçlendirdiğini belirtir.
Aynı zamanda suç toplumda hangi davranışların hoşgörü ile karşılanacağını hangi
davranışların cezalandırılacağını belirler. Sonuç itibarıyla Durkheim,
toplumsal olguların toplumun sürekliliğinin sağlanması açısından ne tür
işlevlere sahip olabileceğini normal ve patolojik kategorik ayrımıyla ortaya
koymaktadır.
Toplumsal olguların açıklanmasına ilişkin kurallar: Durkheim’a göre, toplumsal
bir olguyu açıklamak için şu ilkeyi ileri sürer: Bir toplumsal olgunun nedeni
ancak başka bir toplumsal olgudur ve bu nedenle toplumsal olguları açıklarken nedensel
ve işlevsel olmak üzere iki farklı yöntem vardır. Nedensel yönteme
göre bir toplumsal olgunun nedenleri başka toplumsal olgulardır ve bu ikisi
arasındaki bağlantı nedensel olarak açıklanır. Buradaki anlayış bir toplumsal
olgunun nedeni ancak diğer toplumsal olgularla ilişkisinde yatar ve nedeni
toplumsal ortamda aranmalıdır. İşlevsel yönteme göre ise toplumsal olgular
toplum içinde karşıladıkları işlevlere göre araştırılmalıdır. Bu yaklaşım
Durkheim’ı işlevselci toplum modeline götürür. Modern sosyolojide önemli yer
tutan yapısal işlevselciliğin temeli bu yaklaşımda yer alır.
Durkheim’e göre birey ve
toplum
Durkheim’e göre, insanlar bencildir ve
arzuları sınırsızdır. İnsanların dürtü ve arzuları onu köle yapacak düzeyde
güçlü olabilir. Bu arzular ancak toplum tarafından denetim altına alınabilir.
Toplum insan arzuları üzerinde sınırlamalar getirir. Arzuları bu şekilde
toplumca sınırlanan bireyler özgürleşecektir. İnsanları sınırlayan, kontrol
altına alan en önemli güç ortak ahlaktır. İnsanın dürtülerinden ve arzularından
gelen sınırsız talepler ancak dışarıdan denetimle sınırlanabilir. Bu nedenle
özgürlük toplumun sağladığı bir özelliktir. Ahlaki eylem, bireysel arzuları
toplum lehine feda etmekle gerçekleşir. Bu nedenle Durkheim, toplum düzenini
sağlamak ve kolektif çıkarları korumak için kurallar oluşturulmasını önermekte
ve bunu “ahlâki kod” olarak
adlandırmaktadır. Bu kurallarla bireyin toplum içinde diğer insanlarla
ilişkilerinin nasıl olması gerektiği ve insanların birbirlerine karşı sınırları
çizilmektedir. Ahlaki kodun içselleştirilmesi çocukluktan itibaren sosyalleşme
süreci içinde gerçekleşir. Toplum içinde nasıl davranması gerektiğini,
sorumluluklarını, sınırlarını sosyalleşme ile öğrenen çocuğa ayrıca eğitim
yoluyla da bu kurallar öğretilirken, bireyin toplumla bütünleşmesi, toplumla
uyum sağlaması öğretilecektir. Bu anlamda eğitim bireyle toplum arasındaki
dengeyi sağlarken kontrol mekanizması olarak işlev görür.
Bireyin
doğasından gelen bencillik ve sınırsız arzular, eğer denetim altına alınmazsa
toplum ile bağların zayıflamasına neden olur. Toplumla bağları zayıflayan birey
için kurallar anlamını yitirdiği oranda normsuzluk durumu ortaya çıkar. Anomi
olarak adlandırılan bu durum bireyin arzularının sınırlanmasının normlar
tarafından gerçekleştirilemediği ve aynı zamanda bireylere yön veren normların
ahlaki rehberliğinin ortadan kalktığı koşullar olarak açıklanır. Toplumsal
değişimlerin kaos ortamında anomilerin ortaya çıktığı görülür; örneğin, ekonomik krizler
ve refah dönemleri anomik durumların oluşmasına neden olabilir (Zenginken
aniden açlık sınırında yaşar duruma düşmek gibi…) Sonuçta olarak bireyi topluma
bağlayan ahlaki bağların zayıflaması ile bireyin toplumdan kopması, yabancılaşması
veya aşırı bireyselleşmesi durumu anomik durumların ortaya çıkmasına neden
olur. Durkheim’a göre iyi bir vatandaş,
topluma uyum sağlamalı ve toplumla bütünleşmelidir. Bu da toplumsal kolektiviteye katkı ile
gerçekleşir.
Durkheim, birey toplum ilişkisinde topluma
bir üstünlük verirken, bireyi toplumun egemenliği altında tanımladığını
görürüz. Toplum ise birey üzerinde egemenlik kuran bir kuvvettir. Birey
toplumda uyumun sağlanması için, topluma uymak zorunda görülen bir varlık
olarak değerlendirilmektedir. Durkheim, hem bireyler, hem de birey ve toplum
arasında dengenin oluşturulması ve süründürülebilmesi için güçlü bir toplumsal dayanışmanın gerekli
olduğunu düşünür.
Toplumsal İşbölümü
Toplumsal işbölümü çalışması Durkheim’in
sosyolojik çalışmaları arasında önemli bir yere sahiptir. Toplumsal düzen nasıl
sağlanmalı, devam ettirilmeli ve değişimler sonucunda tekrar yeniden düzen
kurulmalıdır? Geleneksel toplumdan, modern toplumlarına, kır toplumlarından sanayi-kent
toplumlarına dönüşüm nasıl gerçekleşmektedir? Durkheim toplumların evrimini, birey
toplum ilişkisini ve toplumdaki uzlaşımı, dayanışma ve işbölümü olgusu
temelinde açıklamaktadır. Durkheim’a göre bireyin toplumla olan bağları,
işbölümü olgusunda gerçekleşmektedir. İşbölümüne bağlı olarak toplumsal
dayanışma olgusu biçimlenmektedir.
Durkheim’e göre işbölümü, “farklı ama bir bütün
içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi
sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır.” İşbölümü toplumda düzen ve
istikrarı sağladığı gibi, insanlar arasında dayanışmayı getirir. İşbölümü,
uzmanlaşmayı beraberinde getirir. Görevler ve sorumluluklar işbölümü ile
dağıtılır. İşbölümü aynı zamanda toplumun değişiminin, evriminin temelini
oluşturur. Durkheim, işbölümünün artışıyla toplumlarda evrimsel sürecin
gerçekleştiğini ve bu bağlı olarak iki tip toplumsal yapının ortaya çıktığını
belirtir; 1. mekanik
dayanışmacı, 2.organik dayanışmacı toplum tipidir.
İşbölümünde meydana gelen değişimler toplumsal yapıda oldukça kapsamlı değişikliklere
ve sonuçlara neden olmaktadır. Ortaya çıkan bu sonuçlar, aslında mekanik ve
organik dayanışma arasındaki farklılıkları ifade etmektedir.
Mekanik Dayanışmacı
Toplum
Durkheim’a göre mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı, işbölümünün oldukça sınırlı
olduğu ve farklılaşmanın olmadığı daha çok sanayi öncesi toplumlarda
görülmektedir. Geleneksel toplumlarda ilişkiler yüz yüzedir. Buna mekanik
ilişki denir. İşbölümü basit düzeydedir. Bir işin bütün parçaları aynı kişi
tarafından yapılır. Yani geleneksel bir
toplumda kişinin elinden her işin gelmesi gerekir. Örneğin, geleneksel toplumda
anne veya bir ev kadını, hem ev işlerini, hem çocuk bakımını, hem tarla
işlerini yapar. Cinsiyete dayalı işbölümü çerçevesinde avcılık yapan erkek
(baba) ile haneyi yöneten kadının (anne) uzmanlaşmış işlevi (anne) modern
toplumdaki kadar farklılaşmamıştır ve pratik olarak bu toplumlar kendilerine
yetebilmektedir.
Mekanik dayanışmanın olduğu toplumda
bireyler, birbirlerinden çok farklılaşmamışlardır. Bu topluluğun bireyleri aynı
duyguları hissettikleri, aynı değerlere sahip oldukları ve aynı kutsal inancı
paylaştıkları için birbirlerine benzemektedirler. İnsanları birbirine bağlayan
şey, tümünün benzer etkinliklerde bulunması ve benzer sorumluluklara sahip
olmalarıdır. Bundan dolayı, mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda bireysel
eylem, kendiliğinden kolektif kimliğe bürünmektedir. Bu toplumlarda genellikle kolektif (ortak) bilinç egemendir.
Uyum, sosyalleşme, aile ve din gibi temel kurumlar aracılığıyla doğal ve kolay
bir şekilde sağlanmaktadır.
Durkheim’e göre, kolektif bilinç bir toplumda yaşayan bireylerin ortak inanç ve
duygularına tekabül eder. Bu kavram toplumun ahlâki bir temelde kavranmasını
sağlamaktadır. Mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda kolektif bilinç tüm
toplumu ve bu toplum içinde yer alan bütün üyeleri kapsamaktadır. Bu kolektif
bilincin içeriği önemli ölçüde dinsel karakterdedir ve dinsel fikirler bütün
toplumu kuşatmıştır . Toplumda oluşan ortak bilinci tehdit eden bir davranış
toplum, tarafından cezalandırılmaktadır.
Durkheim’e göre, mekanik dayanışmaya
dayalı toplumlarda cezalandırıcı hukuk olarak
tanımladığı yaptırımlar uygulanmaktadır. Bu toplumlarda ortak değer sistemine
karşı yapılan bir davranış, toplum üyeleri için oldukça önemlidir. Çünkü
mekanik dayanışmacı toplumlarda insanlar birbirlerine büyük oranda benzemekte
ve ortak bir ahlâka da aynı düzeyde sahip çıkmaktadırlar. Toplumun ortak
ahlâkına derinden bağlı olunan bu toplumlarda, bu ortak ahlâka karşı yapılmış
suça karşı da ortak duygular beslenmektedir. Ortak nefret suçun kaynağıdır. Diğer
bir deyişle, toplumun ortak/genel ahlâk sistemine karşı suç olduğu düşünülen
davranış şiddetle cezalandırılmaktadır. Kolektif bilinç ne kadar rencide olursa
ceza o oranda şiddetli olacaktır. Örneğin, Tanrıya veya tanrılara karşı yapılan
bir saygısızlık ve suç kişinin dilinin kesilmesi ile cezalandırılır. Toplum
üyeleri ahlâk sistemine kuvvetle bağlı oldukları için, bu ahlâk sistemine karşı
işlenen suç da ağır cezayla cezalandırılmaktadır. Cezanın iki özelliği:
tutkusal bir tepki oluşu, teşkilatlandırılmış bir tepki oluşudur. Cezanın asıl
amacı ve mahiyeti sosyal bilinç ve vicdanın yaşamsallığını koruyarak
dayanışmayı sağlamaktır. Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı
hukukun düzenlenmesi büyük oranda kitlelerin elindedir.
Organik Dayanışmacı
Toplum
Organik dayanışma Durkheim tarafından
farklılaşmaya dayalı, işbölümünün ve toplumsal farklılaşmanın yoğun olduğu
toplumlar için kullanılmıştır. Durkheim’e göre, organik dayanışma kavramı işbölümünün
ortaya çıkardığı farklılaşma nedeniyle kendi başına yaptığı faaliyetlerle
hayatını devam ettiremeyen bireylerin her birinin farklı parçalar olarak bu
noktada birleşmelerinden ortaya çıkar. Organik dayanışma modern toplumlarda
görülür. Modern toplumlarda işbölümünün artış nedenleri sanayinin gelişmiş
olması ve nüfusun yüksek olmasından kaynaklanır. Mekanik dayanışmada birbirine
benzer insanlar dayanışmaya giderken, organik dayanışmada farklılaşmayla
sağlanan dayanışma gerçekleşir.
Organik dayanışmanın görüldüğü modern
toplumlarda uzmanlaşma yoğundur ve bunun sonucu olarak bireyler sınırlı görev
ve sorumluluklara sahip olurlar. Örneğin, organik dayanışmacı toplumlarda yani
modern toplumlarda kadınlar işlerini modern toplumun kurumları aracılığıyla
dağıtmaktadırlar. Çocukların bakımında yuvalar, kreşler devreye girmekte, kadın
çalışıyorsa evin temizliği için ayrı bir yardımcı bulunmaktadır.
Modern toplumda insanlar tüm hayatlarını
kendi başlarına yaptıkları üretimle idame ettiremedikleri için yaşamlarını
devam ettirmek için toplumda diğer insanlara muhtaçtırlar. Örneğin, geleneksel
toplumda bir aile kendi kendine yetebilirken modern toplumda aile varlığını
sürdürmek için bakkala, fırıncıya, kasaba, öğretmene, polis gibi birçok
uzmanlaşmış hizmetlere muhtaçtır. Bu nedenle dayanışma farklılıktan
kaynaklanır. İnsanlar diğerlerinin hizmetlerine ihtiyaç duyarlar. Bu tür
toplumlarda aynı zamanda grupların, yapıların ve kurumların uzmanlaşması da alanlarında
uzmanlaştığı görülür.
Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda
güçlü olan kolektif (ortak) bilinç, organik
dayanışmalı toplumlarda oldukça zayıftır. İşbölümünün getirdiği farklılaşma
aynı zamanda bireylerin inanç, istek ve davranışlarında da farklılaşma yaratmış
ve kolektif bilincin getirdiği ortak düşünce ortadan kalkmıştır. Bunun sonucu
olarak bireyselleşme artarak bireyin özgürlüğü artmıştır. Artık bu toplumlarda insanları bir arada
tutan şey, ortak inanç ve duygulardan çok, bireylerin birbirlerine olan
ihtiyaçlarıdır.
Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan
hukuk onarıcı veya iade edici hukuktur. Bu toplumlarda
birey, ortak ve genel olarak kabul edilmiş ahlâki değerlere karşı bir suç
işleme durumunda şiddetle cezalandırılmaz. Bu tür toplumlarda işlenen suç kolektif
bilince karşı işlenmiş olarak değerlendirilmez; suç bireye karşı veya toplumun
belirli bir kesimine karşı işlenmiş olarak kabul edilir. Bu nedenle zarar veren
birey işlediği suçun zararını karşılamalıdır. Bu toplumlarda ölüm cezası olsa
da, yaygın olarak iade edici hukuk uygulanır. Kolektif bilinç zayıflamış olduğu
için, işlenen suç ortak değerlere yönelik olduğu şeklinde değerlendirilmez ve
bu nedenle suça tepki duygusal nitelikte değildir. Suça karşı uzmanlaşmış bir sistem ortaya
çıkmıştır: Güvenlik güçleri, mahkemeler, hapishaneler vb. Suça karşı tepki
hukuk mekanizması aracılığıyla ve hukuk sistemi içinde gerçekleşir.
Toplumun bir
arada tutulabilmesi için yüz yüze ilişkiler ve resmi olmayan toplumsal denetim
artık yeterli değildir. Toplumsal denetim konusunda aile ve dinin sahip olduğu
güç, hukuk ve devlete geçmiştir. Bu farklılıklar ve karmaşıklık yeni bir sosyal
temele gereksinimi doğurmuştur. Organik dayanışma, sosyal düzen ve bireysel
özgürlüğü birbirine bağlamaktadır.
Ekonomik bağımlılık ve karşılıklı fayda
amacıyla işbirliği, modern organik toplumların temelini oluşturmaktadır. Buna
rağmen ekonomik çıkar, toplumun bir arada tutulabilmesi için yeterli değildir.
Aile ve dinin aracılığıyla geleneksel toplumlarda sağlanan denetim, organik toplumlarda
devlet ve hukuk aracılığıyla ve mesleki birliklerin de katkılarıyla
yapılacaktır.
Esas olarak, toplumun bilimsel incelenmesi
çerçevesinde toplumsal dayanışma olgusu ile ilgilenen Durkheim için hukuk,
ikinci derecede bir ilgi konusudur. Hukuku, toplumsal örgütlenmenin ve kolektif
düşünüşün ilkelerini açığa çıkarmak amacıyla genel bir tarzda incelemeye
çalışır. Hukuku, toplumun ahlaki yapısından çıkarma ve onu toplumsal ahlakın
bir ifadesi olarak kavramlaştırma eğilimindedir. Örneğin, toplumsal dayanışmayı,
bir toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan ahlaki bir fenomen olarak
görür. Ahlaki fenomenlerin, doğrudan gözleme ve incelemeye konu olamayacağını
düşünen Durkheim, bu sorunu aşmak üzere ahlaki olgunun yerine, onun dışsal bir
göstergesi veya temsil edici bir simgesi olarak hukuku inceleme konusu yapar.
Hukuk, toplumsal dayanışmanın en istikrarlı, düzenli, örgütlü ve belirgin
formudur. Hukuk, toplumsal dayanışmanın esaslarını objektif bir şekilde
gösteren ve sembolize eden bir toplumsal olgudur. Durkheim’a göre, toplumla
birlikte hukuk da değişir. Bu süreçte hukuk, toplumsal dayanışmanın temel
biçimlerini de yeniden üretip temsil eder. Durkheim, farklı dayanışma tiplerine
tekabül eden farklı hukuk tiplerini sınıflandırarak hukuk üzerindeki incelemesini
sürdürür.
Durkheim, bir
toplumdaki normatif yapının toplumsal dayanışma ve bütünleşmeye getirdiği
katkıyı vurgulayarak hukuk sosyolojisine ciddi katkılarda bulunmuştur. Ancak,
hukuk ile diğer normatif yapı ögeleri olarak ahlak ve din arasındaki
etkileşimlere ve karşılıklı ilişkilere yeterince odaklandığı söylenemez.
Hukukun, ahlaki bir fenomen olan toplumsal dayanışmanın sembolü veya göstergesi
olma niteliğini çok fazla öne çıkarmıştır[96].
Aşağıdaki kaynaklardan yararlanılabilir:
George Ritzer, “Emile Durkheim, Sociological Theory,
McGraw-Hill, Third Edition, 1992, Çev. Ümit Tatlıcan, http://www.umittatlican.com/files/Emile%20Durkheim%20(Ritzer,%201992).pdf
MAX WEBER (1864-1920)
Hayatı: Max Weber (1864-1920), ayrı bir sosyal bilim olarak
sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır. Özellikle, Protestanlık ile
kapitalizmi ilişkilendiren ‘Protestan ahlakı’ tezi ve bürokrasiye ilişkin
görüşleriyle tanınan bu büyük Alman sosyologu, ataları Protestan inançları
yüzünden geçmişte katolik zulmüne uğramış ama daha sonraları başarılı
girişimciler olmuş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1897’de bir ruhsal
çöküntü geçiren Weber, dört yıl süreyle entellektüel faaliyetlerden uzak kaldı.
İlk feministlerden olan karısı Marianne ile birlikte, Heidelberg’deki evlerinde
pazar günleri düzenli olarak gerçekleştirdikleri seminerlerle, yirminci yüzyıl
başında Almanya’nın en etkileyici entellektüel çevresini oluşturdular. Weber’in
sosyolojiye katkısı muazzamdır. Sosyal bilimler için felsefi bir temel sunmuş;
sosyoloji için genel bir kavramsal çerçeve geliştirmiş; ve dünyanın tüm büyük
dinlerini, kadim toplumları, iktisat tarihini, hukuk ve müzik tarihini ve daha
pekçok alanı kapsayan konularda ciddi araştırmalar ortaya koymuştur. Weber’in
yaptığı yayınlar, ele aldığı konular kadar geniştir.
Eserleri:
Şehir ve Cemiyet; Don Martindale, Ferdinand Tönnies, Georg Simmel, Max Weber; Önsöz: Ahmet Aydoğan; Yayına
Hazırlayan: Ahmet Aydoğan, İz Yayıncılık
Hukuk Sosyolojisi,
Giriş
Weber’in büyük önemi,
onun Emile Durkheim’la birlikte ayrı ve bağımsız bir disiplin olarak modern
sosyolojinin kurucusu olmasından kaynaklanmaktadır. O, sosyal bilimlere felsefi
bir temel, sosyolojiye kavramsal bir çerçeve kazandırmıştır. Başka bir deyişle,
Weber bir bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini en iyi bir
biçimde koyduğu, tutarlı bir sosyal bilimler felsefesi geliştirdiği ve modern
endüstri toplumunun temel özelliklerini sağlam bir biçimde kavrayıp ifade
ettiği için modern sosyolojinin kurucusu olarak bilinir.
Weber’in
Sosyolojik Yöntemi
Doğa bilimlerinde
evrensel yasaları yakalamayı isteyebiliriz, ama sosyal bilimlerin görevi bu
değildir. Sosyal bilimler, toplumsal eylemlerin özgül tarihsel ortamlarıyla
birlikte anlaşılması ve nedensel açıklamalarının yapılmasına ilgi duyar. Aynı
zamanda, insan toplumu tesadüfler meselesi değil, “olasılıklar” meselesiydi;
sosyal bilimi mümkün kılan etken de, insanların en azından çoğu zaman akılcı
bir biçimde hareket etmelerine bağlanıyordu.
Weber' e göre sosyoloji;
toplumsal davranışı yorumlayarak anlamak ve bu yolla davranışı hem kendi akışı
doğrultusunda ve hem de doğurduğu tesirlerle birlikte sebeplerini ortaya
koyarak açıklamak isteyen bir bilim dalıdır.
Yukarıdaki tanımından da
anlaşılacağı gibi Weber’in sosyolojik yaklaşımına göre sosyoloji kavrayıcı
olmalı yani toplumsal davranışların anlamını kavramalı, toplumsal yaşamın
değişik alanlardaki nedensel ilişkisini araştırmalı ve anlamalıdır. Örneğin
dinin toplumsal olayları (ve özellikle de ekonomiyi) nasıl etkilediği,
bürokrasinin toplumu nasıl ve hangi ölçüde şekillendirdiği gibi. Bu şekilde
bireylerin toplumsal eylemleri ve bunların içerdiği anlamlar üzerine kurulu bir
sosyoloji anlayışını benimseyen Weber, davranışların perde arkasını kültürel
öğelere bağlamak suretiyle psikolojiyle sosyolojiyi bileştirmek ister gibidir.
Weber’e göre sosyoloji, “toplumsal davranış”ı ele
alır. Toplumsal davranışı ancak “yorumlayarak” anlayabilir ve sebeplerini
açıklayabiliriz. Weber’in bu sosyoloji tanımından üç kavram çıkmaktadır:
anlamak, yorumlamak ve açıklamak. “Anlayış sosyolojisi” olarak da adlandırılan
bu yaklaşımda, anlama, açıklamanın ön şartı olarak karşımıza çıkar. Anlama,
davranışın yorumlanması sonucunda ortaya çıkar ve “aktörün davranışına verdiği
anlamın kavranmasını içerir.” Weber’e göre sosyolojinin çalışma nesnesi olan toplumsal eylemin anlaşılması
için bireyin ona yüklediği öznel anlama bakılması gerekir. Yani toplumsal
eylem, bireyin eylemine yüklediği öznel anlam ile gerçekleştirdiği eylem
arasındaki gerekli ilişkinin kavranması ile açıklanabilir.
Toplumu organik bir bütün olarak kabul eden Weber,
topluma büyük bir işlev toplamı olarak bakar. Bu anlamda Weber organizmacı
görüşe bağlıdır. İşlevselcilik, organik bir bütün içindeki tek tek parçaların,
gördükleri iş ve yaptıkları etki bakımından diğer parçalarla karşılıklı
bağlılık ve etkileşim içinde olduğunu varsayar. Ancak Weber işlevselciliği,
toplumu tam ve eksiksiz bir nesnel ilişkiler bağlamı olarak görmez. Weber
işlevselciliği, tümel/açıklayıcı değil betimsel/yorumlayıcı bir tarzda
kullanır. Weber'in işlevselciliği, karmaşık kültürel "motifler"
topluluğundan önemli görünenleri seçerek başat kılma yoluyla, gerçekliği kısmen
de olsa açıklayacak olasılıkçı bir nedensel düşünme biçimi olmakla sınırlıdır.
Toplumsal Eylem Tipleri
Toplumsal eyleme sosyolojinin araştırma nesnesi olarak
ortaya koyan Weber, toplumsal eylemi dört ana kategori altında incelemiştir. Weber
geleneksel, duygusal, değere ve amaca yönelik akılcı(rasyonel) olarak
adlandırmıştır.
1.
Geleneksel motiflere dayanan eylemler: Bireylerin bu eylem biçimi alışılagelmiş inançlar tarafından
belirlenir. Geleneksel tipteki bu eylemler bireyler tarafından amaçlı bir
şekilde tasarlanmazlar. Bireyin geleneğe göre davranması için bir değeri
dikkate alması gerekmez. Bu toplumsal eylem biçiminde duygusal ve heyecan içeren
bir motife de ihtiyaç yoktur. Geleneksel eylemler yaşanmışlıktan elde edilen
bir tutumdur ve güncel eylemler bu tipe örnek teşkil ederler. Örneğin, el öpmeyi
ve selamlaşmayı bu eylem tipine örnek olarak verebiliriz.
2.
Duygusal motiflere dayalı eylemler: Duygusal eylem, geleneksel eylem tipinden farklı olarak
alışılmış günlük davranışların dışındaki bir uyaran sonucunda meydana
gelebilir. Belirli koşullar sonucunda bireyin duygusal tepkisiyle
oluşur(heyecan, korku, öfke, kin, nefret, sevgi, öç alma, özveri vb). Örneğin,
maç sırasında yaşanan bir gerilim sonucunda kendini kontrol edemeyerek yumruk
atan bir oyuncunun davranışı, ağlayan bir çocuğa dayanamayan annenin attığı bir
tokat duygusal eylem tipine örnek olarak gösterilebilir. Ancak bazı durumlarda
duygusal temelli bir eylemin yüceleştirilmesi söz konusu olabilir. Yani duygusallık
bilinçli ve bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığında bu davranış
değersel-akılcı veya amaçsal-akılıcı bir eyleme olarak görülebilir. Örneğin,
bir çocuğun dayak yedikten sonra ağlaması acıdan çok kendini acındırmak içinse,
bu eylem amaçsal-akılcı eyleme yaklaşmaktadır.
3.
Değersel-akılcı eylemler: Değersel-akılcı eylem belli bir hedefi olan, amacı planlı olarak
belirlenmiş eylem tipidir. Ancak burada kişinin amacına ulaşmayı etkileyen nedenler
görev, şeref, din, bağlılık, sorumluluk gibi değerler temelinde gelişir.
Eylemini değere bağlı olarak gerçekleştiren kişi için davranışın sonuçları ne olursa
olsun (olumlu veya olumsuz) eylem kesindir. Geminin batacağını bilen bir kaptanın
gemiyi terk etmeyerek gemiyle beraber sulara gömülmesi, bir komutanın savaş
sırasında öleceğini bilerek komutasında yer alan askerlerinin önünde yer alarak
savaşması değersel-akılcı eylem tipine örnek olarak verilebilir. Bu tipteki her
eylemin altında yatan etken onur ve şeref değerlerini içermektedir.
4.
Amaçsal-akılcı eylemler: Amaçsal-akılcı eylem akılcı nedenlere dayanan bir eylem tipidir. Kişi
belirlediği bir hedefe ulaşmak için, amacı için en uygun akılcı araçları seçer.
Diğer bir deyişle amacının ve bu amaca ulaşmak için gerekli araçların
değerlendirmesini yapar. Bu anlamda planlı ve rasyonel bir eylem tipidir.
Örneğin bir girişimcinin kar elde etmek için para kazanması bu eylem tipini
içermektedir.
Weber’in genel eylem tipolojisinde yer alan son iki
eylem tipi açıkça rasyonelleşme/akılcılaşma ile bağlantılı olarak ortaya
koymuştur. Amaç-yönelimli akılcı eylem ve değer-yönelimli akılcı eylem,
Weber’in rasyonelleşme konusundaki diğer görüşlerinin de temelimi
oluşturur.
Weber Ve Hukuk
Weber’in hukuk analizi, karşılaştırmalı
sosyolojiye, çok sebepli ve çoğulcu açıklamalara olan ilgisini yansıtır.
Weber’in hukuk yaklaşımı genel olarak pozitivist olarak nitelendirilebilir.
Pozitif hukuk, ahlak ve doğal hukuk arasında ayrım yaparak, sosyolojinin temel
ilgisinin pozitif hukuka yönelik olması gerektiğini belirtir. Weber anlamacı
sosyolojisi bağlamında, eğer doğal hukuk insan davranışlarına yön veren bir
niteliği sahipse, sosyolojinin konusu olmalıdır.
Weber’e
göre modern hukukun oluşumunda, beş faktör etkilidir:
(1) Âdetler,
(2)
ilgililerin eylemleri (sözleşme),
(3)
yargıç kararları,
(4)
vahiy ve
(5)
kanun.
Hukuk kuralları (teorik olarak), belli davranışların
fiilî alışkanlıklara (âdetlere) dönüşmesi ve zamanla bağlayıcılık kazanması ile
oluşmaktadır. Bu davranışların “bireyi aşan bir biçimde genelleşmesi” ve başkalarının
da bu yönde beklentiler edinmesi, düzen ve çıkar temelli rasyonalite oluşumunda
etkilidir. Nihayetinde bir “zorlama cihazı” tarafından bu adetlerin ya da
alışkanlıkların desteklenmesi, hukuk kuralının oluşumunu sağlar. Modern toplum
açısından bu zorlama cihazı, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran devlettir.
Yine
teorik olarak hukuk ve prosedürün gelişmesi, dört aşamadan geçmiştir:
(1)
hukuk peygamberlerinin hukuku vahyetmeleri,
(2)
hukuk otoritelerinin ampirik olarak hukuku yaratmaları ve bulmaları,
(3)
seküler ve dinî iktidarın hukuk koyması ve
(4)
hukuk eğitimi almış uzman kimseler tarafından hukukun sistematik olarak
düzenlenmesi ve yargının profesyonelleşmesi. Kısaca belirtilen bu süreç,
rasyonel-formel bir hukuk anlayışına ulaşarak tepe noktasına varır.
Weber her zaman, hukuksal gelişme ile
ekonomi tarihi arasındaki ilişkiyle, doğal hukukla ilgilenmesine karşın,
bunları görüşlerinin merkezine almadı. Ona göre hukuk, ekonomi, bilim ve
siyaset birbirleriyle karşılıklı ilişkilidirler ve bağımlı pozisyonlarıyla ele
alınır. Hiçbirinin, diğerine önceliği söz konusu değildir.
Weber’in hukuka ilişkin yaklaşımı birkaç kavram
ekseninde toplanır. Bunlar; zor (coercion), meşruluk, rasyonalite ve
normatiflik olarak belirlenebilir. Bunlar içinde “zor”, Weber’in hukuk tanımı
açısından temel unsur olarak karşımıza çıkar. Weber’e göre belli bir düzeni
hukuk olarak adlandırabilmemiz için, gerek psikolojik gerekse fiziksel olarak,
uymayı sağlama ya da ihlâli cezalandırma yetkisine sahip bir görevli grubunun
varlığı şarttır. Bu tanım, bir yandan hukuku herhangi bir zor tehdidi ile aynı
seviyeye çektiği gibi öte yandan da arkasında herhangi bir zorlama cihazı
bulunmayan kuralı, hukuk saymamaktadır. Ancak hukuk düzenine uymayı sağlayan
ana etken, çoğu kez bu zorun varlığı değildir. Sosyolojik olarak geçerlilik de
diyebileceğimiz, normların meşruluğuna duyulan inanç, hukuk düzeninin
işlemesini sağlar. Modern toplum şartlarında dinsel ya da geleneksel meşruluk
ortadan kalktığı için hukukun meşruluğu rasyonellik yoluyla temin edilir. Weber
bunu, egemenliğin meşru kullanım türleri olan, üç ideal otorite tipi ile
açıklar.
Karizmatik Otorite: Bir liderin yönetimi
kendi kişisel niteliklerine dayanarak yürütmesiyle ortaya
çıkmaktadır. Weber, karizma kavramını, “bireysel olarak bir şahsı sıradan
insanlardan ayıran ve onun doğaüstü, insanüstü ya da en azından bazı özel
istisnai güçlere ya da niteliklere sahip sayılmasına yol açan belli bir
nitelik” anlamında kullanır. Yönetimin meşruiyeti yönetilenlerin lidere bir şeyh, kahraman, demagog gibi
yetki vermesi inancına dayandırılmaktadır. Bu otorite biçimine
uygun idari aygıtın yapısı ise, düzensizdir ve lidere yakınlığı olan
kişilerden oluşur.
Geleneksel Otorite: Geçmişten gelen –daima
var olan- kural ve güçlerin kutsallığını öne sürerek meşruluk tezinde bulunan
ve kendisine inanılan egemenlik türünü Weber, geleneksel otorite olarak
adlandırmaktadır. Yönetme yetkisi geleneğe ve geçmişe duyulan
saygıyla desteklendiğinde ortaya çıkmaktadır. Otoritenin meşruiyeti
ise geleneği sürdürme ve işleri geleneksel tarzda yürütmenin doğru
olduğu duygusuna dayanmaktadır. Böylece insanlar iktidarı çoğu kez
monarşi ya da aile veraseti sistemlerinde olduğu gibi miras alınmış
bir statüye bağlı olarak ellerinde tutmaktadırlar. Bu otorite biçiminin idari
aygıtı ise Weber tarafından ataerkil ve feodal olmak üzere ikiye
ayrılmıştır: Ataerkil yapıda memurlar ya da idareciler genellikle yöneticiye
bağımlı ve ondan maaş alan kişisel makam sahipleridir; hizmetkarlar, akrabalar
gibi. Feodal yapıda ise, memurlar bir ölçüde bağımsız
kalmaktadırlar. Yöneticiye bağlılık gösterme karşılığında genellikle
belirli bir nüfuz alanında özerk olmalarına izin verilmektedir,
maaşları ya da geçimleri bakımından yöneticiye doğrudan bağımlılıkları yoktur.
Rasyonel ya da Yasal Otorite: Bu biçimde iktidar,
yasalar, kurallar, düzenlemeler ve usullerle meşrulaştırılmaktadır. Bu bakımdan
yöneticiler nasıl atanacaklarını belirleyen yasal usullere uyarak meşru iktidarı
elde edebilmektedirler. İktidarın yetkisi de aynı zamanda kurallarla
sınırlanmıştır. Bu otorite biçiminin tipik idari aygıtı bürokrasidir. Bürokrasi
resmi otoritenin örgütsel hiyerarşinin tepesinde
toplanan rasyonel-yasal kuralların ve hiyerarşinin olduğu bir idari
aygıttır.
Geleneksel ve karizmatik otorite tiplerinde meşruluk
inancı, irrasyonel temellere dayanır. Geleneksel otoritede bu, “çok eski
geleneklerin kutsallığına (…) ve onların altında uygulanan otoritenin
meşruluğuna” duyulan inanç iken, karizmatik otoritede, belli bir kişinin
kutsallığı, kahramanlığı yahut karakterine duyulan bağlılıktan kaynaklanır.
Weber’in burada kullandığı meşruluk kavramı, ahlâkî veya tabiî hukuktan
kaynaklanan veyahut hukukî geçerlilik anlamında bir meşruluk değildir.
Egemenliği kullanan otoritenin bu davranışına duyulan inanç ya da rıza,
meşruluğun içeriğini oluşturur. Tiplerin birbirinden ayırt edilmesini sağlayan
unsur ise bu inancın hangi temele dayandığıdır. Modern toplum şartlarında bu
inancın kurulması, büyük ölçüde, gayrı şahsî bir düzen yani hukuk düzeni, eş
deyişle hukuk devleti yoluyla sağlanır. Rasyonel egemenliğin sonucu olan hukukî
otorite, kişisel nitelikte olmayan bir düzeni ifade eder. Bu halde bireyler,
otoriteye kişisel bir bağlılık duymazlar. Otorite ile bireylerin ilişkisi, o
ilişkinin şartlarını ve sınırlarını çizen kurallar çerçevesinde gerçekleşir.
Zaten buradaki otoritenin kaynağı da, otoriteyi kullanan kişinin bizatihi
kendisi değil, hukuk düzeninin ona tanıdığı yetkidir. Bu otoriteye itaat edenler,
kişisel olarak özgür kimselerdir. Hukukî otorite tanımında dikkati çeken
unsurlar, gayrı şahsî bir düzen yani hukuk düzeni ve bu düzenin meşruluğuna
duyulan inançtır. Bu inanç, temel olarak rasyonel bir idarî sisteme ve bu
sistemi ayakta tutan kurallar bütününe dayanır.
Bu otorite şekli, Weber’in kapitalizme ilişkin
çözümlemelerinde anahtar kavramlardan birisidir ve Weber rasyonalite kavramına,
“kapitalist ekonomik etkinliği, özel mülkiyeti ve bürokratik otoriteyi”
tanımlama amacıyla başvurur. Bu bağlamda, Weber kapitalizme ilişkin
çözümlemelerini, yasal otoritenin örgütleniş biçimi olan bürokrasi kavramı ile
ilişkilendirerek yapar. Weber'e göre bürokrasiye yalnızca teknik açıdan
bakıldığında onun, yüksek bir verimlilik düzeyine ulaşmanın ve bu anlamda
insanlar üzerinde otorite kurup uygulamanın bilinen en rasyonel aracı olduğu
görülür.
Weber, modern çağın ruhunun, modern toplumu geçmişteki
toplumlardan ayıran temel dinamiğin rasyonalite olduğu konusunu Batıya eşsiz
bir misyon yükleyerek açıklar. Bu eşsiz özelliğin de ilk olarak Batı’da ortaya
çıktığını ve sadece Batı’ya ait olduğunu iddia eder. Ona göre bugün bilim,
‘geçerli’ saydığımız bir gelişme düzeyi içinde yalnızca Batı’da vardır. Hukuk,
basın, resim, mimari, bürokrasi ve ussal biçimde dile gelmiş hukuk ve ussal
biçimde dile gelmiş kurallara ve ‘yasalar’a bağlı siyasal bir düzenleme
anlamında ‘devlet’, yalnız Batı’da bilinir. Çağdaş yaşamın kaderini en derinden
belirleyen güç olan kapitalizm için de durum böyledir. Sürekli etkinlik ve
etkililik arayışı içindeki kendi insanları ve kurumlarını organize ve kontrol
etmeyi amaçlayan modern toplumu karakterize eden şey, rasyonel ve mantıklı
düşünme ve organizasyon biçimidir. Önceki toplumlar din, gelenek veya kişisel
karizma gibi irrasyonel inançlar veya düşünce sistemlerine dayanırken, modern
toplumun düşünce ve örgütlenme sistemini temel olarak akla dayanmaktadır. Bu süreçte,
formel yazılı hukuk kuralları, yazılı olmayan geleneksel kuralların yerini
alır. Weber’e göre, hukukun rasyonelleşmesi, tarihsel süreçte belli aşamalardan
geçilerek mümkün olmuştur.
İlkel toplumlardaki hukuk, ilahi bir
görünümde olup büyücü, falcı ve dinî kimlikli kimselerden ve onların
karizmasından kaynaklanıyordu. Toplumsal hayat üzerinde güçlü etkiye sahip
karizmatik şahsiyetler, hukuku da ifade ediyordu. Bu hukuk, keyfilik yanı ağır
basın karizmatik bir nitelik taşıyordu. Yani, hukuku yaratan otoriteler, kendi
arzularına göre yorumlar geliştirip keyfi düzenlemelere ve uygulamalara
gidebiliyordu. Zamanla, bu hukuk yaratıcıları, ortaya çıkan toplumsal tepkileri
yumuşatmak, toplumdaki gelenekleri ve görenekleri daha iyi bir şekilde
kavrayabilmek için, kendilerine danışmanlar buldular ve böylece hukukun
rasyonalizasyonuna yönelik ilk adımı attılar. Bu, doğrudan hukukla ilgili
kimselerin ampirik yollarda hukuku bulması ve yaratması anlamına geliyordu. Bir
sonraki aşamada yöneticiler, ekonomik, toplumsal ve etik dengeyi sağlamak
bakımından rasyonelleşme doğrultusunda bir adım daha atarak uzman kişileri ve
grupları devreye soktular. Son aşamada hukuk, uzmanlar aracılığıyla gerçekleştirilen
ve belirli bir sistematiğe sahip kurallar biçiminde görünüm kazandı. Bu
aşamada, bir yandan hukuk kuralları sistemleştirilirken diğer yandan yargı
işlevi, hukuk mesleği esaslarına göre yerine getirilmeye başlandı. Hukukun,
giderek mantıki akılcılığa ve sistemleşmeye doğru bir gelişme süreci yaşadığını
ileri süren Weber, her toplumun söz konusu aşamaların hepsinden geçtiğini ve
aynı sırayı izlediğini söylemez; hukukun rasyonelleşme veya aklileşme
sürecinin, farklı yerlerde farkı nitelik ve ölçülerde yaşanabileceğini kabul
eder.
Kapitalizm ve
Hukuk
Modern kapitalizm, amaçsal rasyonel
davranışın prototipini oluşturur. Modern kapitalizm, kâr elde etme ve belli
amaçlara ulaşmak için gerekli araçların rasyonel seçimine dayanır. Böylece
Weber, ekonomik hayattaki rasyonalite ile hukuksal düşüncedeki rasyonalite
arasında açık bir bağ kurar. Hukuksal düşünceye ilişkin kategoriler, açık bir
şekilde ekonomik davranış kategorilerine paralel şekilde tasarlanır. Hukuksal
düşüncenin mantıki-formel rasyonalitesi, ekonomik davranışın amaçsal rasyanolitesinin
karşılığını oluşturur. Kısaca, Weber’in teorisinde modern hukukun oluşumu ve
gelişimi ile kapitalizm arasında yakın bir ilişki vardır.
Kapitalizm, yüksek ölçüde öngörülebilir
ve hesaplanabilir bir normatif düzen gerektirir. Tarihsel süreçte ortaya çıkan
hukuk tiplerinden sadece modern rasyonel hukuk veya formel rasyonaliteye sahip
hukuk, ihtiyaç duyulan öngörülebilirliği ve hesaplanabilirliği sağlayabilir.
Hukuk kurallarına ve kanunlara karşı gösterilen güçlü bağlılık, düzenli ve
öngörülebilir bir ortam sağlayarak kapitalizmin gelişmesini destekler. Serbest
piyasa şartlarında kâr güdüsüyle özel mülkiyet temelinde faaliyette bulunan
kapitalist girişimciler, başta mülkiyet hakkı, miras hakkı ve sözleşme özgürlüğü
olmak üzere birçok temel hak ve özgürlüğün genellik, süreklilik, nesnellik ve
belirlilik niteliklerine sahip hukuksal düzenlemelerle güvence altına
alınmasına ihtiyaç duyarlar. Yani, ekonomik ve ticari etkinliklerini
öngörülebilir, hesaplanabilir bir ortam içinde sürdürmek isterler. Böyle bir
ihtiyaca yanıt verecek kurum ise hiç kuşkusuz, formel, yazılı ve sistematik
nitelikteki modern hukuk olacaktır.
Weber, kapitalist üretim tarzının Batı
Avrupa’da ortaya çıkıp gelişmesiyle yakından ilgilenir ve Avrupa hukuk
sisteminin farklı bir karaktere sahip olduğunu belirtir. Bu hukuk sisteminde
hukuk, siyasal faaliyetin diğer yanlarından ayrılmıştır. Uzmanlaşmış
profesyonel hukukçular grubu vardır. Hukuk kuralları, bilinçli bir şekilde
belirlenir. Yasa koyma süreci, dinsel etkilerden ve diğer geleneksel değer kaynaklarından
nispeten bağımsız olarak işler. Somut kararlar, evrensel kuralların uygulanmasına
dayalı olup karar verme süreci, sürekli bir şekilde politik müdahaleye konu
olmaz. Weber’e göre formel-rasyonel bir hukuk sistemi, rasyonel kapitalizm için
en uygun sistemdir. Rasyonel kapitalizm, idari altyapının oluşturulmasında,
bürokrasinin şekillendirilmesinde, ekonomik ve ticari sözleşmelerin düzenlenmesinde
öngörülebilir ve istikrarlı bir yapıyı zorunlu kılar.
NOT: Protestan Ahlakı Üzerine
Mahmut
Kaya, “Klasik sosyolojik perspektifte modernleşme tartışmaları,” Birey ve
Toplum, Güz 2012, Cilt 2, Sayı 4, s.129-130. http://bireyvetoplumdergisi.com/article/viewFile/1036000070/1036000064
Modern çağın iktisadi bir
sistemi olarak kapitalizm üzerine de önemli çalışmalar yapan Weber, Batı’da
görülen ve rasyonaliteye dayanan kapitalist üretim biçiminin öz olarak temelde
dini değer ve saiklerle geliştiğini belirtir. Weber’in genel olarak niyeti,
çeşitli büyük dinlerin modern dünyevileşme ve akılcılaşmayı nasıl
kolaylaştırdığı ya da engellediğini göstermekti. Hıristiyanlık örneğinde
dikkatini Reform ve dünya dışında çilecilik fikri yerine dünya içinde
çileciliği koyan Kalvinci yazgı fikri üzerinde yoğunlaştıran Weber (Touraine,
2010:44), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde bu durumun
Protestanlıktan kaynaklandığını kapsamlı bir şekilde analiz eder. Ona göre;
“dünyevi asketik Protestanlık, mülk sahibi olmanın verdiği do- ğal zevke var
gücüyle karşı çıkmış, tüketimi özellikle lüks tüketimi sınırlamıştır. Buna
karşılık mal kazancını, psikolojik olarak geleneksel ahlakın yasaklarından
kurtarmış, kazanç uğraşısının zincirlerini koparıp bunu yalnız yasal hale
getirmekle kalmamış ayrıca doğrudan doğruya tanrının isteği olarak görmüştür”
(Weber, 1999:147). Kapitalizmin bel kemiği olan bu inanışta çok çalışma, lüks
tüketimden uzak durma, kutsal buyruklar ve yapılması gereken dini sorumluluklar
mesabesinde kabul edilir. Protestanlık değerlerinde tanrının kendi şanını
arttırma ile ilgili açıkça görülen dileğine, boş zaman ve zevk ile değil sadece
çalışma ile hizmet edilir. Zamanı boşa harcama, bütün günahlar içinde ilk ve
ilkece en ağır olanıdır. İnsanın kendi mesleğini ‘kesinleştireceği’ yaşam
süresi çok kısa ve değerlidir. Temel ilke bellidir; “zengin olmak için bedensel
zevkler ve günah için değil, tanrı için çalışmalısınız” (Weber, 1999:135,140).
Weber’in kapitalizmin dinamiği olarak dini değerleri (Protestanlık merkezli
dünya anlayışı) öne sürmesi kapitalizm analizinde Marks’ın karşı kutbunda yer
almasını sağlamıştır. Bilindiği üzere Marks, temel dinamik olarak üretim araçlarının
mülkiyeti ve sınıf mücadelesi üzerinden kapitalizmin ekonomi politiğini
yapmıştır. Görüldüğü gibi Weber’in modernlik analizi sosyal eyleme yön veren
saik olarak rasyonalite, bürokrasi, kapitalizm, otorite, meşruiyet,
yabancılaşma gibi önemli başlıkları içermektedir. Onun demir kafes metaforu,
modernliğin birey ve toplum üzerindeki baskıcı kısıtlılık açısından özgün bir
tanımlamadır. Kapitalizmin ana dinamiği olarak dini işaret etmesi nin yanı sıra
Weber’in fikirlerinde apaçık bir Batı etnosentrizmini de görmek mümkündür. Bu
bağlamda modernliği Batıya has kılıp kutsayan yaklaşımları nedeniyle Weber’in
çokça eleştirildiği bilinmektedir.
Weber- Marx Karşılaştırması
Weber, ekonomik faktörlerin önemini
kabul etmekle beraber, modern kapitalizmile modern hukuk sistemi arasında tek
yönlü neden-sonuç ilişkisi kurmaz.Weber’in teorisinde hukuk, ekonomi ve
politika, birbirleriyle ilişkilerinde hem bağımlı hem de bağımsız değişken
pozisyonu kazanabilir. Marx’ın ekonomik yapıyanispeten ağırlık veren
yaklaşımına karşın, Weber politik şartların ve modern bürokratikdevlet
yapısının önemini vurgulayan bir yaklaşım sergiler. Weber’in hukuk hakkındaki
analizi, ağırlıklı olarak Batı tecrübesine dayalı olmanın sınırlarını da taşır.
Weber, Marx’ın aksine,
hukuk ve ekonomi arasındaki ilişkiyi, hukukun ekonomik çıkarlara hizmet etmesi
olarak sunmaz. Hukuk, hakim sınıfın ideolojik bir aracı değildir; daha doğrusu
sadece bu şekilde tanımlanamaz.Ekonomik alt yapı dışında, başka faktörlerin de
hukukun gelişiminde büyük etkisi vardır. Weber, Marksist yaklaşımdaki alt
yapı-üst yapı ayrımından yola çıkan ve hukukun, üretim ilişkileri ile iktidar
sahiplerinin çıkarlarının bir yansıması olduğu düşüncesini eleştirmektedir.
Hukukun, toplumsal yapıyı birebir yansıttığı çok doğru değildir. Weber’e göre
hukuk, sadece toplumsalı yansıtmaz ama aynı zamanda belli ölçüde anonim ve
kurucu (constitutive) nitelik taşır. Dolayısıyla hukuk, ne sadece toplumsal
yapının bir yansıması ne de hakim sınıfın ideolojisinin bir ürünüdür. Kısaca
Weber’e göre kapitalizm ve hukuk, biri diğerinin aslî sebebi olmaksızın paralel
ve yekdiğerini destekleyen bir gelişim göstermiştir.
Weber, her şeyden önce
sosyolojinin insan davranışlarıyla ilgili olarak, doğa bilimlerinkine benzer
genel geçer yasalara ulaşamayacağını, toplumların evrim niteliği taşıyan bir
gelişmeyi doğrulayıp temellendirmeyeceğini öne sürmüştür.
Bu çerçeve içinde
öncellikle, pozitivizme karşı tavır alan Weber’in sosyolojisini büyük oranda
sınıf çatışmalarının toplumun gelişmesinde temel dinamik süreci biçimlendirdiği
şeklindeki Marksist genellemeye hücumun oluşturduğu söylenebilir. Yani Weber’in
sosyolojisi, bir yandan evrimci pozitivizme ve diğer yandan da dogmatik
Marksizm’e tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Max Weber toplumsal
yaşamın anlaşılmasında etkisi altında kaldığı Marx’tan toplumsal sınıfların
analizinde de ayrılmaktadır. Ona göre; sınıf sadece iktisadi düzen içinde
geçerli olan düzenin bir bölümüdür. Marx için sınıf, topluluğun şeklini veren
toplum analizinin temel ölçüdür. Weber için ise; sınıf topluluk içinde
gelişebilecek birkaç grup tipinin yalnızca biridir. Weber, insan ilişkilerini
belirleyen nedenlerin yalnızca ekonomik çıkarlar olmadığı ve insanları
birbirine bağlayan gerçek bağların da ekonomik kökenli olmadığı görüşleriyle
Marx’tan ayrılır. Bu yaklaşımıyla Weber tarihin materyalist açıklamasını
reddeder. Sınıf çatışmalarına Marx’ın verdiği değerler daha da önemlidir (http://www.askaptan.4mg.com, 2.04.2004).
TARİHÇİ
HUKUK OKULU
Bu romantik ve idealist ekolun Hukuk
alanındaki karşılığı Tarihçi Hukuk Okuludur. Tarihçi Hukuk Okulu kodifikasyona,
Fransız devrimine ve doğal hukuka karşıdır. Kodifikasyonun Almanya’da
tartışılma sebebi nedir? Başka deyişle neden kodifikasyon yapılıyor?
Kodifikasyon ulus devletlerin kurulma
süreciyle ilgili olduğu düşünülebilir. Yani dağınık olan hukukları ulus devlet
sınırları içinde tekli bir yapıya hukuk birliğine kavuşturmasını sağlamak için
yapılıyordu. Kodifikasyon, bu anlamda uluslaşmayı sağlamada önemli bir araçtır.
İşte bu iklimde Tibao Almanya’da da
bir kodifikasyonun yapılması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü Almanyada da bir
hukuksal birlik sağlanmaktadır diyor.
Buna cevap vonSavigny’den
gelir.(Puchta da tarihçi hukuk okulu ekolündendir.)
Savigny’e göre, bir Alman medeni
yasası yapılmamalıdır. Bunun iki nedeni vardır:
1. Savigny doğal hukuk anlayışına
şundan dolayı karşı çıkar. Her yerde ve her zaman, evrensel ve genel geçer bir
hukuk olamaz.
2. Hukuk, evrensel olmadığı gibi
akıldan da çıkmaz. Savigny’e göre, her toplum, her halk farklı hukuka sahiptir
ve toplumların hukukları akıldan değil farklı yaşamlardan çıkar.
Böylece Almanlar için, soyut
ilkelerin doğal hakların kodifiye edilmesi gereksizdir.
Peki, hukuk nereden kaynaklanır?
Savigny’ e göre hukuk, toplmların yaşayışından gelir; akıldan, tanrıdan veya
başka bir metafizikten değil.
Savigny’e göre hukukun özellikleri,
oluşum nedenleri anonim, spontan ve bilinçdışıdır.
1.
Savigny
hukukun bu üç özelliğe sahip olduğunu dilden örnekler. Dil, anonim spontan ve
bilinçdışı olduğu gibi hukuk da;
- Yasakoyucuların iradesinden oluşan
ya da akıldan çıkan bir şey değildir. Hukuk o toplumun içinden, rastlantısal ve
tamamen bilinçlerden bağımsız bir biçimde ortaya çıkar.
- Böylece hukuk o halkın,
yaşayışlarından, geleneklerinden çıkar. Halktan çıkan bu hukuk, örf ve adet
hukukudur. Toplumun yaşayışı, deneyimleri, geleneklerinden çıkan hukuk Hukukun
kaynağı örf ve adet hukukudur.
- Böylece hukuk ne yasa koyucunun ne
de aklın ürünüdür.
2. Nasıl bir dil o dili bilmeyenlere
bir anlam ifade etmezse, hukuk da başka bir halkın hukukunun resepsiyonla
iktibas edilmesi de bir şey ifade etmez. Yani bir halk kendi tarihinden tarih
bilincinden çıkmayan bir hukuka tabi tutulamaz. Bu anlamda resepsiyon
anlamsızdır.
Fransız devriminin ardından Fransa’da
doğal hak ve özgürlükler medeni yasalara yansımıştı. Benzeri tartışmalar
Almanya’da da yapılmıştı. Almanya da kimi düşünürler tıpkı Fransız Medeni
Kanunu’nda olduğu gibi ulusal ve medeni bir kanun yapılıp Almanya da bir ulus
devletin kurulması fikri düşünülmüştü.
Bu düşünceye karşı cevap yine Alman
düşüncesinden geldi: Tarihçi Hukuk Okulu. Savigny en önemli temsilcisidir.
Tarihçi Hukuk Okulu ile Fransız Devrmi’nin somutlaştırdığı doğal hak ve
ilkelere eleştiriler başlamıştır.
- İlk eleştiri bu hak ve özgürlüklerin soyut olduğuna
yöneliktir.
- İkinci eleştiri birinciye bağlı olarak her yerde,
her zaman geçerli olan ideal bir doğal hukuk olduğu varsayımı yanlıştır. Doğal
hukuk bu itibarla metafiziktir. Çünkü hukuk, tıpkı din gibi, içinde bulunduğu
toplumun yaşam biçimiyle ilgilidir. Nasıl ki, İngiltere’de konuşulan dil
Almanya için anlamsız ise, o halde başka bir ülkenin hukukunu benimsemek tarih
ve yerel yaşantı zeminine oturmaz.
- Doğal hukuka karşı olan Tarihçi Hukuk Okulu aynı
zamanda pozitif hukuk anlayışına da karşıdır. Yine dil örneğinden gidersek,
nasıl ki dil birilerinin buyruklarıyla değil kendiliğinden gelişiyorsa, hukuk
da toplumsal yaşayışta kendiliğinden rasyonel olmayan biçimde olumsal olarak
gerçekleşir.
Tarihçi Hukuk Okulu’na göre,
Hukuk toplumun yaşayışının,
kültürünün bir sonucudur ve hukukun kaynağı toplumsal yaşayış yani örf ve
adetlerdir. Rasyonel kabuller, akıl değildir. Egemenin buyruğu değil, metafizik
bir bütün hiç değildir.
Görülüyor ki Tarihçi Hukuk Okulu olgusal,
yani elle tutulur, gözle görülür bir hukuka dair anlayışı geliştirmiştir. Örf
ve adetler bu olgusallığı karşılar.
Savigny’e göre kodifikasyonlar ve
yazılı hukuk gereksiz de olmaktadır demek hatalı olaraktır. Savigny yazılı
hukuka tamamen karşı değildir. Savigny’nin karşı olduğu örf adet hukukunun
yazılı hale getirilmesi değildir. Çünkü örf ve adet hukukunun yazıya
geçirilmesi kaçınılmazdır. Ancak bu iş Almanya için henüz erkendir. Çünkü
kodifikasyon, Almanya toplumu gibi dinamik ve henüz tamamlanmamış bir toplum
için kısıtlayıcı ve engelleyici bir rol oynayacaktır. Almanya’da toplum
dinamiktir ve bu dinamizmi kodlar engelleyebilir.
Yazılı hukukun oluşumu üç evreden
oluşur Savigny’e göre;
Öncelikle toplumun dinamik yaşantı
süreci vardır. Gelişen bir örf ve adet hukuku vardır. Örf ve adet hukuku basit
bir süreci gösterir.
İkinci evrede bir hukukçu sınıfı
ortaya çıkar: teknik hukuk evresi. Burada hukukçular zümresi, bir hukuk
yaratmaz; hukuk yine birinci Evredeki örf ve adetlerdir. Hukukçular ise bu örf
ve adetleri düzenler, sistemleştirir ve yorumlarlar; yeni bir içerik katmaz.
Teknik bir katkı vardır.
Üçüncü evre kodifikasyon evresidir.
Ancak burada yazılı hale getirilenler yine toplumun yaşayışında gelen örf ve
adetlerin yazıya geçirilmesidir.
Savigny’ye göre kodifikasyon üç
evreden önce ya da sonra yapılmamalıdır. Toplum içinde canlılık, halk ruhu (volkgeist) süreklidir ve kodifikasyon bu
dinamizmi ruhu sabitler.
Eğer kodifikasyonlar geç yapılırsa, toplum ve hukuk
gerilemeye çöküntüye girdiği anda da yapılırsa kodifikasyon yararsız hale
gelir. Kodifikasyonda geç kalınırsa toplum ve hukuk toparlanamaz hale gelir
çünkü. Oysa vaktinde yapılan kodifikasyon bu çöküntü ihtimalini önleyip toplumu
toparlayabilir.
Not: Savigny’nin doğan,
canlanan ve çöken toplum anlayışı kimi hatırlatıyor?
Yani Savigny’ye göre hukuk tamamen
toplumun yaşantısından gelen örf ve adet hukukudur ve yazılı hukuk bu örf ve
adetlerin yazılı hale geçirilmesinden başka bir şey olmamalıdır.
SAVIGNY’E ELEŞTİRİ
Savigny muhafazakardır. Yani örf ve
adetlerin kodifikasyon ile muhafaza edilmesini savunur. Ancak muhafaza edilecek
örf ve adet hukukunda bir ayrıştırma yapmaksızın tüm örf ve adetleri
yasalaştırmak toplumda negatif sonuçlar yaratabilir. Kodifikasyonda neyin,
hangi örf ve adetlerin hangi değerleri taşıyan örf ve adetlerin muhafaza
edileceği belirlenmediğinde tek kriter, hangi değere sahip olursa olsun örf ve
adetleri muhafaza emek olduğunda, ortaya negatif sonuçlar çıkabilir. Örneğin,
töre cinayetlerinin yasalar ile muhafaza edilmesi.
Savigny şunu söylerken ise haklıdır:
Hukuk kodifiye edilen toplumun özelliklerini dikkate almalıdır. Hukuk negatif
kimi örflerin dışlanmasından rol oynayabilir, bunun dışında ise toplumun
özelliklerinin dikkate alınması her halükarda önemlidir.
Tarihçi Hukuk Okulu, nasyonel
sosyalizmin yani Alman Faşizmi’nde kullanılan bir husus olmuştur. Çünkü führer (başbuğ) volkgeist’i en iyi bilen kişi sayılmış ve onun buyrukları kayıtsız
koşulsuz hukuk sayılmıştır.
Volkgeist
kavramı, Tarihçi Hukuk Okulu’nun kaçınmaya çalıştığı metafiziğe yaklaştığı
mistik bir araç olmuştur. Bu metafizik de onların tutarlılığını zedeler.
Tarihçi Hukuk Okulu ile de görülüyor ki, on yedinci
yüzyıl aydınlanmasından farklı bir aydınlanma söz konusudur. On yedinci yüzyıl
aydınlanmasında aklın ilkelerinin insana yön vermesi sonucunu doğuyordu. On
dokuzuncu yüzyıl aydınlanmasında ise, giderek gelişen bilimsel yöntemlerin,
deney ve gözlemlerden yola çıkılarak hareket edilmekteydi. Bir tür
pozitivizmdir bu.
Bu pozitivizm hukuksal pozitivizm
olarak hukuk alanında on sekizinci yüzyılın sonunda, on dokuzuncu yüzyılın
başında ortaya çıkar.
*** Hukuksal Realizm Konusu için ERTUĞRUL UZUN, “AMERİKAN HUKUKİ REALİZMİ” başlıklı 24 Nisan 2014 tarihinde bloga yüklenmiş olan makaleye bakınız.
Makaleye aşağıda yazılı linkten de ulaşabilirsiniz.
http://erugrulu.home.anadolu.edu.tr/hfdersnotu_amerikanrealizmi.pdf
Makaleye aşağıda yazılı linkten de ulaşabilirsiniz.
http://erugrulu.home.anadolu.edu.tr/hfdersnotu_amerikanrealizmi.pdf
EUGEN EHRLICH (1862-1922)
“Hukuksal gelişmenin öneminin odak noktası
yasamada, yargı biliminde, yargı kararlarında değil, toplumun
kendisinde yatar. Hukuk sosyolojisinin temel prensiplerine
dair her girişim bu özü içerir.”
-
Eugen
Ehrlich
Ehrlich’in Sosyoloji Ve Toplum Anlayışı
Avusturyalı hukuk
sosyoloğu Eugen Ehrlich’in (1862-1922) sosyal bilimden anladığı, genel olarak,
insan toplumlarına ilişkin bilimsel çabaların yekûnüne göndermede bulunur. O
da, çağının etkisiyle, toplumların bilimsel incelemenin nesnesi haline
getirilmesini, onların anlaşılması için zorunlu görür. Ehrlich’e göre toplum,
insanların birbirleriyle karşılıklı ilişkiler içinde bulundukları toplumsal
birlilerin toplamıdır. Bu birlikler, ona göre, farklıu yapı özelliklere
sahiptir. Toplumsal birliği, diğerleriyle ilişkilerinde belirli davranış
kurallarını kabul eden ve davranışlarını bu kurallara göre düzenleyen insan
çoğullukları olarak tanımlanır. Kiliseler, siyasi partiler, aile vs. toplumsal
birliklere örnektir. Toplumsal birlikler ve bunlarda gözlemlenebilen toplumsal
düzen sabit ve değişmez olmayıp eski toplumsallıkların yok olduğu, bunların yerine
yenilerinin geçtiği ve bu süreçte içeriksel olarak da daimi değişikliklerin
yaşandığı bir dinamizm söz konusudur.
Toplumsal Birlikler Ve Hukuk
Toplumsal birlikler,
Ehrlich’in hukuku da içinde gördüğü toplumsal olgulardır. Ehrlich toplumsal
birliklerin içsel düzenini hukuk normlarının sağladığını düşünür. Hukuk normu,
genel olarak, davranış kuralıdır. Bir davranış normu olarak hukuk normları,
toplumsal birliklerde bulunan bireylerin birbirleriyle ilişkilerinde kabul
ettikleri ve davranışlarını ona göre düzenledikleri için toplumsal işlevlere de
sahip olan toplumsal olgulardır ve toplumdan ayrı ele alınamazlar. Eğer bu
kurallar toplumsal yaşamda dolaşımda iken aksıyorsa, toplum zayıflar ve
parçalanır.
Ehrlıch’in Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımı
Hukukun içinde yer aldığı
toplumsal birlikler, dolayısıyla, hukukun kaynaklarının da zengin ve karmaşık
bir zemin üzerinde yer almasına neden olur. Sosyolojik bakış açısından hukukun
merkezi noktasını gerçek yaşamdaki yani toplumsal birliklerdeki kurallar,
hukukun çevresini ise devlet ve yargısal eylemler oluşturur. Bu nokta
Ehrlich’in hukuk sosyolojisini nerede konumlandırdığı meselesine geçişi de
sağlar. Ona göre hukuk toplumsal bir olgu olduğundan, hukuk bilimi de topluma
dair bilim olan sosyolojinin bir alt dalıdır. Hukuk sosyolojisi teorik hukuk
bilimidir. Hatta terimin tam anlamıyla hukuk bilimi, hukuk sosyolojisidir. Zira
hukuk sosyolojisi yasalardan ya da yargı kararlarından bağımsız (bu unsurlarla
pratik hukuk bilimi ilgilenir) biçimde salt toplumsal olgularla ilgilenecektir.
Ehrlıch’in Hukuk Sosyolojisinde Yöntem
Ehrlich’e göre hukuk
sosyolojisinin iki bilgi kaynağı vardır:
-
Hukuk
dokümanları,
-
Gözlem.
Ehrlich’e göre modern
dönemler için hukuk sosyolojisinin en önemli bilgi kaynaklarından ilki modern
hukuk dokümanlarıdır. Burada bahsedilen hukuk dokümanları, daha ziyade, yargı
kararlarıdır. Ona göre hukuk dokümanlarından, içerikleri itibariyle, topluma,
ekonomiye ve yasama politikasına dair çıkarsamalar yapılabilir.
Ancak Ehrlich’e göre
hukuk dokümanları, toplumda dolaşımda olan bir olgu olarak hukuku ortaya
çıkarmak için tam olarak yeterli değildir. Zira yargı kararları dahi hukuksal
yaşamın yeterli bir profilini çıkaramaz. Bu nedenle hukuk sosyolojisinde asıl
önemli yöntem, yaşamın doğrudan gözlemlenmesidir.
Ehrlıch’in Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımının
Özü: Yaşayan Hukuk
Ehrlich hukuk
sosyolojisinin konusunun yasalardan ya da yargı kararlarından çok sosyolojik
bir bakış açısıyla toplumsal birliklerde görülen hukuk kuralları yani hukuk
olguları olduğunu düşünür. Ehrlich bu düşüncesini yaşayan hukuk (lebendes recht
– living law) kavramıyla ortaya koyar. Yaşayan hukuk, pozitif hukuk
metinlerinde vazedilmemiş olsa da, yaşamın kendisine hakim olan hukuktur.
Pozitif kurallar, ona göre, gerçek hayatta yaşamı yönlendiren kurallar olmayıp
onları yapanlar ve uygulayanlarca davranış için bir “olması gereken”i ifade
ederler ve bunların davranışları gerçekten yönlendirip yönlendirmediği meselesi
ampirik bir incelemenin konusudur. Oysa toplumsal yaşamda uyulan kurallar olarak
yaşayan hukuk uyuşmazlıkları önleme, uyuşmazlık ortaya çıktığında ise devletin
hukuksal kurumlarına gitmeden bu uyuşmazlıkları çözme işlevini haizdir. Pozitif
hukuk kurallarının koyucusu devlet iken, yaşayan hukuk toplum içinde ve toplum
tarafından yaratılır. Başka bir ifadeyle, yaşayan hukuk, toplum üzerinde yer
alan bir yasa koyucunun bilinçli bir yaratımı olmayıp kendiliğinden süreçlerde
varlık bulur. Bu bakımdan yaşayan hukuk normları, toplumsal olgular olarak
toplumsal birliklerin içsel düzenlerini sağlayan ve kendileri de birer olgu
olan özelliktedir.
Ehrlich’in hukuk
sosyolojisi alanında, toplumsal birliklerin heterojen hukuklarından bahsetmesi
ve bunu kuramsallaştırması nedeniyle, hukuki çoğulluk (legal pluralism) tartışmalarının kuramsal temellerini attığı kabul
edilir.
NICHOLAS S. TIMASHEFF (1886-1970)
“Hukuk sosyolojisi yeni bir bilimdir ve genel olarak kabul edilen
etik-hukuksal normlarca belirlendiği ve bu normları etkilediği ölçüde,
toplumdaki insan davranışlarını konu edinir.”
-
Nicholas S. Timasheff
Rus hukuk sosyoloğu Nicholas S. Timasheff (1886-1970)
modern hukuk sosyolojisinin kurucularından sayılır.
Tımasheff’in
Bilimleri Sınıflandırışı Ve Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımı
Timasheff genel olarak bilimleri ideografik ve
nomografik bilimler biçiminde ikiye ayırır. İdeografik bilimlerin konusu
tasarımlarken nomografik bilimlerin konusu olgulardır. Timasheff bu ayrımı
hukuk üzerine gerçekleştirilen bilimsel çabaları sınıflandırmak için de
kullanır. Buna göre iki bilim vardır:
-
Hukuk
Bilimi (jurisprudence),
-
Hukuk
Sosyolojisi
Timasheff’e göre hukuk biliminin
amacı pozitif hukuk normlarını incelemektir. Hukukun bilimsel olarak ele
alınışından genel olarak anlaşılan bu anlamdaki hukuk bilimi olmuştur. Hukuk
bilimi tekil hukuk normlarını açıklamalaya, bu normların diğer normlarla
bağlantılarını incelemeye ve bunları sınıflandırarak özel sistemler içinde ele
almaya çalışır. Ancak hukuk sosyolojisi bu pozitif normlardan çok genel olarak
insan davranışlarını konu edinir. Bu davranışlar hukuk normlarında belirlendiği
ve kendileri de hukuk normlarını belirlediği ölçüde hukuk sosyolojisinin
konusunu oluştururlar. Bu itibarla, geleneksel hukuk bilimi ideografik bir
bilimken hukuk sosyolojisi nomografik bir bilimdir. Timasheff’te hukuk
sosyolojisi, nomografik bir bilim olarak hukuk normlarıyla toplumsal
davranışlar arasındaki ilişkiye dair nedensel yasaları bulmaya çalışır.
Tımasheff’in Hukuk Sosyolojisinde Yöntem
Nomografik bir bilim
olarak hukuk sosyolojisinin hukuksal olguları nasıl inceleyeceğine dair soruya
Timasheff gözlem ve deney yöntemleriyle cevap verir.
Timasheff’e göre tüm bilimler gözleme
dayanır. Hukuk sosyolojisinde iki tür gözlem vardır. Bunların ilki olan içe
bakışta bir kimsenin hukuka uygun ya da aykırı davranması gibi durumlarda o
kişinin zihin durumunun incelenmesi gerekir. İkinci gözlemleme tipi ise hukukun
belirlediği insan davranışlarına ilişkindir. Özellikle hukukun etkinliği
meselesi bu bağlamda dikkate alınır.
Gözlemlemenin dışındaki
metot deneydir. Buradaki deney bir laboratuvar ortamındaki deneyler anlamına
gelmez. Daha ziyade toplumsal deneyimlerin ölçülmesi anlamındadır. Özellikle
test aracılığıyla toplumsal deneyimler ve onlara yüklenen anlamların ölçülmesi
söz konusudur.
Tımasheff’e Göre Hukukun Toplumda Tuttuğu
Yer
Timasheff’te hukukun
içinde yer tuttuğu toplumsal eksen toplumun uyum içinde bir aradalığı demek
olan toplumsal koordinasyondur. Ona göre toplumsal koordinasyon toplumsal
davranış örüntülerinin vazedilmesi iken bunun sonucu toplumsal düzendir.
Toplumsal düzenin iki unsuru vardır. Bunlardan ilki, hukuk kurallarının
bağladığı kişilerce kabul edilip bunlara uyulması iken ikincisi, kabul edilip
uyulan hukuk kurallarının, bu kurallarca kendisi de sınırlanacak olan merkezi
iktidar tarafından desteklenmesidir.
Tımasheff’in Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımının
Özü: Etik-Buyurucu Koordinasyon Olarak Hukuk
Görüldüğü gibi
Timasheff’in hukuk sosyolojisi yaklaşımında hukuk, bir toplumsal koordinasyon
biçimidir. Hukuk denilen toplumsal koordinasyon biçimini diğerlerinden ayıran
ise onun etik-buyurucu karakteridir. Bu durum Timasheff’in hukuku nasıl
tanımladığı aktarıldığında daha net biçimde ortaya çıkacaktır. Ona göre,
“Hukuk kuralları etik
kurallar ve normlar olup her hukuksal davranış örüntüsü bir ‘olması gereken’
ifadesini barındıran bir önermedir. Aynı zamanda hukuksal davranış örüntüleri
bir merkezi iktidar ve onun koordine edici etkinliği tarafından desteklenir.”
Bu hukuk tanımından hareketle
Timasheff’in ‘etik’ten ve ‘iktidar’dan ne anladığının da ortaya konulması
gerekir.
Timasheff ‘etik’ ile,
genel olarak, bir “olması gereken” düşüncesini anlamaktadır. Ona göre davranış,
davranışa etik değerler yükletildiğinde etik hale gelir. Bu yüzden her etik
incelemesi aynı zamanda bir değer incelemesidir. Nomografik bir bilim olarak
sunulan hukuk sosyolojisi bu değerleri metafizik ya da tasarımsal bir zeminde
değil, insan davranışlarında cisimleşmeleriyle beraber inceler. Zira değerler
insan davranışında cisimleşir, davranışı belirler ve ona özel bir anlam yükler.
Değerler bu şekilde cisimleşip nedensel olarak belirlenmiş bir süreçte rol
oynadıklarında nomografik bilimlerce ve dolayısıyla hukuk sosyolojisince
incelenebilirler.
Timasheff’in hukuk
sosyolojisi yaklaşımında buyuruculuk unsuru iktidar ile açıklanır. Ona göre
buyuruculuk bir toplumsal grubun belirli mensuplarının davranışlarının, grubun
diğer mensuplarına tabi biçimde belirlenmesi demektir. Belirleyici olan grup mensupları
davranışlarıyla hakimiyetlerini sergilerler ve bu hakimiyet iktidar olgusunu
belirler. Timasheff iktidarın içinde ortaya çıktığı toplumsal grupların ortak
özelliğini iki kutuplu olmalarıyla açıklar: aktif kutup ve pasif kutup. Ona
göre aktif bir iktidar merkezi olmadığında orada hukuktan bahsedilemeyecektir.
Ne zaman bir uyuşmazlığın toplumsal normlar aracılığıyla çözülmesinde aktif
iktidar merkezi rol oynar ve bu rol iktidarın daimi bir işlevi haline gelir, o
zaman hukuktan bahsedilebilir.
Hukukun Sosyolojik Ölçütleri
Timasheff’in bu
yaklaşımı, hukukun sosyolojiye ilişkin ölçütlerini belirlemede yardımcı
olmuştur. Bu ölçütleri şöyle sıralayabiliriz:
-
Verili
bir toplumsal çevre; bu, iktidar merkezinin etkinliğini yürüttüğü toplum veya
toplumsal gruptur. Toplumsal çevre büyük bir toplum olabileceği gibi bir
toplumsal alt grup da olabilir.
-
Normatiflik;
bu, ilgili normun düzenlediği alandaki uyuşmazlıklarda iktidara tabi durumdaki
herkese uygulanabilir olması demektir.
-
İktidar
Merkezi; norm ihlaline bir iktidar merkezince tepki verilmesi, normun iktidar
tarafından desteklenmesi demektir.
-
Yargılama;
uyuşmazlığın çözülmesi bakımından bu uyuşmazlığa denk düşen normu saptamak ve
buna göre uyuşmazlığı ele almak demektir.
-
Yaptırım;
normun ihlali saptanmışsa iktidar organları aracılığıyla ve daha sonra da
benzer olaylarda uygulanacak düzenlilikle cezai ya da tazmini bir tepki
verlmelidir.
-
Karşılık
verememe; bu, yargılamayı yapan iktidar merkezinin güç kullanabilme
kapasitesini gösterir ve yaptırıma maruz kalanın buna karşılık verme olanağının
bulunmaması anlamına gelir.
BÖLÜM 4
TOPLUMSAL DÜZEN VE İNSAN KİŞİLİĞİ
Giriş
Hukukun temel işlevi
toplumsal düzeni temin etmektir. Ancak bütün toplumlara ve insanlara
uygulanabilecek ideal bir düzen formu da mevcut değildir. Dolayısıyla, her
toplumda aslında, varolan bir toplumsal düzen vardır, bu toplumların içeriği de
birbirinden farklı olduğundan, hukuksal-siyasal-kültürel elemanların etkileri
ile toplum devamlılık kazanır. Bu üçlü etkideki en önemli rolü ise siyasal
iktidara aittir.
Hukukun toplumsal düzen
bakımından işlevinin ne olduğunu anlamamız için şu iki husus gözden kaçırılmamalıdır.
1- Hukuk, toplumu denetleyen başka
değerlerle birlikte hareket eder. Bazen bu değerleri tamamladığı gibi bazen de
onlarla kesişen bir işleyişe sahiptir.
2- Hukukun düzenleme alanına dahil
ettiği toplumsal ilişkilerin genişliğine göre, diğer kültürel veyahut siyasal
değerleri de dönüştürebilme yeteneği vardır.
Bu her iki durumda da,
hukukun rolünü anlayabilmek için, hukuka uyan bir özne olan insan ile bizzat
eylemde bulunan aktör olarak insanın hukukla olan ilişkisi önemlidir. Bu da şu
demektir: toplumsal düzenin başarılı bir şekilde devamı için hukukla insanın
karşı karşıya gelmesi, yani hukukun yargılama kapsamına aldığı insan
davranışlarının birer ihlal biçiminde varlık bulması gerekir. Çünkü düzenin
başarılı devamını sağlayan şey bireyin uyma davranışıdır. Bireyin hukuka uyma
davranışının aydınlatılması için de, insan kişiliğinin ve bu kişiliğin
toplumsal düzene paralel ve aykırı yönleri dikkate alınmalıdır.
Bireyin hukuka uyması ile
toplumsal düzen arasındaki ilişkiyi, iki önemli düşünürün yaklaşımlarıyla
açıklamak mümkündür. Bunlardan ilki olan Weber’e göre, modern toplumda insanlar
kendilerine verilmiş olanaklar çerçevesinde rasyonel davranarak topluma uyum
sağlamaya çalışır. Bir diğer düşünür olan Foucault’ya göre ise, bireyin benliği
iktidar tarafından düzenlenir. Birey aykırı bir davranışta bulunduğu zaman bu;
hapishane, infaz veya akıl hastaneleri gibi iktidar düzenekleri yoluyla kontrol
altına alınır. Bu görüşler oldukça önemli olmakla birlikte, bize, toplumsal
kültürü daha geniş biçimde ele alan görüşler gereklidir.
Her toplumda mevcut
toplumsal yaşam koşulları bulunduğundan, birey kendi davranışlarında, verili
olan bu çerçeveyi dikkate alır. Ancak hukuk düzeninin ilgi alanına bireyin her
davranışı girmez. Hukuku ilgilendiren, bireyin sapma davranışıdır. Yani birey
sapma davranışı yoluyla, verili olan bu koşulları pekala kendi çıkar veya
arzusu için bastırabilir. Bu sapma davranışı normun pozitif varlığını işlemez
hale getirdiğinden, bu davranışlar karşılığında negatif bir yaptırıma maruz
kalır.
Hukuk normları gibi bütün toplumsal
normlar, toplumsal düzende öngörülebilirlik temin ettiği için bireylerce
alışkanlıkla veya bilinçli şekilde sürdürülürler. Yani hukuk da aslında diğer
normlar gibi, hatta onları takip ederek bireyler tarafından alışkanlıkla
sürdürülebilirlik kazanır. Hukukun da yolunu izlediği bu toplumsal normlar
nelerdir diye bakacak olursak;
-
Örf ve adetler: Bu kurallara, eskiden beri
toplumsal düzeni sağladığı inancıyla ya bilinçsizce uyulur ya da tecrübe
edilmişliğine olan inançla bilinçli bir şekilde sürdürülür.
-
Teamüller: Örf ve adete benzemekle birlikte
daha dar ve gruplaşmış toplumsal grupları ilgilendiren kurallardır. (tacirler
arasında vb)
- Ahlak kuralları: Bireylerin birbirleriyle ve
toplumla olan ilişkisinin sürdürülmesinde vicdani yaptırımı önceleyen
kurallardır.
- Din kuralları: Ahlak kurallarına dinsel
otoritelerce yaptırımın eklenmiş halidir. Ancak ahlak kurallarından farklı
olarak bireyin bu kurallara uyup uymadığı -hukuk gibi- çeşitli kurumlarca
denetlenir.
- Görgü ve nezaket kuralları: Ortak kültürü paylaşan bir
toplumsal alt gruptaki bireyler arasında uygulanan davranış kurallarıdır. Bu
kurallar sıklıkla üst konumda yer alan zümrelere aittir. Ortaçağ’da şövalyeler,
diplomasi mesleğindekiler örnek olarak gösterilebilir. Bu kuralların ihlalinde
yaptırım genel olarak dışlamadır.
- Moda: Moda kuralları iki bakımdan
diğerlerine göre daha yakın tarihlidir ve onlardan ayrılır; ilki, moda
kapitalizme ait bir kavram olduğundan değişen toplumun estetik ve tüketim
alanındaki yansımasıdır. İkincisi, postmodern koşullardaki tüketim kültürü
modayı oldukça üst seviyeye çıkarmıştır ve toplumsal statü arayışlarına eşlik
eder hale gelmiştir. Moda kurallarının yaptırımı, kişinin bu standartlara uyan
gruptan dışlanması şeklinde görülür.
Bütün bu toplumsal kurallar negatif yaptırımla
desteklenir. Negatif yaptırımla kastedilen çıkar ihlalinin sonlandırılması veya
bu ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır. Yaptırım, örgütlenmiş ya da topluma yayılmış şekildedir. Örgütlü
yaptırımın özelliği; kuralın kesinliği, ihlal edilen çıkarın tanımı, ihlale karar verenin yetkisi ve ihlal ile
karar veren arasında denkliğin olmasıdır. Nitekim hukuksal yaptırımlar bu türe
girer. Yayılmış yaptırımlar, örgütlü yaptırımların gözlemlenmesiyle yapılan
genellemelerle ulaşılan yaptırımlardır. Yaptırımların her ikisi de toplumsal
grupların uyma davranışı ile ilişkilidir. Toplumsallığın her türünün kendine
özgü yaptırımları vardır. Hukuk veya başkaca bir norm ihlal edildiğinde
yaptırım kendiliğinden harekete geçmez, birinin veya birilerinin yaptırımı
harekete geçirmesi gerekir. Harekete geçiren, hukukta, kamu adına davranan
kişidir.
Bireylerin gerek hukuk gerekse toplumsal norm
sistemlerine uymalarının çıkarlarıyla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu uyum
kişinin başının derde girmemesini temin eder dolaylı olarak da pozitif
yaptırımla desteklenir. Haferkamp ve Lempert’in işaret ettiği gibi, sözleşmeye
dayalı ticari ilişkilerde bu çıkar ilişkisi en üst seviyeye çıkar. Buralarda,
negatif yaptırımları destekleyen şey sözleşme koşullarına uymanın getirdiği
çıkar yani pozitif yaptırımlar destekler. Kişiye yönelik bu pozitif
yaptırımlar, yani norma uymaya ödül beklentisi hukuk kurallarına uyumu
kolaylaştırmanın da bir yolu olarak gözükmektedir. Sosyal psikolog Hortaçsu,
toplumsal gruplara yönelik araştırmasında uyma ve ihlali yoğunluklarına göre
değerlendirmiştir. Bu araştırmaya göre, hukukun dışında kalan toplumsal
normların hepsi kabul edilebilir ölçüde davranış genişliği tanımaktadır yani
çok sıkı ölçütler getirmemektedir. Bu normlardaki ihlal sayılan davranışlarda
yaptırımı gündeme getiren şey, norma uymayı ideal düzeye getiren bir tepki
noktasının belirlenmesidir. Bu ideal biçimde belirlenen eşiğe göre yaptırımlar
gündeme gelir.
Kural ve Kurum
Türü
|
Yaptırım
|
Yaptırımın
Şekli
|
İhlal Edilen
Çıkar
|
Rasyonellik
|
Hukuk
|
Örgütlü
|
Negatif
|
Tanımı birey-
üstü veya toplumun tümüne ait
|
+
|
Ahlak, örf ve adet, teamül
|
Örgütsüz
ve yayılmış
|
Negatif
ve pozitif
|
Topluma
ait ve/veya bireysel
|
-
|
Politika
|
Örgütlü
veya örgütsüz
|
Pozitif
ve negatif
|
Politik
gruba ait ve bireysel
|
+
-
|
Tablo: Toplumsal
kurallar ve yaptırım türleri
Kültür
Ve Toplumsal Normlar
Bir toplumda, hukuk olmasa bile toplumsal yaşam,
toplumsal normların oluşturduğu düzen sayesinde devam eder. Bu şu anlama gelir:
toplumsal düzen hukuk öncesinde de vardır ve bu antropolojik anlamıyla
kültürden kaynaklanmaktadır.
Kültür bir normlar ve değerler sistemidir. Farazi
olarak birbirine eşit insanlardan oluşan devletsiz bir topluma baktığımızda
bireyin yaşamına düzen ve standart getiren normlar toplumsal yaşamın girdisini
oluşturur. Normların ortaya koyduğu usuller, bireyler arasında iletişim, mübadele
yoluyla sürdürülür. Levi Strauss’un formülasyonuna göre, ilkel toplumlardaki bu
tip mübadeleler üçe ayrılır;
-
Objelerin
mübadelesi
-
Ses
birimlerinin mübadelesi
-
Kadınların
mübadelesi
Bunlardan ilki ekonomik
düzene, ikincisi dile, üçüncüsü de hısımlık yapısına yol açar. Başka bir
saptama yapılması gerekirse de, mübadelenin tarafları bireyler veya gruplar
olduğuna göre, bunların hak sujesi bakımından eşit olması ve ellerinde mübadele
edilebilir şeyin bulunması gerekir. Pek tabiî ki mübadelenin var olabilmesi için
de ekonomik altyapının bulunması gerekir. Bu mübadele türlerinde ekonomik
altyapıyı sağlayan şey objelerin mübadelesidir.
Kapitalizm öncesinde
üretim süreci el emeğine dayanan bireysel süreç olduğundan mübadele edilecek
değer de onun doğadan alıp işlediği objelerdir, yani onun kişisel mülkiyetine
tabi ürünlerdir. Toplumsal normlar bakımından mübadelenin önemi şurada yatar;
insanlar toplumsal ilişkilerini üç şekildeki mübadele ilişkisi olarak devam
ettirir ve bu ilişkilerin yürütülüş şekli normlarca belirlenir. Toplumsal
normların oluşması uzun bir zaman sürecinde kimsenin bilinçli müdahalesi
olmaksızın gerçekleşmiştir. Bunları, insanların psikolojileri dışında başka bir
hareket noktasına dayanarak bilimsel olarak açıklayabilmemiz mümkün değildir. Bu
nedenle birbirinden farklı üç adet paradigmadan hareketle, toplumsal normların
insan ilişkilerinde oluşumunu ve etkisini analiz edebiliriz.
1.
Normların
Oluşumuna Davranışçı Açıklama
İnsanların öğrenme ile
elde ettikleri kültürel bilgi toplumsal davranışı yönlendirir. Bu nedenle
kültürün yani kültürü oluşturan normların ne şekilde geliştiğini inceleyen
gözlemler iki güçlükle karşı karşıya kalır;
-
Sosyal
normun olmadığı yaşam durumunu olağan koşullarda saptamak olanaksızdır.
-
Bu
konuda bir gözlem yapılmak istendiğinde normun oluşumuna kadar çok fazla süre
geçeceğinden araştırmacının gözlemini sonlandırması zor olacaktır.
Bu zorluklardan ötürü
gözlem ve deney metodu yerine toplumsal normlar için çeşitli varsayımlar ele
alındıktan sonra onları doğrulayan gözlem ve deney yöntemi kullanılmıştır.
Sosyal normların oluşumu bakımından
biopsişik yaklaşımda; hareket noktasını haz olarak alan Bentham’a bakmak
gerekir. Ek olarak Sumner’a göre de, insanın dış dünyayla ilişkisi haz ve acı
ikilemine göre sınıflandırılır. Normlar grubundan yoksun bir insan farz
ettiğimizde bu ikileme göre insan, dış dünyayla ilişkisinin sonuçlarını
bilinçdışı olarak sınıflandırır. Kültürün bulunmadığı koşullardaki insan veya
insanımsı primatlar sadece güdü ve dürtüleriyle (açlığını giderme, savunma)
hareket eder. Bu da bu insanların asgari toplumsal örgütlenmelerini çeşitli
amaçlar için de olsa oluşturduğunu gösterir. Bu koşullarda kültür olmasa da
insanın öğrenme yeteneği ve iktidar ilişkileri aracılığıyla aralarındaki
iletişim toplumsal norm sürecinin ön koşullarını oluşturur.
Öncelikle tekil insan,
güdü ve dürtülerinden kaynaklanan yaşamsal çıkarlarını temin etmek için yaptığı
denemelerin sonuçlarını haz ve acı olarak sınıflandıracaktır. Bunun sonucunda
da birey haz olarak nitelendirdiği davranışları alışkanlıklara dönüştürür. Bu
noktada bireyde sabitlenmiş olan haz veren davranış, aynı güdü ve dürtüye sahip
diğer insanlar tarafından da taklit yoluyla sürdürülmeye başlar. Burada, tatmin
durumu haz, tatminsizlik durumu da acı olarak algılanacaktır. Bu ikilem sonuçta
haz olarak tatminle sonuçlanan
davranışları birey yönünden standartlaşmış alışkanlıklara dönüştürür. Alışkanlık oluşumu bilinçdışı bir süreçtir;
biz -zararlı alışkanlıklarımızda da gördüğümüz gibi- alışkanlığın nasıl
oluştuğunu bilmeyiz, sadece haz duymamız bizi elimizde olmadan (yani
bilincimizin aksi yönde davranışı emrettiği durumda bile) alışkanlığı
sürdürmemizi ağlar. Alışkanlık, haz temin eden davranışın sonucu olduğu kadar,
bu aynı hazza ulaşmanın bilinen yolu haline de gelir; alışkanlık ile yaşamsal
bir ihtiyacı gidermek insana zaman ve enerji tasarrufu temin eder. İfade
edilenler, aynı şekilde algılandığı ölçüde, bunlara öykünebilecek diğer
insanlar için de doğrudur.
Buradan da anlaşılacağı üzere Sumner’a göre,
tekil bireydeki alışkanlık oluşumunun toplumsal cephesi ilkel koşullarda örf ve
adet olarak karşımıza çıkar. Yani insan alışkanlık edindiği bu normları gelenek
olarak sürdürür. İnsan yaşamına ait belli bir sorunu bildiği bir yolla
çözebiliyorsa, en iyi yol bildiği yoldur; dolayısıyla, bunu gelenek olarak
sürdürür. Bu yol doğru da olmayabilir; sonradan doğru olmadığı saptanmış
alışkanlık veya bilgiler de bulunur. Bunların yerleşmesi, sağladığı haz duygusundan
kaynaklanır. Örneğin mit ve büyü gibi, genellikle modern toplumun insanı
açısından boş inanç olarak görülen bilgiler, aslında bunlara inananlar yönünden
yaşamlarındaki gerilimi ortadan kaldırdığı için haz temin eden bilgi
hükümleridir. Modern toplumda resmi tutum bilimsel bilgilerin bağımsız bir
değer olduğu kabuludur. Fakat bilimsel verilerin değer olarak kabul
edilebilmesi için insanın dış dünyasının belirli bir gelişmişlik düzeyine
ulaşmış olması gereklidir. Böylece bilimsel bilgiye olanak veren koşullarda
ancak insan soyut kavramlarla düşünme, dış dünyayı gözlemleme ve tasarımlama
gücüne sahip olur.
Bireysel mahiyetteki
alışkanlık ve toplumsal olan gelenek sadece sosyal ilişkileri değil, teknik
bilgiyi yani hayatı sürdürmeye yönelik üretim süreçlerini de içerir. Sumner’ın
da parmak bastığı nokta, insanın yaşam durumuna uygun çözümleri bizzat
kendisinin ürettiği gerçeğidir. Darwin’in örneğine göre, bir meyveye tesadüfen
bir sopa aracılığıyla ulaşan maymun daha sonra o sopayı saklıyor ve üzerinde
mülkiyeti olduğunu gösteren davranışlar sergiliyor. Bu örnekler şüphesiz
artırılabilir fakat biz şunu anlıyoruz ki, insanlaşma ölçüsünde öğrenme
kapasitesi de artıyor. Ancak doğadaki nedensellik temelli bu davranışlarla
toplumu düzenlemeye yönelik davranışlar muhteva olarak birbirinden farklıdır.
Hukukçular için ilki “olan”a ikincisi “olması gereken”e işaret eder.
Haz/acı ikileminde
ortaya çıkanın “olan”la ilgili olduğu ve hem analitik mantık hem de hukuk
açısından “olan”dan “olması gereken”in çıkarsanamayacağı kabulüne dikkat
edelim. Bu kabulün nedeni, bir analitik önermenin ancak büyük önerme durumuna
getirilebilir daha tümel mahiyette bir analitik önermeden kaynaklanarak
anlaşılabileceği konusundaki haklı
çıkarsamaya dayanır. Oysa burada, haz/acı ikilemiyle en yalın düzeyde sınıflandırılan sonuçların kendisinden bir norm çıkarsanıyor değildir; bu alışkanlık olarak ifade edilebilecek bir algısal eğilim veya bir alışkanlığın ifadeye kavuşturulmasıdır. Ancak, insanın haz ile sonuçlanan davranışı sürdürme ve acı verenden kaçınma konusunda izlemesi gereken yolu ifadeye kavuşturması bir “olması gereken” ihtiva eden önermenin formüllendirilmesidir. Bu son formüllendirme başka “olması gereken” yani normatif içerikli önermeden çıkarsanmamış, özgün olarak inşa edilmiştir. Buna benzer normatif karakterli önermelerin mantıksal bir sistem haline getirilmesi, daha sonra, iletişim koşullarında uylaşımlara ulaşan insan zihninin bütünleştirici yetisi sayesinde olanaklı hale gelir. İnsanın dış dünyaya yönelik tepkileri bütün olarak ele alındığında, ilgi taşıdığı her bir “olan”ın başarılı bilgisi “olması gereken” konusunda yeni tasarımlar oluşturmasına kaynaklık eder; hatta bu da eğer insanlar “olması gereken”lerin tümünü mistikleştirecek bir noktaya ulaşırsa, dünyayı baş aşağı oturtarak bütün olarak bir büyük tasarımın eseri sayması noktasına dahi ulaşabilir. Ayrıca, hukukçu algılamasındaki “olması gereken”in “olan”dan çıkarsanamayacağı görüşü, hukukçunun kendisini normları koyan değil, ancak normları veri kabul eden bir konuma yerleştirmesinden kaynaklanan düşünsel eğilimle de ilişkilidir. Nitekim hukuk normu koyma ile ilgili olan yasama tasarrufu da, “olan”dan hareketle bir tasarımsal davranış modeli, yani bir “olması gereken” inşa eder.
çıkarsamaya dayanır. Oysa burada, haz/acı ikilemiyle en yalın düzeyde sınıflandırılan sonuçların kendisinden bir norm çıkarsanıyor değildir; bu alışkanlık olarak ifade edilebilecek bir algısal eğilim veya bir alışkanlığın ifadeye kavuşturulmasıdır. Ancak, insanın haz ile sonuçlanan davranışı sürdürme ve acı verenden kaçınma konusunda izlemesi gereken yolu ifadeye kavuşturması bir “olması gereken” ihtiva eden önermenin formüllendirilmesidir. Bu son formüllendirme başka “olması gereken” yani normatif içerikli önermeden çıkarsanmamış, özgün olarak inşa edilmiştir. Buna benzer normatif karakterli önermelerin mantıksal bir sistem haline getirilmesi, daha sonra, iletişim koşullarında uylaşımlara ulaşan insan zihninin bütünleştirici yetisi sayesinde olanaklı hale gelir. İnsanın dış dünyaya yönelik tepkileri bütün olarak ele alındığında, ilgi taşıdığı her bir “olan”ın başarılı bilgisi “olması gereken” konusunda yeni tasarımlar oluşturmasına kaynaklık eder; hatta bu da eğer insanlar “olması gereken”lerin tümünü mistikleştirecek bir noktaya ulaşırsa, dünyayı baş aşağı oturtarak bütün olarak bir büyük tasarımın eseri sayması noktasına dahi ulaşabilir. Ayrıca, hukukçu algılamasındaki “olması gereken”in “olan”dan çıkarsanamayacağı görüşü, hukukçunun kendisini normları koyan değil, ancak normları veri kabul eden bir konuma yerleştirmesinden kaynaklanan düşünsel eğilimle de ilişkilidir. Nitekim hukuk normu koyma ile ilgili olan yasama tasarrufu da, “olan”dan hareketle bir tasarımsal davranış modeli, yani bir “olması gereken” inşa eder.
Norm oluşumuna ilişkin
öğrenme yaklaşımı temeline dayandırılan varsayım bir dizi gözlem ve deneyle
doğrulanmıştır. Sosyal psikolojide bu
tür deneylere autokinetik başlığı altında toplanmıştır.
BİLGİ
NOTU: Yrd. Doç. Dr. Zerrin SUNGUR,
DAVRANIŞ
BİLİMLERİNE GİRİŞ,
m.friendfeed-media.com/d53a4c04da1b7581a244d302ab3c6836cb4...
Karanlık bir odada bir ışık noktasına bir
süre bakıldığında bu ışık noktası hareket ediyormuş gibi görünür. Otokinetik
etki denilen bu algı yanılmasından yararlanılan bu araştırma üç aşamalı olarak
yürütülmüştür.
1.
aşama:
Daha önceden birbirlerini tanımayan bireyler karanlık odaya birer birer
alınarak kendilerinden ışık noktasına dikkatlice bakmaları ve kaç santim
hareket ettiğini tahmin etmeleri istenmiştir. Başta değişik tahminlerde bulunan
her bir birey, birkaç tekrardan sonra kendisi için bir tahmin standardı
oluşturmuştur.
2.
aşama:
Araştırma kapsamındaki bireyler gruplar haklinde karanlık odaya alınmış ve
tahminleri yüksek sesle yapmaları istenmiştir. Başlangıçta her birey kendi
standardına uygun cevaplar verirken zamanla tahminler birbirine yaklaşmış ve
grup kendisi için yeni bir grup standardı oluşturmuştur.
3.
aşama:
Bu aşamada ise bireyler karanlık odaya tek tek alınarak tahminleri sorulmuştur.
Bu aşamada kişiler tek başlarına olmalarına rağmen, ilk aşamadaki kişisel
standartlarına değil, ikinci aşamada oluşan grup standardına göre tahminlerde
bulunmuşlardır.
Sumner’ın varsayımı da
insanlar arası iktidar ilişkisi sıfır olduğunda dahi norm oluşumunun
gerçekleştiğini göstermiştir. Oysa iktidar ilişkileri hem norm oluşumunda hem
de normun sürdürülmesinde, bu normları kendi çıkarına göre düzenlediğinden,
oldukça önemli bir yere sahiptir. Normların bu anlamda belirleniminde iktidar
arzuları kadar Ash ve Milgram’ın da belirttiği gibi uyma davranışları da
önemlidir. Ancak toplumsal normlar toplumdaki nüfuz süreçlerinden bağımsız
olamayacağından mevcut normlar, iktidar yapısına ters düşen bir kural olarak
ortaya çıkamazlar.
Not: Milgram
Deneyi için şu makaleye bakınız: Philip Meyer, “Hitler İsteseydi Tanımadığınız
Birini Elektrik Sandalyasına Oturtur ve Düğmeye Basar Mıydınız?” Çev. Ali
Dönmez, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/504/6082.pdf
Toplumsal normlar norm
sayılmalarından önce, insanların yaşam durumlarına düzen getirirler. Yani bu
normlar toplumsal yaşama düzen katmadıkları ölçüde ortadan kalkar ve yerine
yenisi gelir. Sözgelimi alışverişe ilişkin bir norm kendisinden önce gelen ve
sonra gelecek olan normlarla uyum içinde olduğu sürece devamlılık gösterebilir.
Aksi halde, yeni norm kendi dışında kalan tüm normları değişikliğe uğratır.
Örneğin; mülkiyeti koruyan bir toplumsal normun etkin olabilmesi için
hırsızlığı onaylayan bir normun olmaması gerekir.
Özetle, toplumsal normlar
alışkanlıktan hareketle ortaya konulduktan sonra öğrenme süreciyle aktarılması
kolaylaşır. Bu normlar dilsel olarak, din/mitos ya da herkesi ikna eden başkaca
bir yöntemle aktarılır ki bunların nesiller arasında aktarımı daha kolaydır.
İnsanın toplumsallığı,
içinde yer tuttuğu yaşam durumlarına göredir. Kültür ürünü olan bu durumlar
statü veya rol olarak ayırt edilir. İnsan sosyalleşmesi sürecinde normları ve
kültürü öğrenirken, toplum dışı kalamamak için bu statülere sığınır. Yani insan
davranışlarının dışarıdan da tanımaya konu olması için toplumsal
standartlaşmaya uyum göstermesi şarttır. İnsan kişiliği her durumda toplumsal
kişiliktir ve bu toplumsal kişiliğin de temelleri kültürde yatmaktadır.
2.
Uyma
Davranışı Hakkında Psikanaliz Kaynaklı Yaklaşım
Bu yaklaşımda dikkat
etmemiz gereken nokta, normu ihlal eden kişinin kendisine yönelecek yaptırımı
hesaba katmadan, kendisinde mevcut mekanizmadan dolayı norm ihlalini standart
bir davranışa dönüştürememesidir. Norm ihlali ya kişinin kendini kontrole son
vermesi sonucu oluşur ya nevroz sonucu özdenetim etkisiz hale gelir ya da
mevcut düzene karşı çıkmasının ahlaki gerekçeleri vardır. Bu son husus bizim
incelememizin dışında kalacak olan noktadır.
Freud’un psikanalitik
yöntemine göre:
Bilinç, muhakememizi
kullanabildiğimiz psişik süreçleri ifade eder.
Bilinç dışı, dış dünyadan
edindiğimiz ve uyarım ve içgüdülerin işlediği alandır.
Bilinçaltı ise,
bilincimizden atmaya çalıştıklarımızın toplandığı alandır. Bir önceki kategori
ile bu kategorinin ortak noktası da bilinç dışında birleşir. Bu üç psişik evreyi kesen diğer ögeler ise,
id, ego ve süper egodur.
Ego, rasyonel
düşünebildiğimiz alan,
Süper ego, bizim
kişiliğimizi oluşturan norm ve yasaklamalar ve
İd ise içgüdülerimizin
olduğu alandır.
Bu açıklamalar yoluyla
her bir bireyin sosyal kurallara veya çocukluktan beri içselleştirdiği
kurallara uyma davranışı kişilik oluşumuna göre farklılık gösteriyor
diyebiliriz. Yani bireyler arasında norm ve yasaklara uyma farklı şekillerde
tecelli edebilir.
Karmaşık toplumlarda
basit toplumlardan farklı olarak –yukarıdan da anlaşılacağı üzere- tek bir
kişilik modeli çizilemez. Çünkü norma uymanın kendisi insanların bunu
içselleştirme düzeylerine bağlıdır. Süper ego bu anlamda insanın içindeki “polis”
görevini görmektedir. Şahsi nevrozların toplumsal nedenlere dayandığı
araştırmaları da göz önüne alınırsa kişiliğin, toplumsal sisteme göre
şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yani Freud’a göre de, toplumsal
örgütlenme ve norm sistemine göre kişilikler farklı özellikler göstermektedir.
Freud’un cinsel bastırmalardan kaynaklı nevrozları tedavi için geliştirdiği bu
yaklaşım hem toplumsal normların insan kişiliği içinde yer aldığını ortaya
koydu hem de bu normların ego üzerinde baskı oluşturduğunu açığa çıkardır. Ego
bu baskılamayı içselleştirdiği takdirde, kişilik bozukluğu olmayacaktır.
Freud’un bu libido kuramında da görüldüğü üzere toplum içinde yaşamanın kendisi
içgüdülerin toplumsala uyarlanarak kullanılması anlamına gelir.
Bu yaklaşımın bir başka
özelliği ise, her bireyin verili normu farklı düzeyde içselleştirdiğini ortaya
koymasıdır. Yani her bireyde gerçekleşen norm ihlali bireylere göre
farklılaşabilir. Karmaşık toplumlarda da bu sebeplerden ötürü tek bir kişilik
modeli görülemeyeceği gibi buradan hareketle norma uymanın neden problematik
bir sorun olduğu da daha iyi anlaşılır.
3.
Bilişsel
ve Ahlaki Gelişme Yaklaşımı
Freud’un çalışmalarında
egonun bireyin kişiliğinde önemli bir işlevi olduğu gördük. Birey doğumundan
itibaren toplumsallığı paylaşır ve bu beraberinde bir uyum sürecini getirir.
Ancak birey her ne kadar bir toplumun içine doğsa da, doğum onu o toplumun
üyesi yapmaya yetmez, ancak toplumsallaşma sürecinden sonra bu mümkün olur. Bu,
doğumdan itibaren, olgun bir birey durumuna gelinceye kadar bireyin beyinsel
(biyolojik) gelişimiyle birlikte ilerleyen bir toplumsal süreçtir. İlk
kategoride bahsedilen öğrenme yaklaşımında sosyal normlar kendiliğinden yani
bir alışkanlık sonucu oluşuyordu. Oysa bu yaklaşımda, insanın bilişsel özelliği
ön plana alınır. Bu şu anlama gelir; insan, çözümler bulur, bunları
başkalarıyla müzakere eder, hatta doğru olduğuna inandığı normları başkalarına
zorla dayatır. Kapitalizmin sonucu olan özgürleşme koşulu altındaki kişilikleri
de göz önüne alırsak, bu yaklaşımın önemi daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü
gelişmiş kapitalist koşullarda birey kendine uyan kültürü seçebilecek kadar
özgür imkanlara sahiptir. Modern toplumlarda akıl büyük ölçüde kişinin uyma ve
kendini denetleyebilme yetisi anlamına geldiğinden, norma uymanın sadece süper
ego baskısı nedeniyle değil, ona eşlik eden bu bilişsel süreçlerin ürünü
olduğunu söyleyebiliriz.
İsviçreli psikolog Jean
Piaget 5-15 yaş arası çocuklar arasında, çocukluk evresinde gelişen
toplumsallaşma, rasyonelleşme ve ahlaki gelişmeleri araştırdı. Çalışmasında,
çocuğun bilişsel ve ahlaki gelişimine beyinsel gelişmenin ve çocuğun
toplumsallaşmasının etki ettiğini ortaya koydu.
Piaget çocuktaki
gelişim evrelerini şu aşamalara ayırmıştır:
(1) 0-2 yaşlar arasında ilk aşama; Çocuk
aldığı bilgileri işlemeye başlar ve gerçeklik ve nasıl işlediğine dair
kavramlar seti oluşturur. Çocuk bunu çevresiyle fiziksel etkileşime girerek
yapar. Bu evrede çocuk fiziksel objelerle oynar, fakat görüşünün dışına
çıktığında bu objelerin halen var olduğunu bilmez. Bu evrenin sonuna doğru
çocuk bir objenin veya bir kişinin görüntüsünü aklında tutma kapasitesine
ulaşır, hatta gerçekte var olmasalar bile bunu yapar.
(2) 2-7 yaşlar arasında pre-operational
aşama; Bu aşamada çocuk halen soyut olarak kavramlaştıramaz ve somut fiziksel
durumlara ihtiyaç duyar. Dili hızlı bir şekilde geliştirir ve kelimeleri ve
görüntüleri çevreyle etkileşim için kullanır.
Çocuk herkesin dünyayı kendisi gibi gördüğüne inanır ve benmerkezcidir.
Dahası, şekil değiştiği halde miktarın değişmeyebileceğini anlamaz ve bir
uyaranın sadece bir yönüne odaklanır.
(3) 7-12 yaşlar arasında concrete
operations aşaması; Bu aşamada soyutlama yapmaya başlarlar. Fiziksel
deneyimlerini yarattıkları mantıksal yapılarla açıklarlar. Çocuk aynı zamanda
soyut problemleri çözme kapasitasine ulaşır, örneğin matematik problemlerini
belirli nesnelerle değil, sayılarla çözer. Fakat düşünüşü, soyut fikirlerden
çok temel olarak hala nesnelerle bağlantılıdır. Çocuk giderek daha as
benmerkezci düşünür ve artan bir şekilde uyarıların bir yönünden daha fazlasına
odaklanır.
(4) 12 yaş sonrasında çocuğun formel
düşünebildiği aşama (formal operations). Kısaca, araştırmanın bütünü
çocuğun nedensellik kategorisini henüz algılayamadığı nedensellik-öncesi (pre-causal)
bir aşamadan, nedenselliğin algılandığı ve soyut kavramların kullanılabildiği
nihai aşamaya yönelik bir gelişime işaret eder. Çocuğun bilişsel yapıları
yetişkinlerinkine benzer bir hale gelir.
Nedensellik
öncesinde çocuğun düşünüşü, somut, sezgi dayalı ve tekil fenomenlere ait
-sınıflandırılmamış- göstergeleri bitiştiren (bricolage),
yani yap-takçı bir düşünüştür. Çocuk 2 yaş sonrasında genel ve soyut kavramları
başarıyla kullanabilir ve rasyonel bir muhakemeye sahip hale gelir. Nedensellik
öncesi düşünüşün acemi yap-takçılığı, aynı zamanda çocuğun dış dünyaya yönelik
ilgisinin benmerkezci olduğu bir kişilik özelliğini karşımıza çıkarır. Yukarıda
belirtildiği gibi, gelişim sürecin temelinde çocuğun beyinsel gelişmesiyle
paralel sosyalleşmesi söz konusudur.
Rasyonel düşünüşün asıl
olduğu 12 yaş sonrasında, öğrenme yaklaşımının şartlı refleks benzeri
mekanizmasının yerini, önemli ölçüde öğrenenin de etkin olduğu interaktif bir
mekanizma almaktadır.
Piaget’nin araştırması
şunu ortaya koyar; rasyonel düşünüşün gelişmesiyle birlikte kişi yaşam
ilgilerini, toplumsal işbirliğini de dikkate alarak oluşturur. Kendi ilgilerini
toplumla paylaşınca düşünme eylemi bireyin zihninde ortaya bir şemaya
eklemlenerek tutarlılık kazanır. Tutarlılık şu yolla oluşur; birey bir konudaki
konumunu başka ilişkili konularla da çelişiksiz bir biçimde ortaya koymaya
çalışır. Kişinin zihnindeki bu şema tutarlılığın çekirdeğidir. Bilişsel gelişme
özetle bu şekildedir.
Bilişsel gelişmeye eşlik
eden ahlaki bir gelişme de söz konusudur. Piaget 5-7 yaş arası çocukların
mutlak biçimde kabul ettiği normların olduğunu söyler, buna immanent adalet denir. Yedi yaş sonrası
çocukların ahlaki gelişiminde ise, bu adalet anlayışından uzaklaştığını ve daha
gerçekçi bir adalet anlayışının oluştuğunu -moral
realizm- nihayet 13 yaş sonrasında ise bu anlayışın asıl hal aldığını ifade
eder. 5-7 yaş arasındaki evrede çocuğun zihninde ihlal davranışı ve buna
uygulanacak yaptırım vardır, göz göz dişe diş bir karşılık anlayışı olduğunu
söyleyebiliriz buna. Oysa moral realizm aşamasındaki çocuklarda ihlale karşı
orantılı bir karşılık verme anlayışı vardır.
Piaget’in çocuğun ahlaki
gelişimine ilişkin yaptığı bu saptama, ilkel toplumlardaki kıyas, daha sonra
gelişen diyet ve tazmin anlayışı ve hatta suç ve haksız fiile ilişkin
yaptırımların ferdileşmesinin daha iyi anlaşılmasına da büyük katkı
sağlamaktadır.
Bütün Olarak Toplumun Kültürü Ve Bireyin
Kişiliği
Bu bölümde, hakimin hukuk
yaratırken, hakkında norm bulunmayan toplumsal ilişki tarzlarına teşmil eden
normları nasıl yarattığını aydınlatılacaktır. Levi Strauss’un da söylediği
gibi, toplumun kültürel varlığı ile bireyin varlığı arasında kayda değer bir
ilişki vardır. Yani toplumun yapılaşması yine insanın eseri olan kültür
koşulları altında gerçekleşmektedir. Kültürel sistem koşullarında insanlar
statü ve rollere sahiptirler ve bunlara bağlı olarak, normlar aracılığıyla
çeşitli şekilde davranmak zorundadırlar.
İlkel toplumlarda bu durum daha az görülür. Bütün bu sistem içinde
beliren insanın kişiliği toplumsal kişiliktir. Kapitalist toplumlarda toplumsal
karmaşıklıklar nedeniyle birden fazla kişilik tipleri vardır. Toplumsal
normlara uyma ve ihlal, kişilik tipinin o toplumdaki özellikleri ve bireyin
kendine özgü özelliklerine bağlı olarak değişir. Norm ihlalleri bireyin
kendisinin alışık olmadığı durumlarda daha çok görülür.(işsizlik, kültür
uyumsuzluğu vb.) Ek olarak, bireyin uyumunu zorlaştıran ve onu toplumdan
dışlanmış duygusu yaşatan normlara da daha az riayet edilir. İşte yukarıda da
değindiğimiz kültür üzerine yürütülmüş olan çalışmalar, bireyin kişiliği ile
toplumun ilişkisini aydınlatmıştır. Kültürün ömrü bireylerin ömründen çok daha
uzun olduğundan, bireyler her zaman toplumsal kuralları hazır bulur ve kendini
sosyalleşme sürecinin özelliklerine bağlı olarak uyarlar. Yani biz,
sosyalleşirken hazır bulduğumuz kültür elemanlarına göre düşünürüz.
Kişinin norma uygun
davranışı, süper ego ile ego arasındaki denge sayesinde olur. Toplumsal
normlarla ilgili olan bu mekanizma sayesinde hukuk normlarına uymada da aynı
işlerlik geçerli hale gelir. Uymanın temin edilemediği noktada da sapma
davranışı ve yaptırım gündeme gelir.
BÖLÜM 5
HUKUK VE TOPLUMSAL DÜZEN
Birey ve Toplumsal Düzen
Toplumsal düzenin
sürdürülmesinde bireylere rasyonel fail olarak süje işlevi yüklendiği
belirtilmişti. Normlara uyma ve normların ihlali çıkarla ilişkili olduğu üzere,
bireyin toplumsal düzene uyması rasyonel olduğu kabulünden kaynaklanan bir
beklentinin eseri haline gelir. Bu noktadan
itibaren, bireyin bilinçdışı süreçlerine vurgu yapan yaklaşım yerine, birey
hedeflerini rasyonel olarak belirleyen, bunlara ulaşmada kullanılacak araçları
da aynı şekilde tayin eden bir süje olarak ele alınacaktır.
Rasyonel davranış yani
eylem, toplumsal normlar ve kültür koşullarında düşünüldüğünde Parsons’ın
işaret ettiği gibi, bireyin düşüncesinde yer tutan bir bilişsel harita
çerçevesinde cereyan eder. Bu koşullarda her birey başkalarıyla dayanışma
ve/veya rekabetin veyahut her ikisinin de birden bulunduğu kaçınılmaz ilişkiler
içindedir. Burada bireyin rasyonel mahiyetteki davranışı tekil veya
başkalarıyla ortak hedeflerin olası araçlarla tahakkuk ettirilmesini amaçlar.
Buradaki hedeflere varlık kazandıran unsur bireysel veya grupsal ilgi veya
çıkarlardır. Kurumlaştırılmış olanların dışında
kalan veya eylemin ilgili olduğu toplumsal olaylar çerçevesine uymayan
davranış, ya hukuk düzenine bütünüyle aykırı olacak veya olumsuz sonuçları
ortaya çıktığında hukuk tarafından himaye edilmeyecektir.
Kapitalist toplumdaki
bireylerce icra edilen ekonomik davranış, toplumsal eylemin aydınlatılmasında
bir model hizmeti görebilir. Ekonomik davranış rasyonel davranışa ait
unsurların tamamını içinde taşıdığı gibi, başarısı sonuçlarına göre
sınıflandırılabilen başkaca toplumsal eylemler de aynı model içinde
yorumlanabilir. Burada, kişinin yaşam planında yer tutan belli bir hedefi
gerçekleştirmek üzere uzun dönemli bir eylem planı, yani bir strateji
oluşturduğunu düşünelim. Maynard Smith ve
daha sonra da Beniger tarafından geliştirilmiş “oyun kuramı” nı dikkate
alalım. Bu kurama göre her kişi bir programa sahiptir; bu programı icra ederek
hedef olarak tanımladığı sonuç veya sonuçlara ulaşacaktır. Bu hedef kural
olarak tek bir eylemle gerçekleştirilemeyeceğinden, kişi, eylemlerini kendisini
çevreleyen koşulların verdiği olanaklar ve koyduğu engellere göre aşamalara
ayıracaktır. Burada planlanan her bir aşama tamamlandığında bir üst aşamaya
geçilebilecektir. Bu eylemlerin sonuçları her durumda başarılı olmayabilir;
değerlendirme hataları, dış koşullardaki değişmeler veya eylemin doğru
saptanmasına rağmen, yanlış icra edilmiş olması nedenleriyle başarısız sonuç
alınmış olabilir. Bu durumlarda, kişi eylem stratejisinin bütününde değişiklik
yapmaz veya hedeflerinden tümüyle vazgeçmezse, bu aşamayı yeniden planlayarak
hedefi doğrultusunda yeni bir eylem tarzı veya eylem önceliği oluşturacaktır.
Teorik olarak, bu süreç kişinin hedeflerini gerçekleştirmesine kadar devam
edecektir. Kişinin betimlenmeye çalışılan bu davranışı “stratejik davranış”
olarak adlandırılmıştır. Bireyin modern toplum koşullarındaki eyleminin
aydınlatılabilmesi ancak bu modele başvurularak olanak dahiline girebilir.
Bilgi Notu: Prisoner’s Dilemma
http://e-bergi.com/2007/Nisan/Oyun-Teorisi
İki kişi geride herhangi bir kanıt
bırakmadan bir suç işlemiştir. Polis iki suçluyu da yakalayarak, birbirinden
ayrı odalara koyar. Polisin elinde kanıt olmadığı için suçluları birbirlerine
karşı kullanmayı planlar. Her bir suçlu suçu kabul ya da red etme hakkına
sahiptir. Eğer suçlulardan biri suçu itiraf eder diğeri reddederse, itiraf eden
ceza almazken, diğeri 10 yıl hapis cezası alır. İki suçlu da itiraf ederse 5’er
yıl hapis cezası alır, ikisi de reddederse 1’er yıl hapis cezası alır.
Soruya ilk bakışta vereceğimiz
cevap en az cezayı almak için iki suçlunun da suçu reddedeceği yönündedir.
Ancak ayrıntılı incelediğimizde bunun doğru olmadığını görürüz:- Birinci suçlunun
kabul ettiğini varsayalım, ikinci suçlu bu durumda suçu kabul ederse daha
karlı olur. (İkinci suçlu suçu kabul ederse 5, reddederse 10 yıl ceza
alacaktır.)
- Birinci suçlunun
reddettiğini varsayarsak da ikinci suçlu yine kabul ederse daha karlı
olacaktır.(İkinci suçlu suçu kabul ederse ceza almayacak ama reddederse 1
yıl ceza alacaktır.)
----
Burada belirttiklerim
meşruluk açısından tümüyle onaylanması gereken olarak da alınmamalıdır.
Kapitalist toplum çıkar farklılıklarıyla ileri derecede bölünmüş bir toplumdur;
herkesin kazandığı bir ortak iyi olmadığı gibi, birileri kazanırken diğerleri
kaybeder. Bu sertliği giderebilmenin yolu, devletin ekonomik sıkıntı içinde
olanlara yönelik yeniden paylaştırma faaliyeti olan sosyal devlet ilkesinin
politika olarak benimsenmesidir. Kaybedenin yeniden kazanır hale gelmeyi
bekleyecek kadar birikim ve olanağı yoksa, artık stratejik davranışını sistemin
oyun kuralları içinde sürdürmesi için zorunluluk yoktur. Eğer kişi kendisine
zaman kazandıracak gereçlerin katkısını bulamamışsa, radikal şekilde toplumun
dışına itilecektir, yani artık o hayatta kalmayı sürdürebiliyorsa, ruh
hastaları veya suçlular bölümündedir. Modern toplumda suçun yapısal bir sorun
olması bir işleyişin sonucudur. Modern toplumda hukukun hangi işlevleri
üstlendiğinin tartışmasını yapmak noktasına geldiğimizde, tanımı nasıl
yapılırsa yapılsın, bu işlevlerin kişilik üzerinde denetim sağlanmasıyla temin
edildiğini belirtebiliriz.
Modern toplum ile
birlikte ahlakın özel alana ait bir kategoriye dönüşmesiyle, ekonomik ilişkiler
alanı başta olmak üzere, düzenin korunmasıyla birinci derecede ilgili toplumsal
eylemler ahlakla bağını kaybetmektedir. Önceki bölümde değindiğim üzere,
Haferkamp ve Lempert gibi yazarların işaret ettikleri, sözleşmenin temel
hukuksal kurum olarak rol oynadığı ekonomik ilişkiler alanındaki kuralların
ahlak normları kadar derinlik taşımadığı, bunların daha ziyade pragmatik
karakterde bir karşılıklılık düşüncesine eşlik ettiği bilinmektedir. Modern
toplumda ekonomi alanı ahlaki bir alan değil, insanların kural olarak başkaca
bir dolayıma başvurmaksızın çıkarlarına göre davrandığı bir alandır. Ekonomik
çıkarları ahlakın denetimine tabi kılmak, batıda Ortaçağdan itibaren arzu
edilmiş bir husustur, ancak kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde hüsrana
uğramıştır. Dolayısıyla, ekonomi alanında çıkarların karşılıklılığı düşüncesi
egemendir. Kurallar açısından, ekonomik aktörlerin sistemin bütününün işlemesi
arzu edildiği sürece, insanların kurumlaştırılmış davranışlara uymasının
gerekli olduğu yolunda bir uylaşım vardır.
Kişiliğin toplumsal
sistem ve dolayısıyla da hukuk sistemi içindeki yerine işaret edecek olursak,
bu noktada Schubert’in, bireysel kişiliği hukuk açısından ele almada dinamik
bir yaklaşımı yaşama geçirmek istediği anlaşılıyor. Bu ana kadar yürütülen yaklaşım
çizgisini izleyerek, hukuk düzeni açısından bireyin toplumsal kişiliğini iki
yönde düşünmek gerekir. Bunlardan ilki, hukukun toplumda mevcut kişilik
modelini aynen sürdürmeyi tercih etmesidir. Bunu özellikle yaşayan hukuk
olgularında görürüz. İkinci durum, hukukun kendi topluma yönelik bilişsel
haritası açısından toplumda mevcut bulunandan farklı bir kişilik modelini
dayatmasıdır. Bu son durumu tipik olarak “ümmet mensubu”, “vatandaş” yönündeki
gelişmede görebiliriz. Olağan koşullarda bu iki ideal model, yani hukukun
koyduğu kişilik ideali ile bütünsel toplum çerçevesindeki halihazır toplumsal
kişilik tipi, birbirine az veya çok yakınlaşma eğilimi içindedir. Burada,
kişilik, öncelikle yukarıdaki gibi toplumdaki kültür aracılığıyla algılanan
“toplumsal kişiliktir”. daha sonra hukukun bunu tanıması veya yeniden
şekillendirmesi ölçüsünde "hukuksal kişilik"tir.
Verili bir toplum
insanlardan oluşur, ancak tekil insan, fizyolojik ve psikolojik itki ve
motiflerini toplumun temin ettiği yaşam koşullarıyla dengeleyebilmek suretiyle
toplumsal yaşama uyum gösterebilir hale gelir. Bu, kendisi toplum dışı olan
içgüdüler dünyasının itki ve ihtiyaçlarını toplumla uyum içinde kabul
edilebilir çıkarlar olarak ifade etmek yoluyla gidermenin dinamik sürecidir.
Burada iki temel tip olarak, uyumlu kişilik ile uyumsuz kişiliği dikkate
alalım. Değişme taraftarı kişilik ise kısmen uyumlu kişilik özelliğindedir,
ancak kültürün toplumdaki varlığının dışına uzanan küresel kültürden de güçlü
şekilde etkilenmiş durumdadır. Uyumsuz kişilik ise, ya toplumsalı hiç
paylaşmadığı için, sadece fizyopsikolojik olanları dikkate almasından, ya da
toplumun en uç noktada bütün olarak değiştirilmesini arzulayan olağanüstü
derecede ahlaki bir kişilik özelliğine dayanmasından kaynaklanır. Bu son belirttiğim
ahlaki kişilik, toplumda oldukça seyrek sayıda rastlanılabilir -hatta pratikte
rastlanılmayacak- olan büyük ölçüde kurmaca bir örnektir. Toplumsalı paylaşma
niyeti hiç olmayan, sadece arzu ve tüketim sınırında fizyopsikolojik unsurların
egemenliğindeki uyumsuz kişiliklerin sayıları giderek artmaktadır.
Bireysel davranışı rasyonellik
yönünde zorlayan kapitalist toplumun kendisi, gerçekte hedefleri olmayan bir
toplumsal düzendir. Toplum, kendisi akla
göre örgütlü değil, ancak içinde
barındırdığı bireysel rasyonellikler ölçüsünde iletişimsel bir rasyonelliğin
olabileceği inancını belli ölçüde taze durumda tutan bir yaşama düzenidir;
bu açıdan, modern toplum kendisi rasyonel
olamamakla birlikte rasyonelleştiricidir.
Toplumdaki rasyonellik, bireyler
arasındaki ilişkilerin toplumsal uyum koşullarında cereyan ettiği veya
insanların uyumu tercih ettikleri ölçüde varlık kazanır. Rasyonellik, bilinçli
şekilde paylaşılan ve bu yolla kabul gören bir zihin durumudur. Ancak,
toplumsal çatışma veya çatışmaya yol açan faktörler, bize rasyonelliğin
işlemediği durumların ihmal edilir düzeyde olmadığını gösterir; hukuksal
kurumların bizatihi varlığı da, tamamen bu çatışmanın kronik mevcudiyetinden
kaynaklanır.
Modern toplum,
insanların sınıfsal, topluluksal veya mesleki bağlantılarına göre biri ya da
diğerine katılmayı tercih edebildiği birden fazla kültürel evrene sahiptir. Bu
kültürel evrenlerin her biri, içinde yer alan birey yönünden, Pierre
Bourdieu'nün ifade ettiği gibi, "kültürel sermaye" olarak teşhis
edilebilir. Ayrıca, bu kültürel evrenlerden biri veya diğerine katılma
postmodern koşullarda birey yönünden seçmenin, yani rasyonel olarak karar verdiği bir tercihin
sonucu olabilir. Özellikle, tüketim kültüründe gördüğümüz bu durum gündelik
yaşamın üsluplaştırılmasında çarpıcı düzeydedir. Sosyolojik olarak farklı
kültürel evrenlerin birbiriyle ilişkisine yönelik kurgulayabileceğimiz ilişki,
bunların birinin egemen, diğerlerinin alt kültürler olması yönündedir. Bütünsel
toplum düzlemine ait olan egemen kültür, devlet ve hukuk tarafından onaylanmış
kültürdür. Bu, modernleşme taraftarı devletin, toplumun henüz bütünüyle
benimsememiş olduğu kültürü egemen kültür durumuna yükseltebildiğini gösterir.
Buna rağmen, egemen kültür ile diğer kültürlerin birçok durumda ortak elemanlara
sahip olabildiklerini, yani bunlar arasındaki sınır çizgilerinin çok keskin
olmadığını da belirtmeliyim. Hatta, bu her bir kültüre ait kimlik yönünden
ifade edildiğinde üst kimlik ve alt kimlikler olarak adlandırılmıştır. Burada
alt kültürlerin egemen kültürün taşıyıcısı olan iktidar tarafından yasaklanması
ya da baskı altına alınması da olasıdır; bu durumda bir alt kültür sona
ermeyecek kadar dirençliyse, karşı kültür olarak varlığını sürdürecektir. Bu
kültürlerin bir toplum içindeki sayısının sınırı yoktur; ancak birey bunlardan
birine iradesi dışında veya iradi olarak katılmak suretiyle sosyalleşir ve
paylaştığı kültüre uygun olarak imgelemindeki toplum haritası içinde yer tutar.
Verili İktidar Sistemi Koşullarında Hukukun
İşlevleri
Burada, hukukun
işlevlerinin ne olduğu sorununa, iktidar ilişkilerini parantez alarak yaklaşmak
denenecektir. Hukuk, mahiyeti itibariyle insan yaşamında yer tutan sorunları
çözmesi ölçüsünde birden fazla fonksiyonla betimlenebilir. Modern toplumun
siyasal iktidarın algılamasına ve yurttaşların taleplerine konu olan, üstelik
çoğu durumda devletin merkezi müdahalesini gerektiren sorunlarının tamamı,
uygun çözüm hukuksal gereçlerin kullanımını zorunlu kıldıkça, hukukun toplumda
üstlendiği rollerin sayısını arttırmaktadır. Bundan hareketle, hukukun
insanların toplum içindeki ihtiyaçlarını karşılamadaki işlevlerini toplum
yaşamındaki ihtiyaçların çeşitliliğine bağlı şekilde, bütün toplumsal
ilişkilere sirayet ediciliğine dayanarak, sınırsızca genişletebiliriz. Hukukun temas ettiği toplumsal olgular ve insan ilişkilerinin
tümünü ele alarak sınırsız bir işlevler tablosu oluşturmak isabetli bir yol
sayılmaz. Hukukun işlevleri yerine hukukun işlevi demek ve bunu “toplumsal
düzeni sağlamak” şeklinde asgari bir işlevle teşhis etmek daha isabetlidir. Bu,
hukukun dışındaki kurumlarca temin edilmeyen bir işlevi düşünmemize olanak
verecektir.
Sosyolojik işlevselcilik,
toplumsal fenomenleri (görüngü), toplum içinde yerine getirdikleri işlevlere
göre inceleyen bir yaklaşımdır. Değişik bilimlerde ve özellikle biyolojide
başvurulan işlevsel çözümleme yöntemi sosyolojide işlevselcilik adı verilen
geleneğin doğmasına yol açmıştır. Toplumsal kurum, olay ve olguları, örf ve
âdetleri açıklayabilmek için bu öğelerin yerine getirdikleri işlevleri ya da
rolleri dikkate almak gerektiği düşüncesi bu metodun hareket noktasıdır. Toplum söz konunu olduğunda, her
olguyu amaca dönük yorumlamak suretiyle işlevsel saymak yerine, toplumun
varlığını sürdürmesi yönünden rol oynayıp oynamadığını düşünmek gerçekliğe daha
uygun düşer. Suç, önemli bir toplumsal olaydır;
ancak kimse bunun bir işlev olduğunu ifade edemez, işlev açısından
değerlendirilirse, bu olay olsa olsa işlev-bozucu bir olaydır. Bu yüzden
işlevselci yaklaşımla hukukla ilgili veya başkaca toplumsal olaylara işlev
damgası yapıştırmak bir düşünce kolaycılığı olacaktır. Suç dışında, sınıf
çatışması, reform girişimleri ve benzeri birçok toplumsal olay ve etkinlik için
de aynı değerlendirme yapılabilir. Buna rağmen, mevcut düzeni korumayı
hedefleyenlerin görüş açısından düzen kendi başına bir amaç olduğundan, hukukun
genel olarak düzeni koruma işlevinden söz edilebilir.
Hukuk, başlarda da ele
aldığımız gibi, toplumdaki iktidar ilişkilerinin dışında anlaşılamaz. Buna
rağmen, biz iktidar ilişkilerini dışta tuttuğumuzda, hukukun toplumdaki
işleyişini “girdi ve çıktıları olan” bir sistem formunda ele alabiliriz. Hukuk
düzeni, toplumdan gelen taleplerin karşılanması, daha doğru bir deyimle,
“karşılandığı yönünde yarattığı inanç ölçüsünde” aynı zamanda meşruluğu olan
bir toplumsal düzen olarak algılanacaktır.
İktidar ilişkilerini
-bir soyutlama olarak- dışta tuttuğumuzda, hukukun toplumdaki işleyişini
"girdi ve çıktıları" olan bir sistem formunda ele alabiliriz.
Kapitalist toplum, diktatörlük metotlarının hâlâ sürdürüldüğü azgelişmiş ülke
örnekleri dışında, iktisadi iktidarın bireyüstü ve görünmez bir iktidar
olmasına paralel olarak, siyasal iktidarı demokratik meşruluk prensiplerine
bağlı şekilde bireyüstü hale getirir. Kapitalist toplumun geleneksel toplumu
çözerek bireyleri kaçınılmaz şekilde özgürleştirmesi koşullarında siyasal
iktidarın demokratik bir formda işlemesi zorunludur. Her şeyi yerinden oynatan
ağır bir kriz olmadığı sürece (örneğin 1929 bunalımı gibi), iktisadi iktidarın
sahipleri de varlıklarını bu demokratik siyasal yaşam formuna uyarlarlar.
Siyasal iktidarın halktan farklılaşmış şekilde belirgin bir görünürlüğe sahip
olmadığı bu koşullarda, hukukun bir girdiler, çıktılar ve geri besleme
düzenekleri sistemi olarak görünmesi olağandır. İşlevselci sosyologlar iktidar
düzeneklerini toplumsal taleplerin içinde eriterek, belirttiğim işleyişi bir
soyutlama değil de, bir gerçeklik olarak ele alırlar; böylece toplumun bu girdi
ve çıktılar sisteminin işleyişinde denge (equilibrium) durumuna ulaştığı
farz edilir. İktidar ilişkilerini bilerek dikkate almayan bu yaklaşım,
liberalizm kaynaklı bir -doğanın düzeniyle aynı mahiyette kabul edilen-
kendiliğinden toplumsal denge beklentisine de eşlik eder. Bu denge durumu da
son analizde toplumun aynı kalması (homoestatis), yani değişmemesi
olarak algılanacaktır.
İşlevselci sosyologlar
bireyin sistemle uyumlulaşmasının aydınlatılmasında önemli bir ilerlemeye imza
atmışlardır. Hukukun toplumda işlev üstlenen bir eleman olarak algılanması
bireylerin hukuk kurallarını içselleştirmeleri dikkate alınarak açıklamaya
kavuşur. Hukuk, iktidar merkezlerinin direnç noktasına kadar kendini topluma
uydururken, toplum da beklentilerine veya taleplerine varlık kazandıran ve daha
gerisine gidilemez olan bir direnç noktasına kadar kendisini hukuka uyarlar.
Bu konudaki açıklamaları
tamamlarken, hukukun işlevinin düzeni korumak olarak ifade edileceğini
tekrarlamak gerekir. toplumsal, kültürel ve psikolojik cepheleri içinde
bireysel tutumlar ve kişilikler olarak kendini dışa vuran bireylerin sisteme
yönelik algılamaları ve bütün bunlarla yargısal karar süreçlerinin çıktılarının
uyumu, çoklu bir geri besleme sistemleri ağı içinde gerçekleşir. Bireyin uyumu,
tekil bireyler veya birey gruplarının muhalefeti olasılığını dışlamaz. Bu son
durumda, hukuk düzenini değiştirmeye yönelik tutum bir siyasal tartışmayla,
dolayısıyla sistemi sürdüren iktidar yapısıyla -sistemin izin verdiği veya
vermediği türde- bir çatışma ile sonuçlanacaktır. Mahkemelerin girdileri olan talepler toplumdaki uyuşmazlıkları sistem-içi
düzeyde tutarken, çıktıları ise yönetilenlerin kendilerini uyarlamalarını
kolaylaştıracak toplumsal ortamın gelişmesini destekler. Siyasal sistem
açısından da bu, yine hukuka ait sınırlamayla, yani hukuk devleti yaklaşımıyla,
toplumsal sistemi sürdürme çabasına denk düşer. Hukukun kendini topluma
uydurmasına, yasama organının tasarrufları ve mahkemelerin içtihatları yoluyla
hukuk kurallarının değiştirilmesi kadar, işlev üstlenemeyen hukuk kurallarının
kadük kalması veya yorumlanarak yeni koşullara uyarlaması da dahildir.
Kültür, Uyuşmazlık ve Hukuk
Modern bir bütünsel
toplumun varlığını sürdürmesinin, iktidar sisteminin hukuka verdiği destek
dikkate alınmaksızın açıklanamayacağı aşikardır. Bu nedenle, iktidar sistemini
diğer toplumsal kurumların içinde görünmez hale getiren işlevselci yaklaşım
bütün olarak yeterli bir açıklama modeli sunmuyordu. Toplumsal sistemin
işleyişinde hukukun oynadığı rol, diğer uyuşmazlık çözümü usulleriyle birlikte
dikkate alınmak zorundadır.
Bireylerin uyuşmazlık
davranışları belli bir kültür koşullarının damgasını taşır. İdeal düzeyde
tanımlanmış olan gerçek veya tüzel kişi, çıkarı zedelendiğinde veya zarar
gördüğünde hukuka müracaat eder, yani hukuku harekete geçirir. Burada çıkar
kavramını, en geniş anlamda, insanı harekete geçirebilen ilgilerin tamamını
kuşatır şekilde kullanılmaktadır.
Modern toplumda, piyasa
ilişkileri koşullarında zararların ekonomik sonuçları ilk akla gelendir. Bunun
yanında dar anlamda ekonomik zararı aşan veya ekonomik olarak ölçülebilirliğe
indirgenemeyecek haksız fiil tarzındaki zararlar söz konusu olsa da, piyasa
koşulları çerçevesindeki düşünüş modeli bunları iktisadi olarak ölçülebilen
zararların nicelleştirilebilirliğine tahvil eder.
Kişi, ilkel veya modern
hangi toplumda olursa olsun, çıkarlarının zedelendiğini algıladığında önünde
bulunan birkaç seçeneğe göre davranır. Birçok durumda, zarar görenin algıladığı
zarar, çıkarı zedelenenin zarar verenle sonrasında da devam edecek bir ilişki
içinde bulunmak zorunda olduğu koşullardadır. Bundan hareketle, kişi hem zararı
uyuşmazlık durumuna getirmek, hem de bu uyuşmazlığı hangi usulle çözmek
niyetinde olduğunu bu ilişkinin devamına, ilişkiden beklentilerine ve
uyuşmazlık nedeniyle görebileceği olası karşı davranışa göre düşünür. Yukarıda
belirttiğim stratejik davranış algılamasındaki gibi, kişi burada bir uyuşmazlık
stratejisi izlemek zorundadır; bunda, zorunlu olarak uyuşmazlığı yürütmenin
ekonomik veya insani maliyetleri dikkate alınır.
Bu anlamda ilk
dikkati çeken, zarar görenin hiçbir kuruma başvurmaksızın kaçınma davranışı
gösterebileceği veya zarar verene eşdeğer sonucu yaratacak araçlarla karşılık
vermesidir. Modern bir
metropolde niceliği çok küçük olan ve zarar verenle bir daha karşılaşılmak
olasılığı bulunmayan birçok zararda uyuşmazlığı sürdürmenin ekonomik maliyeti
nedeniyle KAÇINMA tercih edilir. Burada kişinin teşhis edilmesi, zararın
kanıtlanması, hatta cezai sorumluluk durumlarında suçun işlendiğini polis veya
savcılığı ikna edecek şekilde ortaya koymak, bütün bu işleri yapabilecek
şekilde -yargı dahil- bürokrasinin dolambaçlı yollarını başarıyla kullanabilmek
çoğu kez son derece güçtür. Olası uyuşmazlık taraflarının ilişkisi, tarafların
karşılıklı iktidar durumlarıyla ve gelecekte gerçekleşmesi beklenen
çıkarlarıyla da ilgilidir. Örnek: Tekel veya oligopol piyasası koşullarında bir
perakende satıcıya (örneğin otomobil satıcısına) toptancı tarafından verilen
zararın dava konusu yapılması, davacının bu sektörde artık iş yapma şansının olmamasıyla
sonuçlanabilir. Keza, aynı konu tüketici yönünden de düşünülebilir. Örneğin
Amerika'da 1960'larda Amerikan Otomobil Satıcıları Birliği satış sözleşmesi
koşullarını standartlaştıracak ölçüde dayanışma içindeydi. Bu koşullarda tekil
bir tüketicinin birlik üyesini ağır sözleşme maddeleri nedeniyle dava etmesinde
yapacağı masraf caydırıcı olabilir. Ekonomik kaynaklı uyuşmazlıklarda kaçınma,
alışveriş yapılan mağaza yerine bir başkasının tercih edilmesi gibi, sessizce
de uygulanabilir. Kaçınma davranışı taraflar arasındaki fiziksel güç
dengesizliği durumunda da söz konusu olur.
Kaçınma ve karşılık verme
yolları tercih edilmediğinde, uyuşmazlık davranışına yönelen taraf, sırasıyla
arabuluculuk, tahkim ve karşı tarafı dava etme şeklindeki seçeneklerden birini
kullanır. Burada hangi usul benimsenirse benimsensin, konuyu uyuşmazlık haline
getiren çözüm sonrasındaki ilişkinin zorunlu olarak devam edip etmeyeceğini
dikkate almak zorundadır. Kişilerin arabulucular marifetiyle uyuşmazlıklarını
çözmeye yönlendirilmeleri hem adli sistemin yükünü hafifletmeyi, hem de cemaat
ilişkilerini yeniden canlandırmayı amaçlamaktadır.
Davalaşma uyuşmazlığı
yürütme usullerinin sadece biridir. Bu usulün kendisi de içinde usul
hukukçularının incelikli olarak araştırdığı türleri ve safhaları barındırır.
Norm ihlalinden zarar görenin dava yoluna başvurması durumunda dahi, davanın
her bir safhası başlangıçta tercih edilenden farklı bir çözüm veya uyuşmazlık
usulünü tercihi olanağını içinde barındırır. Bütün bunlara ilave olarak, davalaşmanın
kendisi de katışıksız bir tercih değildir. Açılan her dava objektif bir adalet
beklentisine eşlik etmez. Bazı davalarda bir gizli gündem mevcuttur; bu, dava
etme davranışına haklılık inancından başka nedenlerin de yön verebildiğini
ifade eder. Örneğin, toplumumuzda politikacılar veya saygınlıklarını politik
güçleri açısından korumak isteyen nüfuzlu kişilerin çıkarlarının basın yoluyla
zedelendiği iddiasıyla gazeteciler veya rakipleri aleyhine mahkemelere
başvurdukları durumlardaki tazminat davaları, sıklıkla karşı tarafın (hatta
böylesi bir işe kalkışabilecek başkaca gazetecilerin) ağır bir tazminat
tehdidiyle sindirilmesi hedefine yöneliktir. Dahası, genel olarak, dava açma
veya kamu
makamlarına şikayette bulunma tehditleri, muhtemel davacı veya şikayetçinin kendi haklılığını ifade etme üslubudur. Birçok durumda, eğer bu mesaj başarılı sonuç verirse, karşı tarafı pazarlığa zorlamak dava kazanmaktan daha fazla tercih edilen yoldur.
makamlarına şikayette bulunma tehditleri, muhtemel davacı veya şikayetçinin kendi haklılığını ifade etme üslubudur. Birçok durumda, eğer bu mesaj başarılı sonuç verirse, karşı tarafı pazarlığa zorlamak dava kazanmaktan daha fazla tercih edilen yoldur.
Şimdi, uyuşmazlık
sürdürme usullerini ve sonuçlarını bir tabloda özetleyelim:
Uyuşmazlığı
Sürdürme usulü
|
Toplumsal ilişki
|
Zarar görenin psikolojisi
|
Uyuşmazlığın sonrası
|
Yaptırım türü
|
Kaçınma
|
-Yüzyüze ilişki
- Zarar verenin iktidarı
|
Çekinme veya karşı tarafın
gücünü kabul etme
|
Beklenen olumsuz ilişki
|
Yok veya bazen toplumu yaptırım
için harekete geçirme
|
Karşılık verme
|
Her türlü toplumsallık
|
Karşılıklılık duygusu
|
Çatışmanın sürmesi riski
|
Negatif yaptırım
|
Endüstri ilişkilerinde taraflar
|
Bireysel çözümün olanaksızlığı
|
Karşı tarafın sonunda uzaklaşmaya
mecbur olduğu inancı
|
Negatif yaptırım
(grev ve lokavt)
|
|
Arabuluculuk
|
Kalıcı yüzyüze ilişkisi olan
görece eşit taraftar
|
Pazarlık ve karşılıklı tatmin
|
Olumlu ilişki arayışı
|
Tazminat
|
Tahkim
|
Çatışmaktan kaçınan eşit
taraflar
|
Yargı gücünde çözüm beklentisi
|
Haklılık konusunda hukuka
eşdeğer sonuç
|
Tazminat |
Dava etme
|
Meşru iktidara tabi hukuken
eşit taraflar
|
Kanuni adaletin gereği olduğu
duygusu
|
Kesin hükümle belirlenmiş
haklılık sonrası ilişki
|
Tazminat
Ceza
|
Sıralanan uyuşmazlık
çözümü usullerinin toplumda hangi davranışsal eğilimle kullanıldığı önemli bir
sorundur. Sonuç olarak hukuka sosyolojik açıdan yaklaştığımızda hukuk
felsefesinde incelenen analitik mahiyetteki adalet değerinin sorunu
aydınlatmaya yetmediğini ifade edilmelidir. Uyuşmazlık sürdürme bir çıkarın
zedelendiği algılamasına dayalı olarak, mevcut kültürel sistem koşullarında
yürütülen strateji tercihine bağlıdır.
Hukuk ve İdeoloji
Hukuk verili iktidar
yapısı koşullarında varlık kazanır. Hukukun mevcut iktidar düzeneğiyle
ilişkisinin sürekli olarak paranteze alınmasının, onu girdiler ve çıktılar
sistemi olarak analiz etme olanağı verdiğini daha önce gördük.
Hukukçu faaliyetinin ve
hukuk sisteminin içinde yaşayanların sistemden taleplerde bulunabilmelerinin,
sistem içi davranışlarla ve sistemin kavramlarıyla gerçekleşmesi, burada ele
alınan aktörlerin tümü yönünden paylaşılan bir ideolojinin varlığı sayesinde
olanak alanına girer. Aşağıda Seliger ideoloji kavramını kapsamlı bir şekilde
tanımlamıştır:
“Bir ideoloji, değer
tümceleri, talep tümceleri ve açıklayıcı ifadeler içinde ortaya konulan bir
inanışlar ve inanmayışlar (yadsımalar) grubudur. Bu tümceler ahlaksal ve teknik
normlara işaret eder ve ahlaken temellendirilmiş emirlerin merkezi konumuna, tesirine
dayanan bir öğreti olarak düzenlenmiş, bütün olarak yorumlanan haliyle
gerçekliğe ait betimleyici ve analitik ifadelerle ilişkilidir. (İfade edildiği
haliyle ideoloji olan bir öğreti, bütünüyle kendisiyle uyumlu, tamamıyla
doğrulanmış ya doğrulanabilir olmayan, fakat, açıkça çarpıtılmış da olmayan
görüşlere ait bir bünye (body) sunar.) Bu görüşler, yapması gerektiği,
yapabildiği ve göndermede bulunduğu kadarıyla kendi perspektifinden kurulu
düzene ve tersine, asli olarak insan ilişkilerinin ve sosyo-politik
örgütlenmenin formlarına bağlıdır. İdeolojiler, başkalarıyla birlikte ahlaksal
ve eylemsel olarak temellendirilmiş görüşleri paylaşır ve nitekim, bu suretle
kendi açıklıklarından kayba uğramaksızın ideolojik çoğulculuğu onaylar.
Bir ideoloji, halihazır
düzenin korunması, reforme edilmesi, yıkılması veya yeniden kurulması için icra
edilen eylemi güvenceye alan ahlaki normlara, bir miktar gerçekliğe ait kanıta
ve kendi bilincinde rasyonel tutarlılığa, araçların ve teknik kuralların
meşrulaştırılmasına dayanmasında, görece bir devamlılığa sahip olma temelinde
bir insan grubuna hizmet etmesine yönelik tasarlanmış oluşu nedenine dayanan
bir inanç sistemidir.” (Seliger, 1976: 119-120)
İdeoloji, bizim toplumsal
gerçekliği mevcut bilişsel dayanaklarımız çerçevesinde tanımlamamız ve bu
gerçekliğe uyum veya uyumsuzluğumuzun ahlaksal gerekçelerini ihtiva eden
bütünleştirici bir düşünsel ifadedir. İdeolojide bilimsel olsun veya olmasın
gerçekliğe (betimleyici) ve bu gerçeklik koşullarında tutum almamıza (direktif
verici veya emredici) ilişkin tümceler bulunur. Gerçekliğe ilişkin betimleyici
ifadenin bilimsel içerikli olması veya olmaması, hitap ettiği toplum veya
toplumsal grubun ya da kategorinin dış dünya bilgisinin halihazır düzeyine
uygun düşecek şekilde eklemlendirilir. Belli bir ideoloji belli bir tekil metne dayalı şekilde
teşhis edilemez, ideolojiyi paylaşmak çeşitli metinleri kullanmak suretiyle
olur; kendisini daha çok kişilerin toplumda tuttuğu yere bağlı olarak tutumlar,
söylemler ve metinler aracılığıyla dışa vurur.
İdeoloji bizim
onayladığımız veya karşı çıktığımız bir iktidar sistemi koşullarında varlık
kazanır, içeriğini oluşturan tümcelerin bilimsel olması veya olmaması koşul
değildir; burada önemli olan bizi ikna edebilecek güçte olmasıdır. Bu bakımdan,
ikna edicilik temin edecekse, bilimsel nitelikteki bir önerme ideolojide
kullanılabilir; buna paralel olarak, bilimsel bir iddia durumunda olmayan bir
inanç da eşdeğer ölçüde aynı işlevi üstlenebilir. İdeoloji kavramını kullanmanın
tarihsel geçmişi Napoleon Bonaparte dönemine kadar geriye gider. Ancak kavramın
Marx’taki kullanışını izleyen dönem modern anlamının tamamlandığı dönemdir.
“Fikirlerin,
tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı
bir biçimde insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine bağlıdır ve, gerçek yaşamın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada onların maddi davranışlarının dolaysız anlatısı olarak kendini gösterir... Kendi tasarımlarının, kendi fikirlerinin vb. üreticileri insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dahil olmak üzere, belirli bir gelişmeyle koşullandırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan (...) başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Ve her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camera obscura'daymış gibi başaşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir." (Marx ve Engels 1987: 44-45)
bir biçimde insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine bağlıdır ve, gerçek yaşamın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada onların maddi davranışlarının dolaysız anlatısı olarak kendini gösterir... Kendi tasarımlarının, kendi fikirlerinin vb. üreticileri insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dahil olmak üzere, belirli bir gelişmeyle koşullandırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan (...) başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Ve her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camera obscura'daymış gibi başaşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir." (Marx ve Engels 1987: 44-45)
Buradaki camera
obscura deyimiyle ifade edilen çarpıtma öylesine bir kötü niyetin eseri
değil, toplumsal gerçekliğe karşı tutumun, daha yerinde bir ifadeyle, belli
çıkarların sürdürülmesi temelinde tutum alınmasının kaçınılmaz sonucudur.
İdeoloji, bu yönüyle bilimsel bilginin karşısına konulmuştur. Yine Marx’dan
kaynaklanan bir kavramlaştırmayla ideolojinin çarpıtılmış dünya imgesiyle bir
"yanlış bilinç" durumuna yol açtığı ifade edilmiştir. “yanlış
bilinç”, Marx'ın politik tutumu ışığında anlaşılabilecek olan
kavramlaştırmasında, çalışan sınıfların, kendi çıkarlarını temsillemeyen
burjuva ideolojisinin düşünme kalıplarını kullanmalarının eleştirisidir.
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra
incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle
edilebilir: varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında, zorunlu,
kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim
ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine
tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli
toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üstyapının
üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel
olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.
İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların
bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir
aşamasında, toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket
ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadelerinden başka
bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin
gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O
zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman
üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların
incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki,
bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasi dinsel,
artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine
vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek
gerekir.” (Marx, 1993:23)
İdeoloji, modernlik
koşullarının ürünüdür. Modernlik, düşünce dünyasında “aydın” olarak teşhis
ettiğimiz, eğitime dayalı değişik mesleklerden insanların toplumsal bir zümre
halinde mevcut olduğu koşullardadır. Bu zümre bir toplumsal tabaka olarak
yeknesak bir tutumla teşhis edilemez; ancak her bir aydın bilişsel
algılamasına, toplumda çıkarının nerede olduğuna ve beklentilerine bağlı
olarak, tutum alır ve bu tutumunu yazılı şekilde ifade eder. Modernlik ile baş
döndürücü hızla artan basılı eser, gazete, dergi ve her türlü yayın, aydınların
ideolojiyi ürettiği ve yeniden-ürettiği araçları oluşturur. İdeoloji üretimi,
bilimden farklı olmakla birlikte bilginin artarak bilimselleştiği bir gelişim
evresinin koşulları içinde cereyan eder; böylece, ideoloji üretimi, insanların
ikna edilmesinin artan ölçüde “bilimsel” ve “rasyonel” söylemlerle olanaklı
olduğu koşullardadır. Bu noktada A. Gramsci'nin status quo'yu
destekleyen düşünceleri üreten “geleneksel aydın” ve değişme yanlısı
yaklaşımları üreten “organik aydın” ayrımına dikkat çekelim. Bu ayrımda
göründüğü gibi, aydını belli bir ideolojinin taraftarı olmaya yönlendiren
birinci derecedeki faktör -genelde aydınların ara sınıflardan geldiği de dikkate
alınarak- sınıfsal köken değil, kendisini politik olarak nerede
konumlandırdığıdır.
İdeoloji, Karl Mannheim
tarafından “bütünsel ideoloji” ve “kısmi ideoloji” olarak ikiye ayrılıyordu. Bütünsel
ideoloji, belli bir toplumun birbirinden tamamen farklılaşan tarihsel dönemlere
ve toplumsal örgütlenmesiyle inançlar sistemi birbirinden taban tabana farklı
olan iki topluma ait ideolojilerin derin farklılığını ifade eder. Örneğin,
Ortaçağ Avrupası'nın Tanrı iradesiyle yaratılmış ve organik parçalarının
uyumunun mükemmelliği inancı temelinde varlığı ifade edilen toplum tasarımı ile
Aydınlanma Çağı'na denk düşen özgür, eşit ve akıllı bireylerin sosyal sözleşme
ile kurduğu liberal toplum tasarımı iki farklı bütünsel ideolojinin
örnekleridir. Mannheim bütünsel ideolojiyi “dünya görüşü (weltanschauung)”
olarak da ifade etmişti. Almanlar, daha sonraları -özellikle Hitler döneminde-
kendilerinin ideolojileri olmadığını, ancak dünya görüşleri bulunduğunu ifade
ederek, bu kavramla, ideoloji kavramının hoşa gitmeyen çağrışımlar yüklenmiş
tonundan kurtulmayı denemişlerdi. Kısmi ideoloji ise, bütünsel bir toplum
imgesini değil de, aynı bütünsel imge içinde tekil tutum alışlarla ilgili
düşünce ve siyasal program farklarını ifade eder. Bunu, sistemi derinden
eleştirmeyen, ancak politikalarda farklı önerileri olan liberal ve sosyal
demokrat partiler arasındaki ideolojik farklılıklarda bulabiliriz. Kısmi
ideolojilerin ne kadar küçük parçalara bölünebileceğinin bir sınırı yoktur. Bu
birbirinden farklılıkları teşhis edilemeyecek kadar küçük nüans
farklılıklarına, her birinin taraftarlarının ayrı bir bakış açısı ve politik
program rolü yüklediği durumlara kadar ulaşabilir. İdeoloji konusunda sınıflandırıcı
ölçütlere ek olarak sert ve yumuşak ideoloji ayrımını ekleyelim. İdeolojinin
sertliği veya yumuşaklığı rakip durumdaki diğer ideolojilerle karşılıklı
ilişkisi içinde değerlendirilebilir. Karşısındaki ideolojilerle etkileşime
girebilmesi kolaylığına sahip ve açık uçlu olan ideolojiler genellikle yumuşak
ideoloji olarak sınıflandırılabilir. Burada ideoloji rakipleriyle pragmatizme
yaklaşan bir ilişki içindedir. Parlamenter sistem içinde aynı hukuk devleti ve
anayasa kavramlarını paylaşan liberal ve sosyal demokrat partilerin
ideolojileri bu durumdadır. Yumuşak ideolojinin en yumuşak şekli, kendi görüş
açısını savunurken rakiplerinin de kabul ettiği “gerçekler”e veya sağduyuya
göndermede bulunmayı konuşma üslubu olarak seçen ideolojidir. Buna karşılık,
sert ideoloji kendini kural olarak rakiplerininkiyle uzlaştırılamaz bir dünya
görüşü şeklinde takdim eder. Sert ideolojinin ön kabulleri ve kavramsal
repertuarları işlendiği ölçüde kendine özgü karakter taşır; yani rakibiyle
öğelerini mübadele edebilmesi olanağı, hatta bu yolda bir niyeti yoktur.
Komünist partilerin Ortodoks Marksist karakterli ideolojileri ile liberal veya
neo-liberal karşıtları karşılıklı olarak sert ideolojileri temsiller. Sert
ideoloji kendine özgü bir kavramsal repertuara, ortodoks ilkelere ve etik bir tutum
alışa kadar ilerleyebilir.
Bu noktada
Daniel Bell tarafından 1950’ler sonrasına yönelik şekilde ortaya atılmış olan “ideolojinin
sonu” yaklaşımı yakın tarihte Fukuyama tarafından liberalizmin tarihin sonu
olduğu biçiminde sunuldu, fakat gerçekçi bir görüş hala hala kendine yer
bulabilmiş değildir. İdeolojilerin son bulduğunu ifade eden görüş açısı,
Amerika Birleşik Devletleri yönünden, ideolojiler arasındaki sertliğin
kaybolduğu, siyasal mücadele içindeki rakip partilerin yaklaşım farklarının
pragmatik karakterli programlarla sınırlı bir varlığa sahip olduğu görüş
açısından hareket ediyordu. Bu yaklaşım, önce, Amerikan toplumunun belirtilen
dönemde Keynesci yeniden paylaşım mekanizmalarıyla ortalama refah düzeyini
yükseltmiş olması sonucunda siyasal ilginin azalmasına dayanan toplumsal
koşulları esas alıyordu. İkinci olarak da, Amerikan siyasal sisteminin, sistem
içinde sadece iki partiye olanak vermesine ve bu partiler arasında ideolojik
bir fark koyma olanağının bulunmamasına dayanıyordu. Günümüzde, postmodern
durum koşullarında bu görüş açısının benzeri, ideolojinin yerini söylemin
aldığı şeklinde de ifade edildi. Bu görüş açısının
görüntüsel medyanın yaygınlaşmasının yazılı kültürün aleyhine bir gelişim
trendini ortaya çıkarması ile de ilişkisi vardır. Ancak, bütün bunlara rağmen,
kanaatimce, ideolojilerin sona erdiği yargısı görüntüdeki bir tabloyu
yansıtmaktadır; sebebi de, gelişmiş kapitalist ülkelerde ve Sovyetler
Birliği'nin dağılması sonrasında küresel ölçekte iktisadi ve siyasal
iktidarları zorlayabilecek güçte politikalara eşlik eden muhalif ideolojilerin
-şimdilik- yokluğudur; oysa küresel ölçekle egemen ideoloji yerinde
durmaktadır. Egemen ideolojinin tekelci bir algılama modelini benimsetmeyi
başardığı koşullarda, bunun yumuşayan nüanslar içinde çözülmesi veya pragmatik
politikalar olarak ideoloji görüntüsünü yitirmesi doğaldır. Ancak,
ideolojilerin en sert olduğu dönemlerde kapitalizmi savunan liberal ideolojinin
kabullerinin hiç biri içinde bulunduğumuz dönemde terk edilmemiş, hatta bu kabuller
Fukuyama'nın yaptığı gibi (ki, benzerini gerçekçilik ve mevcut olandan başka
ekonomik program yapma şansı olmadığını söyleyen azgelişmiş ülke politikacıları
yapmaktadır), tarihin sonunu ifade eden tek doğru durumuna getirilmiştir.
İdeoloji, siyasal katılma ve
siyasal eylemle yakından ilişkilidir. İdeoloji, seçmen, taraftar veya militan
olarak kişiyi anlamlı kılar ve onu desteklediği siyasal programın hedefleri
çerçevesinde bir süje haline getirir. Eğer, konu egemen ideoloji ise, status
quo'yu "olası durumların ideali", "kabul edilebilir
olanı" veya "tercihe şayan olanı" olarak sunar. Bu suretle, kişi
ideoloji aracılığıyla mevcut durumu rasyonelleştirir ve çıkarlarına az veya çok
aykırılık taşıyor olsa bile bu duruma katlanabilir hale gelir. Hatta, ülkemiz
siyasal yaşamında sık sık başvurulan kavramlaştırma ile halihazır durum
haricinde başkaca bir olası çözümün olmadığı düşüncesi başlı başına ikna
ediciliğe sahip bir ideolojik söylem olarak insanlara benimsetilir.
İdeoloji, temel olarak siyasal
alanda etkileri görülen bir toplumsal düşünüş olmakla birlikte, toplumun doğası
ve yarınına yönelik devamlılığı açısından insanların ikna edilmesinde
kullanılabilir en elverişli düşünüştür. Pozitif hukuk sistemini bilgi
sosyolojisinin görüş açısından değerlendirirsek, bunun da ideolojik mahiyette
bir sistem olduğunu görürüz. Daha ilk bölümde pozitif hukuk sistemini toplumun
doğasına yönelik rasyonel bir dünya imgesi olarak ortaya koymuştum. Bu, modern
toplumda, toplumsal gerçekliğin kendisinin değil, olması gereken gerçekliğin
bilimsel formdaki bilgisidir. Biz hukuk sisteminin tümünü dikkate aldığımızda,
haklı olarak, bunun şeklen yürürlükte olan hukuk normlarının sistemik bilgisi
olduğunu düşünürüz. Buna şeklen yürürlükte olmasalar da, yürürlüğe kavuşması
gerekli olan de lege feranda'dan kaynaklandığını düşündüğümüz
düzenlemeleri ekleriz; bu arada, şeklen yürürlükte olmakla birlikte, sisteme
uymadığını düşündüğümüz normları kadük sayarak dışta bırakmaya çalışırız. Hukuk
normları ise kendi içinde iki gruba ayrılır. İnsanlar arasındaki olması veya
olmaması arzulanan ilişkileri ifade eden kurallar birincil kurallar’dır. İkincil kuralları ise, bunlara uyulmaması
durumunda ihlal edenin maruz kalacağı yaptırımlar, boşluk doldurmaya ilişkin
kurallar ve tanımlayıcı kurallar oluşturur. Hukuk düzenin bütünsel bilgisi,
temel olarak birincil kuralların rasyonel bir bütün olarak düşünülmesi durumunda
zihnimizde canlanan şey, yani bir toplum imgesidir.
Hukuk
düzeninin bilgisi hukuk ideolojisidir. Hukukçunun tarafsızlığı postulatına dayanan ve hukuku
tekil veya grupsal çıkarlardan bağımsız, yürürlükteki hukuk kurallarına uygun
olarak uyguladığı düşüncesi, hukukçuya ideolojiler üstü bir konum temin
etmiştir. bu itibarla onun düzenle uyumlu olan bütünsel
ideolojik tutuma aykırı düşmesi düşünülemez. Hukukçu, aykırı kararlar
verdiğinde kanunyolu muhakemesi bu aykırılığı giderir; böylesi hatalar
yaygınlaşmış veya sistemli hale gelmişse, kendisini terfi edememe, hatta
mesleğinden mahrum olma ile de sonuçlanan bir gelecek bekleyebilir. Hukukçu
düzeni temsiller.
Hukuk ideolojisi hukuk
politikalarına vücut verir. Hukuk ideolojisinin kendisi, sert çekirdeğini oluşturan
belli öncüller dışta kalmak üzere, rasyonel ve tartışmaya açıktır. İnsanları en
ileri düzeyde etkili rasyonellikle doğruluğuna ikna eder, politik ideolojinin
partizanlıklarından farklı olarak toplumu bütünleştirmeyi hedefler, temel hedef
düzeni sürdürmek olduğu için, pragmatik, uzlaşmayı arzulayan ve status quo
zemininde barış yanlısı bir açık sistemdir. Bunun sonucu olarak, hukuk
politikaları da aynı açık sistem özelliği koşullarında yaratılır. Hukuk
politikası yargıca takdir hakkı, boşluk doldurma ve kuralları yorumlama
faaliyetlerinde ışık tutar. Hukuk politikaları özellikle, hukukun genel
prensiplerinin çoğu kez kullanıldığı ve mahkemelerce yapılan hukukun ağırlıklı
yer tuttuğu common law sistemi içinde yetişen hukukçular tarafından tartışılmıştır.
Hukuk politikasında belli bir tutum benimsendikten sonra, verilen hükmün
gerekçelendirilmesi çeşitli gereçler kullanılarak yapılır. Bunlar hukuk
kurallarına dolaysız şekilde göndermede bulunan mekanik gerekçelendirme, hukuk
kuralının düzenlediği ilişkinin mahiyetine gönderme yapan analitik
gerekçelendirme veya uyuşmazlık tarafları ve ilgilileri ikna edebilecek bir
söylem tasarlayarak, yani retorik yoluyla sonuçsalcı (consequentalist)
gerekçelendirmedir. Gerekçelendirme faaliyetinin kendisi, genelde, bir söylem
mücadelesidir; ancak bu mücadelede başarı, eldeki kararın hukuk ideolojisinin
çekirdeğinde bulunan temel kabullerin "doğru" anlaşılmasına
göndermede bulunmasıyla elde edilir.
Hukuk
kuralları, üzerinde toplumun uzlaşması temin
edilmiş bir satranç gibi işler. Bu işleyişte ilk aşama, tarafların taleplerini
sistemden karşılık bulacak şekilde kurallara uygun olarak öne sürmeleridir.
Burada oyun kurallarına ilave yapılacak veya kural değiştirilecek ise, bu da
toplumun kabulüne mazhar olmalıdır. Hukuk ideolojisi düşünümselliği,
rasyonelliği ve bireylerarasılığı ile bunu temin eder. Bu sayededir ki, modern
toplumda hukuk düzeni çoğunluk tarafından onanmanın ve hak ve özgürlüklerin
asgari kazanımlarının korunabilmesi için hukuk devleti isteminin konusu haline
gelebilmiştir.
Hukuk İdeolojisi ve Toplumsal İktidar
Bir bütünsel toplumun
tamamında yürürlükte olan hukuk, mevcut düzenin sürdürülmesi amacına yönelik
olmakla, toplumdaki iktidar sistemine açık aykırılık taşıyan düzenlemeleri
kural olarak içinde barındırmaz. Böyle bir durumunda, böylece egemen durumdaki
iktidarın diğer iktidar yapılarını henüz tamamen tasfiye edememiş olduğu
koşullarda karşımıza çıkar. Alışılmış koşullara uygun olmayan bu duruma önemli
toplumsal değişme dönemlerinde durumun istisnası, ancak toplumdaki iktidar
yapıları arasında bir çatışma rastlarız. Örneğin, mutlakiyetçi devletlerin
feodal iktidar yapılarını tasfiye ettiği 1648 Westphalia Antlaşması sonrasında
Avrupa'da ulus devletlerin kuruluşunda veya Kurtuluş Savaşı sonrasındaki
Türkiye'deki hukuk devriminde bu durumu gözlemleyebiliriz.
Bir hukuk düzeninde kural
olan, toplumun içindeki egemen iktidar yapıları arasındaki ilişkilerin
istikrarlı olması ve aralarında ciddi çatışmaların olmamasıdır. Esasen hukuk
düzeni, bu çatışmanın sistem çatışması düzeyine ulaşmasını engellemenin
olanaklarını temin etmeye çalışır. Konumuz kapitalist toplum olduğu ölçüde,
hukuk düzeninde liberal yaklaşımın ilkelerine uygun bir hukuk devletini
geliştirme yönünde bir eğilimi görürüz. Burada, kesin bir sonuç yerine
eğilimden söz etmemin nedeni, toplumsal dinamiklerin bu doğrultuda bir talep
aracılığıyla etkisini icra etmesine karşın, siyasal iktidarın aksi yönde bir
politikayı tercih edebilmesinden kaynaklanmaktadır. Kapitalizm toplumsal
ilişkileri bireyüstü ilişkiler haline getirdikçe, düzenin korunmasında başvurulabilir
en kullanışlı araç hukukun üstünlüğü oldu. Hukuk devleti kavramlaştırılması
gelişimini iktidar yapıları arası savaşımlara çözüm üretirken
gerçekleştirmiştir.
Kapitalist toplumdaki
hukuk ideolojisi, tekil ülkelerde aksi yönde uygulamalarla karşılaşılabilmekle
birlikte, yaşam, özgürlük ve mülkiyet ilkeleriyle bireyin özerkliğini temin
ederken, bunun güvencesi olarak da hukuk devletini zorunlu kılar. Hukuk
devleti, hukukun toplumsal iktidarını rasyonel, objektif ve bireyüstü duruma
getirir. Hukuk düzeninin kendisi de bu sayede, eskiden beri karşılaştırmada
kullanılan örneklemeyle, mutlak iktidarın sahibi olan bir çetenin iktidarından
farklılaştırılır. Yine, bu sayede -çete örneği bir yana bırakılarak- hukuk
devleti, hukuk düzenini siyasal mahiyetteki güç ve egemenlik çatışmasının
konjonktürel dalgalanmalarının ve belirsizliklerinin dışında tutar.
Kapitalist toplumdaki
egemen ideolojinin toplumsal ilişkiler konusundaki, gündelik politik çıkarların
dışına çıkarılarak oluşturulmuş imgesinin çekirdeğini liberalizmin temel
kabulleri oluşturur. Böyle bir toplum imgesinde insan eşitliği, her insanın
mülk sahibi olabilmesi hakkı ve toplumsal ilişkilerin matrisini piyasadaki
mübadele ilişkilerinin oluşturulması temelinde algılanır. Piyasa modeline
dayalı toplum imgesine, kapitalizm öncesinden devralınan, erkeğin karı ve
çocukları üzerinde egemen olduğu imgesi de eklenmelidir. Bu koşullardaki
insanlar, iddia edildiği gibi bir sivil toplum oluşturuyorlar ve bu yolla
aralarındaki düşmanca olabilecek ilişkileri barışçı hale getirebiliyorlarsa,
bunun erkekler arası bir kardeşlik olduğu görülmelidir. Kanunlaştırma
hareketinin temel kanun olan medeni kanunlar, yapıldıkları ülkelerde
liberalizmi topluma ve hukukçu imgelemine yerleştirmede temel rolü oynamıştır. Liberalizmin
piyasa eksenli ilkelerinin Batı dünyasında egemen duruma gelmesi, kökleri
Avrupa ticaretinin Roma'nın çökmesi sonrasında yeniden canlanmasına kadar geri
götürülebilen ve sınai kapitalizmin gelişmesiyle tamamlanan bir tarihsel
sürecin ürünüdür. Özel alanı bu suretle belirleyen ve özel hayatı -istisnalar
hariç- kural olarak dokunulmaz yapan bu ideolojik tutum, kamu alanını da özel
alanla tutarlı şekilde tanımlamıştır. Liberalizmde kamu alanı, bireyi koruyan,
keyfiliği önleyen, piyasadaki özgür mübadelenin engellerini ortadan kaldıran ve
ülkenin dışa karşı savunulmasını temin eden bir devlet faaliyetiyle sınırlıdır.
Bu liberal toplumun
önemli bir boyutu da, rekabeti kısıtladığı iddiasıyla çalışanların
örgütlenmesinin engellenmesiydi. Kapitalizmi, serbest rekabetin giderek ortadan
kalktığı bu döneminde, liberalizmin piyasa, mübadele ve karşılıklılık
temelindeki ilkeleri açıkça yürürlükten kaldırılmaksızın devletin piyasayı ve
toplumu artan şekilde denetlenmesine olanak veren söylem biçimini ortaya
çıkardı. 18. ve 19. yüzyıllarda liberalizmin algıladığı ilişki tarzı pazar
ortamında yürütülen mübadele ilişkisi temelindedir. 19. yüzyılda kapitalizmin
rekabetçi şekilde sürdürüldüğü ve ekonomideki “görünmez el”in toplumsal sistemi
yönettiği yönünde yorumlanan bir liberal toplum imgesi -her ne kadar pratikte
devletlerin müdahalelerine oldukça sık başvurulsa da- kapitalist ülkelerin
idealleştirilen modeliydi. Buna uygun düşen hukuk ideolojisi ise, yurttaşların
özgür ve eşit olması, devletin bireysel tercihlere müdahale etmemesi, sözleşme
serbestisi, irade özerkliği, kişisel kazanç ve mutluluğun herkesin kendi
tercihine bağlı olması ve kamu alanının da bunlarla uygunluk içinde tanımlaması
ve işlemesi unsurlarını içermekteydi.
19.
yüzyıl sonlarında başlayan ve 20. yüzyılın ilk on yılında gelişimi tamamlanan
bir dizi eğilim kapitalist toplumun liberal ideolojide özetlenen ideal formunda
önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Önce, emek piyasasını serbest hale
getirme girişiminin toplumda karşılığı görülememiş, rekabet koşullarında fiili
bir pazarlık gücüne sahip olmayan işçilerin bu gücü edinmek için yasal
engellere rağmen kendi örgütlerini kurmak suretiyle birleşmek zorunda
kaldıkları görülmüştür. Kökleri 18. yüzyıla kadar uzanan ve önce nitelikli işgücüne
sahip meslek mensuplarının birleşmesi olarak görülen örgütlenmeler, yasalara
rağmen gelişmiş ve her türden ücretli çalışanı kapsamına almıştır. Bu cümleden
olmak üzere, İngiltere'de hukuk düzeninin istemeden de olsa, 1834'den itibaren
sendikaları tanımak zorunda kaldığını görüyoruz. Bu sendikaların grev hakkının
olmaması hiç önemli değildir; aslında grevi yasaklayarak işyeri tehditten
kurtarılmak istenirken, daha büyük bir tehlike, genel grev ve diğer biçimlerde
siyasal iktidara karşı topyekün eylem kapıya dayanmaktadır. Bu dönemde
liberalizmin birey eksenli sözleşme serbestisinin hızla altı oyulmakta ve
örgütlenmiş grupların sözleşme talepleri öne geçmekteydi. Buna, liberalizmin
bireyin akıllı olduğu kabulünün işlememesi de eklenmelidir; zira akıllı insan
özgür ve eşit olarak serbest piyasa koşullarında mülk edinebildiği, aklın
gereği olan yasaları ihlal etmediği ve oy hakkına sahip olduğu kurgulaması
mülksüz sınıfların mensuplarının sayısının her gün artması, toplumsal çözülme
ve yüksek suç oranıyla liberal devleti sadece hapishane ve ceza politikasıyla
teşhis edildiği bir noktaya getirdi. Liberalizmin birey modelinin suçluda
mevcut olmadığı veya bozulduğu farz edilerek, eğer ölüm cezası uygulamasının
aşırı artırılmasıyla bazı toplum kesimlerinin itlâf edilmesi göze
alınamadığından, bunları düzeltme veya yeniden topluma kazandırma yolları
gündeme gelmekteydi. Bu kez, liberal devlet kendini tanımlamada başvurduğu
hazır birey yerine, mevcut insanları kendi birey tasarımına uydurma sorunuyla
karşı karşıya kalmış durumdadır. Diğer taraftan, serbest rekabetin
asıl önemli aktörleri olan mal alışverişinde bulunanlar arasında
piyasa ortamındaki rekabet ilişkisi de düzeltilemeyecek
şekilde bozulmuştur. Mal mübadelelerinin yapıldığı gerek iç, gerekse
dış piyasalar, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucunda tekel veya
oligopol piyasalarına dönüşmektedir.
Pazardaki tekelci
egemenlik nedeniyle ulusal piyasalardaki arz ve dolayısıyla talep şirketlerce
denetlenmektedir. Bu gelişme piyasaları ister istemez serbest olmaktan
çıkararak örgütlü olmaya doğru yöneltmiştir. Burada klasik kamu alanını artık
mal mübadelesinde bulunan bireylere göre tanımlamak mümkün değildir; giderek
işçilerin, tüketicilerin ve bunları izleyen başkaca sosyal grupların
çıkarlarını korumak (veya geliştirmek) amacıyla taraftar olmaya başladıkları
yeni bir kamu algılaması, liberalizmin kamu alanı imgesinden farklılaşmaktadır.
Bu grupların hepsi, toplumsal düzeni sürdüren en önemli aktör ve sorumlunun
devlet olması nedeniyle, kendilerine en uygun pazarlık partnerinden, yani
devletten talepte bulunmaktadırlar.
Kapitalizm, serbest
rekabetin giderek ortadan kaybolduğu bu döneminde, liberalizmin piyasa,
mübadele ve karşılıklılık temelindeki ilkelerini açıkça yürürlükten
kaldırmaksızın, devletin piyasayı ve toplumu artan şekilde denetlemesine olanak
veren söylem biçimini ortaya çıkardı. Burada liberal ideolojinin gerisinde yer
tutan ekonomik iktidarın mahiyetinde köklü bir değişiklik olmamıştır;
değişiklik bu iktidar sisteminde egemen konumu paylaşanların sayısının azalması
ve etkinliğinin artışıdır. Devlet kendini çok sayıda sermaye, yani ekonomik
iktidar sahibi karşısında olduğu kadar bağımsız hissedecek durumda değildir.
Diğer taraftan, liberalizme göre tanımlanan özel alan, sermayenin tekelleşmesi
ile sayısı ve önemi artmış olan toplumsal sorunların çözümünü olanaksızlaştıran
bir faktöre dönüşmektedir; özellikle çalışan ve yoksul sınıflar için
taleplerini ileteceği sistem içi kanallar mevcut değildir. Sayı ve önemi az
olan dinsel kurumlara ait hayır işleriyle veya birilerinin lütfu sonucu kurulan
vakıflarla sorunları çözebilmek de olanaklı değildir. Bunun sonucunda,
yurttaşlar, artan ölçüde sorunlarının çözümünü siyasal alana taşıma
eğilimindedirler. Eğer istikrarlı bir toplumsal yaşam, olabildiği derecede
demokrasi ve barış içinde yürütülecekse, başka bir ifade ile halktan
kaynaklanan istemlere kulak tıkamadan veya bu istemleri şiddet kullanarak
bastırmadan yürütülecekse, devletin toplumun tümünü denetleyecek şekilde aracı
rolünü üstlenmesi gerekecektir. Bu sorumlulukların devleti büyüteceği ve buna
uygun mali kaynakları gerekli kılacağı tabiidir. Burada her toplumun
sorunlarını sistem içinde çözme şansının olup olmayacağı da sorulabilir. Buna
verilebilir cevap, sorunlarını sadece gelişmiş ülkelerin çözebildiği, buna
uygun mali kaynaklara sahip olamayan ülkelerde devletlerin müdahaleci bir rolü
isteseler de üstlenemedikleridir. Bu arada her biri büyük bir insan kitlesini
barındıran şirketler arasındaki rekabetin yıkıcılığı, devletlerin kendi ülkelerindeki
şirketlere dünya pazarında temin ettiği gücün aynı zamanda kendi gücü demek
olması ve kalkınma ile lgili sorunlar, devletin düzenleyici rolünü ayrıca
zorunlu kılmıştır.
Düzenlenmiş yani
tekelci kapitalizme uygun düşen evrede hukuk ideolojisi farklılaşmıştır. Önce,
ekonomik yaşamda bireylerin yerini gruplar almıştır; ticaret şirketleri, büyük
iş sahiplerinin çok sayıda insana yönetim kademesinde yer verdiği toplumsal
aktörler, işçi ve işveren sendikaları bunlar arasında sayılabilir. Toplumsal
düzenin yeni algılanışı, örgütlü gruplar arasındaki ilişkinin uyumlu olması
gerekliliği çerçevesinde gelişmektedir. Çalışma ve emekle ilgili konuların özel
alan olarak algılanamaması ve kamu alanına dahil olması bir başka önemli
değişikliktir. Yoksullaşan toplum kesimlerinin asgari bir tatmin düzeyinde
tutulması düzenin devamı için zorunludur. Devletin yeniden paylaştırmaya artan
ölçüde yönelmesi ve bununla ilintili sosyal devlet politikaları önem
kazanmıştır. Hukuksal alana yönelen talepler, bireyler haricinde, iradi
örgütlenmeler aracılığıyla da devlete intikal ettirilmektedir.
Kapitalist topluma ait
hukuk ideolojisinin bu değişen içeriği, liberalizmin ilkeleri açıktan terk
edilmeksizin pragmatik karakterli manevralarla gerçekleştirilmiştir.
Eklemlenmesi yönünden bir yumuşak ideoloji olan hukuk ideolojisi, doğası gereği
belli bir esneklik payına sahiptir. Aslında bu yeni gelişim noktasında
kapitalizmin varlığının devamı için, yol açtığı toplumsal sonuçlar başka bir
gözle ele alınmaktadır. Refah devleti veya sosyal devlet ideolojisi formunda
ifade edilen bu değişiklik, çoğulculuk temeline dayanan demokratik meşruluğun
korunabilmesinin yeni koşullardaki biricik yoludur. Zaman zaman neo-liberal
politikalar moda olsa da, kapitalist toplumun görece istikrarlı yaşamı ancak bu
devlet müdahalesi koşullarında mümkün olabilir.
Serbest rekabetçi
kapitalizmi izleyen düzenlenmiş kapitalizmin kamu alanını büyütmesinin,
gerçekte hukuk ideolojisinin liberal esaslı temel ilkelerinde değişikliğe yol
açmadığı yolundaki kanaatim, kapitalizmde 1980 sonrasında yaşanan yeni bir
gelişim evresine de uygun düşmektedir. 1980'lere gelindiğinde, gelişmiş
kapitalist ülkelerin çalışan sınıfları görece olarak yüksek yaşam standardıyla
“tüketici” haline gelmiş ve ideolojik duyarlığını yitirmişti; artık sınıf
partilerine oy vermiyordu ve bu sınıflardan kişiler oylarını pragmatik
vaatlerle oy talep eden sistem içi partilere veriyorlardı. Yine, bu yıllarda
Sovyetler Birliği de artık tehdit durumunda değildi. Bu arada, düzenlenmiş
kapitalizm süresince uygulanan Keynesci politikalar kapitalist ülkelerde
durgunluk ve enflasyonla sonuçlanmıştı.
1947'den beri mevcut
olan dünya ticaretini serbestleştirme ve özellikle azgelişmiş ülkelerin gümrük
korumalarını kaldırma amaçlı GATT, yeniden büyük önem verilen bir kuruma
dönüştü. Bunu Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uruguay Round'u izledi. Bugün de
devam etmekte olan gelişme eğilimi, kapitalist girişimlerin tekelci mahiyetteki
gücü önünde engel oluşturan tekil ülkelere ait kamu politikalarının dünya
ölçeğinde tasfiye edilmesi yönündedir. Azgelişmiş ülkelere önerilen ise,
ihracata yönelik sektörleri koruma, dış rekabeti ucuz işgücüyle sağlama ve
Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın esasen çokuluslu şirketlerin
çıkarları eksenli yapısal uyum reformlarını gerçekleştirmeleridir. Bu
azgelişmiş ülkeleri ihracatçı yapacak değildir; asıl amaç onların dünya
pazarına devlet koruması olmaksızın tam eklemlenmesidir. Buna yönelen ilk
direnç dalgası da, azgelişmiş ülkelerde bir dizi hükümet darbesiyle siyasal
muhalefetin bastırılması yoluyla sağlandı. Bu gelişmelere bardağın dolu
tarafından bakarak olumlayanları oluşturan "küreselleşme"
taraftarları sermayenin hareketliliğinin arttığını, dolayısıyla azgelişmiş
ülkelerin de bu yolla ekonomik büyümeyi başaracağını belirtseler de, bu sermaye
hareketi kısa vadeli spekülatif fon akımlarıyla azgelişmiş ülkelerin mali
yapılarını sarsmaktan başka bir iş yapmamaktadır. Bu dönemde çokuluslu
şirketler, kendi anavatanı olan ülkeler hariç, iş yaptıkları alanlardaki ulus
devletler ve kamu politikalarını etkisizleştirme arayışındadır. Bu, özellikle
azgelişmiş ülkelerde küçültülmek istenen devletin yerine etnik grupların,
azınlıkların ve hükümet dışı örgütlerin konulması eğilimini öne çıkarmaktadır. Artık
çokuluslu şirketlere karşı tekil ülkelerin kamu hukuku mekanizmaları engel
oluşturmayacaktır ve hiç bir kamu siyasası argümanı kullanılamayacaktır. Bunu,
kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve dışarıdan gelecek sermaye yatıran
şirketlere karşı ülke mahkemelerinin yerini uluslararası tahkimin
alması tamamlamaktadır. Yine bu dönem, işyeri düzleminde çalışan sınıfların direncinin yaşanmadığı ve çalışanların işyeriyle bütün sayıldığı esnek üretim organizasyonu ile tamamlanır. Bu yeni döneme neo-liberalizm denilmiştir ve hukuk ideolojisi açısından 19. yüzyıl rekabetçi kapitalizmindeki gibi denkleştirici adalet önemsenmektedir ve ekonomideki etkinlik her acımasız toplumsal sonucu onaylamayı sağlayacak ölçüde öndedir.
alması tamamlamaktadır. Yine bu dönem, işyeri düzleminde çalışan sınıfların direncinin yaşanmadığı ve çalışanların işyeriyle bütün sayıldığı esnek üretim organizasyonu ile tamamlanır. Bu yeni döneme neo-liberalizm denilmiştir ve hukuk ideolojisi açısından 19. yüzyıl rekabetçi kapitalizmindeki gibi denkleştirici adalet önemsenmektedir ve ekonomideki etkinlik her acımasız toplumsal sonucu onaylamayı sağlayacak ölçüde öndedir.
Hukuk ideolojisi
açısından üç dönemin ideolojik temalarını karşılaştıralım. Bu karşılaştırma, üç
dönemin hukuksal üstyapıların temel bileşenlerini ifade eder.
Rekabetçi
Kapitalizm
|
Düzenlenmiş
(tekelci) kapitalizm
|
Neo-liberal,
Post-modern kapitalizm
|
- Devlet müdahalesi yok
- Özgür ve eşit yurttaşlar
- Kutsal mülkiyet
- İradi sözleşmeler
- Bireysel hak ve özgürlükler
- Hukuk devleti
|
- Müdahaleci devlet
-Kalkınma ve planlama
- Ekonomik kökenli grupların
(işveren, işçi, işsiz, tüketici) işbirliği yoluyla sosyal barış
- Devletin yeniden gelir
paylaştırması
- Sosyal ve ekonomik haklar
- Hukuka ait tutarlı
ideolojiler
- Sosyal hukuk devleti
|
- Rekabetçi ilkelere dönüş
- Ekonomide yeniden paylaştırma
yerine etkinlik ve verimlilik
- Çalışanların gruplaşması
yerine işyerine bağımlılık (post-fordist sistem)
- Kamu politikaları yerine
kuralsızlaştırma
- Devletin yargılaması yerine
tahkim ve diğer uyuşmazlık çözüm şekilleri
- Fikri mülkiyetin özel bir
önem kazanması
- Hukuk düşüncesinde tutarlı
ideoloji yerine retorik ve sonuçsalcı
gerekçelendirme
- Ekonomik kökenli gruplar
yerine kimlik politikası çerçevesinde (etnik, toplumsal cinsiyet, yaşam tarzı
temelinde) azınlık hakları
- Toplumsal grupların
demokratik talepleri yerine mikro politikaların egemen olduğu ve halktan
gelen taleplerin bu yolla çözündüğü kamu algılaması
|
Hukuk ideolojisi hukuk doktrininden daha geniştir. Bütünsel
ideoloji kavramına uygun olarak, hukuk ideolojisi de bütünsel mahiyettedir ve
içinde farklı hukuk doktrinlerinin üretilmesinin koşullarını temin eder. Bu
noktada, hukuk ideolojisinin hukuk politikaları sayesinde zenginleştiğini veya
hali hazır güncel koşullara uyarlandığını ifade etmemiz doğru olur. Hukuk
politikaları yasama faaliyetlerinde ya da yargıçların kararlarında ortaya
çıkar.
Hukuk Politikası ve Yargıç
Hukuk ideolojisinin
içeriğinde yer tutan bileşenlerin eklemlendirilmesi ve yeniden
eklemlendirilmesi kendiliğinden veya otomatik olarak gelişen bir oluşum
değildir. Siyasal ideolojinin eklemlenmesinde aydınların oynadığı rolü burada
mahkemeler üstlenir. Mahkemeler
yeni düşünce unsurlarını kararları aracılığıyla hukukun düşünce dünyasına dahil
ederler. Mahkemeler, pratikte genellikle tutucu bir tutum sergilemişlerdir; bu,
hukukun yeni toplumsal koşullara yargı içtihatları aracılığıyla uyarlanmasının
hızlı şekilde gerçekleşmesini önlemiş veya en azından mahkemelerin halihazırda
mevcut hukuk politikalarına dayanan direnci dikkati çekmiştir. Yeni hukuk
politikalarının geliştirilmesinde harekete geçirici etkisi olan örgütlü kişi ve
gruplar, en geniş anlamda hukuk politikası oluşturmanın girdilerini temin
ederler. Hukukun yeni içtihatlar yoluyla toplumsal taleplere yanıt vermesi ya
da en azından bu talepleri asgari düzeyde yatıştırması toplumdaki bakış açısı
değişikliğinin hükümet ve yasama organının hukuksal davranışlarında ortaya çıkan
tutumlar aracılığıyla kabul görmesi sonrasında bunların yargıçlar ve hukuk
çevreleri tarafından benimsenmesine ve bir hukuk prensibi formunda
formüllendirilmesine bağlı olmuştur. Bu noktada hem politika, hem hukuk
politikası, ve hem de hukukçuların ideolojik tutumlarının, genel olarak
toplumsal tutumlarla birlikte, girdi ve çıktı sistemiyle ifade ettiğim tepkisel
ve interaktif süreç içinde ele alınması gerekir. Bu alanda, yargıçlar yargısal
işlevlerini icra ederken, yönetsel ve adalete ilişkin tutumlarında çift değerli
(ambivalent) yaklaşım içindedirler; bundan hareketle ikisi arasında
dengeleyici bir tutum alırlar. Bu dengeleyici tutumun kendisi, yargıçların
düzeni sürdürme anlayışının muhafazakar bir politikacının partizanca olan düzen
taraftarlığından farklı olmasını sağlar. Yargıcın tutuculuğu daha soğukkanlı,
daha sağduyuya hitap eden ve kurulu düzenden dolaysız çıkarı olan gruplar ve
sınıfların partizanca taraftarlığından farklı, rasyonelleştirilmiş ve
objektifleştirilmiş bir tutuculuktur. Bu tutumlarıyla yargıçlar siyasal alanın
olağan politik dalgalanmalarından daha istikrarlıdırlar ve böylece, makul olan
hukuk politikaları inşa edebilme olanağını elde ederler.
Hukuk ideolojisi,
hukukçuların sınıf kökeni ve beklentileri açısından mevcut toplumsal düzenden
yana olmaları ile de ilişkilidir. Belirtilen kişilerin eğitim ve göreve
getirilirken yapılan eleme de önemlidir.
Bu gelişme sürecinde, hukuk ideolojisinin yargıçların tutumuyla
ilişkisini gözlemleyebiliriz. Mahkemeler, sürecin hareket noktasında liberal
yaklaşım içindedirler. Bu yaklaşım, kendi sistemi içinde, grupsal veya kolektif
haklar kavramına yer vermektedir. Ana hatlarıyla süreç liberal yaklaşımın
dışladığı grupsal hakların tanınmasıyla sonuçlanmıştır. Burada hukuk
ideolojisinin açık uçlu ve belli sınırlarda yeni koşullara uyarlanabilir olduğu
da akılda tutulmalıdır.
Toplum ve Hukukun Temin Ettiği
Rasyonellik
Son olarak Max Weber’in
rasyonelleşme ile modernleşme arasında kurduğu ilişkiye işaret edilecektir.
Rasyonelleşen toplum, sadece akla ve bilime güvenin yüksek olduğu bir toplum
değildir, bunlarla birlikte insanın türdeşleriyle hatta kendi biyopsişik
süreçlerinde yaşamının ve bu yaşama ait sorunların da bilime konu olması ve
çözümlerinin bilimde aranmasıdır. Modernlik geri dönüşsüz bir sarmal süreçtir;
modernleşme toplumun gündemine yeni sorunlar taşır, bunların çoğu üretici
güçlerin gelişmesinin sonucudur ama bunların çözümü de daha fazla
modernleşmekten başka bir yerde aranmaz. Gelişen modernleşme toplumu daha fazla
rasyonelleştirir, bilimselleştirir ve tıbbileştirir. Hukukun toplumsal düzeni
rasyonel olarak sürdürme zorunluluğu içine girmesi bu sürecin toplumsal
ilişkiler alanındaki sonucudur.
Kocam yılın başından beri tuhaf davranmaya ve başka kadınlarla çıkmaya başladı ve bana soğuk sevgi gösterdi. Birkaç kez, onu diğer kadınlarla olan ilişkisi hakkında sorgulamaya cesaret edersem benden boşanmakla tehdit etti. Eski bir arkadaşım bana ilişki ve evlilik sorunları olan insanlara yardım eden Dr. Ilekhojie'den bahsedene kadar tamamen yıkılmış ve kafam karışmıştı. İlk başta böyle bir şeyin var olup olmadığından şüphelendim ama denemeye karar verdim ve onunla iletişime geçtim. Bağlantımızı güçlendirmek ve aramıza kimsenin girmemesini sağlamak için barışma ritüeli gerçekleştirdi. Artık kocam diğer kadınlarla ve onun benimle çıkmayı tamamen ve gerçekten bıraktı. Bugün çözülecek ilişki veya evlilik sorununuza yönelik çözümler için Dr Ilekhojie ile iletişime geçin: gethelp05@gmail.com veya WhatsApp: +2348147400259
YanıtlaSilKocam beni ve çocuklarımızı işte tanıştığı başka bir kadın için terk etti. Çocuklarım için ve ayrıca kocamı çok sevdiğim ve ailemi parçalamak istemediğim için güçlü olmaya çalıştım. İncinmiştim ve kafam karışmıştı ve yardıma ihtiyacım vardı, bu yüzden internette bir araştırma yaptım ve Dr. Ilekhojie'nin birçok çiftin tekrar bir araya gelmesine ve mutlu olmasına nasıl yardımcı olduğunu gördüğüm bir siteye rastladım. Kendisiyle iletişime geçtim ve bizim adımıza bir yeniden bağlanma ritüeli gerçekleştirdi. Şaşırtıcı bir şekilde kocam birkaç gün sonra eve döndü. Böylece tekrar bir araya geldik ve ailemde çok fazla sevgi vardı. Çözümler için Dr. Ilekhojie ile de iletişime geçebilirsiniz. İletişim bilgileri gethelp05@gmail.com veya yalnızca Whatsapp +2348147400259
YanıtlaSilDR WALE'in bana nasıl yardımcı olduğuna dair bir tanıklığı paylaşmak için buradayım. Erkek arkadaşımla beş yıllık ilişkiden sonra aniden değişti ve benimle düzenli olarak iletişim kurmayı bıraktı, beni sürekli görmemek için bahaneler üretiyordu. Aramalarıma ve smslerime cevap vermeyi bıraktı ve beni düzenli olarak görmeyi bıraktı. Daha sonra onu birkaç kez farklı kızlarla yakalamaya başladım ama her seferinde beni sevdiğini ve ilişkimiz hakkında düşünmek için biraz zamana ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Ama onu düşünmeden duramadım, bu yüzden internete girmeye karar verdim ve DR WALE adındaki bu büyü uygulayıcısı hakkında pek çok güzel konuşma gördüm ve onunla iletişime geçtim ve sorunlarımı ona anlattım. Benim için kullandığım bir aşk büyüsü yaptı ve birkaç gün içinde erkek arkadaşım bana geri döndü ve benimle düzenli olarak iletişime geçmeye başladı ve birkaç ay sonra birlikte yaşamaya başladık ve bana eskisinden daha açık oldu ve benimle daha fazla zaman geçirmeye başladı. ben onun arkadaşlarından daha çok. Sonunda evlendik ve şimdi iki yıldır mutlu bir evliliğimiz var ve bir oğlumuz var. DR WALE bana yardım ettiğinden beri partnerim çok istikrarlı, sadık ve bana eskisinden daha yakın. Ayrıca bu büyü uygulayıcısıyla iletişime geçebilir ve ilişkinizi düzeltebilirsiniz. İletişim : WhatsApp/Viber/Telegram : +2347054019402 VEYA E-posta : drwalespellhome@gmail.com
YanıtlaSilKocamı geri veren güçlü bir büyücüye tanıklık ediyorum. Her şey onun telefonunu aldığımda ve bir bayanın ona, birlikte geçirdikleri son zamandan keyif aldığını söyleyen bir mesaj gönderdiğini gördüğümde başladı. Bu konuda onunla kibarca yüzleştim ve o da sinirlendi ve o günden sonra benimle konuşmayı bıraktı. Garip davranmaya başladı, sonra beni artık istemediğini, başkasını sevdiğini söyledi, sözleri beni çok etkiledi, üzüldüm ve gece gündüz ağladım. Beni Instagram'dan, Facebook'tan ve cep telefonundan engelledi, bu yüzden ben de Artık ona ulaşamamak beni daha çok üzdü ve ağlattı. Kederli aklımı ve hüznümü alıp tek başıma kaldım. Birkaç ay geçtikten sonra, bir gün internette arama yaparken DR WALE'in pek çok insan için yaptığı muhteşem çalışmayla ilgili bir yorum gördüm. Kendisiyle iletişime geçip sorunlarımı anlattım, o da bana kendimi rahatsız etmememi, her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Uzun lafın kısası, sorunlarımı anlattıktan sonra benim için kullanacağı tüm malzemelerin parasını benden ödememi istedi, ben de hepsini ödeyeceğim. bana birkaç hafta sonra kocamın bana ulaşacağını söyledi, ben de sabırla bekledim, bir hafta sonra da sürprizim oldu ve bazı günler kocam bana yaptığı her şey için onu affetmem gerektiğini söyleyen bir kısa mesaj gönderdi. bu artık değişmiş bir insan ve ona ikinci bir şans vermeliyim. Onu bu şekilde affettim ve tekrar bir araya geldik, yeniden mutlu yaşadık. DR WALE ile WhatsApp'ından iletişime geçebilirsiniz: +2347054019402 VEYA E-POSTA: drwalespellhome@gmail.com
YanıtlaSilTıbbi durumum kalp kırıklığıydı çünkü adet kramplarına, adet öncesi şişkinliğe, alt karın basıncına ve bu da adetlerin ağırlaşmasına neden oluyordu. Tedavi amacıyla doktorum tarafından farklı ilaçlara maruz kaldım. Birçok doktora gitmeme rağmen sağlığım iyiye gitmiyordu çünkü onların söyleyebildiği ve önerdiği tek şey ameliyattı. Vazgeçmenin eşiğindeyken en azından bir tedavi bulmak için internete girdim. Ama bunun yerine bir tedavi buldum. İnternette Fibroid hastası bir kadının ifadesini okudum. Kendisine şifalı bitkiler ve temizlik sağlayan Dr Ilekhojie'nin e-posta adresini paylaştı. Uzun lafın kısası, 3 haftadır şifalı bitkiler kullanıyorum ve çok şükür 2 hafta sonra aile doktorumun da onayladığı gibi miyomum küçülmeye başladı. Keşke bunun sonu olduğunu söyleyebilseydim ve Dr Ilekhojie'nin bana bir hafta daha biteceğini söylediği gibi hala şifalı bitkileri kullanıyorum. Miyom konusunda yardım için özellikle Dr. Ilekhojie'nin bitkisel ilacını deneyin. İlgileniyorsanız Telegram veya Whatsapp +2348147400259 veya gethelp05@gmail.com adresine e-posta göndererek onunla iletişime geçin.
YanıtlaSilEvliliğimde sorunlar yaşıyordum çünkü 10 yıllık kocam genç kadınlara ilgi duyduğu için boşanmak istiyordu ama ben onu boşanmayı iptal etmeye ve Dr. Ilekhojie adlı ilahi bir adamın yardımıyla evliliğimiz üzerinde çalışmaya ikna edebildim ve şimdi barış ve uyum içinde yaşıyoruz. İlişkinizde, evliliğinizde herhangi bir sorunla karşı karşıyaysanız veya hayatınızda sorunlar yaşıyorsanız, Dr. Ilekhojie size yardımcı olacak doğru kişidir WhatsApp / Viber ile iletişime geçin: +2348147400259 Ben onun çalışmalarının yaşayan bir tanığıyım
YanıtlaSilHayatımın bittiğini hissettim ve çocuklarım bir daha asla babalarını göremeyeceklerini düşündüler. Sadece çocuklar için güçlü olmaya çalıştım ama kalbimi işkence eden acıları kontrol edemedim, kalbim acıyla doldu çünkü kocama gerçekten aşıktım. Birçok seçeneği denedim ve birkaç kişi bana yardım etmeye çalıştı ama başaramadım. Yalnız bir gece internette gezinirken içgüdülerimin anında bana yardım edebileceğini söylediği Dr. Ilekhojie ile iletişime geçtim. Uzlaşma için gereken çalışmaları yaptı ve aylardır uzakta olan kocam geri döndü. İlişki veya evlilik sorunu yaşayan herkes Dr. Ilekhojie ile iletişime geçmeli çünkü o tüm sorunlarınızın çözümü. İşte iletişim bilgileri. WhatsApp +2348147400259 veya veya E-posta: gethelp05@gmail.com
YanıtlaSilEvliliğim, kocamla yaşadığım bitmek bilmeyen sorunlar ve zorluklar yüzünden çöktü. Arkasına bakmadan beni terk etti ve ben aylarca yalnız kaldım. Ailesi araya girdi ve yine de hiçbir şey değişmedi. Duygusal olarak yıkılmıştım ve tekrar aşkı bulma umudumu kaybetmiştim çünkü o bir erkekte istediğim her şeydi. Birçok insan gibi ben de Dr. Ilekhojie'yi internet aracılığıyla tanıdım. Sorunlarımı uzun uzun konuştuk ve evliliğimi yeniden kurmak için ihtiyacım olan çözümü bulacağıma dair bana güvence verdi. Güvenilir olduğuna dair kanıtım olduğu ve hiçbir şeyi geciktirmediği için prosedürlerine uymaktan başka seçeneğim yoktu. Benim ve kocam için bir uzlaşma ritüeli yaptı ve paylaştığımız sevgi ve mutluluk geri geldi. Dr. Ilehojie'nin söz verdiği gibi tam 3 günde oldu. Gerçekten harika bir yardımcı. Herhangi bir sorununuz varsa, +2348147400259 numaralı WhatsApp'tan ona ulaşın veya gethelp05@gmail.com adresinden e-posta gönderin.
YanıtlaSil