(2015-2016 ÖĞRETİM YILI, İKİNCİ ÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİ İÇİN)
HUKUK SOSYOLOJİSİ NOTLARINA EK
MILGRAM DENEYİ / POSTMODERNİZM VE HUKUK
MİLGRAM
DENEYİ: OTORİTEYE İTAAT
20. yüzyılda
savaşlarda 143 milyon insanın öldüğü ve 250 milyona yakın insanın sakat kaldığı
ifade edilmektedir. Soykırımlar, işkenceler, toplama kampları gerçekleşirken bu
tek bir zihnin hastalıklı ürünü olarak ortaya çıkmadı; otoriteye tam itaat
etmiş milyonlarca insan bu katliamlarda yer aldı. Özellikle II. Dünya
Savaşı’nda Naziler’in yaptığı kitlesel kıyımlar ve başka yerlerde başka
katliamlar, bilim adamlarını olanları anlamaya ve açıklamaya yönelik çalışmaya
itmiştir. Bu çalışmalar arasında Muzaffer Şerif, Solomon Asch ve Stanley Milgram’ın
sosyal etki deneyleri katkıları nedeniyle çok önemli bir yer tutar.[1]
Milgram deneyi,
Stanley Milgram’ın ifadesiyle “yıkıcı itaat” üzerine laboratuarda yapılan bir
çalışmadır.[2]
Milgram, sosyal itaatin nasıl oluştuğunu ve bir otoritenin emrine, kendi
vicdani değerleriyle çatışsa bile, kişinin bu emre ne kadar uyacağını
laboratuar ortamında deney yaparak, araştırmıştır.[3] Bu
deneyin yapılmasına kaynaklık eden Nazi Almanyası deneyimidir. Milgram, deneyi
nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanmaya başlamasından üç ay
sonra Temmuz 1961’de yapmıştır. Milgram, deneye başlarken şu soruları
sormuştur: “Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırıma aktif olarak katılan binlerce
kimse yaptıkları korkunç şeyin ne kadar bilincindeydi? Bu kötülükleri bilerek,
isteyerek ve farkında olarak mı yapmışlardı, yoksa toplu bir ahlaki değişim ile
kendi değer yargılarını görmezden gelerek otoritenin doğrultusunda sadece
emirleri mi uyguladılar?”[4] Bu
araştırmasını ilk olarak 1963’te yazdığı Behavioral
Study of Obedience makalesinde, daha sonra ise 1974’te yayımladığı Obedience to Authority; An Experimental View
(Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış) adlı kitabında değerlendirmiştir. Milgram
1974 tarihli The Perlis of Obedience
adlı makalesinde deneyle ilgili sonuçları şu şekilde özetler:
“İtaatin
hukuksal ve felsefi açılardan çok büyük önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu
insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesi’nde
sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir
insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim.
Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim ve
kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı.
Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze
almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren
önemli bulgusudur.
Sadece
görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar,
korkunç yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları
işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle
çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu
görüldü.”[5]
1933-1945
yılları arasında milyonlarca masum insan sistematik olarak emirle katledildi. Bir
fabrikanın verimli çalışması için gereken düzen, soykırımı gerçekleştirmek için
de kuruldu: gaz odaları inşa edildi, ölüm kampları kuruldu. “Bu insanlık dışı
politikalar tek bir kişinin beyninin ürünü olabilir, fakat kitlesel ölçekte
ancak çok büyük sayıda insanın emirlere uymasıyla yerine getirilebilirdi.”[6]
İtaat, bireysel davranışı politik
amaçlara bağlayan psikolojik bir mekanizmadır. Aynı zamanda insanları otorite
sistemine bağlayan “yatkınlık çimentosu”dur. Yakın dönem tarihin olguları ve
günlük yaşamın gözlemlenmesi, birçok insanın itaatinin son derece kökleşmiş bir
davranış eğilimi olabileceğini ileri sürer. Hatta bu eğilim etik, sempati ve
ahlaki davranış eğitimini alt eden baskın bir dürtüdür. Fakat bütün itaatlerin
diğerlerine saldırganlık gerektirdiği düşünülmemelidir. İtaat sayısız üretken
fonksiyona da hizmet eder. Aslında toplumsal yaşam onun varlığına dayanır.
İtaat eğitici ve ulvileştirici olabilir ve yıkıcı olduğu kadar yardımsever ve
merhametli davranışlara sevk edebilir.[7]
“İtaat,
bir otoritenin isteklerine boyun eğmek, bir emir veya isteği yerine getirmek ya
da yasaklanan bir şeyi yapmamak ve istenilene uymama davranışının doğuracağı
sonuçtan çekinilmesi veya korkulması sonucunda gösterilen uyma davranışıdır.
İtaat sürecindeki kişi, ‘hırsızlık, öldürme ve saldırı gibi çirkin ve nefret
edilecek işleri’ zorlanmadan gerçekleştirirken kendini bulabilir.”[8]
Deneyin İşleyişi
Deney, itaati
incelemeye yönelik yararlı bir araç olarak düzenlenmiştir. Deney için kabul
edilen deneklere, öğrenme deneyi bağlamında kurbana giderek daha fazla elektrik
şoku vererek öğrenmede cezanın etkisinin ölçüleceği söylenir. Ceza, 15 volttan
450 volta kadar 30 kademeli şekilde bir şok jeneratörü aracılığıyla birçok kez
elektrik vermeyi içerir. Şok aletinin üzerinde Hafif Şok (Slight), Tehlikeli
Şok (Danger) gibi sözlü tanımlamalar
da bulunmaktadır. Gerçekte bu şok aleti çalışmamaktadır.[9] İtaat,
bireyin bir otoritenin doğrudan emrine boyun eğmesi ve davranışını bu emre göre
gerçekleştirmesidir. İtaat, bir gruba olduğu gibi, bir kişinin emrine uyma
şeklinde de görülebilir. İtaat etme davranışının temelinde üstün bir gücün
varlığının kabulü söz konusudur. İtaat eden, otorite olarak gördüğü güce uyar.[10]
Denekler 20 ila
50 yaş arasında gazete ilanıyla ve doğrudan posta yoluyla New Haven ve
çevresinden bulunan 40 erkektir. 26 denek deney yapanların emirlerine tamamen
uymuşlar ve en yüksek şoku kurbana vermişlerdir. Denekler Yale Üniversitesi’nde
hafıza ve öğrenme ile ilgili bir çalışmaya katılacaklarını düşünerek
başvurmuşlardır. Deneklerin meslekleri geniş bir yelpaze oluşturur: posta
memurları, lise öğretmenleri, satış elemanları, mühendisler ve işçiler tipik deneklerdir.
Deneklerin eğitimleri ilkokul terkten, doktora derecesine kadar çeşitlilik
göstermektedir. Deneylere katılmaları karşılığında 4,50 $ ödenmiştir.
Deneklere, bu ödeminin onların laboratuara gelmelerinin karşılığı olduğu ve
oraya varmalarından sonra ne olacağının önemli olmadığı, bu paranın onlara ait
olduğu söylenmiştir. Yani laboratuara gelip deneyi duyunca katılmasalar bile
ücreti alacaklardır.[11]
Deneklere kura
ile öğretmen ve öğrencinin belirleneceği söylenir. Kura ayarlanmıştır ve
öğrenci olarak önceden ayarlanmış bir kişi seçilir, gerçek denekler ise kurada
her zaman öğretmen çıkar. Öğretmen olan denek ve işbirlikçi öğrenci
birbirlerini duyabilecekleri, fakat göremeyecekleri iki ayrı odaya alınırlar.
Öğretmen olan deneğe deney öncesi 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak,
öğrenciye uygulayacağını sandığı şok hakkında bir fikir verilir. Öğretmen, bir
dizi kelime çiftini okuyacak ve öğrencinin bunları tekrarlamasını isteyecektir.
Öğrenci yanlış cevap verdiğinde giderek artan şekilde şok uygulanacaktır. Fakat
deneyin bir parçası olan öğrenci sık sık yanlış cevaplar verir. Denekler,
yanlış cevaplar karşısında işbirlikçi öğrenciye şok verdiklerini
sanmaktadırlar. Deneyin işleyişinde deneğe sürekli olarak daha fazla miktarda
şok verilmesi emredilir, hatta bu tehlikeli seviyeye ulaşsa bile emir verilmeye
devam edilir. Deneklerin içsel direnişleri daha güçlü hale gelir ve bir noktada
deneye devam etmeyi reddederler. Çalışmanın özü, deneyde emirlere uyma
derecesini değiştirildiğine inanılan faktörlerin sistematik olarak
çeşitlendirilmesi ve buna göre emre uyma oranındaki değişikliklerin tespit
edilmesidir. Deneyi etkileyen faktörler emrin kaynağı, içeriği, formu, mazeret
için araçlar, amaç, genel sosyal ortam vb. olabilir ve bunlar değişik şekillerde
deneyde formüle edilebilir. Milgram açısından deneyin, sosyo-psikolojik açıdan
itaatin işleyişini aydınlatmak olan amacına en uygun şekilde tasarlanmasıdır.[12]
Şok makinesine
bağlı kayıt cihazı ile her şok miktarına bağlı olarak önceden kaydedilmiş
çığlık sesleri mevcuttur ve denekler şok verdikçe bunları duymaktadırlar.
Deneyin bir sürümünde de işbirlikçi öğrenci, deneklere kalp rahatsızlığını
deney başlamadan önce söylemekte ve deney esnasında ise belirli bir aşamada
kalp rahatsızlığı olduğunu söyleyip, durması için yalvarmaktadır.[13]
Denek, deneyin
herhangi bir aşamasında deneyi durdurmak istediğinde, araştırmacı tarafından aşağıdaki
sırayla sözlü uyarılarda bulunulmaktadır:
1.
Lütfen
devam ediniz.
2.
Deney
için devam etmeniz gerekiyor.
3.
Devam
etmeniz kesinlikle çok önemli.
4.
Başka
seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız.”
Deneğe yönelik
uyarılar yukarıdaki sırayla yapılmakta ve bir uyarı başarısız olunca bir
sonrakine geçilmektedir. Dördüncü uyarı yapıldıktan sonra denek hala uymayı
reddediyorsa deney durdurulmaktadır. [14]
Deney
gerçekleştirmeden önce Milgram, 14 psikoloji yüksek lisans öğrencileriyle
deneyin sonuçlarının ne olacağına yönelik bir anket yapmıştır. Ankete
katılanlar, birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltaja çıkacağını
düşünüyordu. Milgram, benzer soruyu informel şekilde meslektaşlarına sormuş ve
benzer cevaplar almıştı. Onlarda çok az sayıda insanın en yüksek voltaj
vereceğini düşünmekteydiler.[15]
Şok veren denek,
toplumsal çevresinden gelen ve birbiriyle uyuşmazlık içerisinde bulunan iki
istek arasında kalmıştır ve bu çelişkiyi çözmek zorundadır. Gerçek denek araştırmacının buyruğuna boyun
eğip öğrenciye şiddeti giderek artan dozda verebilir ya da buyruklara uymayıp
öğrencinin sesine kulak verebilir.
Deney sonucunda
40 denekten 26’sının (yani %65’inin), vicdanlarıyla çatışmalarına rağmen en
yüksek volt olan 450’yi uyguladıkları görülmüştür. Katılımcılardan hiçbiri 300
volt öncesi durmamıştır. 5 denek 300 voltta, 4 denek ise 315 voltta durmuştur.
14 denek, kurban itiraz edip, cevap vermeyi reddedince deneyi durdurmuşlardır.
Deney esnasında bazı deneklerde uç düzeylerde gerilimler ortaya çıkmış ve aşırı
terleme, titreme ve kekeleme gibi duygusal endişelerin tipik özelliklerini
göstermişlerdir. Bazı deneklerde ise gerilimin beklenmeyen işareti olarak gülme
krizleri görülmüştür.[16]
Milgram
deneyleri çeşitli kereler farklı yerlerde denenmiş ve hemen hemen aynı sonuçlara
ulaşılmıştır. Thomas Blass, Milgram deneyinden 35 yıl sonra, farklı kurum ve
kişiler tarafından yürütülmüş Milgram deneylerin sonuçlarını değerlendirmiş ve
ortalama itaat oranının Milgram’ın sonuçlarıyla uyumlu (%65 itaat) olduğunu
ortaya sermiştir.[17]
Deneye
katılanlarla sonrasında yapılan ankette, katılımcıların %84’ü bu deneye
katılmaktan “memnun” veya “çok memnun” olduklarını, %15’i nötr olduklarını
söylemişlerdir.[18]
DENEY SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
YETKEYE
YAKINLIK: Araştırmacı
fiziksel olarak laboratuvardan uzaklaşınca itaat düşüş göstermiştir. Araştırmacının
laboratuvarda bulunduğu koşullarda 26 denek tam itaat gösterirken, telefonla
talimat verdiği ikinci koşulda itaat sayısı
9’a inmiştir. Araştırmacı ile yüz yüze karşılaşmak durumunda
kalmayınca denekler araştırmacıya karşı daha güçlü bir tavır
takınabiliyorlardı. Araştırmacının fiziksel varlığı, bir değişken olarak itaat
doğrultusunda daha kuvvetli sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
KURBANIN
GÖRÜNÜRLÜĞÜ: Bir
diğer deneysel koşulda bu kez kurban, denekle aynı odada bir yere
yerleştirilir. Yani hem görülebilir hem de duyulabilir uzaklıktadır. Bu
koşulda deneklerin %6o’ı yani 24 kişi araştırmacıya karşı koymuştur.
KURUMSAL YETKE: Deney sonrası konuşmalarda
birçok denek, araştırmanın yapıldığı kurumun, araştırmanın yetkili kişiler
tarafından yapıldığı konusunda yeterli güveni sağladığını ve bu araştırma başka
bir kurumda yapılsaydı öğrenciye şok vermekten kaçınacaklarını belirtmiştir.
Deneyler Yale gibi çoğu deneğin saygı duyduğu bir kurumda yapılmıştı. Bize
söylenenlere ve verilen buyruklara itaat edip etmememiz, bu buyrukların
verildiği yerlerle yakından ilgili olabilir. O HALDE İTAAT KAVRAMI İLE ONUN
ORTAYA KONDUĞU ORTAM ARASINDAKİ İLİŞKİYİ AKILDA TUTMALIYIZ.
Bu sebeple aynı
deney Bridgeport adında başka bir şehirde bir başka kontrol grubuyla
tekrarlanır. Deneklere bu kez sınai işletmeler için araştırmalar yapan özel bir
kuruluş olduğu bilgisi verilir. Buradaki bulgularda itaat derecesi biraz daha
az olmakla birlikte Yale’dekinden belirgin bir farklılık göstermez. Bridgeport
deneklerinin %48’i de en yüksek şok derecesine varırken Yale’de oran %65 idi.
SONUÇ: Bazı durumlarda bireyin davranışlarını
belirleyen etmen, onun nasıl bir insan olduğundan çok nasıl bir ortam içinde olduğudur.
İnsanı şaşırtan bir süreklilikle iyi kişilerin, yetkenin işlemleri karşısında
büküldüğü ve kötü eylemlerde bulunduğu görüldü. Günlük hayatlarında efendi
insanlar olan denekler yetkenin tuzağına düştüler.
Milgram, deney
sonuçlarını değerlendirmiştir. Denekler, vicdanlarıyla otoritenin emri arasında
çatışma yaşamalarına ve kurbanlarının yalvarma ve çığlıklarına rağmen
genellikle otoriteye itaat etmişleri. Yetişkin insanların istekli bir şekilde
vicdanlarında çatışma yaratmasına rağmen otoriteye itaat etmeleri, açıklanması
gereken önemli bir bulgudur. Otoritenin emriyle görevleri gereği, sıradan
insanlar korkunç bir yok etme sürecinin bir parçası haline gelebilmektedirler.
Yaptıkları işin kendi değerleriyle çatışması, onların otoriteyi reddetmesini getirmemiştir.[19]
Milgram, Araçlaşma Kuramı’nı deneyin
sonuçlarına dayanarak geliştirmiştir. Ona göre, “itaatin özü, bir insanın
kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi,
böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış
açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu
izler.” Sorumluluğun yeri değiştirilerek, eylemleri gerçekleştirenler
sorumluluğun emirleri veren otoritede olduğunu düşünürler. Böylece araçsal
rollerini küçümseyerek ya da karartarak, eylemleri için kişisel sorumluluk
hissetmezler. Eylemlere yönelik tepkilerden kurtulduklarını düşünürler.
“Sorumluluğun
yerini değiştirmek suretiyle apaçık insanlık dışı davranışlardan kendini-muaf
tutma, en dehşet verici haliyle toplumsal olarak onaylanmış kitle infazlarında
gözler önüne serilir. Nazi hapis komutanları ve onların emrindeki personel, eşi
görülmemiş insanlık dışı davranışlarında kendilerini kişisel sorumluluktan muaf
tutmuşlardır. Sadece emirleri yürüttüklerini ileri sürmüşlerdir. Korkunç
emirlere kendini-aklayıcı boyun eğme, My Lai toplu kıyımı gibi askeri
vahşetlerde benzer şekilde aşikârdır.”[20]
Postmodernizm ve Hukuk; Modernde Postmodern
Kırılmalar
Daha eskilere de
götürülebilmekle birlikte postmodernite (ve postmodernizm) kavramının 1934’de
İspanyol yazar Federico de Onis tarafından, modernitenin ötesinde bir anlatımı
ifade etmek ve moderniteye tepkisini belirtme için kullanıldığı söylenebilir. [21]Postmodernizm
kavramı ilk olarak rasyonel mimariye karşı bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkar[22].
Başlangıçta postmodernizm sadece sanat alanında kendini göstermişken daha sonra
sosyal bilim alanlarında yeni paradigmalara yol açmıştır[23].
Postmodern
düşünürlerin esin kaynakları arasında, Nietzsche ve Heidegger sayılmaktadır.
Bugün Wittgenstein, Bataille, Deleuze& Guattari, Foucault, Levinas, Derrida,
Lyotard, Baudrillard, Rotry, Jameson, Kristeva günümüzün postmodernistleri
olarak değerlendirilmektedirler.
Modern ve
postmodern arasındaki ilişki konusunda farklı görüşler mevcuttur.
Postmodernizmin, modernin devamı ve aralarında bir süreklilik olduğu yönünde
anlayışlar olduğu gibi, ikisinin bir birinden tamamen farklı, yani
postmodernitenin modernden bir kopuş olduğunu ileri süren görüşler de
mevcuttur. Heller ve Feher’e göre postmoderniteyi “dış çizgileri modernite” ile
çizilmiş, moderniteyle problemleri olanların ileriye sürdüğü, “modernitenin
daha geniş kapsamlı zamanı ve mekanı içerisindeki özel-kolektif zaman ve
mekan”dır. Postmodernistler sonra olmayı isteyen ama modernin şimdisinde
yaşayanlardır[24].
Genel olarak
postmodern düşünürler, postmodernitenin bir devam olmadığını, geçmişten kopuk
ve yeni bir tarihsel dönemi ifade ettiğini ileri sürerler. Bu düşünürler için
postmodern aşamayı belirleyen unsurlar ileri teknoloji kullanan medya ve
toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan dönüşümdür.
“Buna göre, bilişim ve iletişim alanlarında ortaya çıkan teknolojik
atılımlar, yeni bilgi formları ve sosyo-ekonomik sistemdeki değişme postmodern
toplumu oluşturmuş bulunmaktadır.” Bu dönüşümü bazı düşünürler yeni bir bilgi
anlayışı ve bilgi teknolojileri çerçevesinde değerlendirirken, neo-marksistler
kapitalizmin yoğunlaşmış ve küreselleşmiş homojenitesi olarak kabul ederler[25].
Bu bağlamda 1980’li ve 1990’lı yıllarda ortaya yoğun bir şekilde çıkan
postmodern söylemin kapitalizmin evrimi ile ilişki içinde olup olmadığı sorusu
gündeme gelir[26].
Postmodernitenin,
Aydınlanma karşıtı niteliğini öne çıkaranlar postmodernizmin, aydınlanma
felsefesi ile bilimsel bilgi ve felsefeye olan inancı yıkmakta olduğunu,
akılcılığı reddederek aynı kuralların her yerde aynı olmasını gerektiren
evrensel akla karşı[27]
olduğunu savunurlar. Postmodern söylemi, ilerlemeci yaklaşımlara göre
ilerlemesi ve iktidara gelmesi beklenen sınıfın zaafa uğradığı, ya da
“insanlığın Özgürlük ve Adalete doğru büyük yürüyüşündeki geçici
duraklamalardan biri” olarak görenler de vardır[28].
Postmodernizmin “post” ekinden kaynaklanan bir sonralık, bir başkaldırı,
(moderniteye karşı) anlamını da içermektedir. Sonuç olarak yapısal nedenlerle
bir tanıma sahip olamayacak olsa da postmodernizm öncelikle temel hedefini ve
söylemini modernlikle bir hesaplaşma olarak ortaya koymuştur. Diğer bir
ifadeyle modernizm karşıtlığı,
postmodernizmin içeriğini oluşturmaktadır.[29]
Bunun sonucu olarak tartışmalar “post-“lar üzerinde yürümekle birlikte
(postmodernizm, postkapitalizm, postendüstriyalizm, postmarksizm ve hatta
postyapısalcılık vb. gibi) kavramlar hala modernitenin ikili kavrayışının
(iyi/kötü, eril/dişil vb.) yürürlüğü nedeniyle modernite, rasyonalite
karşıtlığı şeklinde yerini bulabilmektedir[30].
II. Dünya Savaşı sonrası Fransa’da
halkın çoğunluğu tarafından yaşantılanan değişim hissini ortaya koymak için
yeni kitle kültürü biçimlerini, tüketim toplumunu, teknolojiyi ve modernleşmiş
kentleşmeyi analiz eden yeni toplum teorileri ortaya çıkmıştır. Bu yeni
toplumsal biçimler bazıları tarafından “post-endüstriyel toplum” olarak
teorileştirilmiştir. Post-endüstriyel toplum, yeni bir ideolojinin altyapısı
olarak da tanımlanabilir.[31]
1960 sonrası modernizasyon teorilerine dayanan toplum modellerine yönelik
eleştiriler, aynı zamanda moral-kültürel kriz tanımlamasına dayanmaktaydı.
Toplumsal dünyanın kavranabilir ve şekillendirilebilir olduğunun kabulüne
dayalı modernliğin yaslandığı varsayımlar hakkında duyulan güçlü kuşkular
krizin temelinde yer alır[32].
1980’li yıllara gelinirken Fransa’da başlayan sonra Amerika olmak üzere bütün
dünyaya yayılan yeni postmodern teorilerin yükselmesi, bir dizi toplumsal-
ekonomik, kültürel, teorik ve politik olayla birlikte değerlendirilebilir.
Modern devlet, Batı merkezli idi. Postmodernite ise Avrupa merkezciliğinin
sonu, Amerika merkezciliğinin ideolojisi olarak görülmektedir[33].
Postmodernistlerin
moderniteye yönelik temel eleştirileri iki noktada toplanır: “meta-anlatılar”
ve “özne” kategorisi. Bir taraftan meta-anlatıların baskıcı ve totalci yönüne
dikkat çekilirken, diğer yandan bireyin ve bireyselliğin sonu tezi ileri sürülmektedir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki, postmodernistler “öznellik” kavramından
ziyade, Descartes döneminden bugüne yasal, siyasal, bilimsel ve estetik
söylemlere damgasını vuran tekil ve özcü “özne” kategorisine karşı bir savaş
ilan etmişlerdir. Bu anlamda özne, aynı zamanda, postmodern söylemin karşı
çıktığı meta-anlatılardan birini teşkil etmektedir.[34]
Bilgi gibi özne de kurgudur. Öznellik, birlik
kurgusunun retoriğidir[35]. Özgür istenç
bu kurguyla anlamlı bir başka kurgudur. Gerçek dünyada özgür istenç yoktur
zaten. Ahlak, bireyler üzerinde güç uygulamanın bir aracıdır. Doğal ahlak,
güdülerle yönlendirilen ahlaktır. Doğal olmayan ahlakta insanlar güdülerinin
tersine hareket ederler. Rahipler, insanları köle gibi itaat ettirmek için
günah kavramını yaratmışlardır. Özgür istenç de insanları sorumlu kılmak
kurgulanmıştır. Mevcut düzen, cezalandırma gücünü kullanabilmek için
insanlarını sorumlu kılmak zorundadır.[36] Hukuk, sorumlu
tutabilecek hukuk kişisi kategorisini yaratmıştır. Hukuk kişisinin yaptığından
sorumlu tutulabilmesi için özgür iradeye sahip ve rasyonel olduğu kabulü ile
sorumlu tutulabilir hale gelmişlerdir.
Postmodernizme
göre dil kurucu bir özelliğe sahiptir. Modernizm dil ile insanların düşünsel
ufkunu kurmuş ve ideolojisini insanların düşünme kalıpları olarak
yerleştirmiştir. Aynı şekilde kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildir,
aynı zamanda ideolojisinin sürekliliği için dili kendi ideolojisi içinde
biçimlendirmiş, yapılandırmıştır. Dil, postmodernist yaklaşımla eleştirel bir
niteliği bürünerek yıkıcı gücünü kullanmalıdır. Postmodernistler dili “iktidar
biçimlerinin bir cisimleşmesi ya da gerçekleşmesi” olarak düşünürler, iktidarın
meşruiyetinin parçalanması için dil yeniden yapılandırılmalıdır. Bu anlayışa
göre her şeyin dil yoluyla gerçekleştiği gibi örtük bir iddiaya götürür[37].
Postmodernizm
modernin bilim ve bilgi anlayışını da eleştirir. Modern bilim anlayışına göre
bilmek, güç ve iktidar kurma aracıdır. Bilginin doğruluğu sayesinde, doğaya
egemen olmak, toplumu planlamak mümkün hale gelir. Doğru ve yeterli bilgi ile
etkili denetim yapılabilir. Bacon’ın dediği gibi “Bilgi güçtür”. Kontrol sahibi
olmak demek ise, müdahale etme ve değiştirme gücüne sahip olmak demektir. Bunu
postmodernist yaklaşımlar insanın sınırlanması, denetlenmesi ve meta-anlatıların
baskısı olarak değerlendirirler. Bu nedenle buna karşı geliştirilen
postmodernite, her şeyin bir bütün içinde belirli tanımlarla, kavramlarla
sınırlandığı, büyük teorilerle açıklanmaya çalışıldığı modern bilgi ve bilim
anlayışını reddederek, dil aracılığıyla
modern bilimin kurduklarını yıkmaya çalışır[38].
Modern bilim yoluyla gerçeklik olarak ifade edilen şey, aslında temsil
edilemezdir. Diğer bir ifadeyle tek bir gerçek olmadığı gibi, olan şey dil ile
ifade edilemez. Çünkü olan ile dilin ifade ettiği şey aynı değildir. Gerçeklik
çok katlılığını, çoğulluğunu, bölük pörçüklüğünü ve belirlenmemişliğini ileri
süren[39]
bu yaklaşımın modernitedeki gibi gerçeğin ne olduğu konusunda bir konsensuse
ulaşma çabası da yoktur. Çünkü
çoğulculuk anlayışı bir ortaklık bulma zorunluluğunu dışarıda bıraktığı gibi[40],
bunun sonucu olarak uzlaşıma dayalı olmayan adalet fikri ve pratiği de
gerçekleştirilebilir. Diğer bir ifadeyle ihtilafa düşmüş iki tarafın ikisinin
de hakları aynı oranda gözetilebilir. Yargılamanın bir kurama göre yapılması
gerekmediğinden, yargılama çeşitli hamleler ve bunların sonuçlarının
değerlendirilmesi ve dil oyunlarını da mümkün kılan bir çeşit müzakeredir.[41]
Aynı bağlamda modernlerin hukuktaki insanı ve tüm insanlığı kapsar şekilde
kullandığı soyut kişi ve soyut insanlık kavramının genellemeci, evrenselci ve
mutlakçı yaklaşımı yerine çoğul, tikel ve göreli somut insan söz konusudur[42].
Deleuze ve Guattari’ye göre postmodern insan bedenin ve arzunun özgürleşmesiyle
tanımlanırlar. Arzu insanı devindiren enerjidir. Tüm toplumsal ve tarihsel
gerçekliği yaratandır[43].
Sonuç olarak
özetlersek postmodernite çoğulculuk, atomize birey, ideolojilerin yıpranmışlığı
bakış açısından ve ayrıca dünyayı belirleyen değişkenlerin yeni biçimleri
(ekonomik, sosyal, siyasal) yeni bir düşünce süreci olarak karşımıza çıkar[44].
Gelecek kaygısı ve modeli olmayan postmodern söylemler toplumsal-ekonomik
gelişmelere verilen eleştiri ve tepkilerden ibaret görünmektedir[45].
Postmodern Hukuk
İkinci
Dünya Savaşı sonrası her alanda yaşanan kriz modern hukukta da karşılık
bulmuştur. İki dünya savaşı, bu savaşlarda kullanılan silahlar ve tarihte
görülmemiş kıyımlar, bilimin insan ve doğa aleyhine kullanılmasının getirdiği
zararlar modernitenin sorgulanmasını getirmiştir[46].
Kriz modern hukukun üzerinde durduğu yapı olan “güvenlik ve kaynağındaki
vazgeçilmez tekliğin yok olmaya yüz tutması” ile ortaya çıktı. Hukuk alanında
bunların yokluğu “öngörülebilirliğin yok oluşu”nu göstermektedir. Modern
kurumlar, soyut sisteme ve özellikle uzmanlaşmış olmalarına dayanan güvene
bağlı olarak etkinlik kazanırlar. Güven içinde yaşam bu tür kurumlarla sağlanan
belirlilik ile mümkündür[47].
Postmodernist
hukuk yaklaşımları 1980’lere kadar hukuka çok ağırlık vermemişlerdir Eleştirel
Hukuk Araştırmaları’nın postmodern hukuk açısından hukukun ne olduğuyla
ilgilenmesi ile postmodern hukuk çalışmalarının gündeme girdiğini
söyleyebiliriz. Postmodern söylem doğası
gereği hukuk alanında tartıştığında, bütünleştirici, homojenleştirici bir
normlar ve kavramlar sistemi olarak hukuku reddedecektir[48].
Postmodern
hukuk anlayışı ancak modern hukuk anlayışını yıkarak kendisine yer
açabilecektir. Modern hukuk soyutlama, sübjektivizm, aklın evrenselliği,
basitlik, sadelik, genellik, devlet ve sivil toplum arasındaki ayrım ve
öngörülebilir olmasına da dayanan güven ilkesi üzerinden işler. Postmodernizm,
modern hukuku da yapıbozuma uğratak sökmeye çalışmaktadır. Ortaya koyduğu
ilkeler; pragmatizm, süjenin merkez olmaktan çıkarılması, rölativizm, aklın
birliği ve kesinliğine karşı çoğulculuk, karmaşıklık, yerellik, hukukun
belirliliğine bağlı güven ilkesinin ortadan kaldırılması olarak sayılabilir.
Postmodern hukuk bu ilkeleri öne sürerken konjonktürden beslenmektedir. Fakat
henüz modern hukuk düşüncesini alt edecek güce ulaşmadığından, modern hukuk
sistemi varlığını devam ettirecektir[49].
Postmodern
teoriler toplum teorilerine saldırdıkları gibi, toplumsal olan kurumlara,
normlara ve pratiklere de baskıcı, totalleştirici olduğu vb. iddialarıyla
eleştirirler. Aklın getirdikleri reddedildiği oranda, modern hukuk zaten
kusurlu, adaletsiz, baskıcı olduğu için, bu konudaki iddiaları çeşitlendirmek
mümkündür[50].
Toplumsala ilişkin herhangi bir olumlayıcı bakış açısından yoksun olan bu
teoriler, öznelerarası, topluluk veya dayanışmaya ilişkin normatif bir yaklaşım
da geliştiremezler. Bu nedenle varolan normların, pratiklerin ve toplumsal
ilişkilerin eleştirel değerlendirilmesinde de kapı açamazlar[51].
“Bölük pörçük
ve libidinal varlık” olarak birey, “insanın ölümü”nün sonrasındaki postmodern
birey olarak modern özne yerine konumlandırılır. Bu ise totalleştirici, tek
tipleştirici insan kavramının ve onun özerkliği ve haklarının reddidir. Yeni
arzu tarzlarının geliştirilmesi ve araçsal akıldan kurtulunması amaçlanırken,
özerklik, haklar ve adalet konularında bir dil geliştiremez. Arzu ve hazın
bireyci vurgulanışı, doğal hukukun ve liberalizmin soyut insanına dayanan soyut
özerklik, haklar ve adalet anlayışını dışlayarak, modern hukuku da yok etmeye
çalışır. Hümanizmin temelinde yatan değerler karşıya alınarak, “hak ve
özgürlüklerin savunulmasını mümkün kılan ahlaki bir dilin ölümünü” de
gerçekleştirirler[52].
Postmodernizmin
savunduğu hukuksal çoğulculuk, pek çok hukuksal-sosyal yapının bir arada ve
aynı düzlemde varolmasıdır[53].
John Griffiths, hukuki çoğulluğu “herhangi
bir sosyal alan için, davranışın birden fazla hukuk düzenine uygun olarak
meydana geldiği, ilişkiler durumu” olarak tanımlamaktadır[54].
Çok hukukluluk örgütlü bir toplumda yaşayan küçük ya da büyük alt grupların,
birbirinden farklı etnik, kültürel, dini ya da mezhep farkına göre ayırımlaşmış
kendi hukuklarının aynı zaman ve uzam içinde geçerli olmasıdır. Bir başka
deyişle; devletin resmi, pozitif ve uygulanan hukuk sistemi dışında var olan,
işleyen çeşitli ve başka hukuk kaynaklarının eş zamanlı olarak yaşaması ve
uygulanmasıdır[55].
Modern devletin pozitivist yaklaşımını, “hukuki merkeziyetçilik ideolojisi”dir;
yani tek bir merkezden yürütülen hukuktur. Modern hukuk, yargılama alanında tüm
yetkileri elinde topladığı gibi, tek biçimli ve devlet kurumları tarafından
yürütülen hukuktur[56]. Hukuksal çoğulculukta, hukuk sadece devletin
iktidar tekeline ait olarak görülmez; yasa hukukun kaynaklarından sadece
biridir. Diğer geleneksel hukukun kaynaklarından türeyen hukuksal düzlemler bir
arada yaşarlar[57].Çok
farklı sosyal alanların varlığı postmodernistler açısından hukuksal
çoğulculuğun hem gerekçesini, hem kaynağını, hem de meşruluğunu oluşturur. Bu
sosyal alanlar içinde etkin olan hukuk fiilen vardır ve diğer hukuklarla
rekabet eder, etkileşime girer, müzakere eder, bazen uzlaşır, bazen yalnız
kalır ve bağlam bağımlısı anlayışa göre hukuk pratikte öngörülemez ve karmaşık
bir örüntü olarak tasvir edilir [58].
Çok hukukluluğu
savunanlar, devletin artık tek hukuk yaratan kaynak olmaktan çıktığını ileri
sürerler. İmparatorluklar, çok hukukluğun örnekleri olarak değerlendirilir.
Roma İmparatorluğu’nda Roma vatandaşlarına ‘ius civile’ ile yabancılara ‘ius
gentium’ uygulanması, heterojen hukukun bir örneğidir. Tarihsel örneklerden
yola çıkıldığında tek hukukun devletlerin gelişmesine paralel olarak gündeme
geldiği görülür. Orta Çağ’da feodal düzen çok merkezli hukuku besleyen
niteliktedir. Toplumsal siyasal yapıdaki hiyerarşik düzen, insanların sadece
kendi sınıfları içinde eşit olmasını getirmektedir. Her ne kadar tanrısal hukuk
insanları eşit kabul etse de, bu toplumsal hiyerarşik yapıyı kırmaya yönelik
hukuksal bir anlayışı ortaya çıkarmamıştır. Hukukta çoğulculuk anlayışı modern
öncesi dönemleri anımsatmaktadır[59].
Bugünkü
koşullarda postmodernistler, hukukun artık zaten tek merkezden üretilmediği
düşüncesini ileri sürmektedirler. Küresel hukuk, yerel ve ulusal hukukları
biçimlendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında birçok hukuk kaynağı vardır ve
neredeyse eşdeğerdedirler. Çeşitli kaynaklardan çıkan hukuklar aynı konu, nesne
ve süje üzerinde düzenleme yapmaktadırlar. Burada vaka postmodernistlerin
iddiasından ettiği gibi çok hukukluluktan ziyade ulusal hukukların küresel
hukukla biçimlendirilirken yeni bir sistemin ortaya çıktığıdır. Burada farklı
hukuksal alanlar ve hukuk yaratan odaklar yeni bir normatif ağ oluşturmaktadır[60].
Kültürel
görecelilik, çok hukukluğun dayandığı bir başka argümandır. Günümüzde göç
olgusunun da beslediği çok kültürlü yaklaşım; dini, etnik, siyasi azınlıkların
ulusal yapılar içinde bir değer ve demokrasiyi geliştirici bir unsur olarak
öneme sahiptir. Demokrasinin ilkelerine dayanarak çok hukukluluk kendisine
haklılık payı çıkartmaya çalışmaktadır. Daha çok demokrasi ve daha çok insan
hakları talebi ile hukukta çoğulculuk talebini bir birine karıştırmamak gerekir[61].
Lyotard
Adil Oyun adlı kitabında evrensel ve mutlak yargı ölçütlerine saldırır. Adalet
yalnızca yerel, çok katlı ve geçici olarak nitelenir ve tartışıma ve dönüşüme
açıktır. Tüm söylemler dil oyunlarında hamleler olarak değerlendirilir ve daima
bağlamı içinde değerlendirilerek adil dil oyunları gerçekleştirilir. Böylece
bağlam bağlı ve sınırlı talimatlar sunan ve adaleti bunun içinde tanımlayan
anlayış ortaya çıkar. Kural koyucu ifadeler (meli/malı) ile betimleyici ifadelerin
(dır/dir) kıyaslanamayacağını, kural koyucu ifadelerin ancak özgüllüğü içinde
değerlendirilebileceğini ve evrenselleştirmeye uygun olmadığını belirtir.
İnsanların kurallara ihtiyacının olduğunu belirten Lyotard, fakat kural koyucu
ifadeleri evrensellik iddiasında bulunmadan ortaya koymamız gerektiğini
belirtir. Çünkü adalet çoğulluğu ve bir çok katlılıklar adaleti söz konusudur[62].
Çok katlı adalet için ilk adım dil oyunlarının çokluğunun kabul edilmesi ve
bunu kabul etmeyenlerin baskılarının reddedilmesidir. İkinci adım ise oyunun
kurallarının yerel ve mevcut oyuncularla belirlenmesidir. Belirlenen
kurallarının her zaman iptal edilebileceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Artık
meta buyurucular sınırlı sayıda değildir. Burada adalet arayışı paralojiktir, diğer
bir ifadeyle adaletin meşrulaştırılması paralojiyle sağlanır[63].
Bilineni değil, bilinmeyeni üreten bu yaklaşım ile
adalet bağlam bağlı olarak tanımlanır[64].
Postmodern
hukukun da dayandığı ve uluslar arası alanda tartışılan esnek hukuk (soft law)
kavramı 1970’lerde ortaya çıkmıştır. Modern hukukun emir kipindeki normunun
yerini, daha yumuşak sanki emir değil de bir dilek hedef gibi ifade eden bir
üslupta düzenlenmektedir. Bu üslup kural koyuculuktan çok, açıklayıcıdır ve
aslında durumun müzakere edilebilir olduğunu göstermektedir. Modern hukukun
genel, soyut ve emredici nitelikteki normun yerini, “şart”, “ortak
deklarasyon,” “tavsiye karar” gibi bağlayıcılığı belirsiz düzenleme almıştır.
Esnek hukuk “birlikte yapma” düşüncesiyle yoruma dayalı ve uygulayıcıya geniş
yetki veren niteliktedir. Bu esnek anlayış hukukta çoğulculuk ilkesine
dayandırılabilir. Postmodern yaklaşım hukukta yerelliğin önceliğini vurguladığı
oranda, esnekliğin gerektirdiği müzakere alanı kurulacaktır. Bu aynı zamanda
farklı hukuk ağlarının birbirine geçmesi ve hukuklararası durumuda
gerçekleştirir. Bu nedenle esnek hukuku çoğulculuk olgusunun başka bir yüzü
olarak değerlendirebiliriz[65].
Hukukun bir
diğer temel unsuru yargılama postmodern hukuk çerçevesinde iki açıdan
tartışılır: Birincisi modern hukukun yargılama boyutu hukukun dili, gramatiksel
yapısı, mantıksal ilkesi onu uygulayan hakimler, inceleyen teorisyenler ve
hukukçular tarafından kapalı bir sistem haline getirilmiştir ve düzenin
meşruiyeti için kullanılmaktadır. İkincisi uluslar arası alanda yargı
mekanizmalarının yaygınlaşması dolayısıyla etkinliğinin giderek artmasıdır.
Modern hukukta hukuk alanına dahil edilen sorunlar, soyut, genel kuralların
olaya uygulanması, diğer bir ifadeyle yorumlanması yoluyla çözülür. Burada
objektif hukuk kurallarının olaya uygulanması ile objektif bir yargılama
yapıldığı varsayımına dayanılır. Adalet olmasa bile, haksızlıklara karşı
yatıştırıcı bir hüküm ortaya çıkartılmaya çalışılır. Aslında bu sistemin
bütününe bakıldığında yargılama sonucunda elde edilen hüküm bizi adalete değil,
iktidarın işlevine götürmektedir. Yargılamada yapılan yorum, egemen kültürden
bağımsız değildir ve bu nedenle hüküm liberal hukukun, diğer bir ifadeyle
iktidarın teyit edilmesidir[66].
Özetle
postmodern yaklaşımlara göre; doğal hukuk ortadan kalkmalı, hukuki sorunlara
çözüm rölativist bir yaklaşımla çözümlenmelidir. Çünkü hakikat diye bir şey
yoktur. Nesnellik yalandır. Her bir çıkar grubunun kendine göre bir hukuk
yaklaşımı vardır. Bu nedenlerle hukuk bilimi ölmüştür. Her şey gider!!![67]
Sonuç
Descartes ile başlayan, Kant ve
Hegel ile genişleyen modernite postmodernistlerin yoğun eleştirisi altındadır. Şurası açıktır ki modernizm birçok yönüyle
kriz yaşamaktadır ve kriz modernitenin anlamlı insan temelli değerlerinin
üzerini kapatmakta ve görünmez ya da kirli göstermektedir. Aklın bu kriz içinde
çökmesi kaosu ve köktendinciliği beslemekte, insanların ötekine yönelmesini
sağlamakta ve akıldışı olanı aklın gereği gibi sunmaktadır. Bu kaos insanların
tutunabileceği hakikat yokluğunda insanları güvencesiz bırakmaktadır.
Tutunulabilecek olan yerel, bölük pörçük olandır: Dini, etnik vb. anlayışlar
gibi. Tarih boyunca insanlığa ışık tutmuş aydınlar da ellerindeki meşaleleri
söndürdüklerinden kendileri de yollarını yitirmişlerdir. Gidecek yol, bulunacak
hedef ve geleceğe yönelik kurucu arayış totalleştirme veya meta-anlatı veya
kalıplara sokma olarak damgalandığından yapacak tek şey kendini mutlu etmektir.
Bu anlayışa küreselleşmenin ideolojisi dışında nasıl bir anlam verilebilir?
Hukuk alanından baktığımızda ise
postmodernizmin ve hukukun kullandığı paradigmaların birbirini dışlayıcı
nitelikte olması nedeniyle, postmodern hukuk diye ortaya serdiğimiz bir takım
unsurlar daha çok postmodernizmin varlık-nedensel niteliklerini, hukukun içine
yerleştirmek şeklindedir. Diğer bir ifadeyle postmodern hukuk yaklaşımı için
bütünlüklü bir sistem beklemek zaten yanlıştır. Modern hukukun işlemeye devam
ettiğini, postmodern yaklaşımların da kendini hissettirdiğini söylememiz
gerekiyor. Modernin kavram olarak hep yeniyi belirttiğini düşünürsek,
postmodernin moderne ait yeni bir bakış açısı olduğunu da söylemek mümkün hale
geliyor. “Tamamlanmamış bir proje olarak modernlik” postmodernin sorularına
cevaplayıp tamamlanacak mı sorusunu yanıtlamak için henüz erken görünmekte.
[1] Murat Yıldız, “Sosyal Etki
Süreçlerinin ‘Tehlikeli Oyun: Dalga’ Filmi Bağlamında Değerlendirilmesi,” ZfWT,
Vol.8, No.1 (2016), s.42. (41-65)
[2] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[3] Murat Yıldız, “Sosyal Etki
Süreçlerinin ‘Tehlikeli Oyun: Dalga’ Filmi Bağlamında Değerlendirilmesi,” ZfWT,
Vol.8, No.1 (2016), s.46. (41-65)
[4] Stanley Milgram, Obedience to Authority; An experimental
View, Harpercollins, 1974.
[5] Stanley Milgram, “The Perils of
Obedience,” Harper’s Magazine, 1974.
[6] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[7] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[8] Murat Yıldız, “Sosyal Etki
Süreçlerinin ‘Tehlikeli Oyun: Dalga’ Filmi Bağlamında Değerlendirilmesi,” ZfWT,
Vol.8, No.1 (2016), s.43-44. (41-65)
[9] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[10] Nihan Demirkasımoğlu, “Toplum
Yaşamında Kurallar: Birey-Kural İlişkisi,” CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi,
Cilt:13, Sayı:1, Mart 2015, Beşeri Bilimler Sayısı, s.151. (138-156) http://dergipark.ulakbim.gov.tr/cbayarsos/article/view/5000112575/5000104843
[11] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[12] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[13] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[14] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.374. (371-378)
[15] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.374. (371-378)
[16] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.371. (371-378)
[17] Thomas Blass, “The Milgram
Paradigm After 35 Years: Some Things We Now Know About Obedience to Authority,”
Journal of Applied Social Psychology, 1999,
29, 5, pp.955-978. http://neuron4.psych.ubc.ca/~schaller/Psyc591Readings/Blass1999.pdf
[19] Stanley Milgram, “Behavioral
Study of Obedience,” Journal of Abnormal
and Social Psychology, Vol.67, No.4, 1963, p.372. (371-378)
[20] Albert Bandura, “İnsanlıkdışı
Suçların İşlenmesinde Ahlaki Bağlantının Kesilmesi,” Hikmet Yurdu, Çev. Hamdi
Onay, Yıl:3, C:3, S:6, Temmuz-Aralık 2010, s.243. (235-269)
[21] Stanley J. Grenz, A Primer On Postmodernism, Michigan/Cambridge
U.K., William B. Eerdmans
Publishing, 1996, p.15.
[22] Steven Best, Douglas Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
Çev. Mehmet Küçük, 2. Bs., İstanbul Ayrıntı Yayınları, 2011, s.26. Best ve
Kellner, postmodern sanatı “yeni bir
lakaytlık, yeni bir oyunculuk ve yeni bir eklektisizm” ile betimlerler.
[23] “Postmodernizm, insanların
oluşturduğu dünyaya ya da insan deneyimine özgü nihai hakikat arayışlarının
sonunu; sanatın siyasal ya da misyonerce iddialarının sonunu; egemen üslubun,
yerleşik sanatsal ölçütlerin, sanatsal kendine güvenin estetik zeminine ve
sanatın nesnel sınırlarına yönelik ilginin sonunu ilan ediyordu.” Zygmunt
Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular,
Çev. Kemal Atakay, İstanbul, Metis Yayınları, ss.143-144.
[24] Agnes Heller, Ference Feher, Postmodern Politik Durum, Çev. Şükrü
Argın, Osman Akınhay, Ankara, Öteki Yayınevi, 1993, s.7.
[25] Şeylan, Postmodernizm, s.127.
[26] Şeylan, Postmodernizm, s.129.
[27] Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, s.42 vd.
[28] Aslan, Yılmaz, “Modernizme Bir
Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm,” ss.100-101; Bkz. Küçük, “Postmodernin
Modern Karakteri Ya da Dönemleştirmenin İronisi,1994, s.204.
[29] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
ss.47-48. Necmi Zeka, “Yolları Çatallanan Bahçe, Aynalı
Gökdelenler, Dil Oyunları ve Robespierre,” Postmodernizm,
2. basım, İstanbul, Kıyı Yayınları,
1994, s.8.
[30] Ahmet Çiğdem, Bir İmkan Olarak Modernite, İstanbul,
İletişim Yayınları, 1997, s.7.
[31] Best, Kellner, Postmodern
Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
ss.33-34. Bkz. Callinicos, Postmodernizme
Hayır: Marksist Bir Eleştiri, ss.116-117 vd.
[32] Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi: Özgürlük ve
Cezalandırma, Çev.Mehmet Küçük, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1996,
s.249.
[33] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.9.
[34] Zühtü Arslan, “Postmodern Söylem
Ve İnsan Hakları,” Ankara Üniversitesi
SBF Dergisi, 56-1, s.2.
[36] Koch, Dionysosçu Siyaset, .
[37] Steven Connor, Post-modernist Kültür, Çev. Doğan
Şahiner, İstanbul, YKY Yayınları, 2001, ss.314-315.
[38] Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular, s.10-11.
[39] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
s.18.
[40] Connor, başka bir bağlamda
“çoğul seslerin aslında rahat, mistik bir konjonktür oluşturduğu”na vurgu
yapar. Fakat bence bu yorum çoğulluk konusunda her bağlamda kullanılabilir.
Connor, Post-modernist Kültür, s.305.
[41] Zeka, “Yolları Çatallanan Bahçe,
Aynalı Gökdelenler, Dil Oyunları ve Robespierre,” s.23- 27.
[42] Mehmet Yüksel, Modernite, Postmodernite ve Hukuk,
Ankara, Siyasal Kitabevi, 2002, s.192.
[44] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.8-9.
[45] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
s.31.
[46] Ahmet Ulvi Türkbağ, “İki Soruda
Postmodernizm ve Hukuka Yansıması,” İÜHFM,
C. LXI, S.1-2, 2003, s.178.
[47] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.5.
[48] Bkz. Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, 8 bs., Ankara, Siyasal
Kitabevi, 2009, Sururi Aktaş, Eleştirel Hukuk Çalışmaları, İstanbul,
Kazancı Yayınları, 2006.
[49] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.122.
[50] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.175.
[51] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
s.338. Bu noktada postmodernistlerle
belli noktalarda buluşan Habermas’ın iletişimsel eylem kuramını hatırlamak
gerekir. Tahakkümden bağımsız iletişim ve bunun sonucunda dayanışmayı
geliştirmeyi amaçlayan Habermas, toplumsala ilişkin normatif bir açıklamada
bulunmuş olur. Bkz. Jürgen Habermas, İletişimsel
Eylem Kuramı, Çev. Mustafa Tüzel, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2001.
[52] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
ss.345-347.
[53] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.122.
[54]John Griffiths, “What is Legal
Pluralism,”Journal of Legal Pluralism, C: 24, 1986, p.2.
[55] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.123.
[56]Griffiths, “What is Legal
Pluralism,” p. 2.
[57] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, s.123.
[58] Griffiths, “What is Legal
Pluralism,” p.39.
[59] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.124-126.
[60] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.127-128.
[61] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.130.
[62] Best, Kellner, Postmodern Teori: Eleştirel Soruşturmalar,
ss.198-199.
[63] Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, ss.40-42.
[64] F. Lyotard, Postmodern
Durum, çev. A. Çiğdem, İstanbul, Ara Yayınları, 1990, s.50.
[65] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.148-149.
[66] Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, ss.150-151.
[67] Edwin Fruehwald, “Postmodern
Legal Thought and Cognitive Science,” Georgia
State University Law Review, Çevrimiçi http://ssrn.com/abstract=942812
11/07/2015
Hukuk terimlerinin Türkçe ansiklopedik tanımları ve Almanca, İngilizce ve Fransızca karşılıkları ile genel hukuk ansiklopedisi ve sözlüğü sitesi. E-Hukuk Sözlüğü
YanıtlaSil