HUKUK FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ
DERS NOTLARI 2016-2017
İÇİNDEKİLER
I.
DOĞAL
HUKUK AKIMI
II.
İLKÇAĞDA
HUKUK VE FELSEFE
A. ESKİ YUNANDA FELSEFE
1.
SOFİSTLER
2.
SOKRATES
3.
PLATON
4.
ARİSTOTALES
III.
ORTAÇAĞ
A. ORTAÇAĞ’DA FELSEFİ DÜŞÜNCENİN KAYNAKLARI
1.
İBN-İ
HALDUN
2.
THOMAS
AQUINAS
IV.
YENİÇAĞ
A. YENİÇAĞ’IN DOĞUŞUNDA ETKENLER
B. TOPLUM SÖZLEŞMECİLERİ
1.
THOMAS
HOBBES
2.
JOHN
LOCKE
3.
J.J.
ROUSSEAU
4.
IMMANUEL
KANT
C. HUKUKSAL POZİTİVİZM
1.
JOHN
AUSTIN
2.
HANS
KELSEN
V.
ÇAĞDAŞ
HUKUK FELSEFECİLERİ:
A. JOHN RAWLS
B. RONALD DWORKIN
I. DOĞAL HUKUK AKIM
GENEL
OLARAK
Doğal Hukuk
Okulu, hukuk felsefesi tarihinde önemli ve sürekli rolü olan bir düşünce
akımını temsil eder. Doğal hukuk kuramı, doğal hukuk veya doğa hukuku (Latince:
lex naturalis) içeriği doğal olarak var olan, doğal olarak ayarlanmış ve her
şeyin üzerinde (her zaman ve her yerde) geçerliliğe sahip bir hukuk olarak
tanımlanabilir.
Bir kuramı ‘doğal hukuk’ kuramı yapan
şey nedir? Bu sorunun, doğal hukuk kuramı hakkında yazan ya da kendilerini
‘doğal hukuk kuramcısı’ olarak isimlendiren kuramcıların sayısı kadar yanıtı
bulunmaktadır. Kendilerini ‘doğal hukuk kuramcısı’ olarak isimlendiren bazı
yorumculara göre, bir kuramın bu kategoriye uyması için gerekli olan şey,
değerleri bir amaç ve insan aklı tarafından anlaşılabilir olarak görmesidir.
Doğal hukuk kuramı, büründüğü farklı
biçimlerle binlerce yıldır varolan, kozmik düzen, ahlak ve hukuk arasındaki
bağlantılar hakkında yapılan sistematik bir düşünüş tarzıdır. Değişik doğal
hukuk kuramları, oldukça farklı amaçlara sahip olabilmektedir: örneğin,
genellikle doğru eylem ve doğru tercih hakkında iddialar öne sürmek (ahlak,
ahlak kuramı); ahlaki bilginin nasıl edinilebileceğine ilişkin iddialar öne
sürmek (bilgi kuramı, ahlaki metakuram); ve hukukun ve hukuki kurumların doğru
bir şekilde anlaşılabilmesine ilişkin iddialar öne sürmek (hukuk kuramı) gibi. Doğal
hukuk, (hükümetin rolü ve sınırları ile doğal haklar bakımından) modern siyaset
kuramının ve uluslararası hukukun gelişmesinde merkezi bir rol oynamıştır.
Doğal Hukuk düşüncesinin en temel kavramlarından
birisi “adalet” kavramıdır; fakat adalet aynı zamanda tanımlanması en güç
hukukî kavramlardan birisidir. Doğal hukukçu kuramlar,adalet kavramını merkeze
yerleştirir. Pozitivist hukuk kuramları ise, doğal hukukun adalet tanımlarını
eleştirir ve bu kavramın tanımlanamaz bir kavram olduğunu ve bu nedenle de
hukuk biliminin dışına itilmesi gerektiğini ileri sürer.
Doğal hukukçulara
göre doğal hukuk, adaleti, “olması gereken”i temsil eden bir düzen olarak
tanımlar. Böylece, doğal hukuk pozitif hukukun dışında ve üstünde, adaleti tam
olarak yansıtan bir hukuk olarak düşünülmüştür.
Doğal
hukuka gore hukukun geçerliliğini kuran şey adalettir. Bu açıdan doğal hukuku kısaca
“bir kanun, kanun olmak için adil olmak zorundadır” diyen bir anlayış olarak
tanımlayabiliriz. Bu durum Aziz Augustinus tarafından şu şekilde ifade
edilmiştir: “Non esse lex quae justa non ferit (âdil olmayan
kanun, kanun değildir)”. Pozitif hukuk ancak adaletin
gereklerine uyduğu ölçüde geçerlidir. Belirli bir insan davranışı konusunda
yöneltilen bir emir adil değilse geçersizdir, yani hukuk normu değildir.O halde doğal hukukçulara göre, doğal hukuk adil olması
itibarıyla tek gerçek hukuktur. Pozitif hukuk ancak doğal hukuka uygun olduğu ölçüde
hukuk olarak sayılabilir.
Pozitif hukuk, belli bir
toplumda ve belli bir zamanda eylemsel olarak yürürlükte bulunan hukuku ifade
eder. Bu tarihen oluşmuş bir hukuktur, bu yüzden de tarihi gelişim içerisinde
yenisi ile değiştirilmeye elverişlidir. Pozitif hukukun içeriğinin ne
olacağına, onu yaratanlar karar verir; bu içerik onların buyruğundadır ve
ihtiyaç olunca değiştirilebilir.Pozitif hukuk devletten devlete, dönemden
döneme değişir. Pozitif hukuk iyi bir iradenin ürünü olabileceği gibi, kötü bir
iradenin de ürünü olabilir. Bu nedenle doğal hukukçular tarafından geçici,
kusurlu insan yapıtı olarak değerlendirilir. Dahası, tabiî hukuk teorisine göre, pozitif
hukuka adil olduğu ölçüde itaat edilir. Adil olmayan pozitif hukuka kimse itaat
etmek zorunda değildir.
Çağlara Göre Doğal Hukuk
Doğal
hukuk yaklaşımının önemli görünümlerini Platon (M.Ö. 429-347), Aristoteles
(M.Ö. 384-322) ve Cicero’da (M.Ö. 106-43) bulmak mümkündür; düşünceye
sistematik biçimini veren ise, Thomas Aquinas (t.1225-74) olmuştur. Ortaçağ’da
ve Rönesans boyunca, Francisco Suarez (1548-1617), Hugo Grotius (1583-1645),
Samuel Pufendorf (1632-94), John Locke (1632- 1704) ve Jean-Jacques Rousseau
(1712-78) gibi yazarların yapıtlarında doğal hukuk ve doğal hak kuramları,
dini, ahlaki, hukuki ve siyasi düşüncenin bölünmez parçası olmuştur.
İlk Çağda Doğal Hukuk
İlkçağlardan
günümüze değin her zaman bir doğal hukuk düşüncesi süregelmiştir. İlk Çağ’da doğal hukuk, “doğa” kavramı üzerine kuruludur. Doğal
hukuk, doğanın hukuku, doğadan kaynaklanan hukuk, doğaya uygun olan hukuk
demektir. İlk Çağ doğal hukukçularına göre, adalet doğaya uygunluk ile
tanımlanır. Doğanın düzenine
uygun olan şey adil; doğanın düzenine aykırı olan şey ise gayri adildir.
Eski Yunanlılar
bireylerin üstünde evrensel, salt olarak yürürlükte bulunan bir düzen
düşüncesine sahip olmuşlar ve bu düzene doğa yasası adını vermişlerdir. İlk Çağ tabiî hukuk teorisyenlerine göre, “toplumsal düzen
(nomos)”, “doğa düzeni (fusis)”ne uygun olmalıdır. Aynı şekilde
insan tabiatı da fiziki ve biyolojik tabiata tabidir. Dolayısıyla insanların
koyduğu kanun, biyolojik tabiatın koyduğu kanuna uygun olmalıdır; ancak bu
takdirde insanların koyduğu kanun adil ve dolayısıyla geçerli olabilir.
Yunan ve Roma
felsefelerinde akıl, insanı kendi dışındaki şeylerden ayıran temel nitelik
sayılmış ve aklıninsan doğasına dayandığı kabul edilmiştir. İnsan doğası ile
kastedilen ise çoğu kez insanın ideal doğası olmuştur.
Örneğin;
Eski Yunan’da Kallikles ve Thrasymachus, tabiata uygun hareketin hukuka uygun
hareket olduğunu düşünüyor ve hukukun güçlünün hakkı olduğunu ilan ediyorlardı.
Kallikles, “kuvvetli olan hayvanların, zayıf olan hayvanları yenip ve onları
yok ederek yaşadıklarını; tabiatın da insanlara aynı şeyi emrettiğini”
düşünüyordu. Thrasymachus hukukun, güçlülerin sahip olduğu avantajlardan
oluştuğunu iddia ederken, Aristoteles’e göre de hukuk, gücünü doğaya
uygunluğundan almaktaydı. Bu bakış açısıyla, köleliğin tamamen doğal bir kurum
olduğunu, çünkü doğanın bazı insanları efendi, diğerlerini ise köle olarak
yarattığını düşünüyordu.
Benzer
yaklaşımlar klasik Roma hukukunda da görülmüştür. Ünlü hukukçu Ulpianus, doğal
hukuku şu formülle açıklamıştır:“Ius
naturale est, quod natura omnia animalia docuit: nam ius istud non humani
generis proprium, sed omnium animalium, quae in terra, quae in mari nascuntur,
avium quoque commune est (Tabiî hukuk, tabiatın bütün hayvanlara öğrettiği
hukuktur. Tabiî hukuk sadece insan cinsine has değildir; denizde ve karada yaşayan
bütün hayvanlar ve keza kuşlar için de geçerlidir)”.
Roma felsefesinde,
Stoacılığın etkisiyle, insan tabiatının gereği olan, evrensel nitelik taşıyan,
değişmez kapsamlı bir doğal hukuk görüşüne üstünlük tanınmıştır. Doğal hukukun
Roma’daki etkisi eski Yunan’a göre çok daha büyük olmuştur. Bunun nedenlerinden
biri, eski Yunanda, özel bir hukukçular sınıfının hiçbir zaman belirmemesi, hem
yöneticilerin hukukçu olmalarına özen gösterilmemesi, hem de çok sayıda halk
temsilcilerinden oluşan büyük mahkemelerin adalet dağıtımı görevini yerine
getirmeleridir. Yunan toplumunda, tabii hukuk, özellikle siyasal karışıklık ve
inanç buhranı dönemlerinde filozofların ilgilendiği spekülatif bir konu
olmuştur. Oysa Roma’da praetorlar, ius civile’nin gelişen bir ticaret
toplumunun ihtiyaçlarına cevap vermesinde doğal hukuktan yararlandıkları gibi,
ius gentium’un doğal hukukun bir yansıması olduğu görüşü de önemle etkili
olmuştur.
Orta Çağ’da Doğal Hukuk
Orta Çağ’da doğal
hukuk, tanrısal iradeden kaynaklanan hukuk olarak tanımlanmıştır. Doğal hukuku Hristiyan dininin
ilkeleri içerisinde kavramaya çalışmıştır. Hristiyan ve diğer yakın doğu
dinlerine göre, Tanrı evren içinde ve objektif bir akıl değil, evren üstü,
evrensel akıl ve iradeye sahip bir süjedir. Bu biçimde anlaşılan bir Tanrı,
doğa ve evren düzeninin yaratıcısıdır. Bu nedenle doğal hukuk da, Tanrının
iradesinin koyduğu yasadır.
Orta Çağ tabiî
hukukunun en önemli temsilcileri, Aziz Augustinus ve Thomas Aquinas’tır. Aziz Augustinus (M.S. 354-430) hukuku, “Tanrının
iradesinin ifadesi olan ebedî bir kanun” olarak tanımlar. Aziz Augustinus,
hukukun aslında dinden ibaret olduğunu düşünmektedir. Orta Çağ tabiî hukukunun
diğer önemli temsilcisi Aziz Thomas (1226-1274)’tır. Kendisine
Orta Çağ’ın Aristoteles’i de denilen Aquino’lu Aziz Thomas, insanî kanunların
ebedî ve ilahî kanunlara uyması gerektiğini öğretmektedir. Ona göre ebedî
kanunlar, evreni yaratan ve yöneten kanunlardır. Bu kanunlar ilahî iradeyle
ifade edilirler.
Hukuku
tanrısal iradeyle tanımlayan Orta Çağ tabiî hukukçuları, adaleti de aynı
şekilde tanımlamışlardır. Onlara göre Tanrının emirlerine uygun olan şey adil,
aykırı olan şey ise gayri adildir.
Ortaçağ’da bir süre,
Tanrısal hukukla eş anlamlı sayılan doğal hukuk, 17. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da hem kilisenin, hem devletin egemenlik iddialarını desteklemek amacına
hizmet eder anlamda yorumlanmıştır. Toplumdaki kurumlar, toplumsal gelişme
sürecinin gerisinde kalmadıkları takdirde doğal hukuk ilkelerini çoğu kez
status quo’yu desteklemek için kullanmışlardır. Ancak mevcut kurumlar,
toplumsal gelişme sürecinin doğurduğu, yeni sosyal, ekonomik ve kültürel
durumlara açıkça ters düştüğü zaman doğal hukuku, mevcut kurumları değiştirmek
veya devirmek için bir araca dönüştürmüştür.
Doğal hukuk
devletler hukukunun gelişmesinde de önemli rol oynamıştır. Avrupa’da Reform
sonrası dönemde görülen ulus devletler, hükümdarın üstünlüğü ilkesine
dayandıkları için, insani bir otoritenin vaz ettiği kuralların devletleri bağlayıcı
bir nitelik taşıması imkânsızdı. Tanrısal hukuk, Roma Kilisesi’nin anladığı
biçimde, reform hareketi ile birlikte Avrupa’da önemini yitirmişti. Değişik
mezheplere mensup olan hükümdarlar üzerinde tanrısal hukukun bağlayıcı etkisi
söz konusu olamazdı. Bu nedenle Grotius, devletlerarası ilişkilerin doğal hukuk
ilkelerine dayandırılması fikrini başarı ile savunmuş ve bu yolla
devletlerarası hayatta görülen kaosun yerine düzen fikrini egemen kılmaya
çalışmıştır.
Yeni Çağ’da Doğal Hukuk
Yeniçağ’da felsefenin,
bilimin, sanatın, politikanın ve hukukun dinin otoritesinden kurtuldukları
görülür. Bunun sonucu olarak da, doğal hukuk tanrısal bir temele değil, insan
aklına ilişkin bir temele dayalı olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Reform
hareketi sırasında doğal hukuk, Roma Kilisesi otoritesinin zayıflatılması ve
Avrupa’da ulus devletlerin güçlendirilmesini gerçekleştirmek için yararlı bir
araç olarak Protestan teologlarınca savunulmuş ve değerlendirilmiştir.
Yeni
Çağ’da doğal hukuk lâikleşerek içerik değiştirmiştir. Bu dönemdeki doğal
hukukçular, hukuku Tanrı’nın iradesinden bağımsız hale getirmeye
çalışmışlardır. Onlara göre hukuk, Tanrı’dan değil, “akıl”dan kaynaklanır. Bu
nedenle bu dönemdeki doğal hukuka, “aklî
(rasyonalist) doğal hukuk” da
denir.
Aklî
tabiî hukukun en önemli temsilcisi Hollandalı Hugo Grotius (Huig der Groot)
(1583-1645)’tur. Grotius’a göre, insanlarda akla göre yaşama içgüdüsü vardır. İşte
bu içgüdü, hukukun kaynağıdır. Grotius'a göre, bütün insanlığı kapsayan ve değişmez
bir takım doğal hukuk kuralları vardır. Bu hukuk kurallarının a priori varlığı, insanların “aklî doğası”ndan
kaynaklanır. İnsan aklı doğası gereği, iyiyi ve kötüyü ayırt edebilir. Hukuk,
işte insan aklının böyle bir emridir.
Grotius
doğal hukuk kurallarına örnekler verir. Düşünüre göre, bu kuralların başında pacta sunt servanda (ahde vefa, söze bağlılık) ilkesi
bulunmaktadır. İnsan aklı verilen sözün tutulmasını emretmektedir. Grotius’a
göre diğer doğal hukuk kuralları ise şunlardır: Herkesin, sahip olduğu şeyler
üzerindeki hakkına saygı gösterilmelidir. Herkes kendi kusuru ile verdiği
zararı ödemelidir. Herkes başkasına ait şeyi geri vermelidir. Herkese hak
ettiği ceza verilmelidir. Düşünüre göre bunlar ve bunlara benzer tabiî hukuk
kuralları akla uygun oldukları için geçerlidirler. Bu kurallar insan aklının
doğasından kaynaklanır.
Doğal hukuk
görüşünün bütün çağlarda ortak olan yanı ve niteliği, zamanüstü ve genel
oluşudur. Yani her zaman ve her toplum için geçerli bir normlar düzeni
biçiminde her pozitif hukukun, raslantılarla ya da insanların keyif ve
arzularıyla değişmeyecek olan asli bir örneği olarak düşünülmüş olmasıdır.
17. ve 18.
yüzyıllarda doğal hukukçular “sosyal sözleşme teorisini” devletin ve devlet
organlarının otoritesini ve bu otoritenin sınırlarını açıklamak amacıyla
kullanmışlardır. Bu teori, sözleşmelere uymanın gerektiğine veya söze bağlılık
ilkesinin uygulanmasına dayanır. Devlet iktidarının veya hükümdar otoritesinin
sözleşmeye dayandığı benimsenirse, devletin temelini doğal hukuktan aldığını
kabul etmek bir zorunluluk olmaktadır. Bir anlayışa göre, sosyal sözleşmenin,
sürekli olarak ve zımni şekilde yenilendiğini devletin devamlılığını güvence
altına almak için kabul etmek gereklidir. Bu şekilde, doğal hukukun sosyal sözleşme
teorisi devlet organizasyonunu meşrulaştırmada kullanılmış olmaktadır. Başka
yorumcular sosyal sözleşmeye halk egemenliği ve insan hakları ilkelerine bağlı
bir devlet düzeni fikrini gerçekleştirmek için başvurmaktadırlar. Sözleşmeyi
ulus egemenliğine dayanan ve insan haklarını güvence altına alan bir devlet
düzeni için, zorunlu bir varsayım olarak kabul edenler çoğunluktadır. Sosyal
sözleşme teorisinin siyaset alanında bir diğer sonucu, bazı hukukçularca,
sözleşme ilkeleri veya pozitif hukuk ihlal edildiğinde ihtilal hakkına başvuru
yapılabileceği belirtilmiştir.
Yeniçağ doğal
hukukçuları1776 Amerikan İhtilali ve Fransız Devrimi’nden önceki dönemde ve
ihtilaller sırasında ihlal edilmesi imkansız, vazgeçilmez, insan ve vatandaş
hakları kavramını özenle işlemeye çalışmışlardır. Locke; yaşam, mülkiyet ve
özgürlük ilkeleriyle devletin kuruluş nedeninin bu hakları savunmak olduğunu
söyler.
Doğal
Hukuk ve Pozitif Hukukun Karşılıklı Olarak Birbirini Değerlendirmesi
Doğal
hukukçulara göre;
-
Doğal hukuk ilkeleri, ispatı
gerektirmeyecek bir biçimde açıktır. Örnek: özgürlük, eşitlik veya insanın
bağımsız bir değer olması; kapsamları belirgin kavramlardır. Doğrulukları
tartışma konusu bile yapılamaz. Ancak bu temel kavramların somut sorunlar veya
uyuşmazlıklar ortaya çıktığında değişik yorumların konusuolabildikleri bir
gerçektir.
-
Sözleşmelerin bağlayıcılığını doğal hukuka
başvurmaksızın ispatlamak mümkün değildir. Başkasına ait olanı almaktan
kaçınmak, kusur sonucu verilen zararı tazmin etmek de doğal hukuk ilkeleridir.
Özellikle Grotius, her insanın kendi sözünü tutması ve sözleşmeyle üstlendiği
şeyi yapması gerektiğini savunmuştur.
-
Doğal hukukçular, belli bir toplumda,
belli bir dönemde, organize biçimde fiilen uygulanan hukuku pozitif hukuk
olarak nitelendirirler. Doğal hukukçu Grotius’a göre: Pozitif hukuk belirli
kişilerin iradesinin, diğer kişilerin iradesine zor aracılığı ile kabul
ettirilmesidir. Oysa doğal hukuk, başka
bir insanın veya başka bir iradenin eseri değildir. Doğal hukuk insanın kendi
aklı aracılığıyla bulduğu ve uyduğu kurallardır. Bu nedenle doğal hukukçular, doğal hukukun
pozitif hukuktan ayrı ve üstün olduğunu ileri sürerler.
-
Doğal hukuk ilkeleri aynı zamanda aklın
ilkeleridir. Toplumda barış ve düzenin sağlanması için insanlar belirli şekilde
davranmalıdırlar. İnsan, rasyonel ve sosyal bir varlık olarak toplum hayatı
için gerekli ilkeleri bulabilir ve davranışlarını da bu ilkelere göre
düzenleyebilir.
-
Doğal hukukçulara göre tabii hukuk,
tabiattan ve insan doğasından çıkarıldığına göre, pozitif hukuk doğal hukuka
tabi olmalıdır. Bu nedenle pozitif hukukun meşruluğuu doğal hukuka uygun
olmasında aramak gerekir. Şu halde pozitif hukuk ya doğal hukuka uygun bir
düzenleme getirmeli veya pozitif hukuk doğal hukukun ilgilenmediği ve
değerlendirmediği konularda kurallar koymalıdır. Bu görüş açısı, doğal hukukun
pozitif hukuktan önce mevcut olduğu varsayımına dayanmaktadır.
-
İnsani cezalar yani pozitif hukukun uyguladığı
cezalar insan eseridir; ancak cezaları ve cezalandırmayı haklı kılan doğal
hukuktur. Belirli bir soruna pozitif hukukta çözüm bulunamazsa doğal hukuka
başvurulabilir.
-
Doğal hukukun ilkelerinden olan “ahde vefa”
çerçevesinde, doğal hukuk, pozitif hukuka uyulması gerektiğini söylemiş olur ve
pozitif hukukun meşruiyetini sağlar.
-
Pozitif hukuk, doğal hukukla uyumlu
olmalı, hükümran güç toplumun özel ihtiyaçlarına göre doğal hukuku tamamlayıcı
nitelikte kurallar vaz etmelidir.
-
Pozitif hukuka uyulmasının temel nedeni,
pozitif hukuk kurallarının adalete, ahlaka diğer bir ifadeyle doğal hukuka
uygun olduğuna inanılmasıdır. Pozitif hukukun saygı görmesinde ve ona itaat
edilmesinde, adalet idesine uygunluk etkilidir.
-
Doğal hukuk pozitif hukukla bir örnek
olmalıdır; diğer bir deyişle, pozitif hukukun bir ilham kaynağı rolünü oynamalıdır.
Yasa koyucu bir yaşam alanını düzenlerken birbirine aykırı çıkarlarla
kaşılaştığında bunlar arasındaki dengeyi ancak, doğal hukuk ilkelerine göre
sağlayacaktır, yoksa bu çıkarların gücüne ya da sayısına göre değil.
-
Doğal hukuk, pozitif hukukun adalete
uygunluğu açısından denetimi ve değerlendirilmesi olanağı sağlar. Özellikle
pozitif hukukun anlamını belirtmeye çalışan yorumcuya, bu konuda bir ölçü
hizmeti görür.
-
Hakimin kendisine getirilen bir uyuşmazlığı
kanunda bir hüküm olmasa bile çözmek zorunda olması, pozitif hukukun cevapsız
bıraktığı konuda doğal hukuka uymanın bir zorunluluk olduğu anlamında
yorumlanabilir.
-
Hakimin eşyanın tabiatına göre, olayın
gereğine göre karar vermesi, adalet idesinin günlük yargı hayatındaki rolünü
gösterir.
-
Sosyal düzen baskısı sert ve dayanılmaz
olduğu zaman, doğal hukuk ilkelerine başvuran insanlar, adalete daha uygun bir
düzen kurulması için mücadele etmişlerdir.
Pozitivist
hukukçulara göre;
-
Doğal hukuk kuramının
yönelttiği en yıkıcı eleştiri, “âdil olan” ile “âdil olmayan”ı ayıran objektif
ve evrensel bir kriterin bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. Ortada bir
kriter olmadığına göre“Âdil olan”ı “âdil olmayan”dan ayırmak kime
düşmektedir?
-
Pozitivist anlayışa göre
“adalet”, fizikî, olgusal bir realite değil, bir “değer”dir. Bir değer olarak
da, fizik alemde değil, fizik ötesi alemde bulunur.Yani değerler alanında ya yokluk ya da görecelilik tezi geçerlidir:Yokluk tezine göre, değerler hiçbir şekilde reel
dünyada mevcut değildir. Dolayısıyla bilimin konusu olamazlar.Görecelilik
(relativisme) tezine göre
ise, değerler insan sübjektivitesi alanında reel olarak mevcutturlar; ama
değişken oldukları için bilinebilir değildirler. Özetle adalet kavramı, bir
değer olarak bilinemez bir şeydir. Adalet değeri, ya reel âlemde mevcut
değildir (yokluk tezi); ya da mevcuttur, ama objektif olarak bilinebilir şey
değildir (görecelilik tezi).
-
Değerler insanlara göre
değişir. Bir şey bazı insanlara göre “iyi” veya “adil”, bazı insanlara göre
“gayri adil” veya “kötü” olabilir.
İLGİLİSİNE DOĞAL HUKUK
KONUSUNDA OKUNABİLECEK EK KAYNAKLAR:
1- Kemal Gözler, “Tabii Hukuk ve Hukuki Pozitivizme
Göre Adalet Kavramı”, Muhafazakar Düşünce, Yıl 4, Sayı
15, Kış 2008, s.77-90. http://www.anayasa.gen.tr/adalet.htm
2- Brian Bix, “Doğal Hukuk: Modern Gelenek,” Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, Çev. Ertuğrul Uzun, Cilt : 6, Sayı : 2, 2004, s.291, http://webb.deu.edu.tr/hukuk/dergiler/DergiMiz6-2/PDF/uzun10.pdf
II. İLKÇAĞ’DA HUKUK ve FELSEFE
A. Eski Yunan’da Felsefe
İonia’da
polis (şehir/site-devleti) düzeni yarımadadan yaklaşık yüzyıl önce İ.Ö.
VIII. Yüzyıl’da ortaya çıktı. Bu düzen içerisinde maddi ihtiyaçlarını
karşılayan Yunanlılar, ilgilerini soyut düşünceye, felsefeye yöneltmişlerdir.
Bu yönelişte, o zamana kadarki uygarlıkların hep pratik düşünüşle ayakta
kalması ve belli bir birikim sağlaması, Yunan mitolojik dininin soyut düşünceyi
kışkırtması, nüfus olarak küçük olan polis düzeninin devamlı bir
bürokratik elite ihtiyaç yaratmayarak, elitlere boş zaman ayırması ve kölelik
kurumunun, Yunan vatandaşlarının temel ihtiyaçlarını karşılayarak onlara
sanata, müziğe ve felsefeye ayırabilecekleri vakit bırakmasının etkili olduğu
düşünülebilir. İşte bu ortam içerisinde felsefi düşünüşün İonia’da doğduğu
kabul edilir. İonia felsefesinin ilk düşünürleri olan Thales, Anaksimandros,
Anaksimenes ve Heraklitos gibi düşünürler her şeyden önce, “varlık evreninin
aslı nedir?” sorusuna cevap aramışlardır. Bu soruya ilk olarak Thales “su”,
Anaksimandros “sınırsız” (apeiron = belirsiz), Anaksimenes “hava”,
Herakleitos da “ateş” cevabını vermişlerdir. Thales’le başlayan bu “evrenin arkhesi,
tözünü bulma” uğraşısının asıl önemi, onların doğru cevabı verip
verememelerinden değil; fakat bu soruya cevap olarak ilk kez efsanevi-dinsel
nitelikli olmayan natüralist bir açıklama vermeye çalışmasındandır. Bu nedenle
bu düşünürlerin geneline İonia doğa felsefesi, Materyalist felsefe veya Miletos
Okulu adı verilir.
İonia’da
materyalist bir felsefe okulu ortaya çıkarken, İtalya’da Pythagorascılar ve
Elea Okulu ile “idealist felsefe” gelişiyordu. (İ.Ö. VI. Yüzyıl) Pythagoras
olan Pythagorascılığın temel düşüncesi, ruhun çeşitli beden kafeslerinde
gittikçe daha erdemli bir hayat yaşayıp, maddi hazlardan uzak kalarak, yüksele
yüksele saf ruh haline gelip asıl ruhla bütünleşmesidir. Materyalist İonia doğa
felsefesinin karşısında Pythagorasçılık “idealist, dini” temelli bir anlayış
getirir.
1. SOFİSTLER
Sofistlerin
Özellikleri
Etimolojik
bakımdan ‘sofist’ kelimesi Yunanca sophos (bilge, becerikli, zeki) sözcüğünden
türetilen sophistes’ten gelir, öğrenmeyi ve öğretmeyi meslek edinen kişileri
belirtmek için kullanılır. Sofist sözcüğü, Yunanca’da bilgelik, hikmet anlamına
gelen sophos (Sophia) sözcüğünden türemiştir. Sofizm, belagat,
güzel konuşma anlamını ifade ettiği gibi, gerçekte yanlış, fakat görünüşte
kandırıcı deliller ileri sürmek suretiyle insanların aldatılmaları da aynı
kelime ile ifade edilmiştir. Öte yandan sofist kelimesinin filozof manasını
anlatmak için kullanıldığı da görülmüştür. Ağaoğulları’na
göre sofist sözcüğü ilk üçü birbirine bağlı şu dört anlamı içermektedir:
Bilgili kişi, siyasal hayat öğretmeni, retorik ustası ve safsatacı kişi.
Sokrates’e göre,
sofistler “Bilgi tüccarlarıdır”. Sofistler, insanlara diğer insanları nasıl
etkileyeceklerini öğretmektedirler. Sofistler, M.Ö. 5. yüzyılda para
karşılığında felsefe öğreten gezgin felsefecilerdir. Özellikle Atina’da çağın
önde gelen bilgeleri var olan değerleri (kritias) eleştirmişlerdir. Göreceli ve
kuşkucu düşüncenin köklerini atmışlar ve geliştirici olmuşlardır
Sofistlerin etkinlik kazanmasının
ekonomik ve siyasal bir zemine dayandığı söylenmelidir. Yunanistan’da M.Ö.V. yüzyılda
beliren büyük değişimaristokrat kökene sahip olmayan yeni bir zenginler
sınıfını ortaya çıkarmıştı: Bu sınıf ticaret yaparak zenginleşenlerden
oluşuyordu. Bu yeni sınıf bilgi elde etmek için her türlü maddi fedakarlıkta
bulunmaya hazırdı. Sofistlerin yaşadığı dönemde doğrudan demokrasi uygulamaları
geçerliydi ve siyasi kararlar ile yargısal kararlar halk meclislerinde
alınıyordu. Oy verme hakkının daha çok sayıda insana sağlanması, demokratik
temsilin genişletilmesi, siyasi konuları belirli bir zümrenin tekelinden
kurtarmış ve halkı etkileyecek belagata sahip bulunan herkese lider olmak imkânını
hazırlamıştı. Siyasal sistemde meydana gelen bu değişme, cesaret, sadakat,
şeref, itidal gibi geleneksel değerlerin bir yana atılması ve hitabet sanatının
önemi gittikçe artan bir değer olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştu. Bundan
dolayı insanların iktidar sahibi olabilmeleri, ancak bu meclislerde diğer
insanları ikna edebilmeleriyle mümkündü. Sofistler de bu hitabet konusuna hâkimdiler.
Ekonomik olarak ise, yeni gelişen tüccar sınıfının iktidarda söz sahibi olmak
gibi bir kaygısı vardı. Onlar da sofistlerden hitabet dersleri almaya ihtiyaç
duyuyorlardı.
Genel olarak insanı
düşünüşün baş konusu olarak aldığı için, metafizik düşünce ve batıl inançlara
tepki olarak çıkıp, insana, sosyal sorunlara eğilen on sekizinci yüzyıl
aydınlanmasına benzetilir. Onlar kuramsal bilgiye ulaşmak yerine insan
mutluluğu için kullanılabilecek pratik bilgiye ulaşmaya çalışmışlardır. Bu
yüzden sofistlerin yarattığı bu düşünüşe “sofistik aydınlanma” denir.
İlk
sofistlerin toplumda büyük bir saygınlığı olmasına rağmen felsefe tarihinde
‘sofist’ denildiğinde akla olumsuz bir anlam gelir. Bu anlam başta dönemin en
önemli filozofu olan Platon’un, Sokrates’in ve Aristoteles’in sofistlere karşı
yürüttüğü mücadeleden ileri gelmektedir. Sofistler sürekli bu düşünürler
tarafından eleştirilmiş ve küçük görülmüşlerdir. Bir de para karşılığı ders
vermeleri o dönemde yadırganmıştır. Bununla birlikte felsefe tarihi içinde
erdemin öğretilir olup olmadığı gibi çok önemli soruların sorulmasında ya da
yeni yaklaşımlar geliştirilmesinde sofistler her dönem önemli etkilere yol
açmışlardır.
Asıl katkıları / etkileri
epistemoloji alanında olmuştur. Bilginin kişiden kişiye değişebilir ve öznel
oluşu en önemli düşünceleridir.
Protagoras: “İnsan her şeyin
ölçüsüdür; olan şeylerin varlığının ve olmayan şeylerin yokluğunun ölçüsü
insan”dır. Bu söz ne kadar çok insan varsa o kadar çok da hakikatin olduğunu,
böylece, evrensel, nesnel ve genel geçer bir hakikatin mümkün olmadığını ima
ederek nihilizme temayüllüdür.
Buradaki
insan tekil bir varlık olarak insandır. Yani genel geçer bir insanlık
kurgusundan ziyade, birel varlıkları ile insanlar bilgileri ile birden çok
hakikati gösterirler.Bu ekonomik ve siyasal konjonktür sofistleri ön plana
çıkarıyor ve onların felsefi konumlarının zeminini hazırlıyordu. Yani, hakikat,
diğer insanları yönetebilmek için ikna edici kimi düşüncelerden oluşuyordu ve
bu düşünceler başka bir hatibin ikna yeteneği sayesinde yerini başka bir
hakikate bırakabilirdi. Sofistler, böylece, adil olanın, iyi olanın, hep
iktidar sahiplerinin iradesine uygun gerçekleştiğini ve yine bu bakımdan
aslında bu değerlerin / kavramların iradi olarak ve nesnellikten, evrensel
genel geçer oluştan bağımsız olarak varolduklarını ileri sürdüler. Hakikat,
böylece, sofistlere göre, yoktur! Bu, ne kadar insan varsa o kadar bilgi vardır
ve genel geçer, evrensel bir bilgi mümkün değildir noktasına varmaktadır.
Sofistler bu anlamda kuşkuculardır. Böylelikle
sofistler, herkesin üzerinde uzlaşacağı kesin bir doğrunun olabileceğini
yadsımış, görelikçi bakış açısının ve dahada önemlisi şüpheciliğin tohumlarını
atmışlardır.
Gorgias:
Doğa felsefesine karşı çıkmaktadır. Protagoras’tan
daha da ileri gitmiş, bir şekilde varlığın bilinemeyeceğini öne sürmüş ve
episemolojide kuşkuculuğun en kritik argümanlarını belirginleştirmiştir.
Gorgias’a göre ne varlık bulunur, ne varlığın bilgisi mümkündür, ne de bilginin
bir başkasına aktarılması söz konusudur. Hiçbir şey var değildir, var
olsa bile bilinemez, bilinse de aktarılamaz düşüncesi ile nihilizme varılır. Böylece
hakikati aramaya gerek kalmamaktadır; çünkü, hakikat değil, hakikatler vardır.
Bu hakikatleri belirleyen de fayda ölçüsüdür. Yani hakikat, bize yararlı olandır.
Bize iktidardan pay almayı sağlayandır. Bunun dışında hakikati aramanın bir
anlamı ve gereği yoktur.
Sofistlerin
düşünceleri sadece epistemoloji ile sınırlı değildir. Örneğin, ahlaki, siyasal ve dini değerler de
bireysel ve görelidir. Ne kadar insan varsa o kadar ahlak vardır. Bu durumun
hukuk ve adalet alanında da yansımaları vardır. Sofistlere göre yasa, güçlünün
işine gelendir. Egemen sınıf yasayı yapar ve işine gelen biri adaleti
yönetilenlere satar, onları ikna eder. Sofistlerin bu düşüncesi Sokrates’i ve
Platon’u önemli derecede etkilemiştir.
İ.Ö.
V. yüzyıl ile IV. yüzyıl arasında revaçta olan iki kuşak sofistler,
devletin ve hukukun kaynağı bakımından ikiye ayrılırlar:Bu iki kuşak arasında
zaman olarak öncelik sonralık ilişkisinden ziyade fikirsel bazda farklılıklar
dikkat çekicidir. Şimdi kısaca bu kuşaklara
ve aralarındaki farklılıklara değinelim.
İlk kuşak:
Devlet bir toplum sözleşmesiyle var olur. Devlet çatısı altındakiler bu
sözleşmeye uyarlar. İkinci Grup: Sofistlerin çoğunluğunu oluşturan bu gruba
göre devlet güçlülerin devletidir. Hukuk ve adalet böyle bir iktidar oyununun
parçasıdır. Birinci kuşak
sofistlerin arasında Protagoras, Prodikos, Gorgias ve Hippias gibi düşünürler
yer alır. Bu düşünürlerin ortak paydası demokrasi yanlısı olmalarıdır. Görüşeri
şu şekilde özetlenebilir: Temel amaç insan yararıdır. Kozmosla veya tanrılarla
ilgilenmek yerine en değerli varlık olan insanla ilgilenilmelidir.
İlk kuşak
sofistlere göre toplum ilahi bir yapıt değilnsan yapıtıdır. Her yurttaş toplumu
ilgilendiren sorunlar hakkında fikir yürütebilir. Bir başka deyişle, siyaset
bilgisi ya da siyasal erdem belli bir azınlığın (aristokratların) ayrıcalığı
değildir, fakat herkes bundan pay almıştır; dolayısıyla herkes siyasal yaşama
katılabilir ve katılmalıdır. Yunanlıların kardeş oldukları ve birleşmeleri
gerektiği fikrine sahiptirler. Bu görüşün ortaya çıkmasında, sofistlerin
Atina’da metoikos (yabancı)
statüsünde olmaları ve siyasal haklardan yoksun bulunmaları etkili olmuş
olabilir. Keza, eğer Helen birliği sağlanırsa yerli-yabancı diye bir ayrım söz
konusu olmayacaktır.
İkinci Kuşak: İkinci
kuşak sofistler arasında ise Antiphon, Euthydemos, Kallikles, Kritias,
Thrasymakhos gibi düşünürler yer alır. Bunlar bilgi konusundaki göreceliği en
uç noktaya götürürler. Her şey herkese göre doğrudur. Toplumdaki kişi sayısı
kadar farklı doğrular olabilir. Bu görecelilik ahlak kurallarını da
kapsamaktadır. Ahlaki bakımdan mutlak bir değerin var olmadığına ilişkin
anlayış, din alanına yansıtıldığında tanrıların reddine ulaşılır. Nitekim
“Atinalı soylu Kritias’a göre tanrılar, yasaların yetersiz kaldığını gören
akıllı devlet adamlarının iktidarlarını sürdürmek, siyasal düzeni devam
ettirmek için insanların içine saldıkları bir korkudur”. Devlet güçlülerin
devletidir ve güçlü ne derse hukuk odur. Bu teoriyi savunanlara göre de devleti
insanlar kurmuşlardır. Ancak devleti bütün insanlar değil güçlü insanlar
kurmuşlardır. Bunlar kendi yararlarına olan kanunlar çıkarıp, zayıflara kabul
ettirmişlerdir. Bu yüzden devlette herkesin aynı haklardan yararlanması söz
konusu olamaz. Örneğin; Thrasymakhos’a göre “adalet”, güçlünün işine gelendir.
Güçlüler, işine geldiği gibi kanunlar yapar ve yönetilenleri mutlak bir şekilde
bu kurallara uymaya zorlar. Böyle yapmakta haklıdırlar da. Bunun kanıtı, çoğu
zaman kötülerin ayakta kalması, dürüstlerin ise yıkımla karşılaşmasıdır.
Öyleyse yöneticilerin iktidarlarını sağlamlaştırmaya dönük olarak yaptıkları
kötü davranışlar bile mubahtır, “adil”dir. Thrasymakhos, adalet kavramının, her
yerde kuvvetli olanların yararına hizmet ettiğini, onların isteklerini
gerçekleştirdiğini kabul etmektedir. İnsanlar her yerde kendi menfaatlerini
takip ederler; devlet yöneticileri de kanunları çıkarırken kendi menfaatlerini
gerçekleştirmeye çalışırlar. Adalet, erdem gibi kavramlar, basit insanları
kandırmak için kullanılmaktadır.
Sofistlerin
Olumlu ve Olumsuz Yanları
Sofistlerin hemen hepsi, kendilerini
“aydın” fikir adamları olarak takdim etmişler, çürük inançlarla ve cehaletle
savaşmışlardır. Onların zararlı inançları ortadan kaldırmak konusundaki
çabaları Yunan düşünce hayatı bakımından olumlu sonuçlar doğurmuştur. Onlar
böylece felsefi düşüncenin gelişmesi için gerekli fikri atmosferin
hazırlanmasında rol oynamışlardır.
Sofistler, ulusların eşitliği görüşünü cesaretle ileri
sürmüşlerdir. Eski Yunan sitelerinde vatandaşlar arasında görülen soyluluk
ayrımını reddetmişlerdir. Hippias’ın kanun bakımından olmasa dahi, tabiat
bakımından herkesi yurttaş, akraba sayması bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır.
İyi: Antik Yunan’da bireysel değerleri ve bireyciliği ortaya koyan tek grup
bunlardır. Yunan-barbar, köle-efendi ayrımını reddeden; belirli bir topluluğa
bağlı vatandaş yerine, insan kavramının konulmasını ilk defa ileri sürenler de
muhtemel olarak onlar olmuştur.
Bazı sofistler, kanunların uygulanmasında nesafet ilkesinin
gözönünde tutulmasını ileri sürmüştür. Nasafet ilkesinin kanunların
uygulanmasında yorumlanmasında ve hukuk uygulamasının doğurduğu katılıkların
önlenmesinde önemli rol oynar.
İyi: Bilgiyi topluma yayma ve
demokratikleşmeyi sağlamaya yönelmişlerdir.
İyi / Kötü: Sofistler eleştirmiştir.
Ancak bu eleştiride yıkıcılık varken yıkılan şeyin, değerin, kurumun yerine
yeni bir şey kurmamışlardır. Sofistik hareket, aristokratik değerlere karşı bir
tepki hareketi olarak doğmuştu, başlıca amacı o güne değin toplumsal, siyasal
hayata yön veren değerleri yıkmaktı. Aristokratik değerlerin yıkımının ardından
bu değerlerin karşıtlarının doğup gelişmesi umulabilirdi. Ancak böyle olmayıp
tam tersi gerçekleşmiştir. Sokrates ve onun öğrencilerinin kurdukları felsefe
sistemleri sofistik hareketin yıktığı eski aristokratik değerleri daha sağlam
temellere oturtarak, toplumun içine düştüğü değer bunalımını aşmayı amaçlamışlardır.
Kötü: Bilgi olanaksız ise bilim de,
felsefe de boş şeyler haline gelir; buradan da nihilizme varılır.
Kötü: Amaçları insanları tartışma ne
olursa olsun bu tartışmayı kazanmaya yönlendirmektir. Böylece kötüyü ikna
yoluyla iyi gibi göstermeye yol açılmıştır.
2. SOKRATES (M.Ö. 469
-399)
Hayatı
Atina’da dünyaya gelen Sokrates’in babası taş ustası,
annesi ebedir. Kötü mizaçlı olarak tanınan bir kadınla evli olan Sokrates’in 3
oğlu vardı. Yunan düşüncesinin en büyük
filozoflarındandır. Atina sitesinin hem yükseliş hem de çöküş dönemlerini
görmüştür. Hayatı ve eserlerini öğrencileri Platon ve Ksenophan’dan biliyoruz.
Soylu bir aileden gelmemekle birlikte Sokrates, aşağı tabakadan birisi de
değildir. Her zaman
doğru bildiğini söylemesi nedeniyle kendini “tanrının devletin başına musallat
ettiği bir at sineğidir, her gün her yerde yöneticileri dürter, sıkıştırır,
azarlar, peşlerini bırakmaz.” diyerek tanımlamıştır. Kendi misyonunu
“Atinalıları uyandırıp, hayatın anlamı ve kendileri için gerçekten iyi olan
üzerine düşünmeye sevk etmek” olarak tanımlar. İnsanı felsefi düşüncenin temel
konusu haline getirmeye çalışmıştır. İnsanın ruhunda ebedi hakikatler taşıyan
yüksek, akıl sahibi bir varlık olduğunu belirtmiştir.
Genel Felsefesi
Sokrates, insanı felsefi düşüncenin temel konusu haline
getirmeye çalışmıştır. İnsanın, ruhunda ebedi hakikatler taşıyan yüksek, akıl
sahibi bir varlık olduğunu belirtmiştir.
Sokrates, Eski Yunan düşünce dünyasında önemli bir gelenek
olan doğa felsefesiyle uğraşmak yerine, tıpkı sofistler gibi, kendine konu
olarak insanı seçmiştir. Sofistler gibi, o da insanları aydınlatmak için
sürekli onlarla tartışmış; ancak sofistlerden farklı olarak, bilgisini
paylaştığı kişilerden para almamıştır. Nihayet, Sokrates akla önem vermiş,
kişinin dogmalarla ve gelenekle değil, akıl süzgecinden geçirdiği kendi
gerçekleriyle hareket etmesini önermiştir.
Felsefenin merkezine insani geçiren,
insanin kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne
olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlaki
boyutunu ön plana çıkaran Sokrates, insanlara özsel bileşenlerinin ruh olduğunu,
onlarınruhlarına özen göstermeleri gerektiğini anlatmaya çalışmış, bu düşüncesini
ifade etmek, onu eylemleriyle somutlaştırmak için de, yaz kış çıplak ayakla ve
ince bir entariyle dolaşmıştı.
Sokrates’e göre insan, bir beden ve ruhtan meydana gelen,
bir maddi bir de manevi boyutu bulunan bileşik bir varlık olup, bunlardan
insanın gerçek benliğine karşılık gelen, onu her ne ise o yapan öğe ya da
bileşen, ruhtur. Gerçekten var olanın beden olduğuna inananlar veya insanı
insan yapan unsurun ruh olduğu bilincinden yoksun olanlar, mutluluğu bedensel
tatminlerde arayan, haz, maddi zenginlik ya da şan, şeref peşinde koşanlardır.
Ruha gelince Sokrates, ruhu akılla, insanın rasyonel meleke ya da yetileriyle
özdeşleştirir. İnsanın gerçek benliği, onu insan yapan şey psukhe olup, psukhe’in
özü akıldır. Her varlığın yerine getirmek durumunda olduğu bir fonksiyon, onun
varoluşunun bir amacı bulunduğunu düşünen Sokrates, işte bu noktada, meşhur
arete ya da erdem düşüncesini geliştirir. Sokrates’e göre hayatın amacı
mutluluktur, mutlu olabilmek için de kişi kendini tanımalı, kendi ile uyum
halinde olmalı, kendini neyin mutlu ve neyin mutsuz edeceğini bilmelidir.
Gerçek mutluluğa kişi ölçülü hareket ederek ve kendine hâkim olarak ulaşabilir.
Bunun için de kişinin hisleri ile değil, aklı ile hareket etmesi zorunludur.
İnsanı mutlu edecek şey değerlerdir ve bunu bilgi elde ederek yapabilir. Bu
değerler cesaret, itidal ve en yüksek değer olarak adalet ve ahlaktır.
Sokrates’in epistemolojik duruşu, bilginin ve hakikatin
imkanına yönelen bir güzergahtadır. Sokrates’in karşısında durduğu
epistemolojik görüşler, evrenin sürekli değişen bir yapıda olması, öznenin
varlığının ve hakikatin genel geçer olmayışı gibi düşüncelerdir. Sokrates’e
göre iki tür bilgi vardır. Bunlardan birincisi; duyu organlarıyla elde edilen
ve gerçek olmayan sanılar (doksa), ikincisi ise salt aklın ürünü olan
gerçek bilgi (episteme)’dir. Sokrates’e göre salt aklın ürünü olan bu
gerçek bilgi erdemle de özdeştir. Bu anlamda erdem, iyi ile kötüyü birbirinden
ayırt etmenin, neyin doğru neyin yanlış olduğunun bilgisidir. Sokrates’e göre
erdem bilgiyle özdeş olduğu için de, öğretilebilir bir şey olmaktadır.Sokrates
“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” derken sofistlerle birleşir.
Varlık ve evren hakkındaki bilgilerimizin değişebilir niteliğini, bu nedenle de
sağlam ve değişmez bir bilginin olamayacağını kabul noktasında sofistlerle aynı
fikirdedir.
Ahlak alanında ise Sokrates, insanların farklı ahlaki
inançlara sahip olduğu görüşünü reddeder. Bütün insanlığı kapsayan bir ahlakın
varlığını fikrini benimser. Akılla insanların ortak değer ve gerçeklere
ulaşabileceğine inanmaktadır. Fizik alanında
kesinliğe inanmamakta, kesin olarak hiçbir gerçeğe varılamayacağını
savunmaktadır. Ona göre tek kesinlik, erdem bilgisidir. Sokrates;
1. İnsanların akıllarıyla bulabilecekleri ve kendi hayatlarını buna
göre düzenleyebilecekleri evrensel ve nesnel bir ahlak olduğunu,
2. İnsanların
ahlaken özerk olması ve kendilerine mal etmek durumunda oldukları ahlaki
bilgiye uygun yaşamaları gerektiğini ileri sürer. İnsanlar arasındaki ahlakla
ilgili çatışmalara erdem kavramına başvurarak çözüm sunar.
Sokrates’e göre tüm insanları, toplumları, polisleri,
kısaca tüm evreni yöneten bir salt akıl vardır. Diğer canlılar arasında yalnız
insanoğlu bu salt akıldan pay almıştır. Evrensel aklın koyduğu kurallar,
göreceli olmayan, koşullara ve kişilere göre değişmeyen, gerçeğin ve adaletin
soyut kurallarıdır. İnsanoğlu sahip olduğu akıl sayesinde gerçeğin ve adaletin
bu genel kurallarını keşfedip onlara göre davranabilir.
Bir insan fena hareket ediyorsa, suç işliyorsa bu onun
erdemsizliğinden ileri gelmektedir. Erdem ise bilgi ile eş anlamlıdır. Bilgili
olan, dolayısıyla erdemli olan insan doğru hareket eder. Erdem iyiyi kötüden,
doğruyu yanlış olandan ayırabilme yeteneğidir. Bu ayrımı yapabilmek için iyi ve
kötünün ne olduğunu bilmek gerekir, yani erdem bilgidir. Bilgili insan ihtirasların ve isteklerin
kölesi olmaz. Bilgi ve erdem birbirini tamamlar. Erdeme kavuşmak için bilgi şarttır.
Sokrates bilgiyi eylemin önüne koyar. İyi ya da doğru eylemi
garanti eden erdemin bilgi olduğu ve mutluluk için sadece erdemin yettiği
düşüncesinden kaynaklanır. Sokrates’e göre, tüm insanlar, doğaları gereği,
mutlu olmayı istediklerinden ve neyin iyi, neyin kötü olduğuna ilişkin bilgi
zorunlulukla mutluluğa götüren tek yol olduğundan, bu bilgi, tüm insanlar için
kazanılması gereken bir bilgidir.
Bilgi edinmek evrensel ruhun tanınmasıdır. Maddi varlıklar,
ruh aracılığıyla bir araya gelirler ve uyum sağlarlar. Bu ruh evrensel ruh
olup, insanda da bulunur, ruh nasıl insanı yönetiyorsa evrensel ruh da evreni
yönetir. Evrensel ruh ile insan ruhu arasında sezgi aracılığıyla bir ilişki söz
konusudur. Bu nedenle evrensel ruhun tanınması için insanın “kendini tanıması”,
ruhunun derinliklerine inmesi gerekir. Mutlak doğru vardır ve insan bu
doğruları öğrenip, bilgi sahibi olabilir. Bilgi rölatif biçimlerde görünse
bile, insanın ruhunun evrensel ruha yaklaşmasıyla sağlam, herkes için geçerli
olan bilgilere ulaşmak mümkündür. Erdem doğuştan kazanılan bir yetenek
değildir, öğretilebilir ve öğrenilebilir.
Devlet gereklidir, sosyal düzen
gereklidir. Bu gerekli kuruluşların sağlamlığı, sürekliliği içinse genel bir
töre gereklidir. İnsanlar arasındaki ayrılıklar, başkalıklar görünüştedir.
İyice incelenecek olursa iyiye olan eğilim her kişide aynıdır. Kişilerin içinde
uyuyan bu ortak eğilim, ancak öğretimle ortaya çıkarılabilir. Erdem, öğrenilir.
Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem birdir, bölünmez, ayrılmaz. Bir
davranışta, erdemli, başka bir davranışta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa
kişinin bütün davranışları ona uygun olmak zorundadır. İnsan, kendini bilmeli,
tanımalıdır. Erdem, insanın kendini bilmesi, tanımasıdır. Fizik alanında şey’lerin
nedenini çözemeyiz ama kendimizin ne olmamız gerektiğini bilebiliriz. Erdemli
olmamız gerekir, çünkü erdemli yaratılmışızdır. Erdem, bizim yapımızda
saklıdır. Bu bilgi, elde edebileceğimiz tek bilgidir. Törenin dışında başkaca
hiçbir konuda felsefe yapılamaz. Öğretim, insana hiçbir yabancı şey vermez,
ancak insan zihninde gizli bulunan tohumları uyandırır, büyütür, geliştirir.
Sokrates “Fenalık yapmakla fenalığa maruz kalmak arasında
bir seçim yapmak lazım gelirse, fenalığa maruz kalmayı tercih ederim.” der. Bilgisizliği
kınar. Adalet ona göre, “iyiyi kötüden ayırma bilgisidir.” Bu bilgi hukuk
duygusunda ifadesini bulur. İçimizdeki “adalet duygusu” bize neyin doğru ve
iyi, neyin yanlış ve kötü olduğunu öğretiyor. Bu şekilde Sokrates bilgi
edinmenin insan hareketlerinin ahlakiliği ve adalete uygunluğu için mutlak bir
şart olduğunu ifade etmektedir.
Devlet ve Hukuk
Felsefesi
Sokrates siyasetten uzaktır. Bununla birlikte siyaseti,
adalet ve genel fayda bilimi olarak tanımlamış ve devleti bilgili insanların
idare etmesinin doğuracağı olumlu sonuçlar üzerinde durmuştur. Sitenin idaresinde
kuvvet ve zorun yerini, bilgi ve yol göstericiliğin almasını istemiştir.
Atina’da idarecilerin, bilginler arasından değil de, bilgisizlerce
yönetilmesini eleştirmiştir. Özellikle egemenliği elinde bulunduran, “Beşyüzler
Meclisi”nin kura ile vatanaşlar arasından seçilmesinin yanlış olduğunu
belirtmiştir.
Polis veya
kent-devletinin varlık nedeni, sadece yurttaşlarının hayatlarını güvence altına
almak değil, fakat esas onların mutluluğa erişebilmelerini mümkün kılmak,
ahlaken iyi bir yaşam sürmelerini sağlamak ve yurttaşlarına iyi bir hayat temin
etmektir. Aynı zamanda bir eğitim kurumu olan polis, ona göre, yurttaşlarını gerçek mutluluğa eriştirmekle,
onların ruhlarına özen gösteren iyi insanlar haline getirmekle mükelleftir.
Devlete düşen, yurttaşlarını özellikle manevi yönden geliştirmek, onları kendi
iyi telakkisine göre erdemli varlıklar haline getirmektir.
Sokrates, ikinci olarak polis
ya da devlet ile onun yasalarının bir sözleşmeye dayandığını söyler. Bu
sözleşme anlayışı ise temelde devlet ve devletin yasalarıyla yurttaşlar
arasında bir sözleşme bulunduğu, kaderini sosyal sistemini bütün hayatı boyunca
kabul etmiş olduğu topluluk ya da cemaate bağlı kılmış olan yurttaşın toplumsal
düzenin kendisine bağlı olduğu kurum ve örgütleri destelemek ve başına buyruk
hareket etmemek gibi bir yükümlülüğü bulunduğu düşüncesini ihtiva eder. Dolayısıyla,
Sokrates diğer yurttaşlar gibi kendisinin de Atina devletiyle yasalarının
eseri, hatta kölesi olduğunu kabul eder. Bireyin iyiliği, moral gelişimi ve
kendisini gerçekleştirip, potansiyelini hayata tam olarak ve doğru geçirmesi
için varolan, varlık sebebi iyilik ve adalet olan devletin ve hukukun kötü
olamayacağını iddia eden Sokrates açısından sorun, devlette ve yasalarda
olmayıp, devleti temsil edenlerde, yasaları uygulayanlardadır.
Sokrates, işte bu temel üzerinde üçüncü olarak da devletin
yönetim sanatında uzman olmayanlar, yani herkes tarafından temsil edilmesine;
yasaların gerçek adaletin, hayatın amacının ne olduğunu bilmeyen, eşdeyişle
gerekli felsefi bilgelikten yoksun sıradan insanlar tarafından uygulanmasına
karşı çıkarken demokrasiyi şiddetle eleştirmişti.
Sitenin idaresinde kuvvet ve zorun yerini, bilgi ve yol
göstericiliğin almasını istemiştir. Atina’da idarecilerin, bilginler arasından
değil, bilgisizlerce yönetilmesini eleştirmiştir. Özellikle egemenliği elinde
bulunduran, “Beşyüzler Meclisi”nin kura ile vatandaşlar arasından seçilmesinin
yanlış olduğunu belirtmiştir. Buradan yola çıkarak, Sokrates, anayasal monarşi
veya aristokrasiyi kabul edilebilir yegâne yönetim biçimi olarak görür. Sokrates
iki tür kanun olduğunu söyler;
-
Yazılı kanunlar:
Vatandaşların
rızası ile vaz edilen kanunlar yazılı kanunlardır. Kanunlar, memleketin iradesi
temsil ettiği için vatanını seven her insan kanunlara uyması gereklidir. Ceza
kanunları, insanı suç işlemek suretiyle içine düştüğü günahtan kurtarır. Suç
işleyen kimse mutlaka cezasını görmeli, hatta bunu bizzat kendisi istemelidir.
-
Yazılı olmayan kanunlar:
Devlet yönetiminin
çıkardığı yazılı kanunlar ulustan ulusa, zamandan zamana değişiklik gösterdiği
halde, yazılı olmayan kanunlar bütün zamanlar, bütün ülkeler için geçerli
kuralları içine alır. Yazılı olmayan kanunlar ilahi iradenin bir ifadesidir.
Genel ahlakın kurallarıdır. Yapılan iyiliğe minnettar olmayı, akrabaya sevgi ve
saygı göstermeyi, herkese iyilik yapmayı ve nihayet dini ibadeti emreden
kanunlar, yazılı olmayan kanunlara örneklerdir.
Sokrates, yazılı
kanunların da iyiliğe yönelen memleket iradesini temsil ettiğini belirtir. Bu
şekilde hem pozitif kanunların, hem de ahlaki kanunların iyiliğe yönelmesi
gerektiği belirtilmiş olmaktadır. İyi bir yurttaşın çevresine kötü örnek
olmamak, kötülere istediklerinde yasaları çiğnemek cesaretini vermemek için tüm
yasalara saygılı olması gerekir. Ancak bu yasalara yönetenler de yönetilenler
kadar uyacaktır. Sokrates hep uyduğu ve adaletsiz de olsa düzen için savunduğu
yasalara uymamanın kendisi ile çelişmek olarak görüleceği için kaçırılmasını
sağlamaya dönük teklifleri reddeder.
Sokrates hukuk
düşüncesinde, kimi sofistlerin hukuku güç ilişkilerine bağlamalarına karşın,
pozitif yasaların üzerinde ve onları bağlayan, insan yapımı olmayan, hep var
olan bir üstün hukuktan bahsetmektedir: Doğal Hukuk. Sofistler olandan
hareketle hukuku tanımlarken teslimiyetçi bir çizgide gitmektedir. Sokrates
ise, pozitif yasaların doğal hukuka uygun olması gerektiğini söylemekle
yetinmemiş, olması gereken’e yönelen bir mücadeleyi de gündeme getirmiştir.
Sokrates kadın ve
erkeklerin eşitliğini kabul etmektedir. Ona göre her iki cins eşit olmakla
birlikte tabiatın yarattığı bazı farklar vardır. Erkeğin faaliyeti daha çok
evin dışında olduğu halde, kadın çalışmasını evin içine yöneltir. Kadın kamu
işlerinde erkekle eşit statüye sahip ve erkeğin rakibi olamaz. Bununla beraber
çocukları büyüten, eğiten ve kocanın malvarlığını koruyan kadındır.
Sokrates
çalışmanın erdemi ve faydası üzerinde de durmuştur. Eski Yunan’da çalışma
aşağılık bir uğraş olarak kabul edilmektedir.
Sokrates’in
Yöntemi
Bütün insanların
rasyonel varlıklar olduklarına, onların söz konusu rasyonalitenin bir gereği
olarak, doğru ahlaki bilgi yardımıyla ahlaken özerk bireyler haline
gelebileceklerine inanan Sokrates, öncelikle insanlara ahlaki bilgi bağlamında
derin bilgisizliklerini, sonra da bu bilgiye nasıl erişebileceklerini göstermek
için bir felsefi yöntem geliştirmiştir.
Sokrates,
fikirlerini karşısındakilere sorular sormak ve onları cevap vermeye alıştırmak
suretiyle öğretmiştir. Bu şekilde insanın zaten gerçeği bildiğini, sorular
sormak ve bu sorulara cevaplar almak yoluyla insan aklının batıl inançlardan
kurtulabileceğini göstermek istemiştir. Onun soru ve cevap yoluyla gerçeği
bulmak amacını güden metoduna “Dialektika” adı verilir. “Ey insan kendini bil”
sözü de, dialektika metodunun gerçek amacını açıkça göstermektedir.
Sokrates’in hakikate ulaşmada kullandığı yöntem
“diyalog”dur. Diyaloğun niteliği, doğru bildiğimizi sandığımız şeyleri aslında
bilmediğimizi göstermektir. İyilik, adalet gibi değerler hakkında farklı
insanlar farklı görüşler ileri sürüyorsa, bu, o konular hakkında bilgisiz
oluşumuzdan kaynaklanmaktadır. Sokrates’in
diyaloğunda 2 aşama vardır;
İroni: Bir kavramı iyi
bildiği düşünülen bir kişiyi alaya alıp, onun o kavramı bilmediğini, ona
sorular sorarak, göstermek.
Doğurtma:
Sorular ile o kavramı bilmediğini gösterdiği kişiye, kavramla ilgili tanımlar
oluşturtma evresidir. Bu evre de sorulardan oluşur. Kavramlar üzerinde doğru
bilgiyi oluşturmaya, doğurtmaya çalışır.
Sokrates’in
yöntemi, diyalog olarak adlandırılmalıdır. Marksizmdeki diyalektikten
farklıdır. Sokrates doğru ve sağlam bilgiye ulaşmayı hedeflerken Marksizmde
bilgi hareket halindedir. Sokrates idealist, Marx materyalisttir. Sokrates’e
göre, hakikatler doğuştan zihnimizde mevcuttur ve onun yaptığı bu bilgilerin
açığa çıkarılması, doğurtulmasıdır. Marksizmde ise bu idealizme karşıt olarak,
bilginin kaynağı maddedir. Sokrates’te senteze ulaşıldığında işlem tamamdır.
Marksizmde ise sentez nihayet değildir; sentezden sonra da hareket devam
etmektedir.
Sokrates’in
Savunması
Sokrates, dini
inançlara karşı çıkmakla ve gençliğin ahlakını bozmakla suçlanmıştır. Sokrates’in
yargılama sırasındaki savunması: … İnsanların servetten önce erdeme ve kendi
ruhlarını yüceltmeye çalışmaları gerektiğini, paranın insanlara erdem
getirmeyeceğini, fakat fazilet sayesinde paraya ve diğer eşyaya sahip
olunabileceğini belirtmiştir. Mahkeme tarafından ölüme mâhkum edilmiş;
öğrencileri cezadan kaçması için yardım teklif etse de reddetmiştir. Sokrates,
mahkeme hükmünün yerine getirilmesine engel olmak için kaçmanın devletin hukuk
düzenini ihlal edeceğini söylemiştir. Eğer mahkemeler tarafından verilen
hükümler bu şekilde ihlal edilirse, ne devlet, ne de hukuk düzeninden söz
etmeye imkan olmayacaktır.
Reşit olduktan
sonra insan, yürürlükte bulunan düzeni beğenmiyorsa, o memleketi terk ederek
başka bir yere gidip yerleşebilir. Bunu yapmayan, devletin topraklarında
yaşayan, devletin sağladığı düzenden yararlanarak hayatını kazanan, nesnelere
malik olan bir kimse, devletin mahkemeleri ve kanunları tarafından verilen
bütün emirlere uymayı kabul etmiş demektir. Şu halde mahkeme tarafından verilen
hükmün infaz edilmesi, devletin ve toplumun devamı için mutlak şekilde
zorunludur. Bu gerekçeyle kaçma teklifini reddeden Sokrates aynı zamanda
normatif-pozitif hukuk düzenine, her toplumda yaşayan vatandaşların uyması
gereğini de öğütlemektedir.
Sokrates’e yönelik
eleştiriler: Bilgili insanın zorunlu olarak ahlaki ve adil olacağı düşüncesi
geçerli değildir. Bütün insanları zorlama olmaksızın inandırma yoluyla
yönetilmeleri gerektiğini söyler. Hukuk ve devlet düzeninin zorlama olmadan
varlığını sürdürmesi imkânsızdır.
Sivil
İtaatsizlik ve Sokrates
Sokrates gençleri fikirsel olarak baştan çıkarmak nedeniyle
doğrudan demokrasi koşullarında halk meclislerince mâhkum edilmiştir. Halk
meclisinde savcılık yoktur ve dileyenler dilediklerini itham ederek
suçlayabilmektedir. Sokrates hep uyduğu ve adaletsiz de olsa düzen için
savunduğu yasalara uymamanın kendisi ile çelişmek olarak görüleceği için
kaçırılmasını sağlamaya dönük teklifleri reddeder ve tarihteki ilk sivil
itaatsizlik eyleminin faili olarak kabul edilir. Ancak düzeni savunmak için
ölümü göze alan Sokrates nasıl olur da sivil itaatisizlik eylemcisi olarak
kabul edilebilir?
Sivil itaatsizlik, bugün hukuksal çerçevesi çizilen ve
içinde yasaya aykırılığı barındıran bir prosedürdür. Sivil itaatsizlik;
Devletin ve / veya yasanın haksız uygulamalarına karşı üçüncü kişilerin
bilebileceği şekilde şiddet içermeyen, kamuya açık ve aleni yasa ihlalleridir.
Burada yasaya doğrudan ya da dolaylı karşı gelme söz konusu
olabilir. Sivil itaatsizlikte sistemin bütününe ya da anayasal düzeni yıkmaya
yönelinmez. Bilakis, devlet ve / veya yasalar tarafından anayasaya ve hukuka
aykırı işlem ve eylemlere kalkışılır. Alenilik ile kastedilen, itaatsizlik eylemlerinin
gizli olmayıp kamu tarafından bilinebilir ve anlaşılabilir, açık olmasıdır. Sivil
itaatsizlik eylemlerinde üçüncü kişilere zarar verebilecek şiddet unsurlarına
yer yoktur. Sivil itaatsizlik eylemlerinde eylemin politik ve hukuki
sorumluluğunun üstlenilmesi gerekir.
Hukuksal sorumluluk konusunda ise iki görüş vardır. Birinci
görüşe göre, sivil itaatsizlik eylemleri ile yasaya karşı gelen, hukuka
aykırılığın sorumluluğunu da kabul etmiş, üstlenmiş sayılır. İkinci görüşe
göre, sivil itaatsizlik eylemi meşru olduğu için herhangi bir sorumluluk
doğmayacağı yönündedir.
Vicdani ret bireyselken, sivil itaatsizlik kamu vicdanına
ve ortak adalet inancına yönelen kolektif bir çağrıdır. Yasadışılık, alenilik,
kamu vicdanına çağrı, hesaplanabilirlik ve hukuksal sorumluluğun kabulü
bakımından Sokrates olayı bir sivil itaatsizlik olarak yorumlanabilir. Atina
yasalarına ve tanrılara karşı gelen, halkı düşünmeye çağıran, amacı belli ve
sonunda hukuksal sorumluluğu kabul eden (sitenin tümüne yönelen bir eleştiri
olması bakımından sivil itaatsizliğe benzemese de) Sokrates olayı sivil
itaatsizliğe örnektir. Burada şu önemlidir: Sokrates’in aristokrat oluşu ve
aristokrasiyi savunması, içinde bulunduğu doğrudan demokrasi koşullarını tehdit
ettiği için, yok edilmesine sebep olmuştur.
EK
KAYNAK:
1-
“Sokrates’in
Savunması”nın tam metnine aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz;
3. PLATON
(M.Ö.427-347)
Hayatı
M.Ö. 427’de Atina’da doğmuştur. Atina’nın ünlü ve soylu ailelerinden
gelir. Otuz Tiran yönetiminde yönetime katılmaya çağrılmıştır. Sonra demokratik
yönetim kurulmuştur ve Platon Atina’dan uzaklaşarak Mısır’a, Güney İtalya’ya ve
Sicilya’da Sirakuza’ya gitmiştir. Bu ülkeden Isparta gemisinde köle olarak
uzaklaştırılmış ve onu tanıyan bir filozofça satın alınarak kurtarılmıştır.
M.Ö. 378’de Akademos isimli bir Atinalının bahçesinde ders vermesinden dolayı
onun ders verdiği okula Akademi adı verilmiştir.
Platon XIII.
yüzyıla kadar hristiyan teolojisinin yol göstericisi sayılır ve Aristoteles’in
ancak bundan sonra hristiyan âleminde saygınlık kazandığını söylemekte
yanlışlık yoktur. Platon “Devlet” adlı eserinde “en iyi”, “ideal”, “mükemmel”
devletini anlatır. “Kanunlar” adlı eserinde ise uygulama alanına koyamadığı
ideal devletinin yerine, “ikinci en iyi” devletini ortaya koyar.
Platon Atina’da
demokratik eğilimlerin ağırlık kazandığı, sınıf kavgalarının geniş boyutlara
ulaştığı bir dönemde yaşamıştır. Toplumun bu mücadele ortamından kurtulabilmesi
için katı bir sınıf ayrımına dayanan aristokratik bir düzen tasarlamıştır. Demokratik
yönetime karşı olan Platon, akıllı bilge azınlığın yönetiminden yanadır.
İnsanların doğuştan eşitsizliğine inanmıştır, amacı yıkılmakta olan
aristokratik düzeni kurmaktır.
Genel
Felsefesi
Platon bilgi
konusunda rasyonalisttir. Sofistlerin genel geçer bilginin olmadığı, yalnızca doxa’lar (sanılar) olduğu yönündeki
görüşlerine episteme argümanıyla
yanıt verir. Bu noktada hocası Sokrates’i aşar. Sokrates siyaset ve ahlak
alanında doğru ve sağlam bilgi mümkündür derdi. Diğer konularda ise ancak
sanılarımız olabilir diyordu. Duyu verileriyle gelen bilgiler bizi yanıltır
diyerek Platon da sofistlere katılır; çünkü maddesel dünyada her şey değişir,
kalıcı ve tutarlı bilgi nesneler dünyasında mümkün değildir. Ancak doğru ve
sağlam bilgi başka bir dünyada asli ve daha iyi örneklere sahiptir. Platon bu
meseleyi “Mağara örneği” üzerinden
giderek berraklaştırır.
Platon’un genel
felsefesinde ikili bir dünya vardır: Akıl, ideler dünyası ve duyular,
görünümler dünyası. Nesnelerin görünümleri dışında bir de asılları vardır.
Nesneler zamanla kaybolup, göçerler, ama ideler her zaman için mevcuttur.
Örneğin herhangi bir üçgeni yok edebiliriz, ama üçgen idesini asla. Nesnelerin
aslını idelere bağlayıp, asıl realitenin bu ideler olduğunu ileri sürmek
felsefede idealizm olarak adlandırılır. Maddenin özü bu idedir. Bu nedenle
gerçeği idede aramamız gerekir. İde bedensiz, görünmez ve dokunulmaz bir
gerçektir. İnsanın bilgiye ulaşması için İdeler Dünyasını anımsaması gerekir.
Bu akıl aracılığıyla, tüm aldatıcı istek ve arzulardan sıyrılarak
gerçekleşebilir. İnsan düşünceleriyle iyi, doğru ve adil olana ulaşır, mutlak
iyiyi kavrar.
Mağara benzetmesine göre, ışığa açılan uzun bir girişi olan
bir yer altı mağarasının en dibinde insanlar, çocukluklarından beri,
ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak hareketsiz bir şekilde
oturmakta ve yalnızca önlerini görebilmektedirler. Onların arkasında, yüksekte
bir yerde bir ateş yanmakta ve ateşle bu insanlar ya da mâhkumlar arasındaki
yolda küçük bir duvar ya da perde bulunmaktadır. Duvar ya da perdenin arkasında
ise konuşan, ellerinde türlü türlü araçlar, taştan ya da tahtadan yapılmış
insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyan insanlar geçmektedir.
Mağaranın dibinde oturan mâhkumlar yalnızca, ateşin aydınlığıyla perdeden
duvara vuran gölgeleri görebilmektedirler. Ellerinden, ayaklarından ve
boyunlarından zincire vurulmuş, hiçbir şekilde kımıldamayan bu mâhkumlar
mağaranın duvarındaki gölgeleri duvara gölgesi vuran nesnelerle karıştırmakta,
perdenin arkasından yankılanan seslerin duvardaki gölgelerden geldiğine
inanmaktadırlar. Bu mâhkumların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve
kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel bilgi duvardaki
gölgelerin yani görünüşlerin bilgisidir.
Platon’a göre insanların ruhları dünyaya gelmeden önce,
değişmeyen “idea” –Düşünce- dünyasında yaşamış ve orada gerçeğin bilgisine
erişmiştir. Daha sonra bir bedene hapsedilerek ruhlar bu dünyaya, değişen
nesneler, maddeler dünyasına inmiştir. Bu nedenle bu dünyada insanın iki türlü
bilgisi vardır. Birisi bu dünyanın değişen nesneleri hakkında duyularla
edinilen bilgi ki, bu bilgi gerçek bilgi değildir; çünkü bu dünya gerçek
değildir. Diğeri duyu organlarının esiri olmayan tamamen akıl ile edinilen
bilgi ki bu gerçeğin bilgisidir, doğru bilgidir. Akıl bu bilgiyi, bu dünyada
gölge sahte varlıklar olan nesneleri görerek ve öteki dünyada, yani idealar dünyasında
gördüğü gerçeklerini anımsayarak edinir. Yani gerçek bilgi akıldan çıkan bilgi,
ruhun bir anımsaması olan bilgidir. Bir dünyada idealar dünyasına benzer
mükemmel bir hayat sürmek için, kişinin vücudunun yönetimine duygu ve
isteklerine değil, fakat idealar dünyasında yaşamış gerçeği görmüş olan,
gerçeği anımsayan akla bırakılmalıdır. Örneğin matematik bilimine bakacak
olursan “2+2: 4” gerçek bilgidir. Bu bilgi insandan insana değişmeyen, herkes
ve her zaman için geçerlidir; çünkü akla dayanır. Aklın yönettiği mükemmel
devlet de idealar dünyasına layık bir devlet olacaktır.
Platon’a göre insan başlangıçta idealar evrenine aitken,
bedeni doxalar evrenine aittir. Platon’a göre insan idealar evreninden
kovulmuştur; ancak idealar evreninde gördüklerini doxalar evreninde eğitim ile
anımsayabilir. Eğitimin önemi, bu iki evren arasındaki bağlantıyı insanın
verili varoluşundan elde etmekten gelir. Eğitim ile insan, idealar
dünyasındayken gördüklerini anımsar, idealar dünyasındaki varlığına ulaşır.
Bağlantı eğitimle, insan aracılığıyla kurulur. Bağlantıyı kuracak olanlar,
ideaları dert edinen filozof azınlıklardır.
İnsanın bu idealar evreninden kovulmuş olması, Platon’un
Orta Çağ’da Yeni-Platoncular tarafından yeniden keşfedilmesinde önemli bir
etkendir.
Nesneler Evreni
|
İdealar Evreni
|
Duyularla
algılanıyor
|
Akılla
kavranıyor
|
Nesneler,
gerçek olmayanlardır.
|
İdealar,
gerçek olanlardır.
|
İdealar
evreninin gölgesi, yansımasıdır. Yaşadığımız yeryüzü gelip geçicidir.
Değişken nesneler vardır.
|
Nesnelerin
değişmeyen, yetkin örneği. Fizik-ötesi (metafizik) evren
|
Bunların
bilgisi doxa’lardır (sanılar).
|
Bunların
bilgisi episteme’dir.
|
Madde
|
Ruh
|
Duyular
yoluyla elde edilen bilgi söz konusu olup bu bilgi gerçek bilgi değildir;
sanıdır.
|
Akıl
yoluyla değişmeyenlerin, ideaların bilgisidir. Gerçek bilgi epistemedir.
|
Deney
(empirizm)
|
Akıl
(Rasyonalizm)
|
Dünyaya düşen insanın ödevi, ruhunun asıl yurduna yeniden
kavuşması, dönmesi için gereğini yapmaktır. Bu da ideaları bilmekle olabilir.
Buradaki bilgi de yine bir anımsamadır. Ama ideaları objektif olarak bilmenin
olanağı vardır; çünkü bu yeryüzü dünyası idealar dünyasına benzer; buradaki
bütün varlıklar idealardan pay almışlardır. Anımsamanın nasıl oluştuğu
üzerindeki düşünmeleri de, Platon’u eros
(sevgi) kavramına götürmüştür. Platon’a göre, insanın çok özel bir yetisi vardır:
İnsan birçok algıları bir kavram halinde toplayabilir. Objektif olarak
görüldüğünde, bu yeti, insan ruhunun bir zamanlar idealar dünyasında görmüş
olduğu ideaları anımsamasından başka bir şey değildir. Eros doğru olarak yönetilirse insanda felsefi bir coşku uyandırır,
bu coşku da bize güzel ideasını hatırlatır, anımsama yolu ile ideaları görmeye
vardırır. Platon, güzele duyulan sevgiden doğan coşkuyu ideaların bilgisine
götüren yol olarak gösteriyor. Bu anlayışında mistik bir renk de var. Ancak,
buradaki ideaları görme, coşup kendinden geçme ile elde edilen bir görüş değil,
ruhta uyuklamakta olan ideaların ani olarak bir parlamasıdır –bu da akılla,
düşünme ile hazırlanır.
İyiye yönelen insan
ruhunda üç bölüm vardır: Akıl, cesaret ve ihtiyaçlara yönelen arzu aklın
emrindedir. Cesaret, aklın başarısına yardım eder. Arzu, tam aksine aklı yanlış
yönlere sevk eder, burada aklın görevi arzuyu gemlemektir. Bu üç bölüme ait üç
de erdem vardır, ancak bunlar aklı dinledikleri sürece erdem olacaklardır.
Aklın erdemi bilgelik, cesaretin erdemi yürekli davranış, arzunun erdemi ise
ölçülülüktür. Dördüncü bir erdem daha vardır ki bu da adalettir. Adalet diğer
üç erdemin uyuşum halinde olması sonunda ortaya çıkar.
Sokrates gibi
Platon’da erdemin bilgi demek olduğunu ileri sürüyor. İnsanların bilgi
bakımından zenginleşmeleri, ahlak ilkelerini öğrenmeleri, onların kararlarında
ve hareketlerinde fenalıktan kurtulmalarını sağlar. Bu görüşü Platon “Hiç kimse
isteğiyle fenalık yapmaz, fena hareket kötü eğitimin sonucudur.” Platon,
insanın fenalıktan kaçınmak suretiyle adalete kavuşabileceğini ve pozitif
hukuka uymanın adaletin gerçekleşmesi bakımından zorunlu olduğunu belirtir.
İnsanın ancak bu şekilde iç huzura kavuşabileceğini, toplumda düzenin
korunabileceğini belirtiyor.
İdealar evrenine
duyulan aşk, eros’tur. Bu aşk
bilgiye, hakikate dönük aşktır. Bu aşkı en çok yaşayanlar, kendilerini bilgiye,
hakikate, epistemeye adayan filozoflardır. Bilgi kuramı ile siyaset felsefesi
arasındaki ilişki buradan gelir, çünkü sadece, küçük bir azınlık olan
filozoflar tüm toplumun çıkarına çalışacak erdeme, erosa sahiptir. İdealara,
kesin bilgiye en yakın olanlar devleti de yönetmelidirler. Her şeyi bilen, vatandaşları
için en iyisini yapan totaliter, müdahaleci ve babaerkil devlet tahayyülü söz
konusudur. Ortak mülkiyet vurgusu Platon’u ilk komünist kuramcı saymaya dahi
sebep olmuştur.
Platon’da Devlet ve Hukuk
Sokrates’in idam
edilmesi nedeniyle Atina demokrasisinden nefret eder; Sparta sistemine övgüler
düzer ve Sparta devletini ideal devletini oluştururken örnek olarak alır.
Platon, politikayı
sanat veya uygulama metodu değil, fakat teorik bir bilim sayıyor. Ona göre
siyasetin gerçek amacı insanları iyileştirmek ve eğitmektir. Siyasetin amacına
varabilmesi için zor yoluna başvurmak, kanunlar çıkarmak, doğru olabilir; fakat
politikanın asıl amacı insanları daha iyi hale getirmektir. Onun dialektika
anlayışı politika konusundaki yaklaşımı ile birleşmektedir. Dialektika
duyuların hiçbirine başvurmadan yalnız aklı kullanarak her şeyin özüne varmak
ve iyinin özüne varmadıkça durmamaktır.
Platon’a göre devlet, çıkarları dolayısıyla
birbirine bağlanan ferdlerin teşkil ettiği bir bütündür. Devlet bir organizmaya
benzer. İnsanlar ise onun içinde organizmayı teşkil eden hücreleri andırırlar.
İnsanın birçok ihtiyaçları vardır. Yemek, içmek, barınmak vb. İnsanların bu
çeşitli ihtiyaçları karşılamak için topluluk halinde yaşamaları lazımdır. İş
bölümü doğal ve sosyal bir zorunluluktur. İdeal devletinde adalet herkesin
kendi işini yapması ile gerçekleşecektir. İnsanlar eşit değildirler. Bir kısım
insanlar toplumda, beyin ve kafanın yaptığı işleri yaparlar, diğerleri ise daha
önemsiz işlerle uğraşırlar. Nasıl ki insan vücudundaki uyum her organın kendi
görevini yapması ile sağlanırsa, devlet içinde de uyum ve adalet her sınıfın
kendi yerinde kalması ve kendi görevini yapması ile sağlanır. İnsanlar
yaratılıştan birbirine benzemedikleri için, yaradılışlarına uygun iş görürlerse
hem iş gelişir hem de yaptığı iş daha güzel ve kolay olur. İşbölümü ve
uzmanlaşmanın sonucu olarak da toplum giderek büyür.
Yukarıda ifa ettiğimiz gibi Platon’a göre her
sınıfın kendine düşeni yapması ve orada kalması halinde adil bir devlet kurulabilir.
Organizmacı düşünce toplumsal formasyon ile insan bedenini benzeştirir.
Üreticiler toplumda mideye, sindirim sistemine (yani ellere, ayaklara, vücudun
belden aşağısına) denk gelir. Üreticiler ölçülülüğü, itidali temsil eder. Zira
üretirken ölçülü olmalılardır. Savaşçılar toplumun kalbidir; çünkü her sınıfa
karşılık gelen erdemler vardır ve kalp cesaret erdemini temsil eder.
Yöneticilere denk düşen erdem ise akıl ve bilgidir; organ olarak beyinde temsil
olurlar. Sofistlerin aksine, iktidarı elinde tutanlar güçlü olanlar değil,
toplumun iyiliğini düşünen bilgelerdir. Platon’a göre iyi insan, ahlaken iyi
vatandaşa eşittir ve tüm sınıflar kendi erdemleri doğrultusunda davranırlarsa
ahlaklı davranmış olurlar.
Platon ideal devleti ile tüm kötülüklerden arınmış
bir devlet düzeni kurmayı amaçlamıştır. Böyle bir devlet idealar alemine
yaraşan bir düzen oluşturacaktır.
Devlette faaliyetleri birbirini tamamlayan 3
sınıf olmalıdır:
Üreticiler:
Bu sınıf devletin ekonomik temelini meydana getirir. Bütün toplumun muhtaç
olduğu malların üretilmesi bu sınıfın görevidir. Bu sınıf mensupları mülkiyet
hakkından yoksun bırakılmamışlardır; malk mülk sahibi olabilirler ve aile
kurabilirler.
Koruyucular:
Bu sınıfın ödevi devletin devamını sağlamak, dıştan gelecek saldırılara karşı
devleti savunmak ve devlet içinde kanunların yürürlüğünü sağlamaktır.
Koruyucuların en iyileri yönetici olabilir.
Yöneticiler:
İnsan vücudunda beyin neyi ifade ediyorsa, yöneticiler de fonksiyonu yerine
getirirler. Kanunları vaz etmek, uygulamak ve vatandaşların eğitimi ile
uğraşmak bu sınıfın ödevidir. Bu sınıf felsefi incelemelerle uğraşmak, bu arada
iyilik idesini araştırmak için gerekli zamana ve imkanlara sahip olmalıdırlar.
Yani devleti yönetecek kişilerin filozof olmaları gerekir. Yöneticiler, bir devletin kafası, beyni
olarak görüldüğünden, en akıllı kimseler arasından yönetici seçilmelidir. Yani
yöneticiler filozoflardan olmalıdır.
Platon’a göre bu üç sınıf arasında hiyerarşi vardır.
Devlette düzenin sağlanması bakımından herkes üyesi bulunduğu sınıfta kalmalı,
ancak yetenekleri elverdiği oranda insanların sınıf değiştirmesine izin
verilmelidir. Bu sınıfsal hiyerarşik düzenin kabul ettirilmesi için Platon
“yararlı bir yalan” önermektedir. Buna göre tanrıların yöneticileri yaratırken
mayalarına altın kattıkları, bu nedenle onların toplumda baş tacı oldukları,
savaşçıların mayasına gümüş, üreticilerin mayasına da demir ve tunç kattıkları
söylenecektir. Bu yalana inanan herkes toplumda hak ettiği yeri ve işi bilecek
ve kabullenecektir. Yani Platon’a göre, sınıfsal konumlar yaradılıştan ve
kalıtsal biçimde gelir. Bu nedenle sınıflar arası geçiş çok ama çok
zorlaştırılmıştır. Bu noktada Platon “öjenizm”in ilk isimlerinden sayılır.(Öjenizm, insan soyunun bilimsel olarak iyileştirilmesidir.
Kötüye yorumlanması ırkçılığa varır. Irkçılıktan
çekinen düşünürler, bugün, hümanist öjenizm tarafını tutmaktadırlar; bunlara
göre, insan kendi soyunu hastalıklardan bilinçli
uygulamalar yoluyla kendileri veya danışacakları kuruluşlar aracılığıyla da düzelterek
iyileştirebilirler.)
Platon bu iddiasını
sınıflar arasında evliliğe de sıcak bakmayarak sürdürür. Yani altın ile altın,
gümüş ile gümüş evlenmelidir. Platon evlenecek yaşa gelmiş olanlar arasında
(ayarlanmış) bir kurayla evliliğin yapılması gerektiğini ifade ederek bu durumu
yumuşatmaya çalışır; ancak kura aslından gerçek bir kura değildir, zira
ayarlanmış ve hilelidir.
Koruyucular ve yöneticiler, mal mülk sahibi olamazlar. Mal
mülk edinen yöneticiler kendi çıkarlarına öncelik vermeye başlayacaklarından savaşma,
yönetme yeteneklerini kaybederler. Mülkiyet kurumunun varlığı toplumda çıkar çatışmalarına
neden olur. Zengin ve fakirler arasında ortaya çıkan ekonomik dengesizlik
nedeniyle toplumlarda düzen ve uyum bozulacağından, bu nedenle mülkiyet ortak
olmalıdır.
Platon aile kurumunu da
toplumda birliği ve istikrarı bozacağı nedeniyle aile kurumunu ideal devletinde
reddeder. Kişiler kendi ailesinin yararını toplumun yararının önüne
koyacaklarından düzen bozulur. Kadınlar
ve çocuklar, dostlar arasında ortaktır. Bu iki sınıfın evlilikleri serbestçe
yapılamaz; devlet, soyun ıslahı için evlilikleri düzenlemelidir. Kadınlar, iyi
bir eğitim ardından, kamusal hayatta yer alabilirler.
Platon’un
devlet sisteminde eğitim çok önemlidir. Çocukların yetiştirilmesinde ve
eğitimde beden eğitimi ve müzik öğretiminin başlıca rolü oynamasını, çocukların
devlet kurumlarına alınarak yetiştirilmesini ileri sürer. Beden vücudu, müzik
ruhu eğitmekle ilgilidir. Müzik devlet denetiminde olmalı; insanın çalışma ve
savaşma yeteneklerini körelten müzik engellenmelidir. Koruyucu sınıftan
olanlara beden ve müzik eğitimi yeterlidir. Yönetici sınıfa katılacak olanlar
matematik, astronomi ve felsefe öğrenmeli: Ya devlet yöneticileri filozof ya da
filozoflar devlet yönetici olmalıdır.
Platon’un ideal
devleti Sparta devletini örnek almaktadır. Sparta’da eğitim küçük yaştaki
çocukların devlete teslim edilmeleri ve sıkı bir eğitimden geçirilmeleri ile
yapılmaktadır. Sparta’da servet hoş karşılanmaz ve yabancılar buraya ancak
ticaret yapmak için girebilirler. Aslında Platon’a göre Sparta’ya dayandırdığı
ideal devleti hayali bir karakterdedir.
Devlet adlı
eserinde Platon ayrıca mevcut devlet şekilleri hakkında görüşlerini
belirtmektedir.
Timokrasi;
koruyucularla yöneticilerin yönettiği devlet şeklidir. Şan ve şeref kazanmak
önplandadır.
Oligarşi:
zenginlerin iktidara sahip olduğu devlet şeklidir.
Demokrasi:
iktidarın bütün vatandaşlara ait olduğu devlet şekline denir. Demokraside temel
ilke, herkesin özgür olmasıdır.
Tiranlık:
tek bir kişinin hâkim bulunduğu devlet sistemine denir.
Platon, belirttiği
devlet şekillerini, filozofların işbaşında bulunduğu ideal devlet sistemi ile
karşılaştırarak kusurlarını belirtmekte ve uygulamada görülen devlet
şekillerinin en iyisinin Timokrasi, en kötüsünün ise Tiranlık olduğunu
söylemektedir.
Platon aklın
kuralları olan yasaların gerekli olduğunu belirtir. Yasaların amacı insanların
mutlu olmalarını birbirleriyle dostluk içinde yaşamalarını sağlamak olacaktır.Platon rasyonel olmasının sonucu olarak doğal
hukukçudur. Yazılı yasaların üzerinde, yazılı olmayan ve daha değerli bir doğal
hukuk vardır. Bu doğal hukuk ilkeleri, doğal yasalar akılda önceden mevcuttur.
İyi yetişmiş ve erdemli insanlar, yazılı hukuk kurallarına ihtiyaçları olmadan
da barış içinde yaşayabilirler.
Devletin başlıca
ödevi, vatandaşları eğitmek olmalıdır. Devlet tarafından çıkarılan kanunlar,
özellikle ceza kanunları bu amacı gerçekleştirmekte çok önemli bir rol oynar.
İnsanlar bilgisizlikleri dolayısıyla suç işlerler. Bu sebepten ceza
kanunlarının ağır cezaları içine almaması lazımdır. Suçlunun islahı imkânsızsa,
bu takdirde ortak yarar için ölümle cezalandırılması yoluna gidilebilir.
Platon ideal
devleti tanımladığı Devlet kitabındakinden farklı olarak Kanunlar kitabında daha
ılımlı bir devlet düzeni çizer. Burada toplumu sınıflara bölmemekte ve fakat
insanların servet durumlarına göre ayrı sınıflara girdiklerini belirtir. Bu
devlette, devlet bir kurulca yönetilir ve vatandaşların sayısı bellidir; toplam
kölelerle birlikte site yaklaşık 20 bin
insandan oluşmaktadır. İdeal devletinde filozof yöneticiler olması gerektiğini
belirtirken ikinci en iyi devletinde kanunların etkin bir şekilde
uygulanmasından söz eder. Aile ve mülkiyet kurumunu kabul eder ve fakat
sınırlamaların olması gerektiğini belirtir.
4. ARİSTOTALES
(M.Ö. 384- 322)
Hayatı
Selanik
yakınlarında Yunan kolonisinde doğmuş. Babası Makedonya kralının hekimidir,
hekimlik babadan oğula geçen bir meslek olduğu için Aristotoles’de 16-17 yaşına
kadar babasının yanında hekimlik eğitimi görmüştür. Atina’ya gidip Platon’un
öğrencisi olmuştur. Platon’un ölümünden sonra seyahat etmiş, Büyük İskender’in
3 yıl öğretmenliğini yapmıştır. Atina’ya dönüşte Lyceum adını verdiği bir okulu
kurmuştur. “Atinalıların devleti” ve “Politika” ünlü eserleridir.
Genel
Felsefesi
Aristoteles’in
genel felsefesi ide-madde ikiliğini uzlaştırmasına dayanır. Felsefe önce bu
dünyayla ilgilenecektir. Platon’dan etkilenir, ancak ondan çok farklıdır.
Platon’un epistemolojik düalizmini bırakır; Aristoteles’e göre her şey bu
dünyada olur. Aşkın bir idealar evrenine gönderme yapmaz. Bilginin kaynağı
sadece akıl değil, hem akıl hem de deneydir. Yani doğuştan gelen bilgilerin
yanında deney ve gözlemden de bilgi gelmektedir. Bu deney ve gözlemden gelen
bilgiler, aklın ilkeleri yardımıyla elde edilir. Akıl ve bilgi eşittir. Akıldan
gelen ilkelere örnek, Platon’daki gibi, matematik düşünceler olabilir.
Aristoteles ile Kant’ın eleştirel aklı arasındaki benzerlik dikkat çeker.
Aristoteles,
insanın algılar sayesinde maddeyi bilebildiğini kabul etmekle birlikte,
maddenin gözlemi yoluyla bazı kavramlar veya şekillerin insan tarafından
kavranabildiğine dikkat çekmektedir.
Aristoteles tabiatta
devamlı bir değişmenin varlığını ileri sürmektedir. Bu değişme, gerçek ve
devamlı olduğu gibi belirli bir amaca da yönelir. Tabiattaki değişmeler giderek
oluşan bir gelişimin varlığını gösterir. Maddenin değişmesi, neden-sonuç
ilişkisine göre gerçekleşir.
Aristoteles’te
gerçek olanın maddesel olanla sınırlı olduğu düşünülmemelidir. Metafizik On İkinci Kitap’ta Aristoteles
maddi olmayan ve aynı zamanda tamamen gerçek olan şeylerin olduğunu
belirtmektedir. Bunlardan birincisi evreni harekete geçiren ancak kendisi
hareketsiz olan Tanrı’dır; ikincisi ise Tanrı tarafından harekete geçirilerek
gezegenleri hareket ettiren varlıklardır. Üçüncü şey ise insan aklının aktif
unsurudur ki, bu bireyin ölümü üzerine bedenden bağımsız olarak var olabilir.
Aristoteles’in “varlık”ı belirtmede kullandığı sözcük “töz”dür
(substance). Aristoteles bunu şöyle
açıklar: “Üç tür töz vardır. Bir tanesi duyumlanabilen (bunun bir alt dalı
ölümsüz bir alt dalı da ölümlüdür. Ölümlü olan tüm insanlar tarafından
tanınabilir ve hayvanları, bitkileri vb. içine alır ). . . .ve bir diğeri de hareketsiz olandır.
Bu üç tözden
gökteki ve maddi alanda konumlanan duyumlanabilen tözler, iki unsurdan
ibarettir: Madde ve form. Dünya
kendisini, Aristoteles’e göre, en üst noktasını maddi olmayan tözlerin, geri
kalan kısmında da madde ile formun kompleks bir şekilde bir araya geldiği
tözlerin var olduğu bir hiyerarşi olarak sunar. Madde; tuğla, çimento ya da
demir gibi bir evin inşasında kullanılan bir eşya olarak düşünülebilir. Form ya
da “öz” bu örnekte mimar tarafından çizilen plan olacaktır. Aristoteles’e göre
form, maddenin üzerine konduğunda onu neyse o yapandır. Özet olarak form,
maddeye karakteristiğini veren ve gerçekte onu töze çevirendir. Aristoteles
için formlar nesnelerin içindedir. Dolayısıyla ilk olarak duyu organları
aracılığıyla algılananları araştırmak gerekir.
Aristoteles, bir
sonraki adımda ise değişimin nedenlerini sunar. Aristoteles’e göre bir şeyi
açıklamayı denerken ya da onunla ilgili olarak “Neden?” sorusunu yanıtlarken dört
farklı yol vardır: bu dört farklı yanıttan, dört farklı neden ortaya çıkar;
maddesel neden, biçimsel (formel) neden, etken neden ve ereksel (amaçsal)
nedendir. Maddesel neden, bir heykelin bronzdan yapılmasında olduğu gibi bir
şeyin neden oluşturulduğuyla ilgilidir. Bu, bir tözün yapımında kullanılan
materyaldir. Hiçbir şey yokluktan gelmez; bir şeyin ortaya çıkmasından önce var
olmuş bazı şeyler olmalıdır. Biçimsel (formel) neden ise “bu nedir” ile, yani
maddenin nasıl bir yolla düzenleneceğiyle ilgilidir. Bu nedenin özelliği ise
bize maddenin “öz”ünün ne olduğunu söylemesidir. Bu varlığın formundan
kastettiğimiz onun yalnızca görülebilen şekli değildir, bundan ziyade onun tüm
karakteridir. Biz bir heykeli, heykel olarak adlandırırken bunu onun formundan
ötürü yapmaktayız, çünkü bu adlandırmada yalnız onun şekli belirleyici
değildir, bundan daha önemli olan bir adam ya da tanrı gibi başka bir varlığın
imajını temsil ediyor olmasıdır. Etken neden ise hareketin nedeni diğer bir
deyişle değişimin üreticisidir. Heykel örneğine dönülecek olursa, Aristoteles’e
göre heykeli yapan heykeltıraş, onun etken nedenidir. Ereksel neden ise
dördüncü tür değişim nedeni olup, bir şeyin meydana gelmesinde, var olmasındaki
amacın nihai noktasıdır. Bir heykeltıraş tarafından yontulan heykelin ereksel
nedeni tanrıların onurlandırılması ya da tapınağın süslenmesidir.
Aristoteles doğayı
gözlemlemiş ve doğanın belirli bir düzen gösterdiğini kavrayarak teleolojik
(amaçsal) bir görüş geliştirmiştir. Doğadaki her şey değişim gösterirken belli
bir amaca yönelmiştir. Artık doğru ve sağlam bilginin kaynağı akıl ve deneyin
işbirliği ile gerçekleşir. Oysa Sokrates bilgileri ahlak, siyaset – diğerleri;
Platon ise dünyaları idealar – doxalar diye ayırmıştı. Aristoteles bu ayrımları
yapmaz. Daha çok akıl ve deneyin, akıldaki sınıflandırmalar ve ilkeler
vesilesiyle bir araya gelişinden bahseder.
Evrensel olanın
kavranmasında öncelikle gerekli olan tikel olanın kavranmasıdır. Biz anlamak
istediğimiz tikel şeyle önce duyularımız aracılığıyla aşina oluruz.
Duyularımız, etrafımızdaki nesnelerin bireysel özelliklerinin farkında olmamıza
imkân verir. Platon’un ideaları, Aristoteles’te “form”lara dönüşür. Bir varlığı bilebilmek için algılarımız madde,
form, hareket ve amaçları bakımından varlık kazanır. Kabaca örneklersek ve Platon’la
karşılaştırırsak: Platon’a göre önce “at” fikri vardır. Duyular dünyasındaki
tüm atlar, mağara duvarlarındaki gölgeler gibi sonradan ortaya çıkmıştır.
Aristoteles’e göre ise at “formu” tüm atlarda ortak olan özelliklerdir.
“Formlar” şeylerin içindedir, şeylerin ayırt edici özellikleri olarak onlarda
mevcuttur. At ile atın formu, birbirinden ayırt edilemeyecek şeylerdir. Böylece
varlık kendi içinde bir yetkinleşmeye evrilir ve bir gayeye yönelir. Madde
halinden amaca giden yol yetkinleşmeyse, her varlık bir gayeye yönelmektedir.
Dolayısıyla, ayrıca bir idealar evrenine gerek yoktur. Bir masa da örnek
verilebilir. Bir masayı önce duyumsarım. Maddesini, formunu, hareketini ve
amacını bilmeliyim. Masa idesi idealar evreninde değildir. Masayı, daha önce
gözlemlediğim masalardan elde ettiğim masa idesine oturtarak bilebilirim. Yani
bilgide deney ve gözlem çok önemlidir. Aristoteles bu anlamda, olgucudur.
Görüldüğü gibi Aristoteles’te gaye, varlığın en yetkin şekline gidişidir. Örneğin
bir tohumun nihai gayesi ağaçtır.
Maddeyle doğrudan
ilişkisi olan, onun aracılığıyla Tanrı ve bilime ulaşan insan aklı, evrendeki
tüm olay ve nesneleri tanır ve öğrenir. Duyular ve hisler insanı harekete
yöneltir, arzu ve düşünce muhakeme şeklinde ortaya çıkar. Kıyas ve tümevarım
aklın bilim yolundaki hareketleridir, sezgi aracılığıyla bazı durumlarda
nesneler ve olaylarla ilişki kurmamız mümkündür. İnsan aklında bazı ilkeler
vardır; bunlar evreni tanımaya yarayan, özün bilinmesine yardımcı olan kategorilerdir.
On tane olan bu kategoriler; öz, nitelik, nicelik, bağıntı, yer, zaman, durum,
iyelik (malik olma), edim ve edilimdir. Bu kategoriler sayesinde bilgi elde
etmek olanağına sahibiz. Ancak deneysiz kategori hiçbir işe yaramaz, deney
kategorileri tamamlar, formları açığa vurur.
Aristoteles
felsefenin, doğayı ve insanı incelediğini, ancak bunlar incelenirken, önce
bilimin ne olduğunun, anlamanın, yapısının ve bilimsel düşüncenin form ve
kanunlarının niteliklerinin neler olduğunun araştırılması gerektiğini
söylemektedir. Bu da yöntem sorunun çözümlenmesini gerektirir. Doğru bilgi ve
bilimsel bilgi elde etmek için bağımsız bir disiplin olarak mantık ortaya
çıkar. Aristoteles’de gerçek varlık, form olan tümeldir, tümelin bilgisi ise
kavramdır. Bu kavram tikelin gerçekliği ile ilişki halindedir. Bu bağı
kurabilmemiz için tikelin verilerini iyi algılayıp sınıflandırmamız gerekir.
Nesnenin kavram kazanması hüküm yoluyla olur. Her hükümde özne, sıfat veya
yüklem ve bağ denilen üç unsur vardır. Örneğin “kar beyazdır” derken, kar özne,
beyaz sıfat ve -dır eki bağdır. Hüküm doğru veya yanlıştır, nesnede olduğu gibi
varlığı veya yokluğundan söz edilmez. Aristoteles’in asıl önemli yanı tasım,
mantıksal kıyastır. Tasım önermelerden meydana gelmiştir; belli bilinen hüküm
mahiyetindeki önermelerden, bilinmeyen bir önerme, bir sonuç çıkarmadır.
Örneğin; Bütün insanlar ölümlüdür. Aristoteles insandır. Sonuç: Aristoteles de
ölümlüdür.
Aristoteles,
mantık ile doğru düşünmenin yasalarını ortaya serer. Bu yasalar en geniş anlamda;
Özdeşlik ilkesi (bir şeyin kendisi olması), çelişmezlik ilkesi (bir şey aynı
zamanda hem kendisi, hem başka bir şey olamaz), üçüncü halin olanaksızlığı (bir
şey ya kendisidir ya da değildir, üçünçü bir hal düşünülemez), doğru düşünmenin
kurallarını gösteren tasım, bilginin taşıyıcısı olan yargının temel öğeleri ve
kategorilerdir.Aristoteles’te özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin
olanaksızlığı ilkeleri Organon (aygıt)
adlı eserde geçer. Deney verileri, bu ilkelerin süzgecinden geçerek, bilgi
edinmemize yardımcı olur.
İnsanın hem
tabiatın, evrenin kanunlarına tabi, hem de tabiat kanunlarının üstünde ve
onlara egemen bir yaratık olduğunu belirtiyor. Bu konuda ruh ve vücut ikiliğine
dayanan Aristoteles, ruhun vücuda hâkim olduğunu söylüyor. İnsan gerek bünye,
gerek ruh bakımından yeryüzündeki varlıkların en gelişmişidir. Ruhun vücut
üzerinde egemenliği normal bir durumdur. Ancak dejenere insanlarda vücudun ruh
üzerinde egemenliği söz konusu olabilir.
Aristoteles’e göre
insan, hem doğanın bir parçası, hem de doğa üzerinde egemenliğe sahip olan bir
varlıktır. İnsan doğanın bir parçası olarak doğa kanunlarına tabidir, ancak
insan iyiyi kötüden ayırma ve hür şekilde davranabilme yeteneği ile doğa
üzerinde bir egemenliğe de sahip bulunmaktadır.
Aristoteles’in
ahlak görüşleri de bugüne kadar ulaşmıştır. Aristoteles’in ahlak anlayışı “erdem ahlakı”dır. İnsan davranışının
nihai hedefi mutluluktur. Ancak bu mutluluk, Epikür’ün hazcılığı gibi değildir.
Bir anlık mutluluk değil, erdemli ve ahlaklı bir karaktere sahip olmanın insana
vereceği sürekli bir huzur söz konusudur.
Aristoteles neyi yapmalıyım / yapmamalıyım biçimindeki
ahlak felsefesi sorusu yerine, nasıl yaşamalıyım sorusuna yönelir. Yani anlık
pratikler değil, yaşam boyu süren bir karakter önem taşır. Aristoteles’e göre
sürekli olarak ahlaken doğru olanı yapma yeteneği sağlanırsa, erdemli olunur.
Aristoteles ahlakı, daha ziyade orta yaş ve sonrasına hitap eder. Çünkü ahlaklı
ve erdemli karakter ancak eğitimle kazanılır ve eğitim bu yaş dönemine tekabül
eder. Oysa genel ahlak felsefesi neyi yapmalıyım / yapmamalıyım türünden
sorularla anlık pratiklere yönelir.
İnsanın gayesi, erdemli bir karaktere sahip olmak
bakımından kendini yetkinleştirmektir. Aristoteles pratik ahlak felsefesinin ne
yapmalıyım sorusuna ikincil düzeyde önem verir. Doğru, erdemli, ahlaklı olan
nedir? Bu, doğayla insan arasında olan bir uyumdur. Diğer bir ifadeyle tüm
aşırılıklardan kaçınarak aşırılıklar arasındaki, akla uygun doğru noktayı
bulmaktır. Aristoteles’in “altın orta” kuralına göre örneğin cömertlik,
savurganlıkla cimriliğin ortasıdır. Cesaret, çılgınlıkla korkaklığın ortasıdır.
Amaç dengeli olmaktır. Bu aynı zamanda mutlu olmamızın anahtarıdır.
Devlet Anlayışı
Aristoteles’e göre insan sosyal bir varlıktır ve toplum
halinde yaşar. Ancak Aristoteles devlet topraklarının yaklaşık olarak yarısının
toplum mülkiyetinde kalmasının yararına da inanmakta, mülkiyet dağılımında
nispi bir eşitlik sağlanmasının faydasını savunmakta, mirasla ilgili kanunların
toplum içinde eşitsizlikleri gidermek amacını sağlayacak biçimde düzenlenmesini
önermektedir.
Kölelik konusunda Platon köleliği normal kabul ederken,
Aristoteles sofistlerin etkisinin artması nedeniyle köleliği meşru göstermeye
çalışmıştır. Ona göre insanların mülklerinin olması yeterli değil, onları
işleyecek canlı veya cansız araçlara ihtiyaç duyarlar. Köleler bu nedenle
gereklidir. Ayrıca doğada, daha gelişmiş olan varlıkların kendilerinden daha
aşağı varlıklara emir vermeye ve onları yönetmeye hakları vardır. Nasıl ruhun
vücuda üstünlüğü kabul ediliyorsa, zeka bakımından daha üstün olan insanların,
kendilerinden daha az zeki insanları yönetmelerini doğal saymak gerekir. Zeka
ve yetenek bakımından geri olanların, kendilerinden daha akıllı olanlara tabi
olmaları menfaatleri gereğidir. Aristoteles’in siyaset ve hukuk alanındaki
düşünceleri de böyledir. Gerçi “Retorik”te
çokça doğal, ideal bir hukuktan, devletten bahseder. Ancak buralarda bahsettiği
ideal ve doğal hukuk ya da devlet idealar evreninden gelmez; o zamana değin
gözlenebilen, deneyimlenebilen hukuklar ve devletler içinde görünen en iyi
yanlar dikkate alınır. Aristoteles bu anlamda öznel değil, nsenel ve
gördüklerinden hareketle düşünmektedir.
Aristoteles devlet ve hukuk tasarımlarını, Platon’un
idealar aleminden çıkarsadığı devlet ve hukuk anlayışının aksine, o ana kadar
görünen ve başka bir dünyadan gelmeyen devlet deneyimlerinden ortaya
çıkarmaktadır. Aristoteles’in devlet hakkındaki görüşleri Politika adlı eserinde yer alır. Unsurlara geçmeden önce denmelidir
ki, Aristoteles’te devlet zorunlu bir kurumdur, çünkü insan, doğası gereği
toplu halde yaşar. Devlet, bu toplu oluşun adı olarak zorunludur. Bu nedenle
bazı hukuk kitaplarında Aristoteles doğal hukukçu olarak, bazı hukuk
kitaplarında ise hukuk sosyolojisti (örneğin Hamide Topçuoğlu) olarak görünür.
Bu kafa karışıklığının nedeni, akla da gözleme de yer vermesinden gelir.
Aristoteles’e göre, devletin maddesi ülke ve insanlardır.
Ona göre iyi bir devlet düzeninde, o devleti oluşturan insanların sayısı
önemlidir. Nüfus, düzenin devamını etkilemek bakımından ne çok ne de az
olmalıdır. Orta ölçekte, büyüklükte bir nüfus ve toprak parçası olmalıdır (Aristoteles
bu mantıkla kürtaja cevaz vermiştir).Aristoteles’e göre sınıflar vardır; ancak
sınıflar arasında da sayısal olarak uçurum olmamalı, nüfusun çoğunluğu ne
yoksul ne de zengin olan orta sınıftan oluşmalıdır.
Aristoteles’e göre devletin en küçük nüvesi ailedir. Bu
itibarla Platon’dan çok farklılaşır. Devlet’teki
Platon aile kurumunu kabul etmezken, Aristoteles, ailenin devletin kaynağı
olduğuna inanmıştır. Aile insanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla
kurdukları bir birliktir. Birden fazla ailenin birleşmesi köyü meydana getirir.
Köy denilen birliğin amacı sadece günlük ihtiyaçların karşılanması değildir.
Köylerin kendi kendine yetecek bir topluluk meydana getirecek şekilde
birleşmeleri halinde devletin varlığından söz edilebilir. Nasıl aile ve köy
insanın sosyal bir varlık olmasına dayanıyorsa, devlet de aynı şekilde insanın
sosyalliğinden doğmaktadır.
Platon’dan farklı olarak aile kurumunun önemini vurgulayan
Aristoteles, aile bağının sağladığı yakın ilişkiyi devletin sağlayamayacağını belirtmektedir.
Aile, aile başkanından, eş, çocuklar, mallar ve kölelerden oluşur ve baba
ailede malların ve kölelerin efendisi ve malikidir.
Mülkiyet aile kadar doğal bir kurumdur ve bu kurumun
devletçe korunması gereklidir. Yine Platon’dan farklı olarak mülkiyetin çatışma
nedeni değildir ve insanlara mutluluk verdiği, herkes malını artırmaya
çalıştığı için verimlilik sağladığı ve yakınlar arası dayanışmaya kaynak
oluşturduğu için mülkiyetin olması gerekir.
Aristoteles’e göre
devlet, formu bakımından, altı tanedir. Altı tane form vardır yani altı
tane devlet biçimi. Bunlardan üçü iyi, diğer üçü de kötü/bozulmuş
yönetimlerdir.
Monarşi, aristokrasi
ve Politi (Cumhuriyet). Bu yönetim şekillerinin üçü de, devlet başında
bulunanlar genel fayda ilkesine göre hareket ettikleri takdirde olumlu sonuçlar
doğurabilirler. Monarşide egemenlik krala ait olup halk menfaatleri için
kullanılır. Aristokraside iktidar bir azınlığın, Politi’de ise çoğunluğa
aittir. Her yönetim şeklinde halkın yararı gözetilebilir; fakat yönetimler
soysuzlaşabilir. Bu takdirde monarşi yerine bozulmuş şekli olan tiranlık, aristokrasi yerine onun
dejenere olmuş biçimi oligarşi ve
nihayet politi yerine demagogların egemenliği ele geçirdiği demokrasi (demagoji) görülebilir.
İyi devlet yönetimlerinde ortak özellik, yönetimi elinde
bulunduran iktidarın ortak iyiyi gözetmesindedir. Toplumsal iyinin
gerçekleşmesi için yasalara uygun yönetim sergilenmelidir. Yani ortak iyi ve
yasalara uygunluk bu üç tipin ortak özelliğidir.
Aristoteles üç iyi yönetim biçiminden en iyisinin o
toplumun yapısına hangisi daha çok uyuyorsa o olduğunu söyler. Yani, tüm
toplumlar için geçerli olacak belli bir en iyi yönetim biçimi önermez.
Aristoteles burada da ideallerden hareket etmez; toplumun yapısını önemli
kılar.
Aristoteles’e göre
devletin hareket unsuru, yurttaşlardır. Aristoteles devleti önce aile,
sonra köyden hareketle kuran yurttaşları hareket unsuru olarak alır.
Aristoteles’e göre
devletin amaç unsuru insandır. Devletin ve siyasetin amacı, nihai gayesi,
insanların mutluluğu, erdemli vatandaş yetiştirilmesi ve insanın kendi
doğasını, yeteneklerini gerçekleştirmesinin sağlanarak insanın
yetkinleşmesidir. Yani devletin amacı insana yöneliktir. Görüldüğü gibi,
Aristoteles’te de Platon’daki gibi, siyaset ve ahlak iç içe girmiştir.
Aristoteles’te Hukuk ve Adalet
Aristoteles ikili hukuk ayrımı üzerinde durur: Doğal hukuk
ve pozitif hukuk. Pozitif hukukun bir ölçüye vurulması gerektiğinde ideal
ölçünün doğal hukuk olması gerektiği sonucuna varır. Doğal hukuk evrensel bir
karekter taşır ve bütün insanlar için geçerlidir. Bu iki hukuk düzeni arasında
bir çatışma olması durumunda ise, bu çatışmanın doğal hukuk lehine çözülmesi
düşüncesindedir. Bunu erdemli bir tercih olarak sunan Aristoteles, yazılı
hukukun devletle ilişkisini vurgularken, doğal hukukun evrenselliğinin bu
olanağı verdiğini belirtir. Retorik adlı çalışmasında doğal hukuk ve pozitif
hukuk ayrımına değinir. Ona göre doğal hukuk evrenseldir ve bütün insanlar için
geçerlidir. Hukukun gerçek amacının yazılı hukukça değil, doğal hukuk
tarafından belirlenebileceğinin ileri sürmektedir. Yazılı hukukun yürürlük
alanı devletin sınırları ile belirlidir. Erdemli ve bilgili insanlar doğal
hukuku pozitif hukuka tercih ederler. Pozitif hukuk kurallarını yorumlarken de doğal
hukukun kılavuzluğuna başvurmak lazımdır. Retorik adlı çalışmasında davalarda
taraf olanların çıkarlarına göre bazen doğal hukuka, bazen de pozitif hukuka
başvurmalarını uygun bulmaktadır. Bu daha önceki düşüncelerine uygun değildir.
Çünkü çoğu kez adaleti, hukukun ve devletin gerçekleştirmesi gerekli tek ve
gerçek amaç saydığını belirtmiştir.
Aristoteles’in adalet anlayışı erdem
anlayışına dayalıdır Erdem, ahlaki açıdan sürekli olarak iyi olmak, iyi
davranmak, yardımseverlik, dürüstlük, cesaret gibi iyi nitelik ya da üstün
özelliklere verilen addır. Aristoteles erdemleri teker teker incelemiş, adalet,
dostluk, haz gibi erdemlerin insanı mutlu kılan öğelerin tanımını yaparak,
aksiyolojinin (değer kuramı) temel konularını şekillendirmiştir.
Aristoteles, hukuki ve doğal adalet
kavramlarını birbirinden ayırarak, pozitif hukukun gücünü ister adalete uygun
olsun, ister adalete aykırı bulunsun hukuk olarak belirtilmesinden; doğal
hukukun ise kuvvetini insan doğasının sonucu olmasından; aldığını ileri sürmüş
bulunmaktadır.
Aristoteles
adalete içerik kazandıran ilk filozoftur. Bir toplumda değerlerin, ilkelerin,
ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş ve somutlaşmış durumu olarak adaleti ele
alır.
Adalet,
toplum yaşamında değerin gerçekleşmesi, aşırılıkların giderilmesi için temel
araçtır. Etik ve toplumsal bir ideal olarak, insanların birbirleriyle aynı
insan doğasına sahip olmak bakımından aynı konumda ve değerde olmaları hali
olarak eşitliğin tanımlandığını görüyoruz. Eşitlik düşüncesinin adaletin gereği
ve istemi olacağı hiçbir yerde gösterilmemiştir. Böyle olmakla beraber
eşitliğin adaleti temellendirdiği, onu yansıttığı insanın hukuk duygusundan
çıkmaktadır. Adaletin, yani bu eşitlik anlayışının Aristoteles’in düşüncesinde üçlü
bir ayrıma tabi tutulduğunu görmekteyiz: Dağıtıcı adalet, denkleştirici adalet
ve hakkaniyet. Bu ayrım çerçevesinde adaletin türlerini biraz daha derin
inceleyelim.
Denkleştirici, düzeltici adalet
(justitia commutative) değişme, değiş tokuş anlamına gelen commutare
kelimesinden çıkar. Denkleştirici adalet, bireylerin kendi aralarındaki
ilişkileri düzenler; özellikle eşya ve hizmetlerin değiş tokuşunda.
- bu adalet bir hukuki ilişkide taraf olanların eşit
muamele görmesini gerektirir.
- Sübjektif, ferdi durumların nazara alınmaması ve adaletin
uygulanması şarttır.
- Haksız fiil işleyenin verdiği zararı tazmin etmesi,
sebebsiz iktisabta bulunanın iktisab ettiği şeyi iade etmesi ve nihayet bir suç
işleyenin cezayı çekmesi denkleştirici adaletin gereğidir.
- Themis denkleştirici adaletin simgesidir.
Dağıtıcı adalet, şeref ve malların
paylaştırılmasında herkesin yeteneğine ve toplum içindeki durumuna göre kendine
düşeni almasını emreder.
- Aristoteles bu şekilde eşitlik ilkesine bağımsız ve
uygulama alanında bir yer vermiş olmaktadır.
- Bu suretle eşit durumda olanlara eşit şeylere malik olma
ve eşit muamele gerekir.
- Dağıtıcı adaletin asıl amacı kişi ile toplum veya devlet
arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Kişinin devlete karşı ödevlerinin
yeteneklerine ve durumuna göre değişmesi dağıtıcı adaletin bir gereğidir.
Belirli ahlaki ve siyasi ilkelere dayanan pozitif hukuk adalet önündeki eşitlik
durumunu belirleyecektir.
Hakkaniyet adaleti, somut olay
adaletidir. Aristoteles’e göre genel ve soyut yasaların her olaya aynı biçimde
uygulanması adalete aykırı olabilir. Somut olayın özellikleri ve olaydaki
kişlerin bireysel özelliklerine inilir ve genel ve soyut yasaların katı biçimde
uygulanması ile oluşabilecek adaletsizlikler önlenmeye çalışılır. Hakkaniyet
adaleti, yargıcın elinde olan bir aygıttır. Yasalar ise soyut ve genel olmak
zorundadır. Bu nedenle, hakkaniyet ile denkleştirici adalet ciddi bir gerilim
içindedir. Bugün adalet tartışmaları bu gerilimden etkilenmiştir.
Adalet
ayrımlaması, Aristoteles’in sınıflı bir toplumu öngördüğünü gösterir.
Platon’daki kadar katı bir ayrım olmasa da, farklı sınıfların varlığı özellikle
dağıtıcı adalet konusunda ortaya çıkar.
III. ORTAÇAĞ’DA HUKUK VE FELSEFE
A. ORTAÇAĞ’DA FELSEFİ DÜŞÜNCENİN
KAYNAKLARI
Genel Giriş
Ortaçağ’ın
düşünsel kaynakları, ilkçağın stoacı görüşleri, Platon’un, Aristoteles’in,
Romalı hukukçuların görüşleri ve hristiyanlık ilkeleridir.
Bilgi Notu: Stoacı Felsefe Okulu Kıbrıslı Zenon tarafından M.Ö.
308’de kurulmuştur. Bir hukuk kavramı olarak doğal hukuk Stoa Felsefesi ve
özellikle Cicero tarafından dillendirilmiştir. Stoa okulu Yunan sosyal
hayatındaki bir bunalım döneminin ürünüdür. Stoalılar özellikle ahlak felsefesi
üzerinde durmuşlardır. Zenon „erdem‟i her şeyin temeli saymış ve insanın erdeme
kavuşmak için çaba göstermesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Erdeme ulaşmanın
yolu ise akla göre yaşamak ve ihtiraslara hakim olmaktır. Davranışlarında aklı
kendisine yol gösterici edinen kimse erdeme erişebilir.
İnsan aklı, Stoa anlayışa göre bütün
insanlarda aynı şekilde beliren ve onları birbirine bağlayan evrensel bir
güçtür. Milliyet ve ırk farkına rağmen bütün insanlar akılsahibi olduklarına
göre, onların eşit ve kardeş olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır.
İhtiraslarını yenerek, akla göre hareket etme iktidarına sahip insan, özgür
irade sahibidir. Eğer insan, yanlış, zararlı ve fena hareketlerde bulunuyorsa
bu aklını ihtiraslarının üstüne çıkaramamasından ileri gelmektedir. İnsanın
insan olmak dolayısıyla saygıya değer sayılması, Stoacı felsefenin ulaştığı
sonuçlardan biri olmuş, bugüne dek anlamını sürdürmüş ve gelişmiştir.
Ortaçağ’ın Ekonomik ve
Sosyal/Kültürel İklimi
Ortaçağ’ın
düşünsel kaynakları, ilkçağın stoacı görüşleri, Platon’un, Aristoteles’in,
Romalı hukukçuların görüşleri ve hristiyanlık ilkeleridir.
Mutluluklarını arayan insanlar, bir
ara, bu mutluluğu, özgür düşüncenin kapılarını kilitlemekte buldular.
Yüzyıllarca süren bu araya, ortaçağ diyoruz. Artık erdem, gerçekten erdem
olduğu için değil, tanrı buyurduğu için erdemdir. Artık Yunanlıların
doğa-tanrılarının yerini Hıristiyanlığın kişi-tanrısı almıştır. Oysa bu
kişi-tanrının düşünürleri, doğa-tanrıların düşünce
sistemindençkurtulamayacaklardır. Skolastik dediğimiz Hıristiyan okulu
düşünürleri, yüzyıllar boyunca, Platon’la Aristoteles’i gevelemekten başka bir
şey yapmamışlardır.
Ortaçağ
yaklaşık bin yıllık bir dönemdir. Bu dönemin hiçbir kırılma yaşanmadan
sürdüğünü ileri sürmek kesinlikle hatalı olacaktır. Özellikle on birinci yüzyıl
öncesi ve sonrasında ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda ciddi ayrımlar
vardır.
Ortaçağ Roma
İmparatorluğu’nun doğu ve batı diye ikiye ayrıldığı beşinci yüzyıl ile
İstanbul’un fethinin gerçekleştiği on beşinci yüzyıl arasındaki dönemdir.
Roma
İmparatorluğu Cermen ve Hun akınlarıyla önce parçalanır. Ancak Ortaçağ’ı
başlatan bir diğer önemli olay Akdeniz Havzası’ndaki İslam egemenliği akınları
neticesinde Avrupa’nın diğer coğrafyalarla iletişiminin kesilmesi ve Avrupa’nın
içe kapanmasıdır. Bu nedenle Ortaçağ’da ticaret ve şehir hayatı sönümlenmiştir.
İnsanlar iç ve daha yüksek kesimlerde kalmış ve bu nedenle kapalı tarım ekonomisi
söz konusu olmuştur. Tarım toprakları senyörlerin mülkiyetidir. Toprağı olmayıp
senyöre bağlı yaşayanlar, senyörler ile serflere bir toprak parçasını kullanmak
için verir ve buna karşılık asıl topraklarında onlar çalışır.
Senyör, mali, idari ve hukuki bir
iktidara sahiptir. Avrupa feodalitesinde merkezi bir siyasal mekanizma
yoktur. Senyörler arasındaki mücadele, topraklara sahip olmak için değil,
toprağın üzerinde yaşayan serfler ve onların emekleri hakkındadır. Çünkü nüfus
savaşlarla azalmış ve insan-emek asıl zenginlik olarak görülür. Ayrıca, coğrafi
iklim değişiklilerinin serf yaşanması da insan nüfusunu azaltmıştır. Emek- rant
bu nedenle önem taşır.
On birinci
yüzyıl’dan sonra ise şehir hayatı yeniden canlanmaya başlamış, ticaret ile
emek- rant yerine paranın önemininartması söz konusudur. Para ekonomisi söz
konusu olup şehirler yeniden canlanır. Burjuvazi yeni zenginleşen bir sınıf
olarak hayat bulmaya başlar.
Ortaçağ üzerinde
bir de İslam medeniyetinin etkisi vardır. Özellikle on birinci yüzyıl’a kadar
doğu dünyasında “İslam Aydınlanması” yaşanmakta, “Karanlık Ortaçağ” batı için
geçerli olmaktadır. İslam dünyasında Aristoteles ve Platon’un eserleri
Arapça’ya çevrilmiş ve İslam dünyasında bir düşünce zenginliği söz konusu olmuştur.
On birinci yüzyıl’dan sonra, İslam
filozofları olan Farabi ve İbn-i Rüşd’ün eserleri -ki bunlar Aristoteles ve
Platon’dan etkilenmiştir- Latince’ye çevrilmiş ve bu, Avrupa’da Aristoteles ve
Platon’un düşüncelerinin yeniden hayat bulmasınıa ve on birinci yüzyıl
sonrasında bir “Erken Aydınlanma” yaşanmasına sebep olmuştur.
Ortaçağ’ı etkileyen bir diğer önemli
husus, Kilisenin etkisidir. Hristiyanlık başlangıçta yoksulların ve ezilenlerin
dini olarak ortaya çıkmışsa da Ortaçağ’da hristiyanlık güç sahiplerinin bir
aygıtı olmuştur. Öyle ki, Hristiyanlık kurumsallaşıp (kilise) resmi din haline
gelmiştir. Kilise ciddi bir güç sahibidir; mülk sahibidir. Kilise dünyevi
iktidar üzerinde ciddi bir etkide bulunmuştur.
Ortaçağ onuncu yüzyıl’a kadarki
dönemi ile sonrasındaki dönem diye ikiye ayrılır. Onuncu yüzyıl’a olan dönem
Erken Aydınlanma diye anılır. On ikinci yüzyıl Ortaçağ Aydınlanması tabiri bu
ayrım ile anlaşılmalıdır.
Ortaçağ
Felsefesinin Dönemleri
Ortaçağ felsefesi ikiye ayrılarak incelenir.Hıristiyan düşüncesinin, ilk dönemine patristik (Yunanca
kilise babası anlamındaki patros deyiminden geliyor), bu tarihten
sonra ortaçağın sonuna kadar süren ikinci dönemine skolastik (Latince
okul anlamına gelen schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden
birincisine Platoncu Hıristiyan tanrıbilimi evresi, ikincisine Aristotelesçi
Hıristiyan tanrıbilimi evresi de denebilir. Bununla beraber Platon etkisi
XIII. yüzyıla kadar ilk skolastik düşünürlerde de devam etmiş ve ancak bu
yüzyılda Aquino’lu Thomas’yla yerini Aristoteles egemenliğine bırakmıştır.
Patristik felsefenin ünlü babaları Clemens (150-215), Tertulian (160-222),
Origenes (185- 254) ve Augustinus (354-430)’tur. Patristik felsefe,
Hıristiyanlığa yapılan saldırılara karşı koymaya çalışan bir savunma felsefesi,
bir apologia’dır. Kilise babalarının Felsefesi olan patristik felsefe, ortaçağ
skolastiğinin ilk hazırlıklarıdır. Skolastik, bütün ortaçağı kaplar.
Patristik Felsefe
(M.S. sekizinci yüzyıl’a kadar olan dönem)
Kilisenin, Hıristiyanlığın kurucu
babaları, kilise babalarının düşünceleri (patristik) üzerine temellenir. Bu
dönemde, Hıristiyan inancı, önceki pagan inanç sahiplerine karşı savunulma ve
topluma yerleştirilmeyi amaçlar. Patristik felsefe Platon düşüncelerinin
ağırlık taşıdığı, yeni-Platoncu bir dönemdir.
Skolastik Felsefe
(M. S. Sekizinci yüzyıl’dan on dört ve on beşinci yüzyıllara kadar olan dönem)
Okul
öğretisi diye adlandırılabilir. Artık Hıristiyanlık inanmayanlara
yerleştirilmiştir. Skolastik dönemde felsefi olarak savunulan ve kanıtlanan
Hıristiyanlığın sistemleştirilmesi söz konusudur. Skolastik dönem Aristo’nun
görüşlerinin hakim olduğu dönemdir. Skolastik dönem, İslam felsefesi, Hıristiyan
düşüncesi ve Musevi inancı için ortak bir özellik olarak;
İlk çağdan, Antik Yunan’dan bir kopuş yaşanır ancak bu
kopuş, Aristo, Platon ve Stoizmin etkileri var olmakla söz konusu olmuştur.
Yani paradoksal bir görüntü var.
Skolastik, bütün ortaçağı kaplar.
Skolastiğin ayırt edici niteliği dogmatik oluşudur. Belli bir konuyu incelemek
demek, o konuda Aristoteles’in, ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir
inceleme, Aquino’lu Thomas’nın, Aristoteles’in bu yazısı üstüne ne yazdığını
okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse Aristoteles’in ve Aquino’lu
Thomas’nın bu yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir. Hiçbir
kişisel görüş, tartışma, kuşku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kişisel bir
çıkışa cesaret eden, ölüm ya da bir çeşit diri diri ölüm demek olan afaroz
cezasıyla cezalandırılır.
Her iki dönemin de ayırıcı niteliği,
felsefesel sorunları birtakım tartışılamaz dogmalara bağlamış olmasıdır.
Hıristiyan felsefesi, bu dogmaları desteklemek amacından doğmuştur ve Hıristiyan
tanrıbiliminin hizmetçisi (La. Ancilla theologiae) durumundadır. Bu
çağın hemen bütün düşünürleri din adamlarıdır, Hıristiyan kilisesinin
hizmetçileri (La. Ancilla ecclesiae) durumundadırlar. Bu demektir
ki, Hıristiyan felsefesi kutsal Roma kilisesi imparatorluğunun (La. Sacrum
Imperium Romanum) hizmetinde olan ve onun buyruklarına göre biçimlenebilen bir
felsefedir. Buysa felsefe kavramının gerçek anlamıyla çelişiktir.
Ortaçağ
Felsefesinin Özellikleri
Ortaçağ felsefesi
dünyevi bir felsefe değildir. Öte dünyadaki mutluluğu amaçlar. Antik Yunan
felsefesi insan aklı ile ve ona güvenerek yapılıp rasyonel ve dünyevi iken
Ortaçağ felsefesi özellikle Platon’un etkisiyle, öteki dünyaya ulaşmayı
amaçlar. Özellikle patristik felsefede iman akla üstün çıkmıştır. Yani Tanrı ve
öte dünya merkezli bir felsefedir. Bu nedenle Tanrının varlığı, kötülük
problemi, ölümden sonraki yaşam vs. felsefi tartışmalara yerleşir. Ortaçağ
felsefesi böylece dine dayalıdır. En çok bahsedilen konular teoloji konularıdır.
İnsan aklının ikinci plana itilmesi, ilk çağdan tümüyle bir kopuşa işaret
etmemektedir. Platon ve Aristo, Ortaçağ dönemlerini çok etkiler. Dine dayalı
oluş ve buna rağmen Antik Yunan’dan etkilenme bir aradadır.
İslam, Hıristiyan
ve Musevi düşünürler akıl-iman çatışmasında tıkandıklarında Antik Çağ düşünüşü
dönüştürerek bunları aşmaya çalışmışlardır.
Ortaçağ felsefesi
durağan ve dogmatiktir. Hakikat, ta başından bellidir. Ortaçağ filozofu yeni ve
farklı bir şey aramaz, var olanı sistemleştirmeye çalışır. Aristo’nun mantık
sistemi ve kutsal metinlerden gelerek bir sistemleştirme yapılmıştır. Antik
Yunan’da ise düşünce dinamik ve sabit olmayan bir özelliğe sahiptir.
Ortaçağ felsefesi bu ortak özelliklere rağmen bir yelpaze
özelliğinde değildir.
Kimi filozoflara göre, Patristikler, bilmek için önce
inanmak gerekir. Çünkü iman içermeyen akıl, sürekli deliller, kanıtlar ister ve
akıl insanı doğru yoldan, inançtan saptırabilir. Akıl insana sadece görüleni
verir, görünenin arkasında yatanı keşfetmeye akıl yeterli değildir, bu alan
ancak iman ile anlaşılabilir. Akıl ile imanın uyuşmayacağı düşüncesine Gazali
örnek gösterilebilir.
Bir başka filozof ise akıl ile imanın çatışmadığını, akıl
ile imanın aynı parçanın iki yüzü olduklarını, aynı hakikati farklı şekillerde
söyleyen özünde ise aynı olan alanlardır der. Bu çalışma peygamberi filozof
yapar; dini de akıl olarak gösterir. Bu düşünceye örnek İbn-i Rüşd’dür.
Üçüncü görüş, akıl ile imanın ne tam olarak zıt olduğunu ne
de çatıştığını söyleyenlerdir. Bunlara göre akıl ile iman çoğu kez bir
aradadır. Ancak akıl ile anlaşılamayacak alanlar da vardır, burada aklın tüm
desteğine rağmen salt akılla anlaşılamaz. Bu alanlar sadece iman ederek
anlaşılabilir. Örnek: Aquinas Thomas.
Kısaca Ortaçağ’da ilkçağ etkisi mühim ve yoğundur ancak
Antik Yunan ile dinin çatıştığı noktalarda din (Hıristiyanlık ya da İslam)
tercih edilmiş, referans noktası din olmuştur.
Not: İslam
düşünürleri arasında da ciddi farklar vardır.
Bilgi Notu: İbn-I Rüşd; Ölümden sonra bedenler dirilmez, maddi olarak
dirilme yoktur. Dirilecek olan insanın ruhudur. Çünkü tanrı tikellerin
bilgisine sahip değildir, insanların teker teker neyle uğraştıklarına bakmaz.
Bu noktada Aristo etkisi görülür.
Bazı İslam
filozofları evrenin Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı inancını kabul etmez.
Gazali bu düşünceye saldırır. Tanrı var olmakla evren de ondan fışkırmış ve
evren de varolmuştur. Yani evren tanrıdan sadır olmuştur ve Tanrı gibi
ezelidir.Tanrının sıfatlarından biri mutlak iyidir. Ancak madem öyle evrende
nasıl kötülük var olur?
İlgilenenlere: Nevzat Ayasbeyoğlu, İbn-i Rüşd’ün Felsefesi, Türk Tarih
Kurumu, Ankara, 1955
1. İBN-İ HALDUN (1332-1406)
Hayatı
İbn-i Haldun, tam adıyla Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed
bin Haldun el Hadramî (d. 1332 Tunus ö. 17 Mart 1406 Kahire) (Hicrî 732/808),
modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen
14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi. Köklü bir aileden geldiği için
iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra
Gırnata ve Mısır'da çalıştı. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve
entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi
kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman
oldu. Mısır'da 6 defa Maliki kadılığı yaptı. Şam'ı işgal eden Moğol imparatoru
Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe
geçti.
Siyasal yaşamdan çekildiği dönemlerde adını tarihe geçiren
7 ciltlik dünya tarihi Kitâbu’l-İber ve onun giriş kitabı olarak düşündüğü
Mukaddime'yi yazdı. Arap dünyasında yeniden keşfedilmesi ancak Arap
milliyetçiliğinin gelişmeye başlaması ile oldu. 19. yüzyıldan itibaren ise
Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedildi ve eserleri büyük takdir gördü. Öyle
ki Toynbee, aradan geçen yüzyıllardan sonra onun için şöyle dedi: “Herhangi bir
zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük
tarih felsefesinin sahibi”.
İbn-i Haldun, tarih felsefesi ve sosyoloji ve devlet kuramı
açısından 14. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. İbn Haldun tarih,
toplum ve devlet üzerine yaptığı gözlemler ile bu alanlara yönelik fikirlerini
inşa etmiştir. Ancak bundaki metod, salt gözlemden ibaret değildir. O’un
düşünce sistemi gerçeklik temeline dayanan, gözlemler ve rasyonel
eleştirilerden geçen kaynaklardan veri alan, süreklilik ve değişme olgularını
kavramaya yönelik, sebep-sonuç dinamiğiyle ilerleyen bir kavrayışla belirlenir.
İlgililere Ek
Kaynak: Ülker Gürkan, «Hukuk Sosyolojisi Açısından İbni
Haldun »
2. THOMAS AQUINAS (1226-1274)
Hayatı
Orta Çağ felsefesinin ve düşünce tarihinin en önemli
düşünürlerinden biri sayılabilecek Thomas Aquinas, soylu bir ailenin çocuğu
olarak 1225 yılında dünyaya geldi. Eğitimini İtalya, Fransa ve Almanya’da
gerçekleştirdi. Hocası Albertus Magnus’un ve Aristoteles’in etkisi altında
kaldı. Grekçe bilmediği halde düşünce tarihinin en önemli Aristoteles
yorumcularından biri olarak tarihe geçti. Fransa’da Paris Üniversitesinde,
İtalya’da Napoli’de dersler verdi. 1274 yılında, arkasında yaklaşık olarak 13
milyon kelimeyi bulan bir yapıt bırakarak hayata veda etti. Eserlerinden
başlıcaları şunlardır: Summa Contra Gentiles, Summa Theologiae, In libros De
caelo et mundo expositio, In libros De generatione et corruptione
exposition.
Not: Aristo ve
Platon’un eserleri Yunancadan önce Arapçaya ve Arapça çevirilerden Latinceye
çevrilmiştir.
Genel Felsefesi
Yeni ortaya çıkan burjuvazinin ve laikliğin önünü açan bir
filozof olarak kabul edilir. Aquinalı Thomas her şeyden önce kendisinden önceki
Hıristiyan filozoflarının yapmış olduğu gibi, tutarlı bir teoloji geliştirmek,
Kilisenin veya Kilise Babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları ortadan
kaldırmak ve Hıristiyan inancını sistemleştirmek işiyle meşgul olmuştur.
Aristoteles’in fikirleriyle din dogmalarını uzlaştırmaya
çalışmıştır. Summa Theologica isimli eserinde inanç ve aklı uzlaştırmaya
çalışmıştır. Thomas, genel
rasyonalizminin bir parçası olarak, dini hakikatlerden pek çoğunun ancak iman
temeli üzerinde kabul edilirken, akıl yoluyla, aklın doğal ışığıyla
kanıtlanabilecek hakikatler de bulunduğunu öne sürdü. Buna göre Aquinalı Thomas
iman karşısında aklı, teoloji karşısında felsefeyi ön plana çıkartmış değildir.
St. Thomas’a göre felsefe, olgulardan Tanrıya geçmektedir, tanrıbilim ise
Tanrıdan olgulara geçer. Tam tersine, o vahyi temel alır. Fakat Aquinalı Thomas
vahiy yoluyla bilinen hakikatlerin, kendilerinden hareketle rasyonel kanıtlama
temeli üzerinde başka doğruların ispatlanacağı ilk ilkeler oldukları
inancındadır. Vahyin hakikatleri, ona göre, Hıristiyan felsefesinin
teoremlerinin kendilerinden çıkarsandığı ilk ilkeleri sağlamanın dışında, bir
de böyle bir felsefenin doğrultusunu belirleyip, gelişme imkanlarını
güçlendirir. Başka bir deyişle, vahyin sağladığı hakikatlere ilişkin bilgi Hıristiyan
felsefesine, kendileri olmadan asla kanıtlanamayacak olan birtakım hakikatleri
ispatlama imkanı verir. Örnek Aristoteles, Tanrıyla ilgili birtakım hakikatleri
sadece akıl yoluyla, aklın doğal ışığıyla kanıtlayabilirdi ve nitekim kanıtladı
da. Fakat o vahyin sağladığı hakikatlerin bilgisinden yoksundu ve bu nedenle bu
doğrultuda fazla ilerleyemedi. Oysa bir Hıristiyan aklın doğal ışığına ek
olarak, Tanrı hakkında vahyedilmiş hakikatlere de sahip bulunduğu için çok daha
fazla şey bilebilecek ve kanıtlayabilecek durumdadır.
Aquinalı Thomas, Hristiyan düşüncesini, Aristoteles’in
görüşlerini ve İslam filozoflarından elde ettiklerini sentezler. Aquinalı
Thomas, Hıristiyan din adamları veya filozoflarının maddi dünyadan uzak durmaya
çalıştıklarını. Oysa maddi dünyadan, yaratıklardan uzaklaşmak, gerçekte
Tanrıdan kopmak anlamına gelir. Tanrının inayeti doğayı bozmak veya tahrip
etmek yerine onu geliştirir. Burada felsefeyle teoloji örtüşür. Böylece vahiy
aklı destekler ve tamamlar, akıl da vahyi anlamlandırır.
Manevi şeylerden maddi şeyler önde gelmekle birlikte
insanlar menfaatleri yönünde hareket edebilmektedirler. Fakat insan akıl sahibi
bir yaratıktır ve hareketlerini akla göre düzenleyebildiği için de hür
iradesinin olduğunu kabul etmek zorunludur. İnsanın tutum ve davranışlarının
kuralı ve ölçüsü ise akıldan başka bir şey değildir, çünkü akıl kişinin hedef
olarak belirlediği amacına ulaşabilmesi için yapması gereken ile kaçınması
gerekeni gösterir. Böylece yasa aklın bir emri, kuralı olur.
Tanrı ile ilgili onun varlığını kanıtlayıcı argümanları
Aristotales’den gelir; örneğin ilk hareket. Evrendeki her şey bir hareket
ettirici ile hareket edebilir. Ancak kendisi hareket ettirilmeye ihtiyacı
olmayan şey Tanrıdır. Benzeri biçimde ilk neden; evrende her şey başka bir
şeyin nedenidir. Oysa Tanrı ilk nedene ihtiyacı olmayan bir varlıktır. Düzen;
evrendeki her şeye düzen veren bir yüksek bilincin olması gerekir. Bilinç, madde olamayacağından, evrene
düzen veren şey de yüksek bir akıl olarak tanrıdır.
Aquinaslı Thomas’ta
Hukuk – Devlet
Dört türlü kanun vardır:
Ebedi Yasa: Evreni yaratan ve yöneten ebedi kanundur. Bu kanun ifadesini
tanrının iradesinde, tanrısal düzende, tanrısal akılda bulur. Bütün kainat tanrısal
akıl tarafından yönetilir. İnsan da rasyonel bir varlık olduğuna göre
entelektüel ve rasyonel olarak bu ebedi akıla katılmakta ve bu şekilde “hukuk”
oluşturmaktadır.
Ebedi hukuk, yaradılışın tümü için Tanrı’nın takdirini
ifade eden, akli bir hükümdür. Her şey Tanrı’nın takdirine bağlı olduğuna göre,
her şey aynı zamanda ebedi hukuka da tabidir. Fakat rasyonel yaratıklar ebedi
hukuka, diğer yaratıklara nazaran daha belirgin biçimde bağlıdırlar. Rasyonel
yaratıklar bizatihi Tanrı’nın takdirinin bir parçasıdırlar.
Doğal Yasa: Her şey doğal yasa tarafından yönetildiğine göre
her şeyde belirli ölçüde ebedi aklın bulunduğu söylenebilir. Ebedi aklın akli
varlıklara yansıyan bölümü doğal yasayı oluşturur.İnsanın Ebedi Aklın bir
parçasına sahip olarak uyum amacına ve hareketlerine yönelik doğal bir eğilimi
vardır ve söz konusu eğilim de rasyonel varlığın bu anlamda ebedi hukuka
katılımı olarak “doğal hukuk”tur. İnsan aklı aracılığı ile bulduğu doğal yasa
sayesinde davranışlarını düzenlemek ve iyiyi kötüden ayırmak yeteneğine
kavuşur. Doğal yasanın temel kuralı “iyilik
yap, kötülükten kaçın” ilkesidir. Ancak yine doğal eğilim ihtiraslar
anlamında bir doğallık ya da güdüsellik değildir. Bu çerçevede söz konusu doğal
eğilim 1. Varlığını sürdürmeyi, 2. Çoğalmak, çocuk yetiştirmeyi, 3. Bütün
rasyonel yetenekleri geliştirmeyi, 4. Bütün erdemli davranışları ve bu yolda
tüm araçları kapsar ve kısaca “tanrıyı bilmek ve toplum içinde yaşamak”
şeklinde özetlenir. Ebedi yasalardan, insan aklının anlayıp bilebileceği
yasalardır. Yani ebedi yasaların tümünü insan anlayamaz. Anlayıp bilinebilenler
doğal yasalardır. Bunlar insanın doğasına, yapı ve ihtiyaçlarına uygundur.
Hiyerarşide ikinci sıradadırlar.
Pozitif Yasalar: Doğal yasanın ilkelerinden akıl aracılığı ile
çıkarılan ve açıklanan kurallar insani kanunu oluşturur. Aquinas, insanı kanunların tabii kanunlara
uyması gerektiğini belirtir. İnsani kanunlar zaman ve şartlara göre değişirler.
İnsani kanunların amacı insanlara faydalı olmak ve toplumu ilerletmektir. Bu
kanunların geçerliliği için doğal kanunun gösterdiği adalet ilkesine uymaları
gerekmektedir.
Aquinas, insanı kanunu genel anlamda şu şekilde
tanımlamaktadır; “Kanun, insan topluluğunu yöneten tarafından yapılan ve ilan
edilen ortak yarara yönelen akli bir buyruktur. Sosyal adalete ve ortak yarara
hizmete göre düzenlenen devletin çıkardığı kanunlar keyfi ve zalim olmamalıdır.
Bir yasanın ortak iyiliğe ve adalete uygun olup olmadığını anlamak için yasanın
amacına, yasa koyucunun yetki sınırlarını aşmış olup olmadığına ve yasanın
hükümlerinin içeriğine bakmak gerekir. Yasa, varlık nedenine ve amacına uygunsa
yani ortak iyiliği ve ortak çıkarı amaç edinmişse adildir. Bir kanun amacı
bakımından adalete aykırıysa, kanun koyan kendi yetki sınırlarını aşmak
suretiyle kanun vaz etmişse, ya da kanunla vatandaşlara haksız ve eşit olmayan
ödevler yüklenmişse, insani kanunun tabii kanuna aykırı olduğu açıktır. Bundan
şu sonuçlar çıkarılabilir; siyasi iktidar adalete uymalı ve dolaylı olarak
uymadığı takdirde ihtilal yoluna başvurmanın haklı olduğunu söylemektedir.
İnsanda doğal olarak bilgeliğe eğilim vardır, ancak
bilgeliğe erişebilmesi için de sıkı bir disiplin gereklidir, ne var ki kendi
kendine böyle bir disiplin kuracak kişi ise pek azdır. İnsanları bilgeliğe,
erdeme götürecek disiplinin dışarıdan kurulması gerekir. Bazı kimseler doğal
olarak ya da alışkanlıkları sonucu ya da Tanrı vergisi olarak erdem ve
bilgeliğe eğilimlidirler, bunlar için baba otoritesi yeterlidir. Diğer bazı
kimseler özellikle gençler kötülüğe yatkındırlar, onlara nasihat kar etmez,
kötülük yapmamaları ve etrafındakileri rahatsız etmemeleri için onları zorla
kötülükten uzaklaştırmak gerekir. Bu kimseler de, önceleri baskı ve korku
altında edindikleri alışkanlıkları, zamanla kendiliklerinden sürdürürler. İşte
cezalandırılma korkusu altında gerçekleştirilen disiplin, düzen pozitif
yasaların kurduğu disiplin ve düzendir. İnsanlar arasında barışı kurmak,
bilgeliği güçlendirmek için yasalara gerek vardır. İnsan hemcinslerinin
saldırganlığına ve kötülüklerine karşı korunabilmek için diğer yaratılmışların
sahip olmadıkları aklın silahlarına yani yasalara sahiptir. … İnsan yapısı
yasalar, ancak toplum hayatını yaşanmaz yapacak kötü davranışları yasaklamakla
yetinir, yoksa bir bilge kişinin yapmaması gereken tüm davranışları kapsamaz.
Bu bakımdan yasanın amacı her şeyden önce ve temel ilke olarak ortak iyiliği
gerçekleştirmektir. Thomas bir yasanın uygulanmasında gerektiğinde kuvvet
kullanılabileceğini kabul eder, ancak maddi güçle desteklenen bir emir ve kural
da yasa değerinde olmayabilir. Aksi halde her kaba kuvvet gösterisini “yasa”
saymak gerekebilir. Ne var ki, Tanrı düşüncesine ters düşen pozitif yasalara
kesinlikle uyulmaz.
İlahi kanunlarla insani kanunların çatışması halinde
mutlaka ilahi hukuk uygulanmalıdır; insani kanunlar uygulanmaz. İnsani
kanunlara, laik prenslere adalet düzeni gerektirdikçe uyulur. Bu çerçevede eğer
otorite haksız olarak ele geçirilmemişse ve adil olmayanı emretmiyorsa
kendisine uyma yükümlülüğü bulunmakta hatta belirli bir tehlike ve toplumsal
rahatsızlık durumunda bu koşulların varlığı bile aranmamaktadır. Hukuka uyma
yükümlülüğü hukuki düzenlemenin istenilir olup olmamasından değil –evrensel
düzen/hiyerarşi içerisindeki yeri itibariyle bilinen tanınan bir yönetim
tarafından yapılmış olmasından ve ilan edilmesinden kaynaklanır.
Soru/not:
Pozitif yasa, üstteki iki yasaya uygun değilse ne olacak? İnsanların, toplumun
bu yasalara direnme hakkı var mı?
Cevap/not:
Thomas topluma bu hallerde direnme hakkı tanımaz. Çünkü direnme hakkı tanınırsa
toplumsal düzen bozulur. Direnenler mevcut iktidarı deviremezse devrilmeyen
iktidar daha da sertleşir. Eğer devirirlerse yerine gelen iktidar aynı akıbete
uğramamak için yine öncekinden sert olur. Yöneticiyi deviren halk ne yapacağını
bilemeyebilir ve bu nedenle boşlukta kalabilir. Thomas’a göre bu hallerde
“pasif direniş” yapılmalıdır. Tanrıya bu halden kurtulmak için dua edilmelidir.
Kişiler doğal hukuka başvurarak hukuka uyma yükümlülüğünden kurtulamaz. Buna
göre Aquinas için hukuka uyma yükümlülüğü uymama durumundaki doğacak
tehlikelerden daha önemlidir.
İlahi Yasalar: Akıl aracılığı ile bulunmayan, vahiy yoluyla
bildirilen ve kutsal kitaplarda açıklanan kuralların toplamıdır. Bu kanun
kaynağını sevgiden alır. Akılla kavranmayan ebedi yasalar vardır. Doğal yasalar
insan aklının kavrayabildikleri kadardır. İlahi yasalar ebedi yasalar içinde
insan aklının eremeyeceği, anlayamayacağı ve sadece iman edilmesi gereken
yasalardır. Bu yasalar kilisenin, ruhani liderlerin yasasıdır.
Bu ayrımlardan hareketle Aquinas’lı Thomas’ın skolastik
felsefe döneminde Tanrıya ait olan ile insana ait olan yasaları ayırarak
laikliğin temelini attığına dair yorumlar vardır. Başka bir yorum bu ayrıma
rağmen ilahi yasaların akıl tarafından kavranamayan ve iman ile itaat
gerektiren yasaların varlığı, ilahi yasaları tekelinde tutan kiliseyi
kuvvetlendirdiği yönündedir. Yani laikliği değil, kilisenin kudretinin
artırılması söz konusudur bu yoruma göre. Ancak bir tespit olarak Aquinas’lı
Thomas’tan sonra insan aklının devreye girmesi ortaya konulmalıdır.
Toplum, yönetim
biçimleri ve meşru iktidar
Thomas Aquinas'a göre son hedef, gelecek yaşamdaki ebedi
kurtuluştur ve en üstün toplumsal ortam hukukun tanzim ettiği, Hıristiyan
toplumudur. Aquinas'a göre, erdem; hukuk tarafından yönetilen, dengeli ve
tümüyle kuşatıcı bir toplumsal hiyerarşi içinde sürdürülen ahlakî bir yaşamla
kendini gerçekleştirmektir. Fakat burada çok az kişi siyasal faaliyete aktif
olarak katılır, azınlık yönetir ve çoğunluk yönetilir.
Thomas insanı sosyal ve siyasal bir yaratık olarak
değerlendirir. Ancak zorunlu ihtiyaçlarını tek başına karşılayacak gücü yoktur,
onu koruyacak, onu eğitecek bir topluma aileye ihtiyacı vardır. Fakat aile
yeterli değildir. İnsanın gelişebilmesi için güvenliğinin sağlanması, iç ve dış
düşmanlarına karşı korunması, herkese hakkı olanı veren bir adalet düzeninin
kurulması ve gerek maddi gerek manevi kaynaklara sahip olması gereklidir. Bunun
için de siyasal bir toplumun varlığı zorunludur.
Böylece sınırsız ihtiyaçlarına karşılık sınırlı gücü ve
yeteneği, insanı siyasal bir toplum içinde yaşamağa sürükleyecektir. Bu durumda
devlet, Aquinas’a göre, doğal bir kurumdur, insanların sosyal ihtiyaçlarını
sağlamak için kurulmuştur. Sosyal hayata güvenlik sağladığı ve ortak iyiliğe
hizmet ettiği için devlet, Tanrısal aklın yeryüzündeki kusurlu yansıması saymak
mümkündür.
Her toplumda, o toplumun amaçlarını gerçekleştirecek bir
iktidarın varlığı zorunludur. İktidarın belirli görevleri vardır: ortak yararı,
ortak iyiliği gerçekleştirmek, düzeni sağlamak, kişilerin güvenliğini,
ihtiyaçlarını, mutluluğunu gerçekleştirmek.
Thomas tüm iktidarların ve bu arada siyasal iktidarın da
kaynağını tanrıya bağlar, tanrıdan gelmeyen hiçbir iktidar yoktur. Ancak kaynağı
tanrıda olan siyasal iktidarı yeryüzünde kullanacak olanlar belirlenmemiştir.
Toplum iktidarı kullanacakları kendisi belirler, yani yeryüzünde siyasal
iktidar insandan kaynaklanır.
Yönetim biçimleri konusunda diğer konularda olduğu gibi
Aristotales etkisi vardır: Yönetim biçimleri iyiler (monarşi, aristokrasi,
politea) vardır. İyi yönetim biçimlerinde iktidarı elinde bulunduran güç ortak
yararı gözetir. İyi bir devlet biçiminde ortak yararı gözeten yasalar yapılır.
Bozulmaları ile (aynı Aristo’daki gibi) üç kötü yönetim biçimi ortaya çıkar.
İnsan doğası gereği devlet ve toplumla yaşar.
Mülkiyet konusunda da Aristoteles’in görüşlerinden
etkilenmiştir. Buna göre evrenin ve üzerindekilerin ilk ve mutlak sahibi
Tanrıdır. Tüm değerleri yaratan Tanrı aynı zamanda onların sahibidir de, ancak
insan beslenmesi, barınağı, korunması ve diğer ihtiyaçları için çevresindeki
değerlerden yararlanmak zorundadır. Çünkü insanın temel görevi varlığını
korumak ve sürdürmektir. Varlığını sürdürmek için kendisi ve ailesi için gerekli
olana sahip olmalıdır. Mülkiyet hakkı insanın yeryüzündeki amacını
gerçekleştirebilmesi için zorunludur.
Aquinas, mülkiyeti doğal bir hak olarak reddetmekle beraber
pozitif hukuk düzeninin kişilerin mülk sahibi olabilmelerini sağlamak ödevi
altında bulunduğunu söylemektedir. Böylece herkes neye sahip olduğunu ve
olabileceğini bilir ve toplum daha istikrarlı olur. Mülkiyet kurumu ailenin
istikrarı ve devamı için de gereklidir.
İlgililer
için : Jacques Maritain, «Aziz Thomas Aquinas»
IV. YENİÇAĞ
A. YENİÇAĞIN
DOĞUŞUNDA ETKENLER
Genel
Giriş
Modernite,
17. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal
alanda yaşadığı büyük ve köklü değişiklikleri ifade eder. Moderniteye geçiş
dört temel devrimle olmuştur: Newton tarafından başlatılan Bilimsel Devrim,
iktidarın meşruiyetini halka dayandıran Siyasal Devrim, aklın üstünlüğüne vurgu
yapan Kültürel Devrim ve Sanayi Devrimi’dir. Rönesans ve Reform hareketleri
neticesinde oluşan ve modernitenin fikri altyapısını oluşturan Aydınlanma
hareketinin akılcılığı ile bilimsel bilgi neredeyse tüm sürece damgasını
vurmuştur.
Modernitenin
temel vurgusu, insanı köleleştirdiğine inanılan gelenek ve dinin
bağlayıcılığından kurtularak, bireysel ve toplumsal yaşamı aklın önderliğinde
yeniden anlamlandırmak ve kurmaktır. Modernite, yaşamı anlamlandırmada ve
sürdürmede herhangi bir dışsal otoriteyi kabul etmez. Akılcı, özgür ve yaratıcı
bireyin dünyayı yeniden biçimlendirebileceğini ve sürekli ileriye doğru akan
bir tarih anlayışıyla bütün toplumların, ortak olan akıl ve bilimsel bilgi
neticesinde, aynı süreci yaşayacağını savunur. Modernitenin ürettiği temel
değerler; akılcılık, bireyselleşme, sekülerizm, bilimsellik, pozitivizm,
kentleşme, sanayileşme, laiklik, bürokrasi, demokrasi ve ulus devlettir.
Modernite, farklılaşmaya zemin hazırlayan akılcılığa ve aklın yaratıcılığına
vurgu yapsa da, toplumsal ve siyasal yapı da tekçi, bütünleştirici,
birleştirici ve homojen politikaların varlığını gerekli görür.
Coğrafi
keşifler neticesinde yeni yerler ve uygarlıkların bulunmasıyla uyanışa geçen
Avrupa, yüzyıllarca kendisini esaret altına alan ve köleleştirip körleştiren
kiliseye karşı “Reform”la meydan okumuş, Aydınlanma düşünürlerinin öncülüğünde
“aklı” keşfederek, bilimsel ve endüstriyel devrime öncülük etmiştir. Kendisi
için iyi olanı seçme özgürlüğüne ve kabiliyetine sahip olan insanlardan meydana
gelen halk, akla dayalı düşüncenin zorunlu sonucu olarak, siyasal meşruiyetin
tek dayanağı haline gelmiştir. Böylece, temsili demokrasinin ve anayasal
devletin de temelleri atılmıştır. Avrupa’nın kendi tarihsel ve toplumsal
dinamikleriyle yaşadığı modernite süreci, daha sonraları küreselleşerek,
dünyanın geri kalan kısmında ulaşılmak istenen bir amaç ve ideal halini
almıştır.
İlgililere: Yukarıda
alıntıladığımız kısım Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”:
Doğuşu ve Doğası, Adıyaman Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, Sayı 7, Aralık 2011. Tam metni
aşağıdaki adresten bulabilirsiniz.
BİLGİ NOTU: Rönesans’tan sonra
Avrupa’nın genel özellikleri şöyle sıralanabilir:
* Din
adamları ve kilise eleştirilerek Reform hareketlerinin başlamasını sağlamıştır.
* Krallar
papaların devlet işlerine karışmasını önlemişlerdir. Bu durum yönetimde laik
anlayışın ve kralların güçlenmesini sağlamıştır.
* Ticaret
faaliyetleri bölgesel olmaktan çıkarak önce ülke sınırlarına, sonra bütün
Avrupa’ya, ardından farklı kıtalara yayılmıştır. Bu durum Avrupalı devletlerin
ekonomik yönden güçlenmelerini sağlamıştır. Coğrafi keşifler sonucunda
Avrupalılar çeşitli kıtalarda sömürge imparatorlukları kurmuşlardır.
*
Papa’lığın tek yetki mercii olmaktan çıkmış, Katolik kilisesi
zayıflamıştır.
Rönesans’tan
sonra Avrupa’daki bu gelişmelere yol açan bazı temel olaylar şunlardır.
b) Kağıt ve
Matbaanın Yaygınlaşması
Avrupa’da kağıt ve matbaanın yaygınlaşmasıyla;
Çok
sayıda kitap basılmış ve ucuz satılmıştır.
Okuryazar
sayısı artmıştır.
Değişik
bilgi ve düşünceler geniş alanlarda yayılmıştır.
Bilim,
kültür ve düşünce hayatı gelişmiştir.
Rönesans
ve Reform hareketlerine zemin hazırlanmıştır.
c)
Pusula, Gemicilik ve Haritacılıkta Gelişme
16.
yüzyılda Papa’lığın (günümüz adıyla Katolikliğin) bozulmalar karşısında ilk
olarak Almanya’da başlayan Hristiyanlık’ta yeni
düzenlemeler yapılmasına “Reform” denir. En büyük önderleri Martin Luther ve Jean
Calvin ve arkadaşları veya öğrencileridir.
a) Reform hareketlerinin başlamasında etkenler
* Rönesansın Etkilerinden
dolayı, Hümanist düşüncenin doğması ile eski ortaçağ düşüncesi ve felsefesi
eleştirilmeye başlandı.
* Katolik
kilisesi’nin bozulması ve bazı Din Adamlarının çıkarlarına uygun hareket etmesi
ve halka karşı yapması gereken dinsel ve sosyal görevleri, ihmal etmeye
başlamış, kaynaklarını başka alanlarda harcadığı için halkın dini duygularını
sömürerek, halktan para toplamaya başlamıştı.
*
Matbaa’nın kurulmasıyla İncil’i Latince’den İngilizce, Almanca ve Fransızca
gibi ulusal dillere çevrilmesi ve böylece Hristiyanların din adamlarının söyledikleriyle
İncil’de yazanların birbiriyle uyuşmadığını görmeleri.
*
Rönesans’ın etkisiyle özgür düşüncenin yayılması.
*
Kilisenin elindeki yetkileri kullanarak halkı sömürmesi.
*
Kilisenin para karşılığı “endülüjans” denilen ve günahların affedildiğini belirten kağıtlar dağıtması.
Hatta papa, bu işi daha ileri götürmüş, ölen insanların yerine
de endülüjans alınabileceğini belirtmişti. Gibi
nedenler etkili olmuştur.
Antik Yunan döneminde Batılı insan, diğerlerinden
farklı olarak, eşya ve olayları farklı bir yöntem ve felsefeyle yorumlamayı
keşfetmiştir. Ancak, Hristiyanlığın kabulüyle birlikte, felsefe ya da felsefi
düşünce biçimi bu dinin etkisi altına girmiştir. Kilisenin kurumsallaşarak
gücüne güç katması, insanların düşünce biçimlerinin kilisenin emri altına
girmesine sebep olmuştur. Aklı, dinin doğrularına uyarladığını iddia eden
kiliseye karşı, zamanla dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının
özdeşleştirilemeyeceğine yönelik düşünceler gelişmiştir.
Reform hareketi, kilisenin otoritesini ve toplum
içerisindeki gücünü oldukça zayıflatmıştır. Bununla birlikte, bu hareketle,
Avrupa’da ileriki zamanlarda görülecek olan din savaşlarının da temelleri
atılmıştır.
B. TOPLUM SÖZLEŞMECİLERİ
Toplum Sözleşmecilerinin ortak amacı ve
özellikleriOrtaçağ’da devletin ve egemenliğin kaynağı tanrı iken toplum
sözleşmecileri devletin ve egemenliğin kaynağını; devleti, egemenliği ve
toplumu kuran toplumun kendisi olarak ortaya koyarlar.
Toplum Sözleşmecilerinin (Yeniçağ düşünürlerinin) Antik
Yunan’dan farkıAristo devleti toplumun zorunlu ve doğal bir sonucu olarak
görmekteydi. İnsanın kendisini yetkinleştirebilmesi için devlet zorunlu ve
doğaldır. Çünkü toplumsal yaşam insan için zorunludur. Toplum sözleşmecileri
için ise devlet, egemenlik zorunlu değil, insan iradesi ürünü olarak
yapaydır.Toplum sözleşmecilerine göre devlet, insanlar bunu iradeleriyle
istedikleri için var olmuştur. Yani devlet ve egemenlik tanrısal kaynaklı
değildir.
Not: Tüm toplum
sözleşmeleri fiksiyondur. Tarihte bunların maddi karşılıkları olmamıştır.
Peki, toplum sözleşmecilerini doğuran sosyo-ekonomik iklim
neydi? Tüm düşünürler için bu iklimlerin bilinmesi buna ek olarak filozofların
kimi kişisel karakter özellikleri de önem taşır.
Toplum sözleşmecilerinin ortak özelliklerinden biri de
hepsinin bir “doğal durum” tespitinden hareket etmeleridir. Hobbes ve Locke
İngiltere’nin içinde bulunduğu aynı sosyo-ekonomik iklimde düşünmüş ve hareket
noktaları aynı olsa da varış noktaları farklıdır.
1. THOMAS
HOBBES (1588-1679)
Hayatı: (Felsefesini belirleyen Kişisel
Unsurlar)
5 Nisan 1588 yılında dünyaya gelen Hobbes’un doğumu ile
ilgili sıkça bahsedilen bir husus, annesinin İspanya donanmasının geldiğine
dair haberler üzerine kapıldığı panik sonrasında Hobbes’u henüz dokuz ay
dolmadan doğurduğudur. Hobbes bu nedenle “Korku
ve ben ikiz kardeşiz” der. Güvenlik arzusu buradan gelir.
Bu yönüyle savaş koşullarının olumsuzlukları karşısında
dirlik ve düzen arayacak olan Hobbes’un konuya atfettiği önemin doğumundan
kaynakladığından da söz edilebilir. Orta sınıf bir ailenin mensubu olan
Hobbes’un annesi bir çiftçinin kızı iken alt düzey bir kilise adamı olan
babası, kendisi henüz küçükken aileyi terk etmiştir. Amcası tarafından yetiştirilen
Hobbes, sıra dışı bir zekaya sahiptir ve henüz dört yaşındayken okuma yazmayı
sökmüştür. Klasik dillere eğilim gösteren Hobbes, 15 yaşında Oxford
Üniversitesi’ne adım atmış ve 20 yaşında buradan mezun olmuştur. Sonraları
buradaki yıllarının kendisine bir şey kazandırmadığını söylese de, söz konusu
dönemin siyasal düşünceye Hobbes’u kazandırdığından söz edilebilir. Keza
Oxford’da öğrendiklerine karşı tepkisi, onun idealist felsefeye karşı çıkıp
materyalist bir dünya görüşüne eğilim göstermesine neden olmuştur. Daha sonra
geçimini aristokratik ailelerin çocuklarına eğitim vererek geçiren Hobbes
Avrupa’yı gezmiş ve zamanının önemli bilim insanı ve düşünürleri ile
tanışmıştır. Bu kişiler arasında Galileo, Bacon ve Descartes’da bulunmaktadır.
Sosyo-Ekonomik
Unsur:
Hobbes’un yaşadığı dönem gerek Avrupa tarihi, gerekse de
İngiltere tarihi açısından oldukça çalkantılı bir dönem olmuştur. Çocukluğundan
(hatta doğumundan) itibaren yaşadığı bu olaylardan oldukça etkilenmiş ve ölüm
korkusu ve hayatta kalma güdüsü hem yaşam hem de siyaset felsefesine şekil
vermiştir. Hobbes’un bilinçli bir şekilde şahit olduğu ilk büyük çatışma
Avrupa’da dini inanç ve toprak anlaşmazlıklarından doğan Otuz Yıl
Savaşları’dır. Hem insani hem de maddi açılardan çok büyük bir yıkıma neden
olan bu savaşlar Hobbes’un özellikle Leviathan adlı eserine esin kaynağı olan
İngiliz İç Savaşı’na neden olmuştur. İngiliz İç Savaşı’nın bir tarafında yer
alan İngiltere’nin devlet kilisesi olan Anglikan Kilisesi’nin doktrinini
savunan Kral I. Charles ve ona destek veren toprak sahibi aristokratlar ile
diğer tarafında bulunan Parlamento’nun alt kolu Avam Kamarası ve ona destek
veren bağımsız Protestan kiliseler ve orta temel husumet iktidarın nihai olarak
kimin elinde olduğu ile ilgiliydi. Kral iktidarını doğrudan Tanrı’dan aldığını
iddia etmekte ve Parlamento’nun kendisini sınırlayabileceği fikrini kabul
etmemekte ve dahası Anglikan Kilisesi’nin doktrinini tüm İngiliz halkına
dayatabileceğini düşünmekte idi. Orta sınıfların rahatsızlıkları da büyük
oranda Parlamento’da temsil edilme hakkının feodal toprak beylerine tanınırken
kendilerine tanınmamasıydı. Kanlı iç savaşın sonunda Kral Charles I idam
edilmiştir.
Tudor hanedanı yıkılmış ve yerine Stuart hanedanı
geçmiştir. Stuart hanedanı monarşinin kuvvetlendirilmesini amaçlarken
parlamento ve burjuvazi kralın erklerinin kısıtlanmasını istedi. Burjuvazi,
kralın yasal bir temel olmadan vergi alamayacağını ve tutuklama yapamayacağını
iddia etti. Burjuvazi ile hanedan arasındaki mücadele bir iç savaş yaratmış ve
hanedan başının (kralın) kafası kesilmiştir. Ardından bir askeri diktatörlük
gelmiş ve bu diktatörlükten sonra tekrar Stuart hanedanlığından biri kral
yapılmıştır. Hobbes’un yaşadığı işte böyle bir iklim. Hobbes kral yanlısı
olduğu için iç savaş yıllarını sürgünde geçirir. İç savaş sonrası tahta geçen
Stuart hanedanı mensubu Hobbes’un bir öğrencisi olduğu için onu affeder ve
iade-i itibar yapılır.
91 yaşında ölen Hobbes’ün en ünlü eseri 1651 yılında
yazdığı Leviathan’dir. Önemli kitaplarından bazıları De Cive ve Elements of Law
olarak sayılabilir.
Genel Felsefesi
Hobbes, felsefesini oluştururken çağının bilimsel
gelişmelerinden etkilenmiştir. Özellikle de Galilei’nin geometri ve mekanik
konusundaki düşüncelerinden hareket eder; fiziksel dünyayı salt mekanik bir
sistem olarak tanımlar. “Bu anlayışa göre, bu dünyada olup biten her şey,
cisimlerin birbiriyle yer değiştirmesi yani cisimlerin hareketi ilkesine
dayanarak geometrik bir kesinlikle açıklanabilir.” Hobbes’un felsefi sistemini
belirleyen bu ilkedir. Bundan hareketle, sisteminin dine ve dünya dışı
değerlere hiçbir şekilde başvurmayan, kendi içine kapalı mekanik, materyalist
bir sistem olduğu anlaşılmaktadır. Felsefenin konusu, maddi varlığı olan şeyler
ve onların insan zihninde doğurduğu fikirlerdir.
Hobbes, modern felsefe içerisinde değerlendirilebilecek
olan epistemolojik anlayışında, bilginin kökenini klasik İngiliz yaklaşımına
uygun olarak duyu ile açıklamaktadır. Duyularla elde ettiğimiz bilgi, şeylerin
niteliği değil bizdeki izleridir. Duyularla elde edilen bilginin soyutluğuna
rağmen duyuları oluşturan neden olgusaldır. Olgularla ilgili bilginin mekanik
bir biçimde insan tarafından kavranışı biçimindeki bilim anlayışı bir yandan
ilahi olanla ilişkiyi keserken diğer yandan yararcı bir yapıyı ortaya
çıkarmaktadır.
Hobbes, dünyayı ve insanı açıklamada aklı ilke, hareketi
ise araç olarak ele alır. Akıl, ne
var olmak için gerekli bir ilke, ne de metafizik bir değerdir. Hobbes,
Leviathan’da aklı şu şekilde tanımlamıştır. “Akıl, düşünme yeteneği yani
düşüncelerimizin işaretlenmesi ve ifade edilmesi için üzerinde anlaşılmış genel
adların hesaplanmasından başka bir şey değildir; kendi kendimize düşünürken,
düşüncelerimizin işaretlenmesi, düşüncelerimizi başkalarına gösterir veya
bildirirken ise ifade edilmesidir.” Akıl doğal olmayıp biçimsel olduğundan
doğanın ilkelerini açıklayamaz. Fakat analitik yöntemle yani çıkarsama ve
bütünü parçalara bölme ile bu ilkeleri deney içinde bulmamıza yardım eder.
Sentetik yöntemle de yani toplama ve birleştirmeyle de, parçalardan bütüne
ulaşılır. Akıl, en basitten hareket ederek daha karmaşık olana gider ve bunu
yaparken yalnızca önceden kanıtlanmış olanı kullanır. Örneğin hukukçular
yasaları ve olayları toplayarak adil olanı veya olmayanı belirler. Akıl, öncelikle
en karmaşığı en basit birimine dek ayrıştırıp, onları kanıtlanmış önermeler
durumuna getirdikten sonra bu önermeleri yeniden birleştirir.
Felsefe yapmak,
doğru düşünmektir. Düşünmekse katmak, ayırmak, toplamak, çıkarmak; bir başka
deyişle, saymak demektir. Şu halde doğru düşünmek, birleştirilmesi gerekeni
birleştirmek, ayrılması gerekeni ayırmaktır. Birleşebilen ya da ayrılabilen
şeyler cisimlerdir. Demek ki felsefenin cisimlerden başka bir konusu olamaz.
Ruhlar, melekler, Tanrı düşünülemez. Bu soyut kavramlar felsefe konuları değil,
inanç konularıdır.
Hobbes’a göre insanı diğer canlılardan ayıran
özelliklerinden biri akıl ve muhakemesidir. Akıl ve muhakeme ise bir hesap, bir
toplama çıkartma işidir.
Hobbes’a göre
özgürlük diye bir şey yoktur. Biz insanların
davranışları içgüdülerin elindedir. Her şeyde olduğu en gerçek yönetici, çıkar
düşüncesidir.İnsan doğal olarak bencildir ve eylemleri kendisini korumaya
yönelik bireysel güdülerle yönlendirilmektedir. İnsanı karmaşık bir nesne
olarak gören Hobbes, insan davranışlarını da mekanik materyalist açıdan
açıklamaya çalışır.
Hobbes’ın toplum
felsefesi insan felsefesine dayanmaktadır. Öncelikle, Hobbes’e göre asıl olan
bireydir, toplum ise bir kurgudur (fiction). Ona göre, insanın toplum içindeki
davranışlarının temelinde yaşamını sürdürmek amacı ya da bunun uzantısı
biçiminde güvenlik isteği ve bencillik yatmaktadır. Bu durumda belirleyici olan
bireyin çıkarlarıdır. Toplum bireylerin çıkarlarını gerçekleştirme aracıdır. Bu
görüşleri ile Hobbes, toplum felsefesinintemellerine “bencillik”, “bireycilik”
ve “faydacılık” ilkelerini yerleştirmiş olur.
Hobbes’a göre, toplumu tanımak için bireyi ele almak
gerekir. Her insan davranışının kökeninde bulunan fizyolojik ilke kendini
korumadır. Hobbes’da insanın her zaman hazza, yaşamını sürdürücü şeylere
yöneldiğini; buna karşın elemden, yaşamına zarar verecek olan şeylerden
kaçınan, bencil bir yaratık olduğunu savunur. Ahlak konusunda da bu açıdan
yaklaşan Hobbes’a göre, eğer herkesin sözünü dinlediği merkezi bir otorite
yoksa ahlaki değerler de göreceli olacaktır.
İnsan doğuştan toplumsal bir varlık değildir, toplumsallığı
sonradan kazanır. İnsanı hayvanlardan ayıran özellik olarak konuşmak ve
geleceği düşünmek yetisi ile insanlar doğal yaşamı bırakıp yaşamlarını barış
içinde sürdürmek için “devlet”i kurmaya yönelirler. Konuşmak, insanların
amaçlarını birbirlerine aktarmalarını sağlarken, geleceği düşünmek de güvenlik
kavramını belirleyici bir kaygıya dönüştürür.
Doğa
Durumu ve Sosyal Sözleşme
Hobbes toplum sözleşmesi kuramını açıklarken, devletin
kurulmasından önceki dönemde insanların yaşadıkları durumu anlatabilmek için
doğa durumu kavramını kullanmıştır. Toplum sözleşmesi kuramının ilk sistemli
savunucusu olarak Hobbes, doğa durumunu tasvir ederken öncelikli olarak
insanların doğuştan toplumsal olmadığını, fakat tümüyle de bir yalnızlık içinde
yaşamadıklarını belirtir.
Bu kavrama göre doğadaki tüm bireyler doğada fikren ve
bedenen eşittirler: örneğin güçlü bir kişi karşısında güçsüzler birleşip
eşitliği sağlayabilirler. Bu eşitlikten dolayı eşit insanların eşit istek ve
umutlara sahip olmak istemesi durumu ortaya çıkar; aynı şeyi ele geçirmek
isteyenler birbirlerine düşman olacaklardır ve eşitlikten dolayı her şey
hakkında her istedikleri hakkı iddia edebilirler. İnsanda temel amaç, varlığını
korumak ve sürdürmek ve sonra da hoşlarına giden şeyleri ele geçirmektir.
Bu durumun nedeni ise doğa durumunun yasalarla
sınırlanmadığından, herkesin her şey üzerinde hakkı olduğu fakat bu durumun
aynı zamanda aslında bir savaş durumuna yol açtığıdır. Çünkü böyle bir durumda
(doğa durumu) bireylerin ayrıcalıklardan, kişisel mülkiyet hakkından, ahlak ve
adalet anlayışından söz edilemez. Benimki, seninki diye bir ayrım yapılamaz;
yani mülkiyet kavramı yoktur. İnsan ancak bir şeyi elinde tutabildiği süre
içinde, yani daha güçlü veya daha zeki birisi gelip de o şeyi elinden alıncaya
dek ona sahip olabilir.
İstenildiği
takdirde bir bireyin kullandığı bir şeyi başka biri gelip onu alabilir ve sahip
olabilir. Buna yol açan durum ise kullanılan o şey üzerinde herkesin hakkı
olduğundan doğa durumunda aslında bu bir adaletsizlik değildir. Bu durum
insanların birbirlerine düşman olmalarına yol açar ve çatışmaya sevk eder.
Böylece kendi varlığını korumak, güvenliğini sağlamak ve amaçlarına ulaşmak
uğruna insanlar arasında kargaşa, çatışma ve savaş başlamış olur. Doğal hak,
kendi doğasını yani kendi hayatını korumak için, kendi aklı ile bu amaca
ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapmak özgürlüğüdür.
Hobbes’a göre insanlar devleti ve siyasal organizasyonu
kurmadan evvel doğal yaşam döneminde idi. Hobbes’a göre insan doğası gereği
bencil olduğu için, doğal düzende insanlar eşit ve özgür yaşamalarına, hakları
eşit olmasına rağmen (insanların doğal hakları var), sürekli bir mücadele
vermek zorundadırlar. Yani hak edinmek ve bu hakkı korumak için sürekli bir
savaş sürüyordu. Ancak bir devlet yoktur. Demek ki Aristo’nun aksine devlet bu
dönemin zorunlu bir unsuru değildir. Hobbes’a göre herkesin her şey üzerinde
hak sahibi olması söz konusudur ancak gerçekte bu mümkün değildir. Çünkü
hakların bir güvencesi yoktur. İnsan aynı zamanda rasyonel de bir varlık olduğu
için bu güvensizlik ortamından çıkmayı düşünmüştür. İnsanlar bir araya gelip
uzlaşı ve barışı kurmayı, anlaşmayı ve anlaşmaya sadık kalmayı rasyoları ile
düşünürler. İşte bu uzlaşı ve anlaşma yani sözleşme ile toplum sözleşmesi
yapılmış olur ve devlet, egemenlik kurulur. Devlet doğal değil, insan eliyle
yapılmış, yapay bir kurumdur.
İnsan
aklı ve tutkuları onu barışa iter. Başta ölüm korkusu, rahat bir yaşam için
gerekli şeylere sahip olmak isteği ve aklı, insana yaşamak için diğer
insanlarla anlaşması gerektiğini anlatır.
İnsanların
aralarında yapacakları anlaşmanın koşulları doğal yasalar olarak belirlenir.
Doğal yasa aklın bulduğu genel kurallardır ve doğal yasa insana yaşamını
sürdürebilmesi ve korunabilmesi için yapması ve kaçınması gerekenleri gösterir.
Bunları sıralar; barışı arama ve
gerçekleştirme, varlığını koruma, herkese hakkı olanı verme yani adalet,
yapılan iyiliğin değerini bilme vb. gibi… Barışı aramak ve izlemek ve bunun
devamı olarak bütün yolları kullanarak kendini korumak doğa yasası “
Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma” şeklinde
özetlenebilir.
Bu
ilkeye uygun olarak herkes her şey üzerindeki mutlak hakkından vazgeçmeli ve bu
konuda diğer insanlarla anlaşmaya varmalıdır. Herkesin tümüyle haklarından
vazgeçmeleri sorunu çözmez. İnsanların doğal yasa kurallarına uymaları için bir
otoritenin varlığı da zorunludur. Eğer bir otorite kurulmazsa ya da kurulan
otorite güvenliği sağlayacak güçte olmazsa güvenlik sağlanamayacak ve doğa
durumunu geri getirecektir.
İnsanlar,
devleti aralarında yapacakları bir sözleşme ile kurarlar. Bu sözleşme
aralarında eşitlik bulunan ya da birbirlerini eşit olarak gören insanlar
tarafından yapılır. Sözleşme ancak güçleri ve çıkarları açısından eşit düzlemde
bulunanlar arasında olanaklıdır. Sözleşenlerden biri sözleşmeyle
karşısındakinden daha fazla şey kaybedecekse, bir rızayı belirten sözleşmeye
katılması olanaksızlaşacaktır.
Bu
sözleşme ile herkes her şey üzerinde sahip olduğu mutlak nitelikte doğal
hakkını bir kişiye ya da bir meclise bir sözleşmeyle terk etmiş olmakla siyasal
toplumu kurmuşlardır. Lehine terk işleminin yapıldığı kişi ya da meclisin
iradesi sözleşmeyi yapan kişilerin iradelerinin yerini alacak ve onları temsil
edecektir. İnsanlar, sözleşme ile devleti kurarken doğal hakları olan güç
kullanma hakkından devlet lehine vazgeçerler. Dolayısıyla ortaya çıkan devlet
güç kullanma tekelidir. Hobbes, devleti bu kadar üstün bir güçle donatmasını
açıklamak için egemeni sözleşmenin dışında bırakır. Hak ve özgürlüklerin lehine
terk edildiği kişi ya da meclis sözleşmeye taraf değildir, lehinesözleşme
yapılan üçüncü kişi durumundadır. Egemen güç yapılan sözleşmeye taraf olmadığı
için, sözleşme hükümlerine aykırı hareket etmesi söz konusu olamayacağı gibi,
hiçbir koşulla da bağlı değildir, bu nedenle sözleşmeye aykırı hareket ettiği
ya da öngörülen bir koşula uymadığı gerekçesiyle egemen gücün emirlerine
uyulmaması düşünülemez. İnsanlar kendi iradeleri ile tüm hak ve yetkilerini
devrettikleri kişinin ya da meclisin iradesine uymayı kabul etmişlerdir. Onun
adil dediğini adil, iyi ve doğru dediğini de iyi ve doğru olarak kabul etmeği
kararlaştırmışlardır. Egemenin bu denli güçlü olmasının nedeni insanların onu
temsilcileri olarak yetkilendirmeleridir. Bu nedenle egemen gücün sahibinin
cezalandırılması ya da öldürülmesi söz konusu dahi edilemez. Hobbes bu yolla
devlete veya egemene karşı herhangi bir başkaldırıyı kuramsal olarak
olanaksızlaştırmıştır. Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için, egemenin
eylemlerine karşı çıkmaları kendi kendileriyle çelişmeleri demektir. Temsil
sisteminin diğer bir sonucu ise halkı, “kişi” olarak yaratmasıdır. Fakat bu
kişi egemenin kişiliğinden bağımsız değildir. Hobbes, halkı egemenin içinde
eriterek ya da halkın kişiliğini egemene taşıyarak, iki ayrı kişinin varlığının
yaratacağı iç savaş tehlikesini bertaraf etmek istemiştir.
SORU: Temsil sistemi son olarak kendi
içinde önemli bir sorun taşır; eğer sözleşme belli bir zamanda belli bir
zamanda belli insanlar arasında bir kereye özgü olarak yapılmışsa, bundan sonra
gelen insanlar, yapımına katılmadıkları bu sözleşmeye acaba uyacaklar mı? İtiatin
dolaylı bir şekilde gerçekleşmesi, egemenin sürekli olarak yetkilendirilmesi ya
da egemenin temsilciliğini belirten sözleşmenin sürekli olarak yinelenmesi
demektir.
Bu devlet merkezi bir otoriteye dayanır. Sözleşmeyi
yapanlar devlet kurumunca yurttaş statüsü kazanırlar ve toplum sözleşmesinin
tarafı bu yurttaşlardır. Devlet bu sözleşmenin tarafı değildir. Yurttaşlar
taraftır. Böylece devlet (yönetici, egemen) sözleşmenin tarafı olmadığından
sözleşmeye uymak zorunda değil, sözleşmeyle bağlı değildir. O, sözleşmeye
yurttaşların uymasını sağlamakla yükümlüdür.
Şu da söylenmelidir ki, Hobbes doğal durumdaki insanların
doğal hakları olduğunu kabul eder. Doğal durumdan egemen devlete geçildiğinde
doğal durumdaki tüm haklar bir egemene devredilmiş olur ve bu noktadan sonra
hak, ancak devletin pozitif yasalarınca tanınırsa var olabilir.
Hobbes’ta egemenlik tek, devredilmez, mutlak ve merkezidir.
Egemenin en önemli yetkisi yasa yapmaktır. Yasalar, insanın toplum sözleşmesini
yapma sebebi olan güvenliğin sağlanmasını gözetir. Yani bireysel hakların
güvenceleridir. Pozitif yasalar işte bu işlevi görür. Doğal düzende her şey
herkese aitken, toplum sözleşmesi ile kimin ne hakkı olduğu yasalar ile tespit
edilir. Hobbes’a göre adalet işte bu amaçtaki yasalara itaattir. Hobbes’a göre
egemen, devlet bu yasalara uymak zorunda değildir. Adil olanın ölçüsü egemenin
koyduğu yasa ve buna itaattir.
Hobbes’a göre egemene ve yasalarına direnme hakkı yoktur.
Çünkü direnme, hakları güvenceye alan devleti ortadan kaldırıp yeniden doğal
yaşama düzenine, güvensiz ortama dönülmesine sebep olabilir.
Hobbes üç devlet biçimini kabul eder. Bu devlet biçimleri,
egemenliği kimin kullandığına göre ayrılır. Egemen güç bir kişinin ya da bir
meclisin elinde olabilir, bir kişide ise devlet biçimi Monarşidir. Egemenlik,
bir mecliste ise devlet Demokratik veya Aristokratik bir devlet olabilir.
Herkesin meclise girme hakkı varsa bu bir demokrasidir; meclise ayrıcalıklı
bazı kişiler girebiliyorsa bu devlet biçimi de aristokrasidir.
Hobbes bu üç devlet biçiminden başka bir devlet biçimi
olmayacağını ve bu devlet biçimlerinden hoşlanmayanların bunları farklı
adlandıracaklardır. Monarşiden hoşlanmayanlar onu zorbalık olarak,
aristokrasiyi beğenmeyenler ise, ona oligarşi diyeceklerdir. Demokrasiden
hoşlanmayanlar da onu anarşi olarak adlandıracaklardır.
Hobbes, monarşinin diğer devlet biçimlerinden üstün olduğu
görüşünü savunur. Hobbes, monarşinin egemenliğini Tanrı’dan alması veya Tanrı
tarafından seçilmiş olması konusundaki klasik yaklaşımdan ayrılarak, monark
için de egemenliğin kökenini sözleşme esasına bağlamıştır. Böylece Hobbes,
monarşiyi bir sözleşmeyle halktan kaynaklandırarak “kralların tanrısal hakkı”
kuramını yok eder.
Hukuk Anlayışı
Hobbes’un hukuk görüşü, pozitif hukukun üstünlüğü ilkesine
dayanmaktadır. İnsan egoist olduğu için kendi ihtiraslarını gerçekleştirmek
isteyecektir ve bu nedenle kanunun yaptırımı insanı harekete geçiren ihtirastan
daha güçlüdür. Bu kanunun yürürlüğü ve toplumun düzeni bakımından zorunlu bir
şarttır.
Egemen güç, toplumda yasayı yapan, kaldıran, değiştiren tek
güçtür ve bu egemen güç kendi yaptığı yasalarla bağlı değildir, “hiç kimse
kendi kendini bağlayamaz” der Hobbes.
Yazılı olmayan kurallar, örneğin gelenekler, örf ve adet
kuralları da, egemen gücün açık iradesinin ürünü olmamakla birlikte, kuvvetini
egemen gücün zımni iradesinden almışlardır, egemen güç bu kuralları zımnen
kabul etmiş sayılır. Hukukun tek bir kaynağı vardır o da egemen gücün iradesidir.
Hobbes’un hukuk kuralı anlayışı iradeci görüşü yansıtmaktadır. Ona göre, hukuk
kuralı toplumu yöneten iradenin yazılı veya sözlü ya da başka türlü açıkladığı
bir emirdir.
Özgürlük ise, insanın davranışlarını kısıtlayan dış
engellerin bulunmamasıdır. Özgür insan da zeka ve gücünün elverdiği ölçüde
dilediğini yapan kişidir. Yasa insanın davranışlarını sınırlandığına göre
devlet düzeni içinde kişinin ancak yasanın yasaklamadığı şeyleri yapmak ve
yalnızca onları yapmak özgürlüğü vardır.
İnsanlar sadece pozitif hukuk tarafından kendilerine
tanınan hakların sahibidirler. Hukuk devletten önce gelmediğine, devletin eseri
olduğuna göre devletin hukuku istediği şekilde yorumlamak ve uygulamak
yetkisine sahip bulunduğunu da kabul etmek gerekir.
Devlet öncesinde herkesin her şey üzerinde mutlak hakka
sahip olması savaş halini yaratıyordu. Bu nedenle devlet düzeninde mülkiyet
hakkı egemen gücün verdiği bir hak olacaktır. İnsanların davranışlarında iyi ve
kötü olanı, haklı haksız olanı belirleyen egemen güç herkese hakkaniyete ve
ortak yarara uygun gördüğü oranda bir toprak parçası ya da bir taşınabilir mal
üzerinde mülkiyet hakkı verir. Tanınan mülkiyet hakkı, kişiye o maldan
başkalarının da yararlanmak istemelerini önleme hakkı verir ama hak sahibi bu
hakkını egemen güce karşı ileri süremez. Mülkiyet hakkı yasalarla belirlenir.
Hobbes
Hakkında Yorumlar
Hobbes’un bu düşüncelerini anlattığı eser Leviathan’dır; Leviathan devlettir.
Bir görüşe göre; Hobbes’a göre insanın devlete karşı ileri
süreceği bir hakkı yoktur. Çünkü hak, ancak pozitif bir yasa ile devlet
tarafından tanınıyorsa vardır. Hobbes’ta çok güçlü bir devlet otoritesi vardır
ve kilisenin egemenliğini devlet devralır.
Hobbes’un
ortaya koyduğu devlet felsefesi farklı yazarlar tarafından totaliter, liberal
hatta demokratik bir sistem olarak yorumlanmıştır. Kuramının temeline bireyleri
koyması ve siyasal sistemini bireysel çıkar teması üzerinde kurmasından dolayı
bireycidir. Diğer taraftan barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla bireylerin
sahip oldukları tüm hak ve özgürlüklerden vazgeçmelerini, devletin kurulmasının
önkoşulu olarak görmesiyle de, yararcı olarak kabul edilebilir.
Hobbes
mutlakiyetçi bir düşünürdür ve bu nedenle Leviathan’de ortaya koyduğu devlet
totaliter bir devlet olarak görülebilir. Fakat totaliter devlet kuramlarında
olduğu gibi mistik-organik bir devlet felsefesi ileri sürmez. Bu devlette birey
sosyal organizmanın bir hücresidir. Devlet kutsal bir varlıktır. Oysa Hobbes’un
sisteminde devlet, insanların yarattığı yapay bir varlıktır. Dolayısıyla bu
gücün kaynağı bireylerin kendi aralarında yaptıkları toplum sözleşmesidir ve bu
sözleşme ile bireyler sahip oldukları tüm hak ve yetkileri devlete bırakarak egemeni
yaratmışlardır.
Hobbes’a
yönelik diğer bir eleştiri insan tanımlamasına ilişkindir. İnsanlar bencil bir
olarak kabul edilmektedir. Fakat insanlar diğer insanlar için fedakarlık
yapabilmektedir. Bu nedenle Hobbes’un insan yaklaşımı sınırlandırıcıdır. İnsanı
bencil bir varlık olarak kabul ettiğimizde, insanın kendinden üstün bir
otoriteyi yaratması bu değerlendirmeye ters düşer. Bencillik ile
sınırlandırılmaya razı olma arasında bir çelişki vardır.
Ayrıca
Hobbes liberal düşüncenin iki önemli temel prensibini reddeder. Bunlar, bireyin
devlete karşı ileri sürebileceği hakları olduğu ilkesi ile kuvvetler ayrılığı
ilkesidir. Bu iki temel ilkenin yanında, mülkiyet hakkını egemenin koyduğu
yasalarla bireylere tanıdığı bir hak olarak görmüştür. Ancak bu hakkın egemene
karşı ileri sürülememesi de liberal düşünceye aykırı bir anlayıştır.
Bir diğer görüş ise Hobbes’u liberalizmin temellerini atmak
ile birleştirir. Bu görüşü haklı kılan argümanlar, devletin insan iradesi ve
eliyle kurulmuş olduğunu söyleyerek liberal bireye temas etmiştir. Hobbes’u
liberal kılan bir diğer argüman: egemenin en önemli işi yasa yapmaktı. Doğal
durumda neyin kime ait olduğu belli değilken pozitif yasalar kimin ne üzerinde
hakkı olduğunun belirlenmesini amaçlardı. Yani mülkiyet hakkı Hobbes’ta devlet
ve pozitif yasalar ile güvenceye alınır. Doğal haklar değil, pozitif yasalardan
doğan pozitif haklar vardır. Ve son kertede egemenliğin kaynağı insan
iradesidir. Bu da liberal görüşe yakındır.
Sonuç olarak (Sevtap Metin’e göre) Hobbes, liberalizme daha
yakındır.
Egemen, insanların güvenliklerini sağlayamıyorsa, içte ve
dışta can ve mal güvenliğini sağlayamıyorsa sadece bu halde egemene, devlete
direnilebilir. Çünkü devlet, bu işlevi göremiyorsa meşruiyetini yitirmiştir.
Hobbes, buna rağmen, devlete karşı sorumluluğu ileri
sürecek, onu denetleyecek kurumlara değinmeyerek devletçi bir konumda yer alır.
2. JOHN LOCKE 1632-
1704
Hayatı
John Locke ( 29
Ağustos 1632 — 28 Ekim 1704) yılları arasında yaşamış İngiliz filozofudur.
Locke 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Düşünce özgürlüğünü,
eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür
olduğu için Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak
kabul edilir.
John Locke,
Bristol yakınlarında, Wrington'da doğdu. Kumaş ticareti ile uğraşan bir aileden
gelmektedir. Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih etmiştir,
ibadetle sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir tarafçısıydı. Locke'un
daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir.
Locke yükseköğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en çok tabiat
bilimleriyle tıp okudu. Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyaset adamı
olarak çalıştı. Önce Brendenbur Dükalığı'nda İngiliz elçiliği katibi olarak bulundu.
İngiltere'ye döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adın bir İngiliz
aristokratının yanında özel hekimlik yaptı. 1683'te Shaftsbury'nin Hollandaya
kaçmak zorunda kalması üzerine Locke da İngiltereden ayrıldı. Ancak 1689'da
İkinci İngiliz Devrimi başarı kazanınca İngiltereye dönebildi.
Stuart hanedanının ikinci kralı başa gelince sürgün sırası
Locke’a gelir. Hobbes 1. Kral döneminde kralcı olduğu için sürgüne gitmiştir,
Locke ise 2. Kral döneminde evvelden parlamentocu olduğu için Hollanda’ya
sürgüne gider. 2. Kral tahttan düşüp Orange
the William başa gelince Locke’un sürgünü biter, İngiltere’ye geri döner.
Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her
çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk
edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in öncüsü olmuştur. En
önemli eserleri “An essay Concerning Human Understanding” (İnsan Anlağı Üzerine
Bir Deneme), “Some Thoughts Concerning Education” (Eğitimle İlgili Bazı
Düşünceler) dir. “Hükümet üzerine iki deneme” adlı eseri siyaset felsefesinde
önemli bir yere sahiptir. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak
tarihe geçmiştir, mutlakiyet yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla
derin yarıklar oluşmuştur ve üç büyük devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz,
Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllara
yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini savunanlardan biridir.
Genel
Felsefesi
Locke’un ampirist bilgi teorisine büyük hizmeti insan
aklının tabula rasa olduğunu kabul etmesi ve böylelikle bilginin gerçek
kaynağının dış dünyada olduğunu savunmasıdır. Locke’a göre insan doğduğunda
aklı boş bir levha (tabula rasa)
gibidir. İnsanlar deneyimlerini tecrübelerini bu levhaya kaydederler.
Deneyden bağımsız, soyut olarak bir şeyi bilmek mümkün değildir. İnsanlar duyu
organlarıyla gözlemlerde bulunarak dünyayı anlarlar. Sıcak, soğuk, beyaz gibi
kavramları insanlar duyu organları sayesinde deneyleyerek öğrenirler. . Bu boş levha, deneylerimizden gelen
basit izlenim ve bu izlenimlerin oluşturduğu idelerle yavaş yavaş dolmaya
başlar. Tüm bilgilerin deneyden gelmesi, bilginin deneyden sonra yani a
posteriori kazanıldığına işaret etmektedir.
Ona göre, duyumsamadan önce düşünemeyiz; yani, daha önce
duyumda bulunmayan hiçbir şey anlıkta bulunamaz. Kısacası, düşünce tamamen
duyuma bağlıdır. O bakımdan, esasında, zihin tamamen pasiftir.
Locke’a göre, basit (yalın) ve bileşik (karmaşık) olmak
üzere iki tür fikir (ide) vardır. Basit
fikirler, bütün bilgilerimizin âdeta ilk maddesini teşkil ederler. Zihin
bunları ne yapabilir ne de yok edebilir. Bu basit fikirler (ideler), zihne,
duyum ve düşünce yoluyla gelirler. Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir
insanın bir buz parçasında duyumladığı soğukluk ve sertlik, biberin acılığı
birer basit fikir olup açık ve seçik algılardır. Bileşik fikirler, basit
fikirlerden zihin tarafından yapılır. İnsanlar basit fikirlerini birleştirerek
daha kompleks fikirler üretirler. Basit fikirleri alan pasif haldeki zihin,
sebep-sonuç ilişkisi gibi bir ilişkiyi ifade eden bileşik fikirleri meydana
getirerek aktif hale geçer. Zihin, bileşik fikirlerin oluşturulmasında aktif
olmakla birlikte, bu fikirler, esasında, zihnin tamamen pasif haldeyken,
duyumdan ve düşünceden aldığı malzemenin tavırlarından veya değişmelerinden
başka bir şey değildir.
Not:Yukarıdaki alıntının tam metni için
bkz.Ülker Öktem, “John Locke ve Berkeley’in Kesin Bilgi Anlayışı,” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi 43,2 (2003) 133-149,
Doğa
Durumu
Locke liberal bireyciliğin babasıdır. Kapitalist üretim
biçiminin işleyebilmesi için gerekli hukuk kurumlarının kurulması hususunda
çalışmalar yapmıştır. Locke da siyasi felsefesini farazi bir doğa durumundan
hareketle ortaya koyar. Bu doğa durumunda yaşamanın tarihsel kanıtları yoktur
Locke’un yazılarında. Locke’un insanların siyasal bir toplum meydana getirmeden
önce doğa durumunda yaşadıklarını belirtmesi onun insanların haklarını ve
devletin insanlara karşı yükümlülüklerini ortaya koymak için bunu bir varsayım
olarak kullanmak istemesinden kaynaklanır.
Hobbes ile ortak noktası toplum sözleşmecisi olması ve
doğal yaşam döneminin bulunmasıdır. Ancak Hobbes kötümser bir doğal düzenci
iken Locke iyimserdir. Doğal düzende insanlar özgür, eşit ve doğal haklara
sahip biçimde yaşıyorlardı.
Locke’a göre insan tek başına yaşamak için yaratılmamıştır,
toplum içinde yaşamak gereğinde ve zorundadır. İlk toplumu kadın-erkek
beraberliği, sonra çocuklar, sonra efendiler ve hizmetkarların katılımıyla
oluşur toplum. Sosyal bir yaratık olan insan aynı zamanda doğal olarak eşit ve
özgürdür. İnsanlar doğa durumunda tam bir özgürlük ve eşitlik içinde yaşarlar.
Doğa durumunda insanların eşit olması, her türlü güç ve
yargı hakkının karşılıklı olması ve bunların kimsenin elinde başkasından fazla
bulunmamasıdır. Burada haklar ve kuvvetler karşılıklıdır, hiç kimsenin
başkasından daha fazla hak ve kuvveti yoktur. Doğa durumu bir özgürlük halidir
ama bu herkesin istediğini yapabileceği anlamına gelmez. İnsanlar her şeyden
önce doğa kanuna, yani aklın kanununa bağlıdırlar. Locke’a göre, henüz devletin
ortaya çıkmadığı doğa durumunda her bireyin Tanrı tarafından bahşedilmiş,
devredilemez, elden alınamaz nitelikte olan hakları vardır. Locke, bunların
yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları olduğunu belirtmiş ve tamamını genel mülkiyet
hakları altında toplamıştır.
Tanrının insanlara verdiği doğa kanununun sonucu olarak
herkes eşit ve bağımsızdır. Ancak bu bağımsızlık, kimseye başkasının can, mal
ve özgürlüğünü ortadan kaldırma hakkını vermez. Öyleyse herkes birbirinin
hakkına saygı göstermelidir. Doğa durumunda hakkı ihlal edilen kişinin
saldırganı cezalandırma ve doğa kanununu uygulama hakkı vardır. Ama bu mutlak
bir güç değildir. Uygulanacak cezalar akla uygun ve kusurla orantılı olup
sadece sebep olunan zararı telâfi edici ve gelecekte benzer hallerin meydana
gelmesini önleyici mahiyette olan cezalardır. Ancak hakkı ihlal edilen kişilere
tanınan bu cezalandırma yetkisi bazı sorunları beraberinde getirebilir. Örneğin
öç alma, kendisinin ve yakınlarının lehine karar verme gibi insani zaaflar
yüzünden aşırı bir durum ortaya çıkabilir.Yani kendi davalarında yargıç
oluyorlardı. Bu ise orantısız cezaların, keyfi cezaların var olması demektir.
Bunun sonucu da karışıklık ve düzensizliktir. Bu ortamda, insanlar özgür
olmasına rağmen, korkular ve sürekli tehditlerle dolu doğa durumunu bırakmayı
isterler. İşte bu durum insanların siyasal toplumu oluşturmalarına neden
olmuştur. Bu aynı zamanda siyasal iktidarın sınırlarının belirlenmesinde de
temel hareket noktasını oluşturmaktadır.
Hukuk Ve Devlet
Devletin olmadığı doğa durumunda bireyler arası ilişkilere
düzen veren bir doğa yasası vardır. Doğa yasasının kuralları akıl yolu ile
bulunabilir. Bu doğa yasası adalet, özgürlük, eşitlik, mala cana saygı
esaslarına dayanıyordu. Bu dönemin insanı iyi niyetli, yardımlaşmayı seven,
birbirini koruyan, herhangi bir zorlama olmadan akıl ve mantığına göre yaşayan
insandı. Doğa yasası, her bireye kendisinin ve başkalarının mülkiyetini hak
tanımaz kişilere karşı savunma ödevini yükler. Bireyler, mütecavizleri
cezalandırma hakkına sahiptir. Bir taraftan, hak tanımaz kişilerin
tecavüzlerini daha etkin bir şekilde önlemek, diğer taraftan da bireylerin
özellikle kendi haklarına tecavüz edenleri cezalandırmak ve zararlarını tazmin
ettirmek hususunda hakkaniyet ölçülerinin dışına taşabilmeleri ihtimalinin
önüne geçebilmek için, bireyler bir sosyal sözleşme ile önce sivil toplumu daha
sonra da devleti tesis ederler. Bunu yaparken bireyler, kendilerini savunma
hakları saklı kalmak kaydıyla, doğa durumunda sahip oldukları doğa yasasını
çiğneyenleri cezalandırma hakkını tamamen siyasal otoriteye devrederler. Mağdurların yargıç olmalarını engellemek için,
uyuşmazlığın tarafları dışında bir otoritenin olması gerekir. İşte devlet bunu
güden bir toplum sözleşmesinin sonucudur.
Ona göre iktidarın kaynağı halktır. İktidar meşruiyetini
Tanrı’dan veya kaba güçten değil halkın rızasından almaktadır. Ancak,
bireylerin siyasal otoritenin yönetimi altına kendilerini sokmaları anlamında
gösterdikleri bu rıza, koşulsuz bir teslimiyet de değildir. Devletin, asli
amacı olan bireyin doğal haklarını korumak görevini yerine getirmekte başarısız
olması veya bizatihi bu haklara kendisinin tecavüz etmesi halinde, bireyler
açısından sözleşme hükümsüz sayılıp, devlete/siyasal iktidara karşı baş
kaldırma/direnme hakkı doğar.
Locke’da egemen, yönetici, devlet sözleşmenin tarafıdır.
Egemenlik halktadır, yasama ve yürütme egemenliği sadece temsil ederler.
Locke’un tasvir ettiği bu rejim bir anayasal monarşidir. İktidarı
sınırlandırmanın önemli bir aracı da kuvvetler ayrılığı prensibidir. Hobbes bu
prensibe, egemenin gücünü azaltacağı ve bir savaş durumu olan doğa durumuna
dönüşe yol açacağı düşüncesiyle karşı çıkmaktaydı. Locke’a göre ise, kuvvetler
ayrılığı yozlaşmaya meyilli iktidarı kontrol altında tutabilmek için bir
zorunluluktur. Bu yüzden iktidar yasama, yürütme ve federatif olmak üzere üçe
ayrılmalıdır.
Yasama ile yürütme, Hobbes’ta olduğunun aksine, ayrıdır;
ayrı olmak zorundadır. Çünkü yasa yapan ile yürüten aynı kişi olursa yasa
yapıcıların ortak yararı gözetmeme olasılığı doğar ve bu da tehlikelidir. Yasama
erki yürütmenin üstünde yer alır, güçler birbirini denetler. Üçüncü güç,
yürütmenin içinden çıkan ve anlaşmaları imzalayan “federatif erk”tir.
Locke, bağımsız bir yargı erkini kuvvetler ayrılığı içinde
ayrı bir erk olarak saymaz. Ancak Locke’un temel derdinin bağımsız bir yargının
olması gerektiği bilindiğinden ve yargı faaliyetinin bağımsız yargıçlarca
yapılması, Locke’u “yargıya yer tanımadığı” yönündeki eleştirilerden korur.
Locke’a göre yasama organının erkini sınırlayacak olan
halkın kendisidir. Yasama erkinin sınırını halkın kendisi oluşturur. Toplum
sözleşmesini yapanlar doğal yaşamdaki hak ve özgürlüklerinden Hobbes’un aksine
vazgeçmiş veya bunları devretmiş değildirler. Locke’da hak ve özgürlükler
Hobbes’takinin aksine egemen tarafından konan yasalarla verilmiş değildirler.
Hak ve özgürlükler zaten bireydedir. Yasa tanımasa da vardırlar. Egemenin
koyduğu yasalar bu hak ve özgürlüklerin, özellikle mülkiyet hakkının,
güvenliğini sağlama aracıdır. Sahip olunanı yazılı ve güvenceli hale sokar.
Demek ki toplum sözleşmesi ile kurulan devlet bu doğal hak ve özgürlükleri
ihlal edemez. Eğer yasama organı doğal hak ve özgürlükleri tırpanlarsa Locke’a
göre direnme hakkı doğar. Direnme hakkı ile egemen devrilecektir.
Locke yönetimlerin meşruluk sorunuyla ve buna bağlı olarak
da yönetime karşı gelme hakkı ile de ilgilenir. O yönetimlerin meşruluğunu iki
koşula bağlar. İlk koşul iktidarın yasalarca belirlenmiş koşullar dışında elde
edilmemesi, yani iktidarın gasp edilerek elde edilmemesine dayanır. İkinci
koşul ise, iktidarın zorbaca kullanılmaması yani iktidarın doğal hukuk
tarafından koyulmuş haklara karşı gelinmeden kullanılmasıdır. Locke iktidarın
yaygın ve bütüncül bir şekilde meşruluk sınırlarının dışına çıkması halinde halkın
direnme ve isyan haklarını saklı tutar.
Mülkiyet
Locke’a göre en önemli hak ve özgürlük mülkiyettir. Nitekim
mülkiyeti, doğal hukukun kutsal haklar kategorisine sokmuştur. Locke’a göre
doğal yaşamda eşit ve özgür olarak doğanın nimetlerinden faydalanılırdı.
Buradan ise bir kolektif mülkiyet anlayışı çıkmaz. Locke’a göre doğanın
nimetlerinden faydalanmada harcanan “emek”, o artı değer, o nimeti bize ait
kılar. Emek, burada yani doğa durumunda mülkiyeti doğurmuştur. Yani doğa
durumunda özel mülkiyete yer var, kolektif mülkiyete değil. Locke’un bu teorisi
meşhur “emek-mülkiyet” teorisidir. Emek böylece mülkiyetin meşruiyetini
sağlamaktadır. Bir şeye emek harcanıyorsa o, emek harcayanın mülküdür.
Locke’a göre doğadaki tüm varlıklar Tanrı tarafından
insanlara ortaklaşa tahsis edilmiştir. Ancak, insanların kendi varlıkları
üzerindeki mülkiyetleri mutlaktır. Bir başka ifadeyle, her birey kendi
bedeninin ve emeğinin sahibidir. Açıktır ki doğadaki şeyler herkesindir, ancak
kendi kendisinin efendisi ve kendi kişiliğinin ve kişiliğin eylemlerinin ve
çalışmalarının sahibi olan insan kendi içinde büyük bir mülkiyet zeminine
sahiptir ve buluşlar ve zanaatlar hayatı kolaylaştırdığında kendi varlığını
desteklemek ve rahatlatmak için uyguladığı şeylerin büyük kısmı tamamen
kendisine aittir, bu şeyler diğerleriyle ortaklaşa sahip olduğu şeyler olmaktan
çıkarlar. Buna öz-sahiplik ilkesi adını verebiliriz. Birey bu hakkı sayesinde
kendisiyle ilgili hususlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Kendi
bedeninin ve emeğinin özel mülkiyetine sahip olan birey hayatta kalabilmek için
Tanrı’nın insanlara ortaklaşa bahşettiği varlıklara kendi emeğini katarak
onları özel mülkiyeti haline getirir. İnsanlar, daha önce bir başkası
tarafından özel mülk haline getirilmemiş varlıklara kendilerinden bir şey
katarak o varlıkları ortak kullanımdan çıkarıp özel mülk haline getirirler.
Ancak, bu ortaklaşa sahip olunan doğayı özel mülk haline getirme süreci
sınırsız bir süreç değildir. Özel mülk edinme süreci üzerinde biri doğal diğeri
de ahlaki olmak üzere iki sınır mevcuttur.
Mülk edinmedeki doğal sınırlamaya göre, bir birey israf
etmeden kullanabileceğinden daha fazlasını özel mülkiyeti haline
getirmemelidir. Bu durumu basit bir örnekle açıklayalım. Doğa durumunda
acıktığımızı düşünelim. Karnımızı doyurmak için etrafımıza bakınırken üzerinde
olgunlaşmış elmaların olduğu bir elma ağacını gördüğümüzü varsayalım. Locke’a
göre, biz o ağaca tırmanıp elmaları toplayarak o elmaları kendi özel
mülkiyetimiz haline getirebiliriz. Ancak bunu yaparken yiyebileceğimizden
fazlasını almamalıyızdır. Buna göre üç elma şimdi yemek için üç-beş elma da
daha sonra, elmalar çürümeden, yemek için alabiliriz. Özel mülkiyet, ağaca
tırmanmak istemeyen tembel birisi gelip bizden elimizdeki elmaları istemesi halinde,
bize o kişiye “Hayır” deme imkânını sunar. Elmalarımızı paylaşıp paylaşmamak
tamamıyla bizim takdirimizdedir.
Mülk edinmedeki ahlaki sınırlama bize bizden sonra gelecek
olanların da iyiliğini düşünme ödevini yükler. Yani, biz başkaları için de yeter
miktarda ve iyi durumda olan varlığı geride bırakmalıyızdır. Elma ağacı
örneğimize geri dönersek, eğer ağacın üzerinde 10 tane elma var ve bunların 8’i
sağlam, 2’si çürük ise ve ben başka bir kimsenin de bu ağaçtan elma almaya
ihtiyacının olduğunu biliyor isem, 5 tane sağlam elmayı alıp geride 3 sağlam
iki çürük elmayı bırakmam ahlaki sınırlamaya aykırı olacaktır. Evet, kendime 5
tane aldım, diğer kişiye de 5 tane bıraktım. Ancak, bu sayısal eşitlik,
niteliksel açıdan eşitliği getirmiyor. Locke’a göre diğer kimselere sadece adet
olarak değil ama nitelik olarak da yeter derecede kaliteli, sağlam, lezzetli elmalar bırakmam gerekir.
Buna göre belki de kabul edilebilir sınır benim sağlam olan 8 elmadan 4’ünü
almamdır.
Locke’un mülk edinme veya zenginleşebilme üzerine getirdiği
doğal sınırlamayla ilgili belirtilmesi gereken bir husus, bu sınırlamanın,
paranın kullanıma girmesiyle beraber anlamını kaybettiğidir. Biz para
sayesinde, çürüme, bozulma vb. herhangi bir israfa yol açmadan zenginlik biriktirebiliriz.
Bu nedenle, mülk edinme ve dolayısıyla zenginleşme önünde var olduğu
düşünülebilecek olan doğal sınır ortadan kalkmış olacaktır. Ancak, ahlaki
sınırlamanın geçerliğini halen koruduğunu söyleyebiliriz. Eğer, bizim
zenginleşmemiz zorunlu olarak toplumun geri kalanının fakirleşmesi pahasına
oluyor olsaydı ahlaki sınırın ihlal edildiği düşünülebilirdi. Elma ağacı
örneğine dönersek, benim daha fazla elma almam başkalarının daha az elma alması
anlamına gelecektir. Ancak elma ağacı analojisi bir ekonomiyi tasvir etmek için
her zaman geçerli olmayabilir. Çünkü benim daha fazla elma almam başkalarının
daha az elma alması demek olurken, bir ekonomide benim zenginleşmem toplumun
geri kalanının fakirleşmesi anlamına gelmeyebilir. Eğer benim zenginleşmem başkalarının
varlıklarını yağmalamak biçiminde olmayıp üretken bir faaliyetin sonucunda
gerçekleşiyor ise bu toplumsal zenginliğin artması, ekonomik pastanın büyümesi
ve benim dışında kalan kişilerin de bundan istifade etmesi anlamına gelecektir.
Locke’un mülkiyet hakkı üzerinde bu kadar önemle durmasını
yazarlar genellikle İngiliz İç Savaşı’nın nedenlerinde ararlar. Sonuçta iç
savaşın ana sebeplerinden biri de I. Charles’ın Parlamento’nun izni olmadan
vergi koymak istemesidir. Bu da şüphesiz Locke açısından özgürlüğe ve mülkiyete
bir saldırıdır.
BİLGİ NOTU: Locke’un Hoşgörü Hakkındaki Görüşleri:
John
Locke’un siyaset felsefesine yaptığı önemli katkılardan birisi de onun hoşgörü
savunusudur. Locke hoşgörü savunusunu “Hoşgörü Üstüne Bir Mektup” (1689) adlı eserinde
ortaya koymuştur. Locke dini farklılıklara özgürlük tanınması, bir başka
deyişle onların hoş görülmesi doğrultusunda iki farklı argüman öne sürer.
Bunlardan ilki seküler ikincisi de dini içerikli argümandır.
Seküler
argüman esas olarak Devlet Üzerine İki Deneme adlı eserindeki argümanı ortaya
koymaktadır. Buna göre, devlet insanlar tarafından doğa durumunun
belirsizliklerini aşmak üzere kurulmuş bir kurumdur. Devletin amacı bireylerin
doğa durumunda sahip oldukları yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi doğal haklarını
güvence altına almaktır. Eğer devlet bu vazifesinin ötesine geçip bir de
bireylerin ruhlarının kurtuluşunu kendisine görev addederse ciddi problemlere
davetiye çıkarmış olur. Hatırlanacağı gibi İngiliz İç Savaşı’nın ve daha
sonraki Şanlı Devrim’in ardında yatan temel nedenlerden birisi din
çatışmasıydı. Bireyin ruhunun kurtuluşuna giden yalnız ve yalnız bir yol
vardır. Ancak farklı mezhepler hangi yolun Tanrı’ya gittiği konusunda hem fikir
değildir. Yanlış bir tercihin yapılması halinde sonuç ruhun sonsuza kadar
cezalandırılması olacaktır. Bu yüzden hangi yolun tercih edileceği riske
atılamayacak kadar önemli bir hadisedir ve her birey kendi ruhunun
kurtuluşundan kendisi sorumlu olmalıdır. Eğer devlet bireylere Siyasal resmi
bir din dayatmasında bulunursa, o dine inanmayanlar, o yolun cehenneme
gittiğine inananlar, devletin dinini vicdanen kabul etmekte büyük zorluk
yaşayacak ve belki de devlete karşı isyan edeceklerdir. Bu da doğa durumuna
geri dönmek anlamına gelecektir. Hoşgörü Üzerine Bir Mektup’ta, Lockebu noktayı
şu şekilde izah etmektedir:
Yöneticinin
tüm yetki alanı sadece… sivil meselelere ulaşır; tüm sivil iktidar, hak ve
hükümranlık bu şeylerin geliştirilmesi amacıyla bağlanmış ve
sınırlandırılmıştır; sivil iktidar hiç bir biçimde ruhların kurtarılması
[amacını kapsayacak şekilde] ne genişletilebilir ne de genişletilmelidir.
Locke’un
hoşgörü savunusunda kullandığı dini argüman ise dinin bireyin vicdani kabulü
ile ilgili olduğu ve gerçek dini inancın insanın içinden gelen samimi bir duyguyla
olacağıyla ilgilidir. Bir kimseyi vicdanına aykırı davranmaya zorlamak o
kişinin sadece dış davranışlarında değişikliğe yol açabilecekken, vicdani
kabullerinde bir değişiklik yaratmayabilecektir. Bu anlamda dinde zora
başvurmak anlamsızdır. Kişilerin dini inançları ve ibadetleri kamu düzenini
bozmadığı sürece devlet dini inanışlardaki farklılıkları hoş görmelidir. Bu
görüşünü şu ifadelerle dile getirir Locke:
“…
insanların ruhlarını kurtarma çabası yargıçlara ait olamaz, çünkü yasaların
katılığı ve cezaların gücü insanların aklını ikna etmeye ve değiştirmeye
yeterli olsa da ruhlarını kurtarmaya yardımcı olamaz. Tek bir gerçek ve cennete
giden tek bir yol olduğuna göre, insanların sarayın dininden başka bir yol
takip etmesine izin verilmezse, kendi akıllarının ışığını söndürmek ve kendi
vicdanlarının emrettiğine karşı çıkmak zorunda kalırlarsa, yöneticilerinin
iradesine körü körüne tabi olurlarsa, doğdukları ülkeye kök salmış olan dine
cehalet, tutku veya batıl inançlar nedeniyle bağlanırlarsa; din daha çok kişiyi
kendine çekecek ne tür bir umut vaat edilebilir?”
Locke’un
Görüşleri Hakkında Genel Değerlendirme
John Locke, 17. yüzyıl İngiltere’sinde yaşamış ve dönemin
siyasi çatışma ve çekişmelerine şahit olmuş bir düşünürdür. Locke, döneminin
olaylarına sadece seyirci kalmamış fakat bizatihi bu olaylara fikirsel düzeyde
yön vermiştir. Locke, Kralın mutlak iktidar iddiası karşısında anayasal bir
temsili demokrasi fikrinin savunucusu olmuştur. Bir sosyal sözleşme düşünürü
olarak Locke iktidarın kaynağını halkın rızasına dayandırmış ve Kralın
iktidarının sınırlanmasının temelini hazırlamıştır. Locke, siyasi meselelere
bakışı itibarıyla kendinden önce gelen Machiavelli ve Hobbes’un modern bakış
açısını devam ettirmektedir. Locke’a göre de devlet artık, içinde erdemli
bireylerin yetiştirileceği toplumsal koşulları yaratmak yerine, birbirleriyle
çatışan çıkarlara sahip bireylerin, birbirleriyle çatışmaya tutuşmadan bu
farklı çıkarlarını tatmin edebilecekleri istikrar ortamını tesis etmek
misyonuyla sınırlanmıştır. Toplumsal var oluşun amacının bireyleri erdemli
kişiler yapmak değil fakat onların yaşam, özgürlük, mülkiyet gibi sivil
çıkarlarını (civil interests) güvence altına almak olduğu bir yerde siyasetin
amacı da bu hakları korumakla sınırlıdır. John Locke, bu düşünceleriyle modern
dönemin temel ideolojilerinden birisi olan liberalizmin de temel köşe taşlarını
yerleştirmiştir. Buna göre tüm liberallerin savunduğu bireycilik, pek çok
liberalin kabul ettiği bireyin doğal haklara sahip olması, sınırlı devlet ve kuvvetler
ayrılığı, hoşgörü gibi fikirler Locke’un düşüncesinde ilk sistematik
ifadelerini bulmuşlardır.
3. JEAN JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)
Hayatı
Jean Jacques Rousseau, 1712’de Cenevre’de
dünyaya geldi. Fransız asıllı ve Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Rousseau
Fransız ve eski Yunan edebiyatının klasiklerini öğrendi. Ardından bir papazın
yardımıyla Latince’yi de söktü. Püriten ahlak anlayışıyla yetiştirilmiştir.
Bunun iki sonucu olmuştur; sadelik ve eşitlikten yanayken diğer yandan ise
püriten ahlakın baskıcılığından bunalarak özgürlükçü bir eğilime sahip
olmuştur. Küçük yaştan itibaren bir çok işe girip çıkmış olan Rousseau bu
işlerde başarılı olamamıştır.
Rousseau’nun,
1749 yılında Dijon Akademisi tarafından açılan bir yarışmada sunduğu tez ödül
kazandı ve bu ödül O’na yazın dünyasında büyük ün sağladı. 1750’de Diderot
aracılığıyla Ansiklopediciler’e katıldı. Bu yıllarda Rousseau’nun -hukuk,
ahlak, felsefe, siyaset gibi- çeşitli alanlarda yazdığı makaleler büyük tartışmalar
yarattı. Bilim ve sanattaki ilerlemenin ahlaki ilerlemeyi sağlamadığını, doğal
insanın medeni insandan
üstün olduğunu ileri sürdü. Toplumsal eşitsizliklere karşı geldi. 1754’den başlayarak gittiği hemen her yerde düşüncelerinden dolayı gözaltına alındı, soruşturmalar geçirdi. Emile adlı romanı dini çevreler tarafından tepkiyle karşılanırken, Paris Parlamentosu, kitaptaki dini bölümlerin yakılmasına ve Rousseau’nun tutuklanmasına karar verdi. Aynı yasaklar Cenevre’de de geçerli idi. Sonunda, David Hume’un daveti üzerine 1766’da İngiltere’ye geçti. Ancak Diderot ve Voltaire’le olduğu gibi Hume ile de kapıştı ve 1 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Bir süre adını gizleyerek yaşadı ve hakkındaki kovuşturmalar sona erdiğinde Paris’e döndü. Temmuz 1778’de öldü.
üstün olduğunu ileri sürdü. Toplumsal eşitsizliklere karşı geldi. 1754’den başlayarak gittiği hemen her yerde düşüncelerinden dolayı gözaltına alındı, soruşturmalar geçirdi. Emile adlı romanı dini çevreler tarafından tepkiyle karşılanırken, Paris Parlamentosu, kitaptaki dini bölümlerin yakılmasına ve Rousseau’nun tutuklanmasına karar verdi. Aynı yasaklar Cenevre’de de geçerli idi. Sonunda, David Hume’un daveti üzerine 1766’da İngiltere’ye geçti. Ancak Diderot ve Voltaire’le olduğu gibi Hume ile de kapıştı ve 1 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Bir süre adını gizleyerek yaşadı ve hakkındaki kovuşturmalar sona erdiğinde Paris’e döndü. Temmuz 1778’de öldü.
Rousseau hayatı boyunca birçok eser verdi.
Rousseau’nun yayınlanmış eserleri şunlardır: Çağdaş müzik üzerine bir
inceleme(1743), Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşmalar(1750), Köyün
Kahini(1752), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliklerin Kaynağı(1758), D’Alembert’e
Mektuplar(1758), Julie veya Yeni Heloise(1761), Toplumsal Sözleşme(1762) ve
Emile(1762), İtiraflar(1765-1770), Polonya hükümeti Üzerine Görüşler(1772).
Genel Felsefesi
Rousseau’ya göre doğa durumunda insan sınırsız bir özgürlük
ve eşitliğe sahipti. Uygarlığın ilerlemesi insanı daha iyi ve daha geniş
görüşlü yapmamıştır. Bilim insana servet ve lüksü tanıtmış, fakat aynı zamanda
eşitsizliğe neden olmuştur. Ayrıcalıkların ve paranın hakim olduğu bir dünyada
gerçekten yetenekli olanların hayat hakkına sahip olması çok zordur. Modern
toplum gelişerek sivil toplumun karşıtı bir siyasal düzeni ve bunun sonucu olan
eşitsizliği yaratmıştır.
Rousseau’nun bireye ve onun mutluluğuna verdiği önem,
felsefesinde belirleyici olmuştur. İnsanın, kültürel farklılıkların,
yapaylıkların, tutku ve rekabeti ile özel mülkiyetin yol açtığı olumsuz
etkilerden arındırılması, onun doğasından gelen bu iyi yanını ortaya
çıkaracaktır. Modern felsefenin kavramlarından biri olan “ben” fikri, ilk kez
bir düşünür tarafından toplumsal yapının açıklanmasında bu biçimde
kullanılmıştır.
Rousseau, atomik ben ile toplum arasındaki gerilimi
azaltma, ikisi arasında bir denge, bir bağlantı noktası kurma çabasındadır.
Genel irade, Rousseau’da eşitsizlikle mücadele aracına dönüşmüştür. Pratikte
yurttaşlar topluluğu olan devlet, bizzat modernleşmenin bir sonucu olan
toplumsal farklılaşmanın getirdiği bir karşı denge unsurudur.
Rousseau toplumsal yaşamın evrimsel dönüşümünü olumsuz
değerlendirir. Toplumsal alanda gelişmeler önüne geçilemezdir ve devam
edecektir. Onun iyimserliği karşısında kaderciliği bir tezat oluşturmaktadır.
Rousseau gelişim sürecinden kaçınılabileceğini ya da onun tersine
çevrilebileceğini düşünmez.
Rousseau, toplumu, toplumun ürünlerini ve toplumdaki
eşitsizlikleri eleştirirken bunun Aydınlanma adına yapmaktadır. Gerçekte
Rousseau, ahlaksal özne olan bireyi iktidara karşıt olarak sunmaz. Modernin,
kendiliğinden akılcı bir düzeni getireceği fikri Rousseau için kabul edilemez
niteliktedir. Toplum akılcı değildir ve modernlik birleştirmekten
farklılaştırma özelliği gösterir. Çıkar mekanizmalarının karşısına genel
iradeyi koymak zorunludur. Tüm bu değerlendirmeler bir arada ele alındığında,
Rousseau’dan hem demokratik, hem otoriter rejimler için dayanak oluşturan genel
irade düşüncesi, hem de modern karşısında doğayı temsil eden saf insan
düşüncesi çıkmaktadır.
Doğa
Durumu
Tıpkı Thomas Hobbes ve John Locke gibi Rousseau da siyasal
düşüncesini bir doğa durumu varsayımından hareketle ortaya koyar. Ancak bunu
yaparken söz konusu isimler gibi çağının siyasal davranışını meşrulaştıran bir
doğa durumu tasvirine girişmemekte, bilakis insan adaletsizliklerinin kökenini
açıklayan ve var olan şartları eleştiren bir tasvir ortaya koymaktadır.
Roussau’da da doğal yaşam düzeni var ancak insanlar burada
Locke’ta olduğu gibi gayet mutludurlar. Rousseau da iyimser bir sözleşmecidir.
Devlet ve hukuk yoktur. İnsanlar hak ve özgürlüklerde eşittir.
Doğa durumunda hayvandan pek de farkı olmayan insanın buna
karşın iki özelliği ile hayvandan ne ölçüde farklı olduğu ortaya konabilir.
Öncelikle doğayla ilişkisi bakımından insanın özgürce seçim yapma, karar alma
erkine sahip olduğu söylenebilecektir. Bunun yanı sıra kendisini hayvandan ayıran
diğer özellik sahip olduğu gelişme yetisidir. İnsan bu yetisi sayesinde değişip
gelişme gösterse de bu daha iyiye, yetkinleşmeye dair bir gidiş anlamına
gelmeyecektir. Keza Rousseau’nun gözünde bu yetkinleşme insanın doğa durumundan
toplumsal insana doğru gidişidir. Bu ise toplumun içerdiği erdemlerle beraber
kötülüklere de kaynaklık etmektedir.
Doğa durumunda insanlar, aileler halinde fakat ayrı ayrı
oturuyorlardı. Herkes eşit ve doğal özgürlüklere sahiptirler. Doğa durumunda
insanlar akla göre değil, fakat duygularına ve doğal eğilimlerine göre
yaşıyorlardı. Bu nedenle de mutluydular. Rousseau akıl yerine duyguyu öne
çıkartmakta ve duyguların içerisinde de merhamete vurgu yapmaktadır. Ona göre
insan doğal halinde, akıl temelinde eylemde bulunan bir varlık olmayıp daha
ziyade içgüdüleri ve duyguları ile hareket eden bir varlıktır. İstekleri
sınırlı olan ve merhamet duygusuna sahip olan bu insanlar arasında savaş da
yoktur. Onun gözünde insanın kendisini koruması ilk doğal yasa şeklinde anlamlandırılır;
kendini koruma kaygısı doğa durumunda tek devindirici güç; kendini sevme de ilk
doğal tutku olarak değerlendirilir. Kişinin sahip olduğu arzuların dar kapsamı;
merhamet duygusunun yanında doğa durumundaki insanlar arasında barışın hüküm
sürmesinin bir diğer nedenini oluşturmaktadır. Zaman içerisinde insanın akli
melekeleri gelişmiştir ama bu gelişme insanın masumiyetini kaybetmesi,
doğallığını yitirmesi ve yozlaşması pahasına olmuştur. Bu açıdan çağının en
önemli gelişmesi olarak bilimsel devrime ve bununla ilişkili olan materyalist
yaklaşıma da meydan okumaktadır.
Doğa durumunda insanlar arasında mücadele ve savaş yoktur,
çünkü istekleri sınırlı ve merhamet duygusunun frenlediği insan kötülük
yapmaktan çok, kötülükten kaçmayı tercih edecektir. Mülkiyet kurumunun
bulunmayışı doğal durumda huzur sağlıyordu. Fakat toprağın mülkiyet edinilmesi
ile uygar topluma adım atılmış ve toprak parçasının etrafını çevirerek bu
benimdir diyen ve ilkel, saf insanları bu sözüne inandıran kişi uygar toplumun
gerçek kurucusu olmuştur.
Ancak, toplumun üyelerinden biri bir toprak parçasının
etrafını çitle çevirir ve burası benimdir der. İşte Rousseau’ya göre insanlar
arası eşitsizliğin kaynağı bu çit çevirme, yani mülkiyettir. Ve bu aşamadan
sonra doğal yaşama geri dönülemez. Tüm kötülüklerin kaynağı, en azından bu
aşamada, mülkiyettir. Mülkiyetten sonra mülk kavgaları doğar.
Toplum halinde yaşayan insanların lisanları ve akıl
melekeleri gelişir. Bunun akabinde sanatlar ve bilimler gelişir. Rousseau için
bu süreç daha iyiye yönelen bir ilerleme değildir. Bu insanların doğal
özgürlüklerinin kaybedilmesi, doğal olmayan eşitsizliklerin doğmasının
tarihidir. Dahası, doğası gereği insanları sosyal varlıklar olarak görmeyen
Rousseau, onların sosyalleşme emareleri göstermesini de bizatihi olumsuz bir
gelişme olarak görür. Tüm bunlar,
Rousseau için olumsuz olaylardır. Kendi ifadesiyle “insanı toplumsal kılan onun
zayıflığıdır; yüreklerimizi insanlığa götüren ise ortak sefaletlerimizdir. Her
bağımlılık bir yetersizlik belirtisidir: eğer hiçbirimiz diğerlerine muhtaç
olmasaydı, onlarla birleşmeyi kesinlikle düşünmezdi”. Buna karşın, doğa
durumundan uzaklaşma işbölümünü ve bu
da kaçınılmaz olarak doğal
olmayan eşitsizlikleri doğuracak ve nihayet mülkiyetin devreye girmesi de bu
eşitsizlikleri çoğaltan bir nitelik
halini alacak, bir yönüyle doğa durumunun son sınırına ulaşıldığını
gösterecektir:
Bir toprak
parçasının etrafını çitle çevirip “ bu bana aittir.” diyebilen, buna inanacak
kadar saf insanlar bulabilen ilk insan
uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. ( …) öyle görünüyor ki, bu toprağın
etrafını çevirme olayının olduğu zaman işler o güne kadar oldukları gibi sürüp
gidemeyecekleri noktaya artık gelmişlerdi. Çünkü ancak birbiri ardından meydana
gelebilen daha önceki birçok fikre dayanan bu mülkiyet fikri insan aklında
birden bire teşekkül etmedi. Tabiat halinin bu en son sınırına varmadan önce
hayli ilerlemeler kaydetmek, birçok hünerler ve bilgiler elde etmek, bunları
bir çağdan ötekine aktarmak, çoğaltmak gerekmişti (Rousseau, 1968:131-32).
Rousseau eğitim ve kültürün toplumsal eşitsizlikleri
yarattığını ve toplumsal kurumların bu eşitsizlikleri hızlı bir şekilde
artırdığını vurgular. Oysa doğa durumunda insanların fiziksel üstünlükleri bile
herhangi bir eşitsizliğe yol açmamaktadır.
Özel mülkiyet kurumu ile birlikte doğal kaynakların bazı
insanların elinde eşitsiz bir şekilde birikmesi bir insanı karnını doyurabilmek
için başka bir insana muhtaç hale getirmiş; doğmakta olan toplumda kesin çizgilerle
ayrılan iki sınıfı ortaya çıkarmıştır. Yoksullar ve zenginler şeklinde oluşan
bu ayrım ve aralarındaki uçurum ise bir savaşın çıkışını kaçınılmaz kılar. Bu
savaş, Rousseau’da toplumsallığın olmadığı doğa durumu ile toplumsal hayat
arasındaki geçiş döneminin son evresine tekabül etmektedir. Savaş sonrasında
zenginlerin; kaba, aldatılmaları kolay, kendi aralarında sorunları olan, hırslı
ve hasis olduklarından dolayı efendilerinden vazgeçmeyen insanları, parlak
söylevlerin aracılığıyla kandırmaları sonucu yapılan ve temelinde mülkiyetin
bulunduğu yalancı bir sözleşme ile devlet kurulmuş olur. Böylesi bir sözleşme
ile ortaya çıkan devletin başlıca işlevi, zenginlerin konumlarını
sağlamlaştırıp eşitsiz ilişkileri kurumsallaştırmaktır. Bu sözleşme çıplak şiddetin
yerini hukukun almasına imkân tanımış ve eşitsizliğe siyasal bir boyut
kazandırmıştır.
İnsanların yetenek ve becerileri eşit olmadığından, güçlü
daha çok iş çıkartmış, becerikli daha fazla elde etmiştir. Zekası ve
yetenekleri gelişen insan, önceleri özgür ve bağımsız iken, yeni ihtiyaçları
nedeniyle daha fazla mülkiyet istemiş ve hatta hemcinslerini köle haline
getirmiştir. Uygar hayata geçiş insanlara ıstırap getirmiştir. Yeni doğmakta olan toplum bir savaş alanına
dönmüştür. Bu durum insanları düşünmeye zorlamıştır, çünkü hiç kimse güvende
değildir. Rousseau’ya göre bu durumdan çıkılması ancak halk egemenliği ile
mümkün olur.
Kısacası, insan medenileştikçe tüm yetenekleri gelişip,
zekâsı en üst düzeye çıkmıştır ancak doğa durumunda özgür ve mutlu iken şimdi
doğanın ve giderek diğer insanların kölesi olma durumuna düşmektedir. Üstelik
Rousseau, ortak yarar adına bir iktidar oluşturmayı da özgürlükleri güvenceye
almaktan çok köleliğe doğru bir adım olarak değerlendirir. Yönetim biçimleri
arasındaki farklar onların kuruluşları sırasında ortaya çıkan tesadüfi farklara
dayanmaktadır. Önemli olan gelişmeler öncelikle mülkiyetin ortaya çıkması,
sonrasında yöneticilerin belirmesi ve son olarak da meşru yönetimlerin keyfi
yönetimlere dönüşmesidir. Böylece ilkin zengin-yoksul eşitsizliği, sonra
güçlü-güçsüz eşitsizliği ve son olarak da köle-efendi eşitsizliği doğmuştur.
Rousseau, siyasal topluma geçilmiş olmasının insanı
bozduğunu söylemektedir; ancak bu aşamaya geçilmesi normal ve kaçınılmaz bir
şeydir. Doğa durumunda doğal eğilimlerine göre menfaatlerini izleyen insan,
toplum haline geçtikten sonra kendi çıkarından başka hiçbir şeyi düşünmez
olmuştur. Rousseau, uygar topluma karşı çıkarken, bireylerin topluma girerken
yaptıkları fedakarlıklarının aynı zamanda önemli kazançlar sağladığının
bilincindedir. Birey, doğal özgürlük bakımından yitirdiklerini “sivil” ve
“ahlaksal özgürlük”le kazanır. Birey içgüdülerinin yönetiminde olmaktan,
sorumlu ve ahlaksal davranışı gerçekleştiren toplumsal bireye dönüştüğünde,
özgürlüğüne de kavuşur ve kendi kendisinin efendisi olur. Eşitsizlik Üzerine
Söylev’de hipotetik de olsa ortaya çıkan “doğal özgürlük kaybı”, insanın tam
ahlaksal özgürlüğe erişmesi olanağını sağladığı için, yapılması gereken bir
fedakarlıktır.
Sosyal
Sözleşme
İnsanların tarihi geriye çevirip doğal özgürlüklerini geri
kazanmaları mümkün değildir. Artık insan, doğa halindeki kendi kendine yeten,
saf, temiz insan değildir. Artık insan hayatını sürdürebilmek için başkasının
yardımına muhtaç olan, medeniyetin konforlarına bağımlı hale gelmiş bir
varlıktır. İnsanların kazanabilmeyi ümit edebilecekleri tek şey medeni toplumda
var olabilecek sivil özgürlüktür. Bu özgürlük ancak yalancı sözleşme
niteliğindeki yapının geride bırakılması ve yeni bir toplumsal sözleşme ile
gerçekleştirilebilecektir. İnsanın insana bağımlı olduğu yozlaşmış medeni
toplumdan kurtulmanın yolu da, bu toplumda sahip olunan haklardan,
ayrıcalıklardan vazgeçmede yatmaktadır. Zengin, fakir, toplumun tüm fertleri
tüm haklarını bir sözleşme ile kurulacak yeni ahlaki topluluğa
devretmelidir.
Hiçbir otorite kuvvete dayanmaz: Örnek: ailede babanın
otoritesi, çocukların büyümesine ve kendilerini koruyacak hale gelmesine kadar
sürer.
Eğer kuvvetin hak yarattığı kabul edilirse, daha büyük
kuvvete sahip olanın egemenliği ele alması veya almak istemi ihtimali daima söz
konusu olabilir. O halde meşru otoritenin, toplumdaki egemenliğin, insanlar
tarafından yapılan sosyal sözleşmeden geldiğini kabul etmek zorunludur.
Hobbes ve Locke gibi Rousseau’da devlet egemenliğini
meşrulaştırmak için, mistik öğelerin yetersizliğinden dolayı toplum kavramına
başvurmaktadırlar. Rousseau’ya göre diğer insanlara bir toprağın kendisine ait
olduğunu benimsetebilen insan toplumun kurucusu olmuştur. Bu aynı zamanda doğal
yaşama döneminin sona erme sebebidir.
Rousseau’ya göre sosyal sözleşmenin amacı: “Üyelerinin her
birinin canını malını ortak güçle koruyan öyle bir toplum şekli bulmalı ki,
orada her insan herkesle birleştiği halde yine kendi emrinde kalsın ve eskisi
kadar hür olsun.”
Sosyal sözleşme ile insan doğal özgürlüğünü, istediği ve
elde edebileceği şeylerüzerindeki sınırsız hakkını yitirmekte, bunun yerine
medeni özgürlüğü ve elindeki şeyler üzerinde mülkiyet hakkına
kavuşmaktadır.
Doğal yaşama döneminde hemen hemen hiç bulunmayan
eşitsizlik varlığını, gücünü vegelişmesini, insan yeteneklerinin ve aklının
gelişmesinden alır. Bu eşitsizlik mülkiyet veyasaların ortaya çıkmasıyla
sürekli ve meşru olur. İnsanlar arasındaki eşitsizlik doğal hukukaaykırıdır.
Sosyal sözleşme varsayımsal
niteliktedir. Hiçbir zaman böyle bir sözleşme yapılmamışolabilir. Fakat
devlet ve birey ilişkilerini akla uygun bir ölçüye göre düzenleyebilmek için, böyle
bir sözleşmenin yapıldığını varsaymak gerekir.
Böylesi bir topluluğun inşası doğrultusunda ise insanlar
pek de uzlaşmaz gibi görünen iki amaca sahiptirler: “Üyelerinden her birinin
canını ve malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi
bulmalı ki, orada her birey hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda
kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun”
(Rousseau, 1946: 20). İnsanlar, hem bir egemenin yönetimi altına girmenin
zorunluluğunu kabul etmekte, ancak aynı zamanda da bir egemenin yönetimi altına
girmekle özgürlüklerini yitirmek istememektedirler.
Sosyal sözleşme öyle bir eşitlik sağlar ki, herkes aynı
koşullarda sözleşmeye katılırlar veaynı haklardan yararlanırlar. Genel iradenin
her kararı tüm yurttaşları eşit olarak borç altınasokar ya da olanak sağlar,
genel iradeye uyan kimse de gerçekte kendi iradesine uymuş sayılır.
Sosyal sözleşme ile Rousseau özgürlük ve otoriteyi
uzlaştırmaya çalışmaktadır. Bunuyapabilmek için genel irade kavramına
başvurmaktadır. Çünkü özgürlüğün kutsallığına inanır.Ona göre özgürlükten
vazgeçmek insan olmanın hak ve ödevlerinden vazgeçmek demektir.Yeni birlik
biçimi olan toplum, herkes için egemen otoritedir.O, kamusal bir kişi, her bir
bireyin, kimliğini oluşturan bir hayat ve iradeye sahip olması gibi, kendine ait
bir iradesi olan organik bir varlıktır. Rousseau, hem egemen otoritenin
yaratıldığı süreci, hem de bu sürecin amacını “genel irade” olarak
adlandırmaktadır. Hem öteki insanlara bağlanarak belli bir itaat ilişkisi
içerisine girilmesi hem de eskisi kadar özgür olabilmek ancak herkesin
iradesini genel iradeye devriyle mümkün olacaktır.
Toplum sözleşmesinin tarafları toplumum üyeleridir,
halktır. Bireyler bu sözleşmeyi oybirliği ile yapmak zorundadır. Eğer sözleşme
yapıldıktan sonra o toplumda yaşıyorsanız sözleşmeyi kabul etmişsiniz demektir.
Eğer toplum sözleşmesi kabul edilmiyorsa, o toplumda durulmamalıdır.
Sosyal sözleşme oybirliği
ile yapılan tek anlaşmadır. Sözleşmeyi kabul etmeyenler onun dışında sayılır ve
yabancı statüsü kazanır. Fakat sosyal sözleşmenin yapılmasıyla devlet
kurulduktan sonra devlet ülkesinde yaşayanların bu sözleşmeyi kabul ettikleri
varsayılır. Onlardan sözleşmeyi ayrıca açıkça onaylamaları beklenemez.Genel
irade, bireyin ya da toplumun zorlanmasından değil, bireyin toplum içindeki
olumlu dönüşümünden doğar. Bu nedenle de genel iradenin gerçekleşmesi, bireysel
özgürlüklerle çatışmaz, hatta onun bir koşuluna dönüşür.
Rousseau’nun bir
yandan özgürlük temelinden hareket etmesi, diğer yandan çoğunluğun düşüncesi
olarak genel iradeye atfettiği değer, hem azınlık hakları açısından, hem de
genel iradeye teslimiyet açısından demokrasi için büyük bir sorun olarak ortaya
çıkmaktadır.
Egemenlik
Sosyal sözleşme ile ortaya çıkan genel irade devlette egemenliğin sahibidir. Egemenlik genel
iradenin uygulanmasından ayrı bir şey olmadığı için başkasına devredilemez ve
ayrıca bölünemez.
Rousseau, sözleşme ile yaratılan devleti ortak iyiliğe yönlendirmeyi
genel iradenin işi olarak görür. Bu doğrultudaki çaba, diğer bir deyişle genel
iradenin uygulamaya geçirilmesi ise egemenlik olgusunu karşımıza çıkarır.
Burada sözleşme ile ortaya konan yeni toplum, herkes için egemen olan
otoritedir. Bu yönüyle de egemen, yurttaşların bütünü anlamındaki halktır.
Egemenlik, genel iradenin işlemesi anlamını taşımaktadır. Onun doğrudan genel
irade ile olan bağı da, kendisine atfedilen özellikleri belirler. Bu yönüyle
egemenlik; devredilemez, temsil edilemez, bölünemezdir, o mutlak ve doğrudur.
Bunlar ise egemenliğin genel irade ile olan bağını kaçınılmaz kılan
vasıflardır.
Genel irade daima
doğrudur ve kamu yararına yönelmiştir. Genel irade, toplumun ortak çıkarını göz
önünde tutar. Bu niteliği ile özel iradelerin bir toplamından başka bir şey
olmayan ortak iradeden ayrıdır. Rousseau, genel iradenin yanılmazlığı hakkında,
“kişiler kendi yararları konusunda yanılmıyorsa genel irade de genelin
yararının ne olacağı konusunda yanılmaz” gerekçesini kullanmıştır. Rousseau,
genel iradeye, toplumun faydasını kolladığı için mistik bir anlam
yüklemiştir.
Genel iradeye
yönelik eleştiri; Genel iradenin yanılır olduğu zaman içinde açıkçagörülmüştür.
Diğer yandan genel iradenin yanılmazlığı görüşü, ırkçı üstün ulus kavramının
açılımları için de kullanılmıştır; örnek Alman idealizmi …
Egemenliğin kaynağının halkta olması, insanların, siyasal
bir topluluğa dönüşmeden önceki güvencesiz ve temelsiz haklar yerine daha
sağlam ve daha iyi haklara kavuşabilmek için doğal durumdan çıkıp siyasal bir
topluluk haline geçtiklerini gösterir. Bu siyasal topluluğu meydana getiren
irade, halk iradesidir. Bu nedenle mutlak siyasal otorite, yönetim sürecine
doğrudan ve devamlı olarak katılması beklenen halkın kendisidir. Rousseau,
özgürlüğü, “kendi kendini yönetebilme hali” olarak tanımlamaktadır.
Rousseau’nun sisteminde hükümetin önemli ödevleri söz
konusudur. Egemenlik, bir tüzel kişilik olan halka aittir. Hükümet ise
kendisine bazı yetkiler verilen bir organdan başkabir şey değildir.
Hükümetinüyeleri ise genel iradenin memurudurlar. Hükümete tanınanyetkiler de
genel irade tarafından her zaman geri alınabilir veya değiştirilebilir.
Rousseau,böylece temsili hükümet sistemini reddetmektedir. Sistem içinde siyasal
parti oluşumunu da gereksiz gören Rousseau’nun, demokrasinin aynı zamanda fikir
çoğulculuğu olduğunu da gözden kaçırdığı söylenebilir.
Rousseau’da egemenlik, sözleşmeyi yapan halkın elindedir:
halk egemenliği. Rousseau’da yasa yapma iradesi halktadır. Bu nedenle doğrudan
demokrasi vardır. Halk, egemenliği genel irade ile ortaya koyar. Halk,
egemenliği kimseye devretmemektedir. Egemenliği, genel iradeyi kimse temsil
edemez. Rousseau temsilci kavramını kullanmaz, “ajan” kavramını kullanır. Yani
yasayı ajanlar yapar, ancak yapılanın tam anlamıyla bir yasa olabilmesi için
halkın ona oy vermesi gerekir.
Ancak Rousseau’nun projesi ancak küçük toplumlar için
uygulanabilirdir. Karmaşık ve büyük ölçekli toplumlarda bu tip bir doğrudan
demokrasinin uygulanması pek mümkün değildir.
Demokrasinin çoğunluk hakları olarak okunmasından, azınlık
haklarının da demokrasi içinde korunmasına geçilmiştir. Rousseau’nun kurmuş
olduğu genel irade teorisinin pratikte işlemesi ancak, doğrudan demokrasi ve
küçük bir nüfus topluluğu ile mümkün olabilir. Bu sonuçları temsili
demokrasinin önemli bir örneği olarak görülen İngiliz demokrasisi için
söylediklerinde çıkarabiliriz. Rousseau’ya göre özgür olduğunu düşünen
İngilizler anılmaktadır. Ancak parlamento üyelerini seçerken özgür olan
vatandaş bu seçimlerden sonra tekrar köle durumuna düşmekte ve sisteme
yabancılaşmaktadır;
Demokrasi paradoksu:
Eğer demokratik seçimin geçerliliğine inanıyorsam çoğunluk
tarafından seçilen bir politikasın uygulanması gerekir,
Seçimle belirlenen A ve B gibi iki politik durum söz
konusudur.
A’nın uygulanmasını B’nin ise uygulanmamasını istiyorum. Bu
nedenle tercihimi A’dan yana kullanıyorum.
Oysa çoğunluk B’yi seçiyor.
Buna göre, 1 ve 4’e göre B’nin uygulanması; 2 ve 3’e göre
ise B’nin uygulanmaması gerekir. Bu paradoks Popper tarafından yeniden ele
alındığı görülmektedir. Popper çözüm olarak, demokrasilerden sadece
hükümetlerin, yönetilenlerin çoğunluğu tarafından seçilmesinin anlaşılmaması
gerektiğini savunur. Popper’a göre, özgür kurumlara inanmayan ve iş başına
gelince bu türden kurumları çoğunlukla yıkan otoriter siyasal iktidarlara her
zaman rastlanabilir. Kendisini çoğunluk oyu ile seçilen iktidara bağlamak
durumunda bir kimse, bir yandan çoğunluk oyu ile seçilmiş olan iktidara uymayı
demokrasi ilkesine inancı dolayısıyla gerçekleştirmek durumunda kalırken, diğer
yandan da bu tür bir iktidarın demokrasi için doğuracağı tehlikeyi sineye
çekmek zorunda kalacaktır.
Rousseau, Sosyal Sözleşme isimli eserinin başında amacının
kişiye en fazla özgürlük tanıyan bir siyasi düzenin şartlarını göstermek
olduğunu söylemektedir. Öyle bir siyasi düzen ki, bu düzen içinde kişi toplumun
iradesine uymakla birlikte, sadece kendi iradesine uyuyormuş gibi hür kalsın.
Rousseau buna bağlı olarak vazgeçilmez insan hakları olduğunu ileri
sürmemiştir. Aksine Rousseau, genel iradeye üstün bir yer verdiğini her
fırsatta belirtmiştir. Genel iradeye uymayı reddeden bir kimsenin, sözü geçen
iradeye bağlanmaya zorlanmasının o kimseye özgürlüğünü sağlayacağını kabul
etmektedir. Bu şekilde herkesin sahip olacağı özgürlüğün nitelik ve türünü
göstermek hakkı dolaylı biçimde genel iradeye bırakılmaktadır. Bu genel
iradenin yanılmazlığı ilkesinin bir sonucudur. Uygulamada, genel iradenin,
çoğunluğun iradesine dönüşmesi ne yazık ki kaçınılmazdır. Rousseau kişisel hak
ve özgürlüklere genel irade üzerinde bir yer vermediği için, burada çoğunluk
despotizmi daha tehlikeli bir hal alır.
Rousseau’da genel irade belirlenemeyeceğinden erkler
ayrılığı ilkesi kabul edilmez
Hukuk ve Adalet Anlayışı
Rousseau’ya göre, siyasal sistemin kurucu öğesi olan
yasalar genel iradenin ifadesidir.
Toplum sözleşmesinin aksine yasaların ortaya çıkması için
oybirliği değil oy çokluğu aranır.
Yasalar, kamu yararını göstermektedir. Genel irade oy
çokluğu ile bir şeyi kabul ederse, bu onun yararına olduğu içindir. Halk, kendi
aleyhine hak ve özgürlüklerine aykırı yasalara onay vermez çünkü.
Rousseau’ya göre, genel irade özel bir amaca yönelmez. Halkın
bütün yaşamınıdüzenleyen kurallar kanun niteliğini taşıyabilir. Başka bir
deyişle kanunların konusu genelolmalıdır. Kanun vatandaşları bütün olarak ve
soyut açıdan göz önünde bulundurur. Özel birkişiyi veya davranışı düzenleyen
kanun yapılmamalıdır.
Rousseau “Kanun yurttaşları sınıflara ayırabilir. Hatta bu
sınıflara girme ile ilgiliözelliklerin neler olduğunu da gösterebilir. Ama
belirli bir kişiyi isim belirterek şu ya da busınıfa sokamaz. Kanun bir krallık
yönetimi kurabilir… ama ne bir kral seçebilir, ne de kral ailesi atayabilir’’.
Ona göre kanunların adalete uygunluğu, aykırılığı
tartışması anlamsızdır. Çünkü hiç kimse kendisine karşı haksız davranamaz.
Kanun bizim irademizi açıklayan belge özelliğini taşıdığına göre onun adalete
deuygun olduğunu kabul etmek gerekir. Kanunları vaz eden halk, kanunlara uymayı
da kabul etmiş demektir.
Yasamanın hedefi, herkesin en büyük iyiliğini
gerçekleştirmektir ve herkesin en büyük iyiliği iki temel ilkede toplanır:
Özgürlük ve eşitliktir. Eşitlik olmadan özgürlük olmaz. Eşitliği yasalar
sağlayacaktır. Bu eşitlik, herkesin gücünü şiddet kullanmadan yasalara uygun
olarak kullanmasıdır ve yine eşitlik hiç kimsenin başka bir insanı satın
alabilecek kadar zengin olmaması ve yine hiç kimsenin kendini satmak isteyecek
kadar yoksul olmamasıdır.
Yöneldikleri alana göre yasalar üç başlık altında
sınıflandırılabilir:
İlki, siyasal yasalardır ve bunlar da
anayasalardır. Sistemler anayasalarla etiketlenirler.
İkinci tür yasalar toplumsal yasalardır ve
bu yasalarla bireyin diğer biyerlerle ve devletle olan ilişkileri düzenlenir.
Üçüncü tür yasalar
ise ceza yasalarıdır. Bu yasalarla genel olarak yaptırım kavramı
düzenlenmektedir. Bunlara ek olarak Rousseau, doğal hukuk geleneğine uyarak,
insanların kalbinde yer eden ahlak yasalarının da dördüncü bir tür yasa kabul edilebileceğini belirtmektedir.
Rousseau, doğal hukuk yaklaşımının Ortaçağ doğal hukuk
anlayışından farklı olarak rasyoneltemellere oturtmuş olduğu sosyal sözleşme
kavramını, mistik ögelerle donatmakla ve siyasal bir yöne çevirmekle de
suçlanmıştır.
Yönetim
Biçimleri
Çeşitli yönetim biçimlerinin kaynağı ise, yönetimlerin
kurulduğu sırada insanlar arasında büyük, küçük farklılıklardır. Yönetim
biçimleri yöneticilerin sayılarına görebelirlenir. Egemen toplum, yönetim
görevini halkın tümünü ya da halkın büyük bir bölümüne verebilir, öyleki, bu
yönetimde yönetici yurttaşların sayıları, yönetilen durumunda olan yurttaşların
sayılarından fazla olur ve bu yönetim biçimine demokrasi denir. Egemen toplum,
yönetim görevini bir azınlığın eline bırakabilir, bu durumda da yönetici
yurttaş sayısı, yönetilenlere oranla azdır ve bu yönetim biçimine de
aristokrasi denir. Ya da egemen toplum, tüm yönetim görevini bir kişinin eline
bırakabilir, bu durumda da monarşi denen yönetim ortaya çıkar.
Monarşiler varlıklı
ülkeler için, aristokrasi orta zenginlikteki ülkeler için, demokrasi de küçük
ve yoksul ülkeler için iyidir.
BİLGİ NOTU: Rousseau’nun Özgürlük Anlayışı
Rousseau’ya
göre insanlar özgür doğmuşlar ancak şimdi her yerde zincirler altındadırlar.
İnsanların yeniden özgürleştirilmesi Rousseau’nun temel meselesidir. Bu
meseleye dair çözüm arayışı ile ortaya koyduğu ilkeler ise, özgürlük
tartışmasında farklı bir katkıyı ortaya çıkarmaktadır. Genel irade ve sözleşme
ile ortaya çıkan toplum, bir yönüyle özgürleşmenin garantisini veren adil bir
yasa ve kurumsal temelin inşası gayretiyle ilişkilidir. Bununla söz konusu olan
ise “ahlaki bir özgürlük”tür. Bununla Rousseau, insanları kendilerinin erdemli
efendileri kılan bir yapıyı tahayyül eder. Artık söz konusu olan insanların
kendi kaba arzularının köleliğine tabi olmaktan kurtulmaları ve herkesin
iyiliğini ve kamu çıkarını
düşünmeleridir.
Genel
iradenin bir kez kurulması ile onu takip etmekte olan uyruklar, sadece kendi
gerçek iradelerine itaat edeceklerdir. Keza bireyler birer yurttaş gibi
davranarak bu iradenin inşasında bizatihi rol oynamışlardır. Genel irade
tarafından yönetilmeye rıza göstermekle yurttaş, onun kendine has kuralları
tarafından yönetilmeye de razı olmuştur ki, bu, genel iradenin hükmü altında
yaşayan herkesin gerçekten özgür olması anlamına gelmektedir. Rousseau,
yasaları “kendi iradelerimizin
kaydedildiği belgeler” olarak görür. Bu yönüyle de kendi kendini dayatan adil
bir yasaya itaat söz konusudur ve toplum tarafından kendilerinin koyduğu
yasalara itaat etmek demek, Rousseau’ya göre gerçek özgürlüktür.
Rousseau’nun
özgürlüğe bakışının dikkat çekici olan bir yönü ise genel irade karşısında itaatkâr olmayanlara dair tutumudur. Bununla
ilgili olarak kendisi genel iradeye itaat etmeyi ret edecek olanların,
yurttaşların bütünü tarafından buna zorlanmasını öngörür. Rousseau’ya göre bir
insanı “özgür olmaya zorlamak” zorunlu olabilecektir. Keza bireyler, hem
sözleşmeye dâhil olduklarında, hem de onaylanmasının sonrasında genel iradeye
itaat etmeye rıza göstermişlerdir. Yasanın etkisizleşmemesi adına, bu durumun
aksi yönündeki hareketlerin de yaptırıma maruz kalması gerekmektedir.
Rousseau’nun gözünde bireylerin itaate zorlanması yasaları ihlal etmeye dönük
anlık arzuları yerine, kendi gerçek çıkarlarına itaat etmelerineyardımcı
olmaktadır. Çünkü onun için itaat etmeye zorlanan kişi, istemediği bir şeye
zorlanmamaktadır; bu tutumun kişi tarafından bir zorlama olarak görülmesi de
yanılsamadır. Çünkü zorlama hususu, gerçekte kişinin yalnızca yurttaş olarak
sahip olduğu kendi iradesine yani genel iradeye uymasını sağlamaktan ibarettir.
Bu
doğrultuda itaatsizlere karşı uygulanan yaptırımlar ve ceza mekanizması,
Rousseau için eğitsel ve ahlaki bir aygıt niteliğindedir. Bu doğrultudaki dersi
daha iyi öğrenenler, bir kere daha genel iradeye katılma, manevi ve siyasi
cemaate diğerleri ile birlikte dönme imkânına kavuşmaktadır. Ancak yine de
özgürlük ve zorlama ya da özgürlük adına zor kullanımı gibi hususlar, hem
çeşitli açılardan içerdiği çelişkiler ile Rousseau’nun tartışma yaratan
argümanları arasında yer almakta, hem de zor kullanımının meşrulaştırılmasında
düşünsel bir dayanak sunmaktadır.
|
HOBBES
|
LOCKE
|
ROUSSEAU
|
DOĞA DURUMUNDA
İNSAN
|
Doğa insanları fikren ve bedenen
eşit yaratmıştır.
|
İnsanlar doğal olarak tam bir özgürlük ve eşitlik
içindedirler
|
İnsanlar arasında doğa durumunda eşitlik vardır ve
eşitliğin yarattığı bir doğal özgürlük söz konusudur.
|
DOĞA DURUMU
|
Doğa durumunda herkesin herkesle,
herkesin herkese karşı savaşı söz
konusudur. İnsan insanın kurdudur.
Nedeni: Rekabet, güvensizlik ve herkesten
üstün olma tutkusudur. Mülkiyet kavramı
yoktur.
|
Doğa durumunda doğal yasanın yani aklın ilkeleri
geçerlidir. Buna göre insanların yaşamları karşılıklı yardımlaşma ve sevgi
ilkelerine dayanır.
|
Doğal yaşama durumunda insanlar kendi doğal
eğilimlerine uygun ve akla değil duygularına göre yaşamaktadırlar. Bu nedenle
doğa durumunda yaşayan insanlar mutludurlar.
İnsanlar evrimleşip daha fazla şey istemeye başlamış
ve mülkiyet ortaya çıkmıştır. Bu, aynı zamanda doğal yaşama döneminin sona
erme sebebidir.
|
SOSYAL SÖZLEŞME
|
Bu sözleşme bütün insanların yetki ve
güçlerini devlete
devretmeleriyle kurulur. Bu sözleşme aralarında
eşitlik bulunan ya da birbirlerini eşit olarak gören insanlar tarafından
yapılır. Bütün hak ve özgürlüklerin lehine terk işleminin
yapıldığı devlet sözleşmeye taraf değildir, lehine sözleşme yapılan
üçüncü kişi durumundadır.
|
İnsanlar aralarında yapacakları bir anlaşmayla
suçluları cezalandıracak bir otoritenin, iktidarın kurulacağı bir siyasal
toplum haline geçerler ve cezalandırma haklarını da bu siyasal iktidara
devrederler. Yönetilenlerle, yönetenler arasında tabi olma anlaşması söz
konusudur. Bu anlaşma ile yönetenlerin, halk tarafından kendilerine iktidar
verilen güvenilir bir el olduğu belirtilmiş olur.
|
İnsanlar aralarında, kavga durumuna son vermek ve
kuvvete dayanmayan bir barış düzeni kurabilmek için sosyal sözleşme yaparlar.
Herkes sosyal sözleşme ile tüm haklarını topluma devrederek, hiç kimseye
devretmemiş olacak, toplumun yönetimi altına girmekle birlikte, gene de
kimsenin yönetimi altına girmemiş, kendilerine itaat etmiş olacaklardır
(genel irade kuramı). Sosyal sözleşme oybirliği ile gerçekleşir.
|
EGEMENLİK VE
YÖNETİM BİÇİMLERİ
|
Yönetim biçimleri: Egemen güç bir kişinin elinde ise
Monarşi, egemenlik bir mecliste ise Aristokrasi veya
Demokrasi. Hobbes güçlü bir otorite ve güvenlik
nedeniyle monarşiden
yana olduğunu belirtir.
|
Yasa yapma gücün kimde olduğuna bakarak devlet şekli
belirir. Yasaları yapan toplum, yasaların yürütülmesini sağlayacak olan
temsilcilerini seçer ve temsilciler bu görevi yürütürlerse, demokrasi söz
konusudur. Çoğunluk yasaları yapma gücünü seçilmiş birkaç insanın ve onların
mirasçılarına veya vekillerine bırakırsa, hükümet şekli oligarşidir.
Kanunları yapma gücü tek bir kişiye bırakılmışsa monarşi söz konusudur.
|
Egemenliği eline geçiren tek kişi, bir grup, ya da
bir azınlık, toplumu toplumsal yarar yönünde yönetiyorsa, genel iradeyi
temsil ediyor demektir. Yani yönetim biçimleri monarşi, aristokrasi ya da
demokrasi olması önemli değildir, genel iradenin ortaya çıktığı her türlü
egemenlik biçimi Rousseau tarafından kabul görür. Ama genel irade en iyi
şekilde küçük kent devletlerinde doğrudan demokrasi ile uygulanabilir
görünmektedir.
|
KUVVETLER AYRILIĞI
|
Egemen güç bölünmez, parçalanmaz;
kuvvetler ayrılığı yoktur
|
Yasama, yürütme ve federatif kuvvetler söz
konusudur; kuvvetler ayrılığı ilkesi vardır.
|
Egemen güç bölünmez, parçalanmaz ve yanılmazdır;
kuvvetler ayrılığı yoktur.
|
İHTİLAL HAKKI
|
Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için,
egemenin eylemerine karşı çıkmaları kendi kendileriyle çelişmeleri anlamına
geleceğinden, Hobbes herhangi bir başkaldırıyı olanaksızlaştırır.
|
İnsanların doğa durumundan getirdiği doğal haklar
(yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları) ihlal edilirse ihtilal veya direnme
hakkı vardır.
|
Rousseau, genel iradenin memuru konumundaki hükümet
üyelerinin, herhangi bir durumda yetkilerinin ve görevlerinin ellerinden
alınabileceğini söyler. Genel iradeye karşı bir ihtilal veya direnme
hakkından bahsedilemez.
|
HUKUK
|
Bireyin doğal durumdan getirdiği ve ileri
sürebileceği haklar yoktur. Mülkiyet hakkı, egemenin koyduğu yasalarla
bireylere tanınan bir haktır. Ancak bu hak egemene karşı ileri sürülemez.
Yasa önünde herkes eşittir. Egemenin düzenlemediği alanda özel alan özgürlüğü
(ekonomik ve aile hayatına ilişkin) vardır.
|
Birey doğal haklarla donatılmıştır ve devlet bu
hakları korumakla yükümlüdür. Doğal haklar kuramını sistematik hale getirmiştir.
Akla dayalı laik doğal hukuk anlayışınını getirmiştir. Siyasal iktidar,
toplumu halkın koyduğu ve bildiği yasalara göre yönetecektir.
|
Rousseau’ya göre, siyasal sistemin kurucu öğesi olan
yasalar genel iradenin ifadesidir. Adaleti de genel irade olarak yansıyan bu
yasalar sağlayacaktır. Yasalar özel nitelikte değil, her zaman genel ve soyut
nitelikte olmadırlar. Üç tip yasa: siyasal yasalar, anayasalardır; toplumsal
yasalar, bireyler arası ve bireyle devlet arası ilişkileri düzenler. Ceza
yasaları ile yaptırım kavramı düzenlenmektedir. Rousseau’ya göre ek olarak
insanların kalbinde yer alan ahlak yasalar dördüncü tip yasa olarak kabul
edilebilir.
|
4. IMMANUEL KANT (1724-1804)
Hayatı
Saf Aklın Eleştirisi (1787), Pratik Aklın Eleştirisi (1788), Ahlak Metafiziğinin Temelleri (1785)
gibi eserleri ile Batı felsefe tarihinde çığır açmış bir düşünür olan Immanuel
Kant, 1724 yılında Doğu Prusya sınırları içindeki Königsberg’de doğmuş ve
1804’teki ölümüne değin tüm hayatını bu kentte geçirmiştir. 12 çocuklu bir
saraç ustasının oğlu olarak dar yaşam koşulları içinde büyümüştür. Eğitimi
sürecinde Leibniz ve Wolff'dan etkilenmiştir. 1755 tarihinde doçent derecesi
aldıktan sonra üniversitede çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye
başlamış olan Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazmıştır.
1755 yılında Evrensel Doğal Tarih ve
Cennetlerin Teorisi adlı eserini yazmıştır. 1770 yılında Königsberg'de mantık
ve metafizik kürsüsüne atanmış, 1770'den sonra ise Hume ve Rousseau etkisiyle eleştirel
felsefesini geliştirmiştir. “Hume’un
felsefesinin kendisini dogmatik uykusundan uyandırdığını” belirtir. Dışarıdan
bakıldığında basit bir yaşama sahip olan Kant, özel öğretmen olarak başladığı
meslek yaşamını profesör olarak tamamlamış; titiz ve monoton bir görüntü çizen
yaşamını teorik uğraşılara adamıştır. Kant, bir Aydınlanma Çağı düşünürüdür.
TÜRKÇE’YE ÇEVRİLEN BAZI ESERLERİ
Immanuel
Kant, Ahlak Metafiziğinin
Temellendirilmesi, Türkiye Felsefe Kurumu
Immanuel
Kant, Gelecekte Bilim Olarak Ortaya
Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena,
Türkiye Felsefe Kurumu
Immanuel
Kant, Pratik Aklın Eleştirisi,
Türkiye Felsefe Kurumu
Immanuel
Kant, Saf Aklın Eleştirisi, Türkiye
Felsefe Kurumu
Immanuel
Kant, Saf Aklın Sınırları Dahilinde Din,
Literatürk Academia
Immanuel
Kant, Güzellik ve Yücelik Duyguları
Üzerine Gözlemler, Hil Yayınları
Immanuel
Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi,
İdea Yayınevi
Immanuel
Kant, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler
Kuramı, Say Yayınları
Immanuel
Kant, Eğitim Üzerine, Say Yayınları
Immanuel
Kant, Ethica Etik Üzerine Dersler,
Pencere Yayınları
Genel Felsefesi: Kant Epistemolojisi
Kant, neyi, nasıl,
ne kadar bilebiliriz sorularını tartışmıştır. Bilginin kaynağı olarak salt aklı
ya da salt deneyi yetersiz bulur, Kant. O nedenle akılcıların ve deneycilerin
sentezi ile yeni bir bilgi kuramı ortaya koyar: Eleştirel Akılcılık. Buna göre
bilgi hem akıl hem de deney ile elde edilebilir. Akılcılara göre (Platon’dan
beri) bilginin kaynağı salt akıldıryani bilgiler insan aklında önceden
mevcuttur. İnsan aklı (matematik ve geometride olduğu gibi) soyutlama ile
ortaya çıkar. Bunların bilgi anlayışı a
priori yani deney öncesidir. Deneyciler ise insan aklında doğuştan hiçbir
bilginin olmadığını ve salt deneyle bilgiye ulaşılabileceğini savunurlar.
Kant, epistemolojide
eleştirel akılcılığa varmadan önce rasyonalistti. Ancak kendi tabiriyle onu
dogmatik uykudan uyandıran David Hume olmuştur. Hume, her türlü bilginin
deneyden geldiğini söyler, hatta tümevarım yöntemi Hume’a atfedilir. Hume bu
ampirizmine (deneyciliğine) karşın, tümevarımın ve deneyciliğin eksikliğini de
ortaya koyabilmiştir: Her türlü bilginin kaynağı deney ve gözlemlerdir ancak
deney ile elde edilen bilgiler her halükarda eksik bir tümevarımın sonucudur.
Hume’a göre deney, zorunlu ve eksiksiz bilgiyi veremez, çünkü tümevarımda
deneyin konusu olan objenin, dünyanın her yerinde ve çok sayıdaki bu objelerin
tümünü deneyimlememiz mümkün değildir. Tümevarım hep eksik kalmak zorundadır.
Biz, sınırlı sayıda deney ve gözlemden, deney ve gözleme tabi tutmadığımız
olguları da kapsayan genellemelere varıyoruz. Oysa bu genellemeler zorunlu ve
eksiksiz olamayacaktır. Örneğin “demir metali (x) derecede erir” önermesi dünyadaki tüm demir metaller üzerinde
denenmeden ortaya konmuş ve bu nedenle eksiktir.
Hume’a göre “evrende
her şey belli bir determinizmle, nedensellikle işler” düşüncesi yanlıştır.
Çünkü Hume’a göre nedensellik insan psikolojisinden doğan bir şeydir. A
olayının ardından B olayının geldiğini tekrar tekrar gördükçe biz bu gidişata
alışırız, ancak bu, ardışıklığın zorunlu olduğu anlamına gelmez. A’nın ardından
B’nin gelmesine alıştığımız için bize psikolojik olarak bunlar arasında bir
nedensellik varmış gibi gelir. Oysa bu da bir eksik tümevarım, psikolojik
halden dolayı düşünülen bir nedensellik olarak şüphelidir. Böylece Hume’un
şüpheci olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Bilgi Notu: Nedensellikle ilgili Hume’un bu düşünceleri aynen ve
ondan daha önce Gazali tarafından ortaya konmuştur. Ona göre, neden ve sonucu
yan yana görmek bizde bir alışkanlık doğurur, hiç kimse neden ile sonuç
arasındaki nedensellik bağını gözlemleyemez. Hume’un düşüncesi de aynen budur.
Kant’a göre
insanda bilgi edinme süreci tıpkı deneycilerde olduğu gibi, duyu verileri ile
başlamaktadır. Deney ve gözlemden, duyu verilerinden gelmeyen bilgi yoktur.
Ancak bilgi sadece bu deneyimlerden gelmez. Bilgi edinme süreci deney ve duyu
verileriyle başlar, ancak bununla bitmez. Burada Kant kurucudur.
Kant’ın Hume’dan
ayrıldığı nokta ise deney ile elde edilen verilerin bilgiye dönüşmesi için,
akılda önceden mevcut (a priori) ve
deneye ihtiyaç duymayan formlar vardır: Kategori ve normlar. Kant,
akılcılardan, bilginin önceden zihinde var olup sonradan anımsandığı görüşünün
aksini savunarak ayrılır. Bu durumda, duyu verilerini işleyen, düzenleyen,
sınıflandıran formlar olmasaydı duyu verileri bilgiye dönüşmezdi. Ayrıca duyu
verileri bilginin ham maddesi olarak mevcuttur. Her ikisi de (duyu verileri ve
zihindeki formlar) bilginin imkanlı olması bakımından kesinlikle bir arada
olmalıdır.
Bu formlar: yer,
zaman, nedenselliktir. Bunlar içinde de dörtlü ayrı kategori vardır. Toplamda
on iki form bulunur. Temelde ise bu üç (yer, zaman, nedensellik) form bulunur.
Örnek: Bir trafik
kazasının aydınlanması için;
-
Kazanın nerede olduğu
-
Kazanın ne zaman olduğu
-
Kazanın neden olduğu
bilinmelidir. Bu
üç veri olmadan hiçbir şey anlaşılamayacaktır. Kaza hiçbir yerde, hiçbir zaman,
herhangi bir neden olmaksızın gerçekleşti demek, saçmalamaktır, bir anlamı
yoktur.
Kant’ın nedenselliğinin Hume’un
nedenselliğinden farkı; Hume, nedenselliğin psikolojik çağrışımlara dayanan
bir alışkanlık olduğunu söylerken, Kant’ta nedensellik bir alışkanlık veya
psikolojik bir unsur değil, insan aklında önceden mevcut bir veridir. Hume ile
ortak noktası da buradan okunabilir. Kant’ta da Hume’da da nedensellik doğada
gözlemlenebilen bir şey değildir. Hume’da nedensellik alışkanlık ile açıklanır,
Kant’a göre ise akılda a priori mevcuttur.
Kant’ta bilgi,
duyu verilerinin akılda çekmeceler halinde bulunan formlara girmesiyle ortaya
konur. Kant’a göre, bilgi ancak bu formlar ile sınırlıdır. Yani dış dünyadaki olgular,
veriler, aklımızdaki kategoriler öyle emrettiği için ve bu kategorilerle
sınırlı olarak bilebiliriz. Bu şu demektir; aklımızın sınırları dışında kalan
kısımları bilemeyiz. Yani bana görünenin ve görünenin aklıma girip bilgi
sürecinin tamamlandığı formların bize söylediğinin dışında bilgi mümkün
değildir. Bu halde, varlığın duyulan kısmı ve aklımızdaki formların dışında
kalan şeyi, varlığın aslını, kendisini asla bilemeyiz. Deneyimin ve aklın
programladığı biçimde ve bu biçimle sınırlı olarak bilgi sahibiyiz; şeylerin
aslı ise bu sınırların dışında kaldığı için bilinemez. Bu bilme yetisinin
sınırları, Kant’ta bilimin de sınırlarını gösterir. Bu sınırların ötesi
metafiziktir ve bilim bu metafiziği bilemez. Teorik akıl bu sınırlarla
sınırlandırılmıştır.
Kant’ın Ahlak Felsefesi
Kant bir 18.yy.
Aydınlanma düşünürüdür. Bireyi ve insan aklını merkeze alıp her şeyin başı
sayan bir anlayışa sahiptir. Fiziki olan ile normatif olanı, gerçeklik ile
değer yargısını birbirinden ayırmayan doğal hukuk anlayışına karşı çıkar.
Kant, aklın,
insanı diğer varlıklardan ayıran temel yetenek olduğunu belirtir. Öyle ki,
akıl, insanın duyu organları aracılığı ile algılamasından, hatta insanın
bilebilmesinden bile ayrı bir nitelik taşır.
Kant bilgi
alanında metafizikten tamamen kaçarken, ahlak alanında tam bir rasyonalisttir;
akılda her türlü veriden önce gelene bir ahlaki bilgi var, ahlaki ilke vardır.
İnsanı insan yapan işte bu ahlaki donanımdır, önceden mevcut ilkeler ve
yasalardır ki bunlar sonradan edinilemez.
Kant’ın ahlak
teorisi (Aristo’nun erdem etiği ve faydacı ahlak anlayışı ile beraber) günümüze
kadar gelen ahlak anlayışlarındandır. Buna göre, ahlak felsefesi, yalnızca
mutluluk felsefesi demek olsaydı onun temelini oluşturacak a priori bir ilkeyi
araştırmak anlamsız olurdu.
Kant’ın
aydınlanmacı ve modernleşmeci bir birey anlayışının olduğunu en iyi gösteren
alan ahlak alanı, diğer bir ifadeyle pratik akıl alanıdır.
Ahlak, her kişinin
özgür olduğu ve akıl sahibi bulunduğu varsayımından hareket eder. Akıl
aracılığı ile insan, kendi algılarını kurallar içinde toplar, bilinç halinde
birleştirir. Böylece duyular evreninin fenomenleri konusunda bilgiye ulaşır.
Ayrıca insan, akli bir varlık olarak ahlaki özgürlüğe ulaşabilir. Duyuların ve
nedensellik kanunun etkisinden kurtulabilir. Kant’ın özgürlük anlayışının
temeli de burada belirir.
Ahlaki emirler,
insanın özel eğilimlerinden değil, özgür ve akıl sahibi benliğine yönelir. Akıl
bize nasıl davranmamız gerektiğini gösterir. Hatta bu davranışın herhangi bir
örneği bulunmasa bile. İnsan aklı ile istediğini istemediğinden ayırır,
davranışlar arasında seçim yapar. Ancak isteme veya istememe akılla ilgili
olduğu veya aklın müdahalesi içinde bulunduğu zaman seçim söz konusu olur.
İnsanın belli bir konudaki seçimi, pratik aklın ürünü olduğu zaman iradenin
tamamen özgür olduğu söylenebilir.
Kant’ta ahlak
yasaları da bireyin aklından çıkmaktadır. Bu anlamda Kant ahlak felsefesinde
bireyci ve rasyonalisttir. Kant’a göre ahlak yasaları, yere, zamana göre
değişmeyen, aklın ortaklığında evrensellikleri olduğundan ahlak yasaları
evrensel ve mutlaktır. Yani Kant’a göre ahlak yasaları her durumda her birey
için geçerlidir. Herhangi bir koşula bağlı değildir, koşulsuzdur.
Bilgi Notu:
Diğer bir ahlak anlayışı Epikür’den beri gelen ve Anglo-Sakson dünyasında hakim
olan yararcı ahlak anlayışıdır. Ki Kant’ın ahlak anlayışına pek çok açıdan
karşıt konumda yer alır.
-
Yararcı ahlak; sonuçsalcıdır. Ampiristtir
(deneyci – a posteriori).
-
Kant’ın ahlakı; sonuçsalcı değildir.
Rasyonalist’dir (akılcı – a priori).
İki ahlak anlayışı
arasındaki temel farklar bunlardır.
Yararcı ahlakta
ahlak yasaları tecrübidir. Yani deneyimlenen pratikler, akılda önceden mevcut
olmayan pratikler, ahlak yasalarını oluşturur. Kant’ta ise ahlak yasaları tıpkı
epistemolojide olduğu gibi akıldan gelir. Kant, ahlak alanında epistemolojide
olduğundan farklı olarak tam bir rasyonalisttir. Ahlak yasasının oluşumunda
deneye, bilgi kuramının aksine yer yoktur. Katı ve tamamen bir rasyonalizm söz
konusudur.
Kant, duyular
evreninde (fenomenler) insanın
doğanın bir parçası olarak yer aldığını ve doğanın yasalarına tabi, belirlenmiş
ve determine olmuş olduğunu söyler. Örneğin, doğanın bir parçası olarak insan
acıkır ve bu nedenle yemek yer.
Oysa ahlak
alanında Kant, belirlenmişliklerden, “olan”dan sıyrılıp, “olması gereken”e
yönelebilen ahlaki bir varlıktır. Burada olan-olması gereken düalizmi vardır.Duyular
evrenininfenomenleri ile ilgilenen teorik aklın karşısında, insan
davranışlarını kolu alan pratik akılüzerinde durmuş ve aklın iki tür
fonksiyonunu birbirinden ayırmaya çalışmıştır. Ona göre teorik akıl “olanla”,
pratik akıl “olması gerekenle” ilgilidir.
-
Teorik akıl => Bilginin olanağı, doğayı
nasıl anlarız, neyi bilebiliriz.
-
Pratik akıl => Aklın eylemleri yöneten
kısmıdır. Pratik akıl; ahlaki, yani pratik davranışları yönlendirir.
Görüngüler
(fenomenler) evrenini teorik aklımızın sınırlarında bilebiliriz, metafizik
yoktur burada; burası bilimin alanıdır. “Olan”ı bu teorik akıl ile biliriz.
Teorik akıl insanın belirlenmiş kısmıdır. Oysa pratik akıl, insanın
belirlenmemiş, özgür, otonom bir varlık olarak yer aldığı kısımdır.
Bu bakımdan Kant,
Platon’a benzer. Platon dünyaları idealar ve nesneler diye ikiye ayırırken
Kant, aklı görüngülere has teorik akıl ve numenlere özgü pratik akıl olarak
ikiye ayırır. Pratik akıl “olması gereken”i söyler.
Kant sonuçsalcı
değildir. Sonuçsalcı ahlaka göre, insan eylemlerini yönlendiren ilke,
Epikür’den beri haz ve acıdır. Yani bir eylem hazzı artırıyor acıyı azaltıyorsa
sonuç olarak ahlaki bir eylemdir ve eylemin ahlakiliği akıldan değil, sonuçtan
hareketle ortaya çıkar. Aydınlanma hazcılığı ise bireyin yanı sıra toplumun da
işe katıldığı döneme tekabül eder. Yani en fazla sayıda insanın hazzını artırıp
acısını azaltacak eylem ahlakidir, bu ise yararcı ahlakın genel yarar ilkesine
denk düşer. Kant’a göre ise sonuç ne olursa olsun ahlaki eylemin iyiliği ya da
kötülüğü ta baştan, akıldan bellidir. Sonuç önemli değildir.
Ayrıca Kant, bir
davranışın doğuracağı faydalı ve zararlı sonuçlarla ilgili ihtimallerin
hesaplanmasının, davranışın tabi olacağı kuralın saptanmasında rol oynamaması
gerektiğini belirtir.
Kant, hazcı görüşü
reddeder ve ahlaka ahlak dışı bir amaç tanınmasını kabul etmediğini ortaya
koyar. Her hareketin değerinin meydana getirdiği hazza göre ölçülmesini
gerektiren hazcı görüş, ahlaki hareketi deneyden gelen bir ölçüye göre
değerlendirmek ister. Bundan başka, haz ve mutluluk kavramları, o derece
değişik ve belirsizdir ki, insanlar tarafından o ölçüde farklı anlaşılmaktadır
ki, bunlar, ahlaki hareketin objektif kriteri olabilecek hiçbir şartı ihtiva
etmezler. … Harekete ahlakiliği sağlayan, hareketi yapanın ahlak kanununu
gerçekleştirme, ödevi ödev olduğu için yerine getirme iradesidir.
Kant’ın ahlak
anlayışını anlatan temel kavram “ödev etiği”dir. Ödev etiği, sonuçlara göre
değerlendirilmeyen bir alanı ifade eder. Çünkü sonuçsalcı yaklaşımda ahlaki
davranış dış dünyada yaratacağı sonuca bağımlı ve insan da bu yüzden otonom
değilken, Kant etiği insanın pratik olarak tam olarak rasyonel bir varlık
olduğu temelinden hareketle özgürlüğü önemsenir.
Kant’a göre
“dünyada, hatta dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi
sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez.” Bu Kant’ın ahlak sisteminin temelini
ifade etmektedir.
Aklın ödevi, bir
araç olarak değil, fakat “bir amaç olarak kendiliğinden iyi olanı” bulmaktır.
İnsan, zeki, şerefli, zengin ya da kuvvetli olabilir. Ama asıl takdir edilmesi
gerekli olan “iyi niyetli insandır.”
Bu kavramın
gerisinde doğanın hiçbir şeyi amaçsız yaratmayacağı inancının saklı bulunduğu
söylenebilir. İyi niyet ampirik bir temele sahip değildir. İyi niyet, yalnızca
sempati veya iyilik demek değildir. Bunlar insani eğilimlerdir ve bu tür
eğilimler insanı mutlu kılsa bile en yüksek ahlaki değeri meydana çıkarmaz.
İnsanda “iyi niyetin geçerliği”, “doğanın” amaçsız hiçbir şeyi meydana çıkarmayacağı
varsayımından kaynak alır.
Kant’a göre, bize
bağlı olmayıp bizi bağlayan sonuçlar ne olursa olsun, bizim niyetimizin iyi
olması önemlidir. Biz iyi niyetle hareket ettiğimizde, sonuç ne olursa olsun,
ahlaklı davranmış oluruz. Bu niyet, dışarıdan gelen baskılar ile belirlenmemiştir,
yani insanın otonom varlığından gelir. Dışarıdan gelen baskılar; toplumsal
baskılar, yaptırım korkusu gibi baskılar (yasal yaptırım, dini-manevi yaptırım
gibi) nedeniyle hareket etmek Kant’a göre ahlaken iyi değildir, çünkü otonomi
bozulur, eyleminiz dışarıdan gelen bir güçle belirlenmiş olur ve özgürlüğe
halel gelir. Yani, eylemimizin niyeti dışarından belirlenmişse, niyet ahlaken
iyi değildir.
İyi niyet, insanı,
yardıma muhtaç bulunan başka bir insana, ona karşı hiçbir sempati duymasa bile
ödevi ödev olarak yapma ilkesi dolayısıyla yardım etmeye götürür.
Bir davranışın
ahlaki bir değeri olabilmesi için kaynağını ödev düşüncesinden alması
gereklidir. Davranışta bulunanın belli bir sonuca ulaşmak için belli şekilde
davranması, ya da salt başarıya ulaşmak için belli bir davranış biçimini
benimsemesi yeterli değildir. Davranışın, insanın muhatap olduğu kategorik emperatifi gerçekleştirme
amacına yönelmesi gerekir:
“Yalnızca aynı
zamanda genel bir kanun olmasını isteyebileceğin maxim’e göre hareket et.”
Bilgi Notu: Hipotetik emperatif: Hipotetik emperatif’in yapısı “şunu istiyorsan, şu
şekilde davranmalısın” şeklindedir. Hipotetik emperatif söz konusu olduğunda,
davranışın bağlayıcılığı, davranışta bulunacak olan kişinin davranışı ile
ortaya çıkacak sonucu istemesine bağlıdır. Hipotetik emperatifler, insanın
hayatta başarı kazanmasını olumlu yönde etkileyebilir. Ancak, en yüksek ahlaki
iyiliğe bunlara uymak yoluyla değil, kategorik emre, bağlanmak sayesinde
ulaşılabilir.
Ödev etiği,
insanın rasyonel olmasını, otonom ve iyi irade sahibi olmasını, ahlak
yasalarını, ahlaki yükümlülüklerini kendi koymasını ister.Kategorik emperatif
genel olarak ödevi gösterir. Davranış ilk önce sübjektif ilkeye göre düşünülür.
Bu ilkenin objektif olarak geçerli olup olamayacağı kategorik emperatif
kriterine başvurulmak yoluyla anlaşılır.
Kategorik
emperatifi kabul etmek suretiyle Kant, insan aklının davranışına yol gösteren
ilkeleri yaratabileceğini, böyle bir emrin muhatabı olması nedeniyle insanın
irade özgürlüğüne sahip sayılması gerekeceğini savunmuş oluyordu. … Kategorik
emperatifin kendisi belki somut bir davranış kuralı değildir. Ama insan aklının
davranış kuralları belirtmesinde yol gösterici bir prensiptir.
Kant’a göre ahlaki
edim somut olayda bireyci bir ahlak anlayışı içinde ödev bilinciyle ve insanın
özgürlüğü çerçevesinde gerçekleşir. Birinci ilke: “Öyle davran ki iradenle (akla
uygun iradenle) yapacağın eylem, evrensel bir yasa olabilsin”. Yani
Birinci ilkeye göre somut durumda, iradi eylemimiz evrensel olarak
uygulanabilirse ahlaki olur.
Peki, eğer her
insan kendi ahlak yasasını kendi koyuyorsa, burada sofistler gibi ne kadar insan
varsa o kadar ahlak vardır mı demiş oluyor? Kesinlikle hayır. Kant’ta bu
anlamda sofizm yoktur. Her insan kendi ahlaki yasasını, niyetini kendisi koyar;
ancak Kant’ın ödev etiğinde ahlaki ödevin ne olduğu belirlenirken, “ödev olarak
yapmam gerektiğini düşündüğüm, niyetlendiğim şey aynı durumda aynı koşullarda
bulunan her insanın da davranacağı evrensellikte olmalıdır.”
İşte bireycilik ve
evrensellik bu maksimle örtüşür. Yani o durumda nasıl davranacağımızı biz
belirleriz; ancak davranışımız bizi aşar ve herkesin bu durumda evrensel olarak
o şekilde davranması gerektiği düşüncesine varır. İşte ödev etiğinin maksimi
budur.
Somutlaştırırsak;
bazen yalan söylemek iyi bir şey olabilir. Bu düşünceyle yalan söylediğimde
herkesin aynı biçimde yalan söylemesini bekleyemem. Bu evrenselleştirilemez.
Çünkü yalan söylemek, gerekçesi ne olursa olsun, genel bir kural olarak
varsayılamayacaktır. Birey ve
evrensellik meselesi böylece aşılmış olur.
Ancak Kant’ın ödev
etiğinin katıksız olarak yarara yönelmediği söylenemez. Çünkü örneğin herkesin
yalan söylediği bir toplumda yaşanamaz önermesi, bir arada yaşayabilmek için
yalan söylememeliyiz gibi sonuçsalcı bir yaklaşıma konu olabilir.
Kategorik
emperatifin konusunu teşkil eden ahlak emri a priori nitelikte ve deneyle
ilgili değildir. Aynı şekilde ahlak emri, Kant’a göre, insanı duyguların ve
ihtirasların etkisinden kurtarmak amacını taşır.
Ayrıca ödev
ahlakında duyguya da yer yoktur. Yani edimi, edimin yöneldiği kişiye yönelik
olumlu ya da olumsuz hislerimizden ötürü yapıyorsak bu ahlaki değildir.
Örneğin; bir hastayı ziyaret etmek, ona yaranmak için yapıldığında ne kadar
ahlaksızca ise, onu sevdiğim için ancak herhangi bir ödev duygusu olmaksızın
yapıldığında da o denli ahlaksızcadır.
Kant’ın
sisteminde, davranışın doğuracağı sonuca ya da sonuçlara fazla önem verilmez.
Çünkü Kant, iyi niyetli insanın bütün insanları, bir araç değil, fakat amaç
olarak kabul etmesi üzerinde ısrar etmektedir.
Kant etiğinin bir
diğer maksimi (ilkesi): “Hiç kimse bir
amaca ulaşmak için başka bir insana araç olarak bakamaz. Bizatihi insanın
kendisi bir amaçtır. İnsan onuru her şeyden önce gelir” düsturudur.
İkinci ilke: “İnsan aklın ve ahlaki ilkelerinin sahibi
olan, onur sahibi bir insandır. Edimin öznesi de dahil, tüm insanlar hiçbir
amaç için araç olamaz; çünkü insan ahlaki ayrıcalığı olan özel, özgür bir
varlıktır”.
Örneğin; zengin
bir teyzemiz var. Ben ve kuzenim onun tek mirasçılarıyız. Kuzenim çok müsrif.
Teyzenin müsrif kuzenime bir zaafı var. Bu arada teyzemle hep ben ilgilenirken
kuzen hiç ilgilenmiyor. Teyze, bir ziyaretimizde, mirası eşit paylaşacağımızı,
kasadaki değerli mücevherleri de kuzene vereceğimi söylüyor. Ben de tamam deyip
söz veriyorum. Ancak kuzen çok müsrif olduğu için ben mücevheri ona vermeyip
çocuk esirgeme kurumuna bağışlıyorum. Bu örnekte, Kant’ın ahlak anlayışına göre
bu ödev ahlakına aykırıdır. Çünkü ahlaki olan, teyzeye verilen sözün
tutulmasıdır. Bu husus, verilen sözün verilen sözün evrenselleştirilemeyeceği
noktasında ahlakiliği engeller. Oysa bu davranış sonuçsalcı etiğe göre
uygundur. Bir kişinin menfaati, hem de olaydaki gibi müsrif bir kişinin
menfaati yerine toplumun çoğunun menfaati gözetildiğinden ahlakidir.
Örneğin; Böbrek hastası bir kız çocuğu
var. Kadavralardan alınacak böbrekle uymuyor. Annenin böbreği uymuyor; babanın
böbreği ise uygun. Organ naklinde başarılı olma olasılığı %100 değil. Ayrıca baba
kızına böbreğini vermek istemiyor. Doktordan rica ederek, özellikle eşine,
böbreğinin uyduğunu ancak böbreğini vermek istemediğini açıklamamasını istiyor.
Burada Kant’ın ödev etiği bağlamında şu sorular sorulabilir:
Soru 1: Kant etiği açısından, doktorun,
babanın ricasına uyup böbreğin uyduğunu ve babanın böbreğini vermek
istemediğini saklaması, bu konuda aileye yalan söylemesi ahlaki midir?
Cevap 1: Kant etiği duruma bağlı
istisnaları kabul etmeyen, mutlakçıdır. Bu örnekle, bu durumda doktorun yalan
söylemesi, “bazı durumlarda yalan söylenebilir” biçiminde bir sonuca gider ve
mutlakçı yaklaşıma uymaz. Kant bakımından doktorun gerçeği açıklamaması, diğer
bir ifadeyle yalan söylemesi ahlaki değildir!
Soru 2: Aynı soru sonuçsalcı ahlak
anlayışı bakımından nasıl algılanır?
Cevap 2: Doktorun aileden gizlemesi,
aile saadetinin bozulmasına sebep olacağı için, sonuç bakımından ahlakidir.
Soru 3: Peki babanın böbreğini kızına
bağışlamaması Kant etiği bakımından ahlaki bir ödeve uymama anlamına gelir mi?
Başka deyişe, Kant etiğinde böbrek bağışlamak ahlaki ödev midir?
Cevap 3: Kant etiği açısından, baba
böbreğini vererek kendini araçsallaştırmış olur. O nedenle babanın davranışı
Kant ahlakına aykırı değildir.
Soru 4: Peki, bu husus yeni yani böbreği
vermek ya da vermemek evrensel bir yasa haline gelebilir mi? Başka deyişle,
Kant’a göre ahlaki ödev evrenselleştirilip herkese yüklenebilir olmalıdır.
Böbreği vermek yönündeki ahlaki yükümlülük herkese yüklenebilir mi?
Evrenselleştirilebilir mi? Yani herkes böbreğini vermek zorunda mıdır?
Cevap 4: Bu konu tartışmalara açıktır.
Ancak insanın araçsallaştırılması hali burada ön plana çıkacağı için Kant
etiğine uygun yanıtın, böbrek verme ödevi her insana evrensel olarak, yani
herkese yüklenebilecek bir ödev olmadığı biçiminde olacağı söylenmelidir.
Örnek: Ötenazi
Soru: Ötenazi Kant etiğine göre bir
ahlak yasası olabilir mi? Evrenselleştirilebilir mi?
Cevap:
- Burada doktor araç olarak kullanılır.
- Kant etiğinde
duygusal saiklerle davranmak ahlaki değildir. Acı ve ıstıraptan kurtulmak için
yani kötü duygulardan korunma isteğiyle yapılan edim ahlaki ödev olamaz.
- Ayrıca, bir insanın ne şekilde olursa olsun,
(ötenazi veya intihar) hayatının sona erdirilmesi, Kant etiğine aykırıdır.
Kant etiğine
eleştiriler
- Duyulara yer vermeyişi eleştirilir.
- İnsandan çok fazla şey talep edip onu
sınırlandırdığı; insanın her ediminde, evrensellik çerçevesinde bir ahlaki
muhasebeyi gerektirmesi bakımından çok talepkâr olması.
Hukuk ve Devlet Teorisi
Kant, çağının
liberal devlet anlayışına uygun bir devlet anlayışına sahip olup, liberal bir
devletten yanadır. Ancak Kant, liberal devlet anlayışı bakımından, Hobbes ve
Locke arasında bir yerde durur.
Kant da devletin
ortaya çıkışını, bir toplum sözleşmesi ile açıklıyor. Bu anlamda o da bir
toplum sözleşmecisidir.
Kant’ın hukuk
sisteminde, genel özgürlük kanuna göre, kişilerin özgürlüklerinin birbiri ile
uzlaştırılması başlıca amaç olduğu için, siyasi iktidarın ödevi de, siyasi
liberalizmin genel çizgisine uygun olarak, kişilerin özgürlüklerinin sınırını
belirtmek ve özgürlükler arasında uyum sağlamaktan ibaret olmaktadır.
Özgürlükleri güvence altına alacak olan kuvvet, herkesin iradesinin temsilcisi
olan genel iradedir. Genel iradenin belirmesini de sosyal sözleşme varsayımına
göre açıklamak gerekir. Kant sosyal sözleşmenin tarihi bir gerçeklik
olmadığını, fakat bir akıl ilkesi olduğunu ve bu ilke aracılığı ile devlet
iktidarının meşruluk kazandığını belirtir.
Devlet, Kant’ta
zorunlu olmayan yapay bir olgudur.
Kant’ın doğal
durum tasviri tıpkı Hobbes gibi kötümserdir. Yani insanlar eşit ve özgürdür,
ancak sürekli bir savaşım ve karmaşa vardır. İnsanlar bu savaşa son vermek için
aralarında bir sözleşme yaparlar. Kant doğa durumunda Hobbes’a benzer.
Ancak devlet
kurulduktan sonra, Hobbes’tan uzaklaşır. Devlette yasama, yürütme ve yargı
erklerinin birbirlerinden ayrı olduklarını savunmaktadır. Hatta yargıya, yasama
ve yürütmenin müdahale etmemesi gerektiğini savunur; ancak yargı mensuplarının
yürütme tarafından seçilmesi konusu tek istisnadır.
Kant, Hobbes’dan
hak ve özgürlükler konusunda da uzaklaşır. İnsan doğa durumundan sonra da,
haklarına ve özgürlüklerine sahiptir; egemene, devlete hak ve özgürlüklerin
devri söz konusu değildir.
Kant’ı liberal yapan
özelliklerinden ikisi:
Kant’a göre en iyi
yönetim biçimi cumhuriyettir. Temsili sistemin cumhuriyet yönetiminin normal
işlemesi için zorunlu olduğuna inanmaktadır. Bu şekilde egemenliğin ulusa ait
bulunması gereği belirtilmiş olmaktadır.
Kant mülkiyet hakkının önemli bir hak olduğunu
da savunur. Bu bakımlardan da Hobbes’dan ayrılır. Ancak Hobbes’a benzediği bir
başka nokta daha vardır: Halka aktif direnme hakkının tanınmamasıdır. Kant
Hobbes’ yaklaştığı yerlerde Locke’dan uzaklaşır.
Kant düzen yanlısı
olup düzene vurgu yaptığı için asla bir aktif direnmeyi varsaymaz. Kant’ın
liberalizmden uzaklaştığı haldir bu. Kant ihtilal
hakkı diye bir haktan söz edilemeyeceğini belirtir. Kant’a göre kurulu
düzene karşı gelme ve onu değiştirme hakkının tanınması anarşiye sebep olur.
Yöneticiler hukuk kurallarını çiğneseler, vergi ve askerlik yükümlülüklerinde
eşitlik ilkesinden sapsalar bile, vatandaşların hukuka aykırı tutumları şikayet
etmekten başka yapacakları bir şey yoktur. İhtilal ya da direnme hakkının
tanınması bütün hukuk yapısının çökmesi sonucunu doğurabilir.
Not: Aslında doğal hukukçuların Kant benzeri
direnme hakkına yer vermeyişleri Sokrates’ten beri vardır. Bu doğal hukukun
statükocu bir konum alışıyla da ilgilidir.
Kant, ayrıca her toplumda
tek bir üstün iktidar bulunduğunu, bu üstün iktidara karşı koyma esası kabul
edilirse, ihtilal teşebbüsü durumunda, toplumda birbirinden ayrı iki üstün
iktidarın birlikte varlığını kabul etmenin gerekeceğini, bunun ise devlet
otoritesinin tekliği ilkesi ile bağdaşmayan bir çelişki oluşturacağını
belirtmektedir. … vatandaşlar üstün otoriteye karşı geldikleri zaman
egemenliğin kimde bulunduğunu, kimin yöneten kimin yönetilen olduğunu kestirmek
imkansızlaşır, bu nedenle de bazı doğal hukukçuların savunduğu ihtilal veya
direnme hakkı reddedilmelidir.
Kant, devlet
hukukuna ebedi hukuktan doğan a priori kanunların yol göstericilik etmesi
gerektiği düşüncesindedir.
Yasama, yürütme ve yargı erkleri
birbirini tamamlayıcı şekilde faaliyette bulunur. Ancak bu üç yetkinin ayrı
organlarda kullanılması gerekir. Yasama, kanun yapma, yürütme kanun uygulama ve
yargı, kanunlara göre herkese payına düşeni verme fonksiyonunu üstlenmiştir.
Yürütme gücü, hukuka bağlı olarak ve yasama organı denetiminde faaliyette bulunur.
Yasama ve yürütme görevini yerine getiren organların yargı gücüne hiçbir
şekilde karışmamaları gerekir. Yürütme organının hakimlerle ilgili tek yetkisi
onları göreve atamaktan ibaret olmalıdır.
Devlet de
ayrıcalıklı bir kilise bulunamaz. Bazı insanların siyasal ayrıcalığa sahip
olmaları da kabul edilemez. Devlet başkanının ayrıcalığı, ifa ettiği görevden
doğar. Kant, devlet başkanının sorumsuzluğu ilkesinin İngiliz Anayasa
uygulamasında görülen “kral hata yapmaz” esasından kaynaklandığı düşüncesini
taşımaktadır.
Özet olarak
Kant’ın sisteminde devlet esas itibarıyla hukukun yapıcısı ve koruyucusudur. Devletin
ödevi özgürlüğü güvence altına almaktır. Vatandaş devlet işlerini
eleştirebilir, fakat devlete karşı ayaklanamaz. Bu anlayışla özgürlük ve
otorite uzlaştırılmaya çalışılmaktadır. Kant XIX. yüzyıl liberal devlet
görüşünü savunmakta, fakat ihtilal hakkını reddettiği için de başlıca Locke’un
temsil ettiği doğal hukuk görüşünden uzaklaşmaktadır.
Kant’ın Hukuk Düşüncesi
Kant, hukuk
düşüncesi bakımından dualisttir. “Olan” ve “Olması gereken” hukuk yaklaşımı,
tıpkı Platon’da olduğu gibi, Kant’ta da vardır.
Kant’ın sisteminde
ahlaki ve hukuki ödevler birbirinden kesin biçimde ayrılmıştır. Hem ahlak, hem
hukuk kuralları hangi davranışın zorunlu olduğunu gösterir. Bununla birlikte
ahlak ve hukuk alanlarında insan iradesini etkileyen saikler birbirinden
ayrıdır. Ahlak kuralına uymayı sağlayan saik insanın içindedir. Hukuk kuralı
ise, yaptırımın etkilediği hukuki bir saikle gerçekleşir. Hukukun amacı insan
davranışının dıştaki belirme şeklini düzenlemektedir.
Ahlak, kişinin iç
dünyasından, aklından ve vicdanından kaynağını alır. Ahlaki saik, kişinin
kategorik emperatife uymasını sağlaması yönünden ne ölçüde değerli sayılırsa
sayılsın, ahlak kurallarının hukuk kurallarından üstün olduğu ileri
sürülmemelidir. Bazı durumlarda, ahlak ve hukukun gerekleri birbirinin aynı
olabilir. Örneğin “pacta sunt servanda” hem ahlaki, hem de hukuki bir ilkedir.
Ahlaki olmayan hukuk kurallarının bulunabileceği unutulmamalıdır.
Kant’ın hukuk ile
ilgili ikinci önemli vurgusu hukuk ile ahlakı ayırmasıdır. Hukuk ve ahlakın
birbirinden nasıl ayrıldığını Kant en iyi biçimde gösterir.
Hukuk ile ahlak
birbirinden etkilenseler de ayrıdırlar. Ahlak otonomdur. İnsan ahlak alanında
özgürdür. Kendi yasalarını (birinci ve ikinci ilkeler bakımından) kendisi
koyar. Yani kurallar kişinin kendisinden gelir. Yani kuralı koyan bireydir.
Ahlaki olarak
kendi koyduğumuz kurala uymadığımızda, sorumlu olduğumuz makam yine kendimiz
olmaktadır. Bu sorumluluk, yani yaptırım da yine kendimizden gelir.
Hukuk
heteronomdur. Hukuk yasasını koyan ile ona uygun davranma zorunda olan, ahlakın
aksine, ayrı makamlardır. Kuralı bir dış
güç, dış makam koyarken, kurala bu makamın dışında yer alanlar
uymalıdırlar.
İkinci olarak hukuka
aykırı davranıldığında sorumlu olunan makam, yargılayan makam da yine dışarıdan
gelir. Yaptırım da vicdan azabı değil, şiddet ve cebirdir.
İnsanların
özgürlüğünün birbiriyle olan bağlılığını göstermek hukukun ödevidir. Hukuk,
insanların dış ilişkilerini düzenlemek amacını taşıdığına göre bütün hukuk
kurallarını düzenleyen evrensel ilke şöyle tanımlanabilir: “Hukuk, genel kapsamlı (evrensel) özgürlük kanununa göre, bir kişinin
iradi fiillerini, diğer kişilerin iradi fiilleri ile uzlaştıran şartların bütünüdür.”
Böylece, hukukun
önemli bir özelliğinin “zorlama” olabileceğini Kant kabul etmiş oluyor. Ancak
bu zorlama, bir kişinin özgürlüğünün başka birisi tarafından tehlikeye
sokulmasını önlemek amacını güttüğüne göre, meşru sayılmak gerekir. Hukukun
amacı, irade özgürlüğünün korunması ve bunun gerçekleştirilmesine imkan
sağlanması olduğuna göre, hukuk aslında, pratik aklın konusu olan özgürlüğün,
fenomenler dünyasında belirmesinin bir aracı olmak niteliğini kazanmaktadır.
Peki, Kant’a göre
hukukun önemi nerden gelir?
- Hukuk ile bir
kimsenin özgürlüğü başkasının özgürlüğü ile uzlaştırılır ve başkalarının
saldırılarına karşı bu özgürlüklerin korunmasıdır.
- Bu koruma ile kişinin özgür bir varlık olarak
otonomisi de korunur.
- Ahlak alanı
hukuk alanından çok daha fazla yükümlülük doğurur ve Kant’a göre hukuk yasaları
ahlaki ödevlerle, onların somutlaştırılması ile ilgilenmez. Hukuk ahlaka oranla
çok daha dar bir alanı düzenler. Böylece Kant’a göre hukukun yaptığı
düzenlemelerle ahlaki yükümlülük doğmazken, hukuk ile ahlak kuralları da
düzenlenemez. Örneğin; Kant intiharı ya da ötenaziyi ahlaken yanlış bulmaz
ancak hukukun bunu düzenlemesine karşı çıkmıştır. Bu salt ahlaki bir sorundur
ve hukuk bireyleri bu konuda özgür bırakmalıdır.
- Şu da
söylenmelidir ki, hukuk kurallarının ahlaki göndermeleri yok değildir. Örneğin;
mahkeme önünde yalan söylemek hukuken ve ahlaken uygun değildir. Ancak, hukuk
bu ahlaki konuları çok sınırlı ve belli bir çerçevede ele almaktadır. Yani, bir
yasa koyucu bir konuyu hukuki ödev haline getirmeyi ahlaki kaygılarla yapamaz;
yapmamalıdır.
- Kant’a göre,
hukukun yaptırım gücünden korkarak yapılan edimler ahlaki değildir. Çünkü
saikimiz yaptırım sonucu belirlenmiş olur. Oysa hukuk, sınırlı kimi konularda
ondan korkarak ya da onu benimseyerek uymamızı önemser; bunun dışında ise hukuk
saiklerimizle ilgilenmez. Hukuk ile ahlakın birleştiği en önemli nokta ise,
ahlaki bir değer olan adaletin hukukun amaç olarak yöneldiği bir değer
olmasıdır.
Kant, evrensel
nitelik taşıdığına inandığı hukuk tanımını özel hukuk ilişkilerine uygularken,
iki kişinin iradesinin birbirine şekli bakımdan uymasının yeterli olduğu
üzerinde duruyor ve kapsam sorununa değinmiyor. Dolayısıyla sözleşme yapılırken
icap ve kabul şeklinde ifade edilen iradelerin birbirine uyması ona göre
yeterli olmaktadır. Bu uygunluktan doğacak sonuçlar, yani tarafların elde
edecekleri yararlar ve uğrayacakları zararlar hiç önemli değildir.
Hukuki ödevler ve
haklar konusunda Kant çok önemli bir yenilik geçirtmez. Hukuki ödevlerin neler
olduğu konusunda Ulpianus’un çizdiği yolu izler ve üç hukuki ödevi sıralar:
Şerefli yaşa (honeste vive) : Bu ödev kişinin, diğer kişilerle olan
ilişkisinde kendi değerini koruması anlamına gelir. Kişi diğer kişilerle olan
ilişkilerinde kendisinin bir araç değil, bir amaç olduğu bilincinde
davranmalıdır.
Kimseye zarar verme (neminem laede) : Kişi zorunluluk durumu ile karşılaşsa bile
başkasına zarar vermemelidir.
Herkese ona ait olanı ver (suum cuique tribue) : Bu ödev bir
kişiye ait olanı ona vermek şeklinde anlaşılırsa anlamını yitirir. Çünkü bir
kişiye ait olan zaten onundur. Bu ödev, bir kişinin, kendisine ait olan
konusunda, kendi dışında bulunan bütün insanlara karşı korunması biçiminde
anlaşılmalıdır.
Kant’ın hakları sınıflandırması: Akli
ilkelere dayanan doğal haklar ve pozitif hukukun doğurduğu pozitif haklar.
Kişinin doğuştan sahip olduğu hakları fıtri haklar, hukuki muamelerle hukuki
fiiller sonucu doğan haklar kazanılmış haklar olarak nitelendirilebilir. Kant’a
göre insan sadece bir doğal hakka sahiptir: Özgürlük.
Bu özgürlük, genel özgürlük kanununa göre başkalarının özgürlüğü ile birlikte
var olabilen bir özgürlüktür. Eşitlik, özgürlük ilkesinde saklıdır. Özgürlük
ilkesinden bazı doğal haklar çıkar; mülkiyet bunlar arasında önemli bir yer
tutar. Kant’a göre mülkiyet, kişiliğin, kişisel iradenin belirmesi yönünden
zorunludur.
Doğal hak ve
özgürlükler, yani doğal hukuk, pozitif hukukun üstündedir ve pozitif hukuku
yapanları bağlayan bir konumdadır. Pozitif hukuk doğal hukuka uygun olmak
zorundadır. Ancak, pozitif hukuk, doğal hukuka uymadığında dahi aktif bir
direnme yoktur. Bu durumda sadece şikayetçi olmakla yetineceğiz; çünkü aktif
direnme, tıpkı Hobbes’ta olduğu doğal durumun karmaşasına yol açabileceği için,
Kant’ın anlayışında yer bulmaz. Düzen fikri Kant’da çok daha önemlidir.
İnsan iradesinin
kendi dışındaki nesnelere yönelerek o nesneleri kendi kişiliğinin bir parçası
yapmaya hakkı bulunduğu kabul edilmelidir. Tabiat durumunda insanlar mülk sahibi
olabilirler. Ancak güvenliği teminat altına alan devlet olmadıkça, mülkiyet
hakkı geçici bir zilyetlikten ötede bir anlam taşımaz. Böylece kişilik ile
mülkiyet arasında bir ilişki kurulmakta, mülkiyet hakkı olmadığı zaman
kişiliğin ve kişisel irade özgürlüğünün gerçekleşmesinin imkansızlığına
değinilmektedir. Kant’ın mülkiyet anlayışı, tamamen soyut bir nitelik
taşımakta, mülkiyeti irade özgürlüğünün belirmesinin şartı saymaktadır. Bu
anlayış somut durumlarla ilgili çözümler sunmamaktadır.
Kant’ın pozitif
hak ve kazanılmış hak kavramları ise, devletin kanunlarınca kişilere tanınan
yetkiler anlamına gelmektedir.
Cezalandırmanın amacı: Cezalandırma
hakkı, kişinin cezalandırılabilecek bir fiili işlemesinden doğar. Nitelik ve
nicelik bakımından adalete uygun ceza kişiye yaptığını ödeten ceza olmalıdır.
Ceza adaleti onun görüşüne göre mutlak adalet esasına dayanmalıdır. Kant,
suçluya verilen cezanın azaltılması veya tamamen kaldırılması anlamında af
yetkisinin hükümran güç tarafından çok dikkatli biçimde kullanılması gerektiği
fikrine sahiptir. Devletin kişilerin kişilere karşı işledikleri suçlarla ilgili
olarak af yetkisini kullanmaması gerekir. Devlet, ancak devlete karşı işlenen
suçlar konusunda af yetkisini kullanabilir. Bununla birlikte devlete karşı işlenen
suçlarla ilgili olarak af yoluna gidilmesi halkın güvenliğini tehlikeye
düşürecekse, af yetkisinin bu halde de kullanılmaması daha doğru olacaktır.
Yeni Kantçılık:
Kant, “olması
gereken hukuk” üzerinde durarak doğal hukuk görüşünün gelişmesine rol oynamıştır.
Özgürlüğün fiilen gerçekleştirilmesini hukukun temel amacı sayması da sözü
geçen teoriye bağlı kaldığının kanıtıdır. Savunduğu devlet teorisi, bütün XIX.
yüzyıl boyunca liberal düşünürlerin üzerinde durdukları devlet anlayışına
benzemektedir. Kant’ın cezalandırma hakkının kaynağı hakkındaki görüşleri belki
de hukuk teorisinin en zayıf bölümünü meydana getirmektedir. Çünkü mutlak
adalet teorisinin teorik bakımdan cezalandırma hakkını açıklayamayacağı,
uygulama yönünden de değerini yitirdiği artık anlaşılmıştır.
Yeni Kantçılık
Kant’ın özellikle insanın amaç-araç oluşu bakımından yeniden değerlendirilmesi
gerektiği örneğin her eylemde aslında insanın bir yandan amaç bir yandan araç
oluşu söz konusudur. Dolayısıyla, Kant’ın araç ve amaçtan bahsederken güttüğü
kaygıdan yorumlanmamalıdır; katı olunmamalıdır. Yeni- Kantçıların araç-amaç
konusundaki yorumu, bir insanın diğerinin otonomisini, seçeneklerini, iradesini
elinden almamasını, onu sömürmemesini, onun özgürlüğünü ortadan kaldırmamak
yönünde Kant’ın anlaşılması gerektiğini savunurlar. Yani Yeni-Kantçılar Kant’ın
katı bir biçimde anlattığı ahlaki sorunu daha geniş perspektiften bakarak
çözmeye çalışmaktadır.
Bilgi Notu: Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme, adlı eserinde Kant
barışın önkoşullarını açıklar. Kant, uluslararası
ilişkilerin hukuk tanımayan ilkel insanlar arasındaki ilişkilere benzediği
ve savaş durumu özelliği taşıdığı kanısındadır. Savaş durumunun normal sonucu
olarak da kuvvetlinin hakkı ilkesi uluslararası ilişkilerde geçerlik kazanmaktadır.
Uluslararası hukukta hak, savaş yoluyla kazanılabildiği ve korunabildiği için
geçici nitelik taşır. Devletlerarasında evrensel bir birlik kurulabilirse
devletlerin hakları kesin karakter kazanabilir. Bu birliğin devletlerarası
barışı sağlayacağını düşünen Kant, “Daimi Milletler Kongresi” adını öneriyor.
Kant, devletlerin birbirlerinin işlerine karışmaması gerektiğini savunuyor ve
ayrıca savaşı devletler hukukunun içinde normal bir uygulama gibi değerlendiren
Grotius ve Pufendorf’u eleştiriyor. İnsanlığın özlediği barışın kurulmasında
filozofların görüşlerinden de yararlanılmasını öneriyor. Yeryüzünde ebedi
barışı sağlayacak olan uluslararası federasyon ona göre ulusların eşitliği ve
özgürlüğü ilkesine dayanmalıdır. Ulusların birbiri ile savaşmaması Kant’a göre
yalnızca bir istek değil, aynı zamanda ahlaki bir ödevdir ve insanlık hayatı
daha çok geliştiği zaman zorunlu bir sonuç olarak belirecektir. İçinde yeni bir
savaş nedeni saklayan hiçbir uluslararası andlaşmanın barışı sağlamayacağını
belirtiyor. Kant, devletler üstü bir otoritenin zorunluluğunu 1795 yılında
belirtmesi, ileri görüşlü bir düşünür olduğunu gösterir.
Toplum
Sözleşmecileri İle İlgili Toparlayıcı Son Notlar
- Bunlar yeni
gelişen burjuva sınıfının siyasal iktidardan pay sahibi olma arzusu ile
yakından ilintilidir.
- Liberal
düşünürler, burjuvazinin argümanları olan mülkiyet, eşitlik, özgürlük, hak gibi
kavramların felsefi temellerini ve zeminini sunmuşlardır.
- Bu değerler Fransız devriminde
somutlaşmıştır.
- Fransız devrimi doğal hukuk ilkelerinin
gözetildiği, bunların pozitif hale sokulduğu bir noktadadır: Fransız Yurttaş
Hakları Bildirgesi.
- Bu hak ve özgürlükler, Code de Napoleon ile medeni kanun olarak iyice somutlaşır.
- Aydınlanmanın
doğal hukuku, Ortaçağ doğal hukukundan farklı olarak, rasyonalisttir. Yani,
aydınlanma düşüncesi, insan aklının eriştiği, keşfettiği doğal haklardan sadır
olurken; Ortaçağ’da aşkın bir güç olan Tanrı’dan gelmiştir.
- Aydınlanma doğal
hukukunda doğal hak ve özgürlükler a
priori’dir. Yani insanın sonradan getirdiği akılda verili olan; ancak akıl
ile keşfedilen icat edilmeyen hak ve özgürlüklerdir.
- Özellikle
Almanya’da Fransız Devrimi’ne eleştiriler de ön plana çıkmıştır. Alman
romantikleri söz konusu olmuştur.
İLGİLİLERE: - Immanuel
Kant, “Aydınlanma Nedir?” makalesi
-Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Türkiye Felsefe Kurumu
- Immanuel Kant, “Ahlakın
Metafiziği,”
C. HUKUKİ POZİTİVİZM
Pozitivizm terimi, konulmuş veya belirlenmiş hukuku
ifade eden Latince positum
kelimesinden türemiştir. Hukuki pozitivizmin özü, kabaca, herhangi bir kanunun
geçerliliğinin objektif olarak doğrulanabilir bir kaynağa kadar takip
edilebilir olduğu görüşüdür. Basitçe söylemek gerekirse, hukuki pozitivizm,
bilimsel pozitivizm gibi, - doğal hukukçular tarafından benimsenen- hukukun
insanların yaptığı yasalardan bağımsız olarak var olduğu görüşünü reddeder.
Hukuki
pozitivistler arasındaki en büyük ortak payda şudur ki; hukukun yasalaşmış hali
ile hukukun ahlaki olarak olması gereken halinin (çalışma ve analiz amacıyla)
ayrı tutulması gerekir. Başka bir deyişle, ‘olması gereken’ (ahlaki olarak arzu
edilen) ile ‘olan’ (bilfiil var olan) arasında açık bir ayrım yapılmalıdır. Ama
bundan, bir hukuki pozivistin ahlaki sorunlara ilgisiz olduğu sonucu
çıkarılamaz. Çoğu hukuki pozitivist, hukuku eleştirir ve onu reform etmek için
yollar önerir. Bu tutum, normal olarak ahlaki değerlendirmeler içerir. Ancak
pozitivistler, hukuku analiz etmek ve anlamak için en etkin metodun,
aydınlatmayı amaçladığımız şeyin ne olduğu belirlenene kadar ahlaki
değerlendirmeleri askıya almak olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar.
İradeci
pozitivizm ya da İngiltere’de kullanılan adı ile analitik pozitivizm
düşüncesinin en önemli temsilcisidir. İngiltere’de hukuksal pozitivizmi
sistemleştirmiştir. Austin’in günümüzde verilen hukuk eğitiminin, dogmatik
hukukta etkileri halen görülen, aslında bugün yapılan eğitimde kendisinin
düsturlarından hareketle eğitim verildiği kişidir.
Austin’in Hayatı
Gençliği 1793-1815 Napolyon savaşları dönemine yani
karışıklık ve egemenlik sıkıntılarının yaşandığı bir döneme denk gelmiştir.
İngiliz hukuksal pozitivizmin en dikkati çeken temsilcisidir. 1826 yılında
Londra Üniversitesi Hukuk Teorisi ve Uluslararası Hukuk Bölümü için profesör
olarak atanmıştır. Austin burada Bentham ve çevresi ile yakın ilişki
içerisindeydi ve onlarla birlikte geleneksel İngiliz düşüncesine karşı yeni
reformcu yaklaşımlar geliştirmeye çalışıyordu. Bu gruba, reform talepleri nedeniyle
felsefi radikaller de denmiştir. Bir süre Almanya’da kalmış ve Tarihçi Hukuk
Okulu yaklaşımlarını tanımıştır. 1844 yılında Paris’e gittiğinde Auguste Comte
ile tanışmış ve Comte’un sosyal bilimlerde pozitivizmi uygulamasından
etkilenmiştir. The Province of
Jurisprudence Determined 1832’de yayınlanmıştır. En önemli eserlerinden
olan “Hukuk Bilimi Konusunda Konferanslar” ölümünden sonra 1863 yılında eşi
tarafından yayınlanmıştır.
Austin’e Göre Hukuk
Austin belli bir zamanda ve belli bir yerde yürürlükte olan hukuku
hukuk olarak kabul eder. Austin, hukuk kavramlarının incelenmesini önerdiği
için analitiktir. Austin, tüm hukuk düzenlerinde ortak olan kavramları da
ortaya koymaya çalışarak, onları analiz ederek bir genelleştirme çabasındadır.
Hukuk konusunda mantık birliğine ulaşmak istemiştir.
Sistematik olarak ilk kez John Austin (1790-1859) tarafından ortaya
konulan ve modern hukuk anlayışını önemli ölçüde etkileyen analitik pozitivizm,
bir hukuk sistemini belirli bir zamanda var olduğu şekliyle ele almakta ve bu
sistemin sahip olduğu temel kavramları çözümlemektedir. “Emir kuramı” (command theory) olarak da adlandırılan
bu yaklaşım, hukuku, ahlâkî açıdan tarafsız bir şekilde betimlemekte, hukukun
kaynağını, egemenin buyruklarında aramaktadır.
Austin, dönemin önemli hukuk ve siyaset adamı Jeremy Bentham’ın
etkisinde kalmıştır. Bentham, faydacılık olarak bilinen okulun en büyük
temsilcisidir. Bentham’ın ifadesiyle, “en büyük sayıdaki insanın en büyük
mutluluğu” şeklinde formüle edilen faydacılık, insanların haz ve acı tarafından
yönlendirildiğini, insanın mutlu olmak için acıdan kaçıp hazzın peşinden
koştuğunu, her türlü eylemin gerekçesinin de ancak ve ancak mutluluğun
artırılması olduğunu söyler. Buna göre, hukuk kuralları da, insanların
mutluluğunu artıracak şekilde ayarlanacaktır. Hukuk açısından faydacılık, bir
yasa, ölçüt ya da toplumsal veya hukukî düzenlemenin iyi veya adil olarak kabul
edilebilmesi için, toplumu oluşturan bireylerin genelinin refah seviyesini
ilerletme etkisine sahip olmasını gerektirmektedir. Faydacılık, kazanım ve
yükümlülüklerin dağıtımındaki adalet problemi üzerine kurulmuştur. Bu dağıtımda
ortaklaşa iyi veya refaha, bireyin haklarını ve siyasal veya diğer
özgürlüklerini azaltıyor olsa bile öncelik tanınmaktadır. Bu düşüncenin hukuka
uygulanış şeklinde, belirli bir yasa veya düzenleme, tüm olasılıklar göz önünde
tutulduğunda en iyi sonuçları doğurduğu ya da bir yasa veya düzenleme genel
olarak, kendisine uyulduğunda en iyi sonuçları doğuracak bir kural tarafından
öngörüldüğü takdirde doğru kabul edilir.
Austin her ne kadar ahlakı hukukun dışında saymışsa da, pozitif
yasaların yapılırken gözetilmesi gereken tek ölçütün, pozitif yasanın amacının
adil ya da iyi olmak değil, en çok sayıda insan için en büyük mutluluğun
sağlanması olduğunu düşünmüştür.
Austin’in bu faydacı hukuk anlayışının Kant’ın hukuk anlayışından
farkını açıklarsak: Kant’ta hukukun yol açtığı pratik sonuç en fazla sayıda en
büyük mutluluğu için yasa yapmak değildir; Kant’a göre hukuk, bireylerin özgürlüklerini
birbirlerinin özgürlüklerine saldırmalarını, engelleme noktasında Kant’ın hukuk
anlayışı bireysel hak ve özgürlüklerin kesinlikle göz ardı edilmemesini zorunlu
kılmaktadır. Oysa Austin’in faydacı anlayışında ve genel fayda ilkesinde, en
fazla sayıda insanın en büyük mutluluğu amaçlandığından, bu insanların dışında
kalan diğer insanların özgürlüklerinin genel fayda için sınırlanabileceği
biçiminde bir yöne kapıyı açmaktadır.
Hocası Bentham’ı izleyen Austin, İngiliz felsefî geleneğinin, özellikle
de Thomas Hobbes ve David Hume’un hazırladığı yolda yürümeye devam ederek, insanların
yapmış olduğu yasalar ile doğanın ya da Tanrı’nın yasalarını birbirinden
ayırmıştır. Austin, “nasıl davranmalıyız” sorusu ile ilgilenmemiştir. O bir
hukukçudur ve öğrencilerine hukukun “ne olduğunu” gösterecektir. İngiltere’de
uygulanmakta olan, kralın ya da parlamentonun çıkardığı yasalar bulunmaktadır,
ancak din ve ahlâk kuralları ile bu insan kaynaklı yasaların arasındaki fark
tam olarak belirlenmediği için (ki ona göre bunda, öncülüğünü Blackstone’un
yaptığı hukuk anlayışının büyük payı vardır), hukukun sağlıklı bir şekilde
değerlendirilebilmesi mümkün olmamaktadır. Özelde Austin’in, genelde ise hukukî
pozitivizmin, modern hukuk anlayışına yaptığı en büyük katkı, hukukçunun,
hukukçuluk sıfatıyla ele alacağı konunun sınırlarını açık bir şekilde
belirlemek olmuştur.
Hukuk
biliminin konusu potizif hukuktur. Pozitif hukuk siyasi bakımdan üstün durunda
bulunanların siyasi bakımdan tabi olanlar için belirlediği kurallardan oluşur.
Önce Austin’in ifadelerini aktaralım:
Hukuk bilimin konusu, pozitif
yasadır…:siyaseten üstün olanların, siyaseten altta olanlar için yaptığı yasa.
Fakat pozitif yasa, çoğunlukla benzerlikle bağlantılı olduğu nesnelerle
karıştırılır …: bu nesneler de, doğru ya da yanlış bir şekilde, geniş ve belirsiz
olan yasa sözcüğüyle anılırlar. Bu karışıklığın neden olduğu zorlukları ortadan
kaldırmak için hukuk bilimin hakimiyet alanını belirleyerek ya da hukuk bilimin
konusunu, bağlantılı olduğu diğer nesnelerden ayırarak başlıyoruz…
Bir yasa, kavramın kabul edilen en genel ve
kapsayıcı haliyle, sözcük anlamı itibariyle, us sahibi bir varlığın, kendi
üzerinde güç sahibi olan us sahibi başka bir varlık tarafından yönetilmesi
anlamını taşır. Bu tanım altında pek çok tür bulunmaktadır. Bu türlerin
birbirine karıştırılması ve açıkça birbirlerinden ayrılmaması nedeniyle hukuk
bilimde pek çok karışıklık bulunduğu için, bir türü diğerinden ayıran sınır
çizgilerinin doğru bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Yukarıda
değindiğimiz kapsayıcı anlamıyla …metafor ve benzerlikle genişletilmeden, yasa
terimi şu nesneleri kapsar: Tanrının insanlar için yaptığı yasalar ve
insanların insanlar için yaptığı yasalar.
Tanrının insanlar için yaptığı yasaların tümü
ya da bir kısmı çoğunlukla doğanın yasası ya da doğal yasa (hukuk) olarak
isimlendirilmiştir: esasında, metaforsuz ve birbirlerinden ayrılması gereken
şeyleri birbirine karıştırmadan, bahis konusu edilebilecek yegane doğal hukuk
budur. Fakat Doğa Yasası şeklindeki isimlendirmeyi muğlak ve yanıltıcı olması
nedeniyle reddederek, bu yasaları ya da kuralları ilahi yasa (hukuk) ya da
Tanrının yasası (hukuku) olarak isimlendiriyorum.
İnsanların insanlar için yaptığı yasalar öne
çıkan ya da temel iki gruptan oluşur: bu sınıflar, birbirlerinden önemli ölçüde
ayrıldıkları halde sürekli karıştırılırlar…
İnsanların insanlar için yaptığı yasaların bir
kısmı, egemen ve özne durumundaki siyaseten üstün olanlar tarafından
konulmuştur: bu kişiler, bağımsız devletlerde ya da bağımsız siyasal
topluluklarda, üstün ve tabi hükümeti elinde tutar. Bu şekilde konulmuş
yasaların toplamı ya da bu toplamın bir parçasını biçimlendiren kısmı, … hukuk
bilimin asıl inceleme konusudur. Hukuk kavramı sadece, bu şekilde konulmuş
kurallar toplamı ya da bu toplamı biçimlendiren kısmı için kullanılır. Fakat
–Tanrının yasası anlamına gelir şekilde- doğal yasadan (hukuktan) ya da doğanın
yasasından (hukukundan) ayrıldığında, siyaseten üstün olanlar tarafından
konulan bu kurallar toplamı, çoğunlukla pozitif hukuk ya da konum nedeniyle var
olan yasalar olarak isimlendirilir. Benim pozitif ahlak olarak isimlendirdiğim
kurallardan ayrı tutulduğunda… siyaseten üstün olanlar tarafından konulan
kurallar toplamı, rahatlıkla pozitif yasa olarak belirlenebilir. Dolayısıyla
kısa bir isim vermek ve farklılığın ilk bakışta görülmesini sağlamak amacıyla,
bu kurallar toplamına pozitif hukuk diyorum…
İnsanların insanlar için yaptığı yasa ya da
kuralların bir kısmı siyaseten üstün olanlar tarafından konulmuş olsa da
siyaseten üstün olanlar tarafından konulmamış yasa ya da kurallar da
bulunmaktadır.
Beşeri yasaların bu ikinci grubuna oldukça
benzeyen, sadece kanaatle yapılıp uygulandıkları için yanlış bir şekilde ama
sıklıkla yasa olarak adlandırılan kurallar da vardır. Bu kuralların yapılması
ve uygulanması, bir grup belirsiz insanın insan davranışına ilişkin görüş ya da
hisleriyle mümkün olmaktadır. Yasa kavramının bu anlamda kullanılmasına, şeref
yasası’, ‘Gelenekle kurulmuş yasalar’, ifadeleri örnek olarak gösterilebilir.
‘Uluslararası hukuk’ denilen şeyin büyük bir kısmını bu tür kurallar oluşturur.
Yukarıda değindiğimiz ikinci tür beşeri
yasaların toplamı ile yanlış bir şekilde fakat benzerlikle yasa olarak
isimlendirilen kuralları, tek bir grup olarak ele alıyor ve onlara pozitif
ahlak diyorum. Ahlak ismi onları pozitif hukuktan, pozitif sıfatı ise Tanrı
hukukundan ayırır…
Austin, en genel şekliyle yasanın tanımını, “akıl sahibi bir varlık
tarafından, üzerinde güç sahibi olduğu akıl sahibi başka bir varlığın
hareketlerini yönlendirmek için konulmuş kural” şeklinde yapar. Bu genel yasa
tanımının içerisinde, Tanrı yasaları ile birlikte insanlar tarafından
yaratılmış olan, belirli bir insan topluluğun duygularını yansıtan “şeref
kuralları/yasaları”, “teamül kuralları/yasaları” da yer almaktadır. Bunlar “pozitif ahlak kurallarını” oluşturur. Austin,
hukuk biliminin inceleme alanına giren hukuka/yasalara ise, pozitif
hukuk/yasalar diyerek, bu tür yasaların ayırıcı özelliği olarak, bu yasaları,
siyaseten üstün olanların, siyaseten altta olanlar için koymuş olmasını
gösterir. Dolayısıyla, siyasal gücün kullanımı, yasa tanımı içerisinde merkezî
bir önem kazanır.
Austin’e göre pozitif yasa, ‘egemenin yaptırımla desteklenmiş
buyruğudur’. Austin hukuki yasaların ayırt edici özelliğinin, siyaseten üstün
olanın, siyaseten tabi olanlara yönettiği buyruklardır. Erdemlilik, adillik,
meşruiyet hukukçuyu ilgilendirmez. Çünkü bunlar hukuka dahil değildir,
Hukukçuyu sadece yasalar ilgilendirir; yasa da siyaseten üstün olanın
buyruklarıdır.
Austin’in ortaya koymuş olduğu hukuk yaklaşımını, üç alt başlık altında
incelemek gerekmektedir. Öncelikle, pozitif hukuk, siyaseten üstün olma
kavramıyla açıklanmaktadır ki bu, Austin’in egemenlik anlayışı yansıtmakta,
hukuk da egemene bağlandığı için, hukuk kuramı açısından büyük önem
taşımaktadır. İkinci olarak Austin, pozitif hukuk kurallarının egemenin
buyrukları (commands) olduğunu
söyler. Bunlar, bazı özellikleri ile emirden (order) farklıdır. Son olarak, bir yasanın, gerçek bir yasa
olabilmesi için, mutlaka negatif bir yaptırım ile desteklenmiş olması gerekir.
Austin’e
göre hukuk; Belirli bir yerde ve belirli bir zamanda varolan “Egemenin yaptırımla desteklenmiş
buyruklarıdır” Bu yasa tanımından çıkan üç unsur vardır:
-Egemenlik unsuru
-Yaptırım unsuru
-Buyruk olma unsuru
I.
Egemenlik
Peki egemen kimdir? Egemenin içeriğini Austin doldurmamıştır. Egemenlik
bu anlamda bir formdur. Egemen, bir kişi ya da bir grup olabilir. Önemli olan
egemenin siyasi olarak üstün yani emir verme yetkisine sahip olana kişinin
üstündeki hiçbir kuvvet yetkisine sahip ve kişinin üstünde hiçbir kuvvet
olmayan kişi, grup ya da kurum olmasıdır. Üstün otorite “bağımsız siyasal
toplum”la açıklanmaktadır. Bağımsız siyasal toplumda, Austin’e göre, toplum
üyeleri kendi aralarında belli bir kişiye veya kişilere, geleneksel olarak itaat
ederler. Ancak kendilerine itaat edilen kişi veya kişilerin insani hiçbir
otoriteye itaat etmemesi gereklidir. Dolayısıyla
bağımsızlığı söz konusu olan toplum değil, toplumdaki egemen kişi veya gruptur.
Peki, Austin’e göre egemenlik nereden çıkar? Hobbes’u hatırlayalım.
Hobbes ile Austin güçlü bir egemenden bahsederken paraleldiler. Ancak Hobbes,
egemenin bu egemenliğinin nereden geldiğini de kuramsallaştırmıştır. Austin’in
egemenin egemenliği ise, toplumda kendisine itaat edilmeye alışılmış olmasından
gelir. Yani egemenlik alışılmışlıkla belirlenir. Kimin egemen olduğunu
anlayabilmek için egemenin;
1.
Kendisine
itaat edilmesi yönünde uyrukların bir alışkanlıklarının olması
2.
Kendisinin de daha üstün bir kuvvete itaat
etme alışkanlığının olmaması.
Austin’e
göre egemenlik, nüfusun çoğunluğunun geleneksel olarak egemene itaat
alışkanlığı içerisinde bulunduğu siyasî toplumda mümkündür; buna ek olarak
egemen de bir başkasına itaat alışkanlığı içerisinde olmamalı, bağımsız
olmalıdır. Dolayısıyla bağımsızlığı söz konusu olan toplum değil, toplumdaki egemen
kişi veya gruptur.
Dönemin
diğer liberal aydınları gibi, toplumun dağılmasından korku duyan Austin, güçlü
bir hükümetin bulunması gerektiğini düşünerek, aynen Hobbes gibi, egemenin çok
güçlü bir yetkiye sahip olmasını savunmuştur. Austin’e göre, egemen;
(1) Bağımlı değildir: Egemene yasama yetkisi bir kanunla verilemez ve bu
yasama yetkisi kanunla kaldırılamaz.
(2) Sınırsızdır: Egemenin yasama yetkisi hukuken sınırlanamaz ve egemen
yasama yetkisini kullanırken herhangi bir hukukî yükümlülüğün muhatabı olamaz.
(3) Tektir: Her hukuk sistemi için bağımsız ve sınırlanamaz yasama
yetkisine sahip tek bir egemen bulunabilir.
(4) Bölünemezdir: Yasama yetkisi bir tek kişinin ya da bir grubun
elindedir.
Egemenin en önemli göstergesi ise yasa yapmaktır. Egemenlik, sınırsız,
tek ve bağımlı olmayan bir güçtür.
Ancak, egemenin yasa yapma gücünü veren başka bir yasa değildir; egemene yasa yapma gücünü veren, sadece
alışkanlıktır (Kelsen’de ise egemene
yasa yapma gücünü veren yine başka bir yasadır; burada fark vardır).
II.
Buyruk
“Egemenin buyruğunu, diğerlerinin
buyruklarından ayıran, onlara uyma yükümlülüğünün olmasıdır.
Her bir yasa ya da kural, bir buyruktur. Ya da,
daha doğrusu, yasalar ya da kurallar… buyrukların türleridir.
Bir eylemi yapmamı ya da ondan kaçınmamı
gerektiren bir isteğinizi ifade ya da ima ettiğinizde, isteğinize uymadığım
takdirde beni sizden gelecek bir kötülük bekliyorsa, isteğinizin ifade ya da
iması, bir buyruktur. Buyruk diğer istek bildiren ifadelerden, isteğin
belirtilme biçimiyle değil, buyuran tarafın isteğin göz ardı edilmesi
durumunda, kötülük yapma ya da acı verme güç ve amacıyla ayrılır. İsteğinizi
yerine getirmemem durumunda bana zarar veremiyorsanız ya da vermeyecekseniz,
isteğinize ilişkin ifadeniz, bir emir tümcesiyle yöneltilmiş bile olsa, buyruk
değildir. İsteğinizi yerine getirmemem durumunda bana zarar verebiliyorsanız ya
da verecekseniz, nazik bir rica eklinde isteğinizi iletmiş bile olsanız, bu
isteğiniz buyruktur.
Bir buyruğun kendisine yöneltilmesi ile kişi,
bu buyrukla bağlı hale gelir. Diğer bir deyişle itaat etme ödevini yüklenmiş
olur. Öyleyse, buyruk ve ödev karşılıklı kavramlardır… İsteği göz ardı
edildiğinde bir kötülük yapacak olan kişi, bu isteğini ifade ya da ima ederek
bir buyruk dile getirmiştir. Bu kişinin isteğini göz ardı ettiğinde kötülüğe
uğrayacak kişi, bu buyrukla bağlı ya da yükümlüdür.”
Buyruk ve ödev karşılıklı ilişki içindedirler. Austin’e göre bir
buyruğun muhatabı olmak, bir yükümlülük ve bir ödev altında bulunmak demektir.
Ödevin söz konusu olduğu her durumda bir ödev yüklenilmiş demektir.
İki tür buyruk vardır. Birinci türü, yasalar ya da kurallar oluşturur.
İkinci tür ise belirli bir olay üzerine verilen buyruklardır ki, Austin bunlar
için gündelik dilde herhangi bir kelime bulunmadığını, bu nedenle onları,
istisnaî ya da özel buyruklar olarak nitelendirdiğini söylemektedir. Bu iki tür
buyruk arasındaki fark, birincisinin “bir grubu, bir eylemi yapması ya da bir
eylemden kaçınması için genel olarak bağlaması”dır. Özel bir olay ya da belirli
bir birey için verilmiş buyruklar yasa ya da kural olarak adlandırılmayacaktır.
Eğer Parlamento belirli veya belirsiz bir süre için mısır ihracatını
yasaklarsa, genel olması itibariyle, bu buyruk bir kural ya da yasa olarak
adlandırılabilecektir. Ancak limanda bulunan ve gemiye yüklenmiş mısırların
olası bir kıtlık nedeniyle ihracatına izin verilmemesi durumunda ise,
Parlamentoya ait olmasına rağmen, bu buyruk yasa değildir.
III.
Yaptırım
Eğer egemenin buyruğuna uyulmazsa, bu
halde yaptırım devreye girer. Her yasa bir buyruktur ve buyruğa uymama
yaptırımı getirir. Bu yaptırım da şiddet ve zor içeren yaptırımdır(Yaptırımlarla
donanmış buyrukların toplamı biçimindeki hukuk tanımı Austincidir).
Yaptırımın şiddeti ya da gerçekleme olasılığının oranı önemli değildir.
Yaptırım ne kadar büyük olursa ve gerçekleme olasılığı ne kadar yüksek olursa,
buyruğa itaat olasılığının da o kadar büyük Olacağı doru olabilir. Ancak
yaptırımın şiddeti ve gerçekleme olasılığının yüksekliği, yaptırımı belirleyen
unsurlar değildir. En küçük miktardaki, en küçük gerçekleme olasılığına sahip
zarar, Yaptırımın varlığı için gerekli ve yeterlidir. Austin’e göre, yaptırımla
desteklenmemiş bir yasa, gerçek bir yasa değildir:
Gerçek olmayan bir yasa, yaptırımı olmayan, dolayısıyla da bağlayıcı
olmayan yasadır. Bazı eylemleri suç olarak ilan eden, ancak bu eylemlerin
ilenmesine herhangi bir ceza getirmeyen yasalar, bunun en basit ve açık
örnekleridir.
Yaptırımın Austin’in hukuk kuramı içerisindeki önemli bir rolü,
vatandaşların (ya da hukuk kurallarının muhatabı olanların) hukuka uymasının
nedenini oluşturmasıdır. Egemenlik konusunda da belirttiğimiz gibi, Austin,
egemenin (dolayısıyla hukukun) varlığı için, ahlâkî ya da rasyonel bir
gerekçelendirme yapmamıştır. Dolayısıyla, vatandaşların hukuka uygun davranmak
için, ahlâkî ya da rasyonel bir gerekçe yoktur. Austin hukukun zorlayıcı gücünü,
yaptırımda bulmaktadır. Yaptırım, vatandaşların hukuka itaat etmesinin
gerekçesini oluşturmaktadır. Yaptırımla desteklenmemiş buyrukların gerçek yasa
olmaması, Austin’i, uluslararası hukuku ve anayasa hukukunu reddetmeye götürür.
Uluslararası hukuk, yaptırım unsurunun yokluğu yanında, bağımsız bir egemenden
de yoksundur. Anayasa hukuku çerçevesinde de, egemenin sınırlanamaz bir
özelliği olması ve temel hak bildirgeleri gibi, egemeni sınırladığı varsayılan
kuralların herhangi bir yaptırımı olmadığı için, bu hukuk dalını gerçek bir
hukuk dalı olarak görmemiştir.
Yasa koyucu, yasayı koyarken bunun ahlaka uygun olmasını, adil olmasını
dikkate alınmayacağı gibi; yasaya uyanlar da buyruğa yani yasaya, adil olmadığı
gerekçesiyle uymazlık edemezler. Austin hukukun ahlakla, din ile ilişki içinde olduğnu da
kabul eder; ancak
etkilenmek, hukukun onlardan kaynaklandığını ve onlara uymak zorunda olduğu
anlamına gelmez. Etkileşim, kaynak olma bazında gerçekleşmez.
Hak ve
Ödev Kavramları
Austin, hakkın kaynağının yasa, yani buyruk olduğunu söylemektedir. Hukuk biliminin ilgi alanına giren haklar, hukukî
haklardır, başka bir deyişle hukukun yarattığı haklardır. Hukuk dışında başka
kaynaklardan doğan haklar da bulunmaktadır. Örneğin, Tanrı yasalarından ya da
yaptırımı olan ahlâk yasalarından da hak doğabilir. Ne var ki bunlar, gerçek
hak değildirler. Çünkü hukukî bir yaptırımı doğurmadıkları gibi, yargı
tarafından da uygulanmamaktadırlar. Örneğin, Uluslararası Hukuktan kaynaklanan
haklar, pozitif Hukuktan kaynaklanan haklarla çok uzaktan, hafif bir benzerlik
dolayısıyla ilişkilidir. Ne hukukî yaptırımları vardır, ne de belirli üstünler
tarafından konulmuş bir hukukun mahsulüdürler. Daha açık bir ifadeyle söylemek
gerekirse, hukukun yarattıklarından başka hak yoktur...
Austin’e göre, her yasa bir hak yaratmaz, ancak her hak, mutlaka bir yasa
tarafından yaratılır. Öyleyse, buyruk ve ödev karşılıklı kavramlardır. Hukuk
sistemi içinde haktan her söz edildiği durumda ödevden de söz edilmektedir.
Buyruğa karşı gelindiğinde yaptırıma maruz kalınacağının belirtilmesi ile bu
buyruğun muhatabı, bu buyrukla bağlı ya
da yükümlüdür. Her (pozitif) yasa, doğrudan ya da dolaylı bir buyruğun
ifadesidir. Her buyruk, yöneldiği taraf için bir yükümlülük doğurur. Her
yükümlülük ya da ödev (bunları eş anlamı olarak kullanıyorum), pozitif veya
negatif niteliktedir. Başka bir ifadeyle, yükümlü olan tarafa, bir şeyi yapması
ya da yerine getirmesi veya bir şeyi yapmaması ya da bir şeyden kaçınması
buyurulur.
Özet olarak: Austin, doğal ya da ilâhî haklardan bahsedilebileceğini,
ancak, bir hukuk sistemi içerisinde varlığı kabul edilebilecek ve hukukî sonuç
doğurması beklenebilecek hakların, sadece hukuk tarafından yaratılmış haklar
olduğunu belirtmektedir. Her buyruk, yöneldiği kişi açısından, yapma ya da
kaçınma şeklinde bir ödev doğurmaktadır. Ödevin kaynağı da, yasadır.
Soru: Austin’in buyruk kuramı, liberal algının (genel fayda
uğruna hak ve özgürlüklerin kısıtlanabilmesi, doğal haklara karşı durması)
zedelenmesi anlamına gelir mi?
Cevap: Austin’in özel mülkiyetin üzerinde onun önemi ve
gereği konusunda hiçbir şüphesi yoktur. Bu anlamda liberalizme tam uyumludur. Ancak mülkiyet hakkının da, tüm hakların doğal hak
olmadığı egemen tarafından bahsedilen lütuflar olduğukabulüyle fark yaratır.
Austin’in Kant kadar bireyci bir liberal olmadığı da vurgulanmaktadır. Kant’ta bireysel hak ve özgürlüklerin asla genel
yarar için sınırlanamayıp, ancak başka bireylerin hak ve özgürlükleri ile
sınırlanabilirken, Austin’de genel fayda için bireysel özgürlükler
sınırlanabilir. Aynı biçimde Locke’dan
da farklıdır.
Austin’in bu yaklaşımı, ulus devlet kaygısı ile açıklanabilir. Çünkü ulusal sınırların dışında, itaat edilecek bir baskı,
yani egemenlik söz konusu olamamaktadır. Bu halde tek egemen, devletin kendisi
olmaktadır. Austin’in İngiliz hukukunu sistemleştirme çabası, tarihsel
ulus-devlet kaygılarıyla açıklanabilir.
Austin’de de Hobbes’de olduğu gibi egemene itaat yükü vardır; direnme
hakkı yoktur.
İyi
Hukuk Sorunu
İyi
hukuk sorunu, ahlâkın hukuktan ayrılması ile ilgilidir. Austin, hukukun ahlâka
uygun olup olmamasıyla ilgilenmez. Ona göre hukuk bilimi, pozitif yasalarla,
onların iyi ya da kötü oluşlarını dikkate almaksızın ilgilenir. Böylece, hukuk,
içeriği açısından her türlü ahlâkî sorundan (ör. adalet) bağımsız olarak ve
salt hukukî çerçevede ele alınmaktadır. Pozitif hukuk kanunların iyiliği
kötülüğü ile ilgilenmez.
Hukukun
mevcudiyeti ile onun erdemli ya da erdemsiz oluşu, farklı şeylerdir. Hukukun
var olup olmadığı ayrı bir araştırma konusudur; kabul edilmiş bir standarda
uygun olup olmadığı ise farklı bir araştırma konusudur. Fiilen var olan bir
yasa, biz onu sevmesek de, beğeni ölçütümüzden farklı da olsa, yasadır.
Austin’in yapmaya çalıştığı şey, geçerli hukukun ne olduğuna ilişkin ölçütleri
belirleyebilmektir. Zira uygulanmakta olan hukukun kaynağı olarak, bazen
Tanrı’nın, bazen geleneklerin, bazen de ahlâkın gösterilmesinden yakınır.
Austin, ne Tanrı’nın hukuku olan doğal hukuku, ne de ahlâk kurallarını yadsır. Hatta
Tanrı yasaları, kesin yasalardır ve insanların koyduğu yasalar onlara uygun
olmalıdır. Ancak mahkemenin uygulayacağı hukuk, bunlardan farklıdır. Mahkeme,
pozitif yasaları uygulayacaktır ve bu yasaların kaynağı da egemendir. Gerek
Tanrı yasalarının, gerek geleneklerin, gerekse ahlâk kurallarının pozitif
yasalar içinde yer alması olasıdır. Ancak bu, uygulanan hukukun kaynağının
Tanrı ya da ahlâk olduğunu göstermez. Austin’e göre, hukuk bilimi üzerine yazan
pek çok insanın karıştırdığı nokta budur. Hukukun, pozitif hukukun ya da
mahkemelerin uygulayacağı hukukun kaynağı egemendir. Doğal hukuk ve onun adalet
görüşü bir yana bırakılmakta ve hukukun tanımı egemenin koyduğu buyruklarla
sınırlandırılmaktadır.
Nitekim
Austin, Blackstone’un, Tanrı yasalarına uygun olmayan yasaların geçerli olmayacağı
şeklindeki ifadesini eleştirirken şöyle der:
“[Blackstone
bu sözüyle] tüm yasaların İlâhî hukukla uygunluk içerisinde olmasını kastetmiş olabilir.
Eğer kastettiği buysa, duraksamadan ona katılırım... İnsan yasakoyucuların,
koydukları yasaları yapmak için ilâhî yasalarla bağlı olduklarını, çünkü böyle
yapmazlarsa Tanrı’nın kendilerini cezalandıracağını kastetmiş de olabilir. Buna
da, eğer Tanrı’nın hukukunun belirtisi fayda ilkesi olacaksa, ...tamamiyle
katılırım... Ancak Blackstone’a ait bu ifadenin anlamı, eğer bir anlamı varsa,
sanki şöyleymiş gibi görünüyor: ilâhî hukukla çatışan hiçbir insan yasası
zorunluluk yükleyici ya da bağlayıcı değildir; diğer bir deyişle, ilâhî hukukla
çatışan bir yasa, yasa değildir....
Şimdi,
ilâhî yasayla çatışan insan yasalarının bağlayıcı olmadığını, yani yasa
olmadığını söylemek tamamen saçmadır. En yıkıcı yasalar, dolayısıyla Tanrı’nın
isteğine aykırı olan yasalar, mahkemeler tarafından yasalar olarak
uygulanmıştır ve halen de uygulanmaktadır. Zararsız hatta faydalı bir eylemin,
egemen tarafından ölüm cezasıyla yasaklanmış olduğunu düşünün; eğer bu eylemi
işlersem, yargılanır ve suçlu bulunurum. Bu cezaya, insan yasakoyucuların kötü
sonuçları olmayan eylemleri yasaklamamalarını emretmiş olan Tanrı yasasına
karşıt olması nedeniyle itiraz edersem, Mahkeme yapmış olduğum muhakemenin
etkisizliğini, geçerliliğini inkar ettiğim yasanın gereğini yerine getirerek,
beni asmak suretiyle ortaya koyacaktır. Dünyanın yaratılmasından bugüne kadar,
Tanrı hukukuna dayanan bir itiraz, yargı tarafından dinlenmemiştir.”
Sonuç
Austin’in
kuramının belkemiğini oluşturan iki düşüncenin, buyruk kuramı ve ahlâkın
hukuktan ayrılması olduğunu söyleyebiliriz. Austin, buyruk bilimi çerçevesinde,
hukukun, hakkın ve ödevin kaynağı olarak, egemenin buyruklarını göstermiştir.
Başka bir deyişle, Austin’in çizdiği çerçevede hukukîlik ölçütü, bir kaynak
sorunudur. Egemen, bir toplumda varolan hukukun tek kaynağıdır ve bağımsız,
sınırsız yasama yetkisine sahip bir egemen olmaksızın, hukukun varlığından bahsedilemez.
Her bir yasa, egemenin bir buyruğudur ve yaptırımla desteklenmesi gerekir.
Yaptırımla desteklenmemiş buyruklar, adları yasa bile olsa, gerçek yasa
olamazlar. Yaptırım, aynı zamanda, bireyin hukuka uygun davranmasının
nedenidir. Dolayısıyla, bir egemenin bulunmadığı ve varlığı iddia edilen
kurallarının belirli bir yaptırımı olmadığı için, uluslararası düzlemde, gerçek
bir hukukun varlığından bahsedilemez. Aynı şey, anayasal düzlem de geçerlidir.
Anayasa hukuku olarak adlandırılan hukuk dalı, esasında gerçek bir hukuk dalını
yansıtmaz. Çünkü egemen hiçbir şekilde sınırlanamaz ve yaptırıma tabi
tutulamaz.
Ahlâk
ve hukuk bağlantısı noktasında Austin, bu iki kavramın birbirinden farklı
olduğunu, ahlâk ve hukuk kurallarının kaynaklarının farklılığından ve
niteliğinden yola çıkarak gösterir. Bunun yanında hukuk bilimi, konusunu
oluşturan pozitif yasaların içeriğinin ahlâkî standartlara uygun olup
olmadığıyla ilgilenmez. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta, Austin’in
ahlâkı ya da dini reddetmediğidir. Austin, ahlâk ve din kurallarının varlığını
ve insanları muhatap aldığını kabul etmekte, ancak bunların hukuk bilimi
içerisinde hukuk kurallarının niteliğinin belirlenmesinde yeri olmadığını
belirtmektedir. Hatta ayrı bir bilim dalı çerçevesinde incelenmesi gerektiğini
söylediği yasama faaliyetinde din kuralları önemli bir yer işgal etmekte,
hukukun yorumlanmasında da Tanrı’nın isteklerinin ölçütü olarak gördüğü fayda
ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu söylemektedir.
Not: Bu
metin Ertuğrul Uzun, “John Austin: Analitik Pozitivizm” makalesinden
alınmıştır.
2. HANS KELSEN (1881-1973)
Kelsen’in Hayatı
Hans Kelsen, normativist hukuki pozitivizm çerçevesinde hukukun ne
olduğu sorusuna cevap arayan Avusturyalı bir hukukçudur.11
Kasım 1881 yılında, o zamanlar Avusturya-Macaristan Krallığı’nın Avusturya
bölümünde bulunan Prag’da doğan Kelsen, hukuk derecesini aldıktan sonra 1919
dan 1930’ a kadar Viyana Üniversitesinde Devlet ve Yönetim Hukuku Profesörü
olarak çalışmış, 1930 yılında aldığı bir teklifle Avusturya’dan Köln’ e
gitmiştir. Kelsen aynı zamanda Alman Anayasa Mahkemesi’nde görev yapmıştır.
Yahudi bir aileden gelen Kelsen, Köln’deki hayatını Hitlerin iktidara
gelmesi ile sonlandırarak önce Prag’a, daha sonra Cenevre’ye, ardından ise
ABD’ye giderek çalışmalarına burada devam etmiş, 1973 yılında ise hayata veda
etmiştir.
Hans Kelsen, Anglo-Sakson gelenekten John Austin tarafından ortaya
atılan analitik hukuk kuramının en büyük ve önemli kuramcısı olarak dikkati
çekmektedir. Hukuk biliminin yanı sıra matematik, felsefe, edebiyat, mantık,
fen bilimleri gibi çeşitli konularda da çalışmalar yapmış, saf hukuk kuramını
hukukun genel teorisi ve devlet kuramı ile özdeşleştirerek alanında yeni bir
çığır açmış, uluslararası hukuk üzerine çok sayıda
çalışması bulunmaktadır.
Hukuk Felsefesi
Kelsen, hukuk açısından bütünlüklü bir sistem kurmuştur: Normativist Pozitivizm. Bu sistem, haklar bakımından bütünlüklüdür. Yani insana ait tüm sorunları kapsayan kuşatıcı sistem kurduklarından
değil, hukuka yönelik, sınırlı bir sistemleştirme vardır. Türkçe’ye Saf
Hukuk Kuramı olarak geçmiş olan Kelsen’in kuramı orjinalinde Hukukun
Saf Kuramıdır. Çünkü Kelsen, hukukun değil kuramın saf olduğunu belirtmektedir.
Peki, Kelsen’in amacı neydi?
Kelsen, döneminin bilimde mantıkçı pozitivist
yaklaşımını hukuka uyarlamayı amaçlamıştır. Böylece Kelsen’in amacının hukuku
bir bilim haline getirmek olduğu söylenebilir. Kelsen’e
göre hukuk teorisinin ödevi, hukuk için gerekli ve sürekli unsurları bir araya
toplamak, değişen ve geçici unsurları bir yana atmaktır. Hukukun adalet idesini
gerçekleştirmek zorunda olup olmadığı her şeyden önce bir siyaset sorunudur.
Klasik (Viyana ekolü yani mantıkçı pozitivizmin)
bilim tanımı: Kendine ait bir konusu olan, genel-geçer, evrensel, ampirik
gözlemlere dayanan sistemli bir bilgiler bütünüdür, bilim. Kelsen de nesnel,
genel-geçer, her türlü değer yargısından arınmış bir hukuk bilimi yaratmayı
düşünür. Mantıkçı pozitivizmin bilim anlayışı, sosyal bilimlere deuygulanmaya çalışılmıştır; Kelsen bunun bir temsilcisidir.
Kelsen bunu yaparken bir yöntem arayışındadır da. Yöntem, bir bilgiye nasıl ulaşılacağını gösteren,
bilgiye ulaşılması için izlenmesi gereken yoldur.
Kelsen, hukukta da bir bilimsel bilgiye ulaşmak için bir metot
arayışındadır. Bizim anlattığımız hukuk metodolojisi dersleri aslında Kelsen’in
anlatımıdır. Kelsen hukuk bilimini gerçek bir bilim düzeyine yükseltmek ve
bütün bilimlerin ideali olan objektiflik ve kesinliğe ulaştırmak istemektedir.
Kelsen hukuku
bir bilim haline getirmek amacını ortaya koyarken şunları savunur: Hukuk, başka bilimlere ait olan konuları dışlayıp,
sadece hukuk ile ilgili konularla ilgilenmelidir; hukuk-ötesi (yani meta-jüridik) alanların hukuk biliminin konusundan
dışlanması gerekir.
Neyin hukuk içi, neyin hukuk-dışıyada ötesi olduğunu
tespit için biçim ve içerik bakımından bir ayrım yapılmalıdır. Kelsen’e göre. Marx’ın aksine, ekonomik alan, hukuk dışıdır. Keza, siyaset, sosyo-kültür değişkenler ve özellikle ahlak hukuk
dışı alanlardır ve hukuk biliminin
dışına atılmalıdır.
Özellikle ahlakın hukukun dışına atılması bakımından Kelsen pozitivizm
yolunu çizmiştir. Kelsen, bu itibarla Yeni Kantçıdır. Çünkü Kant da hukuk ile ahlakı birbirinden
ayırıyordu. Ancak Kant ile Kelsen
arasında bir fark vardır. Kant’ta pozitif hukuk yanında bir doğal haklar
vardır ve dolayısıyla doğal haklar paradigması hukukun içinde yer alırken,
Kelsen doğal haklar paradigmasını dışlar. Kant, pozitif hukukun doğal hukuka uyması gibi bir
içerikten bahsetmezdi ancak adalet değeri açısından iki alanın (hukuk ve ahlak)
bir kesişime sahip olduğunu söylerdi. Kelsen,
Kant’tan burada ayrılır ve Austin’e yaklaşır. Hukuk ve ahlak birbirinden
ayrıdır (seperationthesis) ve hukuk
ile ahlakın ilişkileri incelenebilse de bu inceleme hukuk biliminin dışında kalmaktadır. Hukuk ile ahlakın ortaklığı ya da ayrılığı tartışmasının kendisi hukuk
dışıdır. Bu itibarla Kelsen, Kant’tan uzaklaşır, Austin’e yaklaşır.
Kelsen, doğal hukuk ilkelerini yadsır. Yani; Pozitif hukukun doğal hukuka göndermelerle izah edilmesi (pozitif
hukukun doğal yasalara dayanması gereği, uyumsuz yasanın hukuk olmayışı vs…)
Kelsen için hukuku bilim alanından çıkarır.
Saf hukuk teorisi Kelsen’in deyimi ile pozitif hukukun teorisidir.
Kelsen hukukun nasıl olması gerektiği sorununa yani amaç sorununa cevap vermeye
çalışmaz, hukukun ne olduğu sorusuna cevap
bulmaya çalışır.
Hukukun kendisine ait bir konusunun olması, hukuku
bilim alanına taşır: Kelsen’e göre, ekonomik ya da sosyal olgular ve hukuk
normunun içeriğini oluşturan meta-jüridik hususlardır ve hukuk bilimi bu
olguları incelemez.
Dolayısıyla;
1.
Hukukun kendine ait konusu hukukun içeriği değil,
biçimidir. Hukuk bilimi, boş bir form olarak hukuk normunun biçimini analiz
eder.
Bu
analiz mantıksal
bir analizdir (Kelsen burada da Kant’a yaklaşır. Kant için de zihinde bir takım, içi
boş kategoriler, formlar vardı ve bilgi bu formlar olmazsa mümkün olmazdı).
2.
Hukukun metodu ne olmalıdır?
Hukuk doğa bilimlerinden başka bir alanı içerir.
Doğa bilimi olgular (fenomenler) arasındaki neden-sonuç ilişkisinden determine
(belirli) doğa yasalarına ulaşmaya çalışır. Yani doğada yöntem, “olan”ı bir zorunluluk ilişkisi
içinde ele almaktadır.
Oysa hukukta durum bu değildir. Hukuk doğadaki nesneleri değil, insan davranışlarını
“olması gereken” biçiminde ele alır. Hukuk olması gerekeni söyleyerek normatif
özelliktedir. Hukukun normatifliği,
onun “olması gereken”i söylediği anlamına gelir.
(Kelsen burada da Kant’a yaklaşır. Kant teorik akıl–pratik akıl
ayrımındakine benzer biçimde burada “olan” teorik akıla, “olması gereken”
pratik akla yakın düşmektedir.) Diğer bir ifadeyle hukuk, doğa bilimlerindekinin
aksine “olan”ı değil, “olması gereken”i söyler. Örneğin, başkasını kasten öldüren kişi yirmi yıl
hapis ile cezalandırılır. Burada olması gereken şey, kasten cinayet işleyen
kişinin yirmi yıl hapisle cezalandırılmasıdır. Bu olması gereken, bir sonuç olarak gerçekleşmesi istenen haldir. Oysabu bir doğa yasası değildir. Yani başkasını kasten öldüren her kişi doğada
zorunlu olarak cezalandırılmayabilir. Belki de bu kişiye hiç ulaşılmayacaktır.
Doğa kanuna göre bir A olayı meydana gelirse, B sonucu zorunlu olarak
gerçekleşir. Doğada nedensellik ilişkisi söz konusudur. Diğer bir ifadeyle
hukukun normativizmi, doğadaki gibi zorunlu bir sonuca işaret etmez.
Ahlak da hukuk gibi normatiftir. Kelsen, ahlakın normativitesi ile hukukun normativitesini ayırır. Ahlak bir takım değer yargılarına dayanır ve onlarla
birlikte yürür. Oysa Kelsen’e göre, hukuk ahlaktan farklı olarak, değer yargılarına
değil, mantıksal bir güzergâha dayanmaktadır. Değer değil, mantık söz konusudur. Değerler teorisi değil, mantıksal yöntemler
belirleyicidir, hukuk biliminde.
Hukuk normu “olması gerekeni” belirtir. Norm bir kişinin belirli
şekilde davranmasını öngörür. Bu nedenle Kelsen’e göre hukukun alanı olanla değil, olması
gerekenle ilgilidir. Bu olması gereken değerlerle ilgili değil, mantıksal
zorunluluklarla ilgilidir. Ayrıca, olması gereken, mantıken, olandan çıkmaz. Örneğin, hukuk ekonomik ilişkilerden çıkmaz. Ekonomik ilişkiler
olandır. Hukuk ise olması gerekendir. Oysa Kelsen’ e göre hukuk bilimi
ekonomiyi içerik almaz. Hukukta olması gerekeni söyleyen normdur. O halde, olması gerekeni
söyleyen hukuk normu nereden çıkacaktır?
Kelsen’e göre norm, Austin’in görüşünün aksine, yasa
koyucunun iradesinden çıkmaz. Yasa koyucunun iradesinden hukuk çıkartmak,
olandan (yasa koyucunun iradesi) olması gerekeni (norm) çıkarmak olur. Zira
yasakoyucunun iradesi siyasaldır ve tıpkı ekonomi gibi meta-jüridiktir. Bu
nedenle hukuk, siyasetin yani “olan”ın içinden çıkmaz.
Kelsen’e göre “hukuk normları hukuk dışı olanlardan çıkmıyorsa nereden
çıkar” sorusu önemlidir. Başka deyişle, “olması gereken”, “olan”dan çıkmıyorsa
nereden çıkar? Kelsen’
e göre olması gereken, mantıken, ancak yine bir olması gerekenden çıkacaktır. Yani olması gerekeni gösteren bir norm, ancak yine bir olması gerekeni
gösteren bir başka normdan çıkabilir. Normun, kendisinden çıkacağı şey bir olgu ya da ahlaki
değer değil, kendisinden üstte yer alan bir başka normdur. Bu üstte yer alış
bizi normlar hiyerarşisine götürür.
Dolayısıyla Kelsen, Austin’den ayrılır. Austin’e göre hiyerarşiyi belirleyen yasa koyucunun
iradesiydi. Kelsen’e göre ise, yasa koyucunun iradesi ile norm koyması yine
hukuksal bir kaynaktan gerçekleşir. Örneğin, meclis yasa yapma iradesini ortaya koyacağı yetkiyi anayasadan
alır. Yani yine bir normdan alır.
Devletin hukuk düzeni bir hiyerarşik normlar sistemidir. En alt düzeyde
hukuk uygulayan organların, özellikle mahkemelerin çıkardığı normlar vardır. Bu
ferdi normlar kanunlara dayanır. Kanunlar, kanun koyucu tarafından çıkarılan
genel normlardır. Hukuk düzeninde bundan sonra yeri örf ve adet hukuku alır.
Kanunlar ve örf ve adet kuralları da anayasaya dayanır. Anayasanın pozitif
normlar sisteminde en yüksek yere sahip olduğu varsayılır. Pozitif normlar
insan davranışları tarafından ihdas edilen normlardır. Daha alt düzeydeki
normlar kendi geçerliliklerini daha üst düzeydeki normlardan alırlar. Anayasa
normları kendi geçerliliklerini pozitif bir hukuk normundan almazlar, fakat hukuk
düşüncesinin varsaydığı Grundnorm’dan
(temel normdan) alırlar. Temel norm, hukuksal düzende yer alan diğer normların
geçerliliğine ilişkindir, yoksa temel normdan diğer normların içerikleri
çıkarılamaz.
Grundnorm insan ürünü değildir, ilahi de değildir. Kelsen’in en çok eleştirildiği yer de burasıdır. Tüm hukuk sistemine geçerliliğini veren, kendisi
başka bir normdan ya da değerden yahut olgudan çıkmayan bir norm varsayımına
dayanır. Kelsen burada, hep kaçmaya
çalıştığı bir alana hapsolmuş olur ve bu varsayım açıklayıcı değildir.
Kelsen’in hukuk sisteminde varsayımsal bir temel normdan başlayan ve mahkeme
kararı veya idari işlem şeklinde ferdileşen bir normlar hiyerarşisi söz
konusudur.
Kelsen’e yönelen diğer bir eleştiri biçimsel uygunluğu hukuk olmada yeterli unsur saymasıdır. Kelsen’e göre adaletle ilgili yargılar objektif bir
değerlendirmenin konusu olamazlar. Adaletle ilgili yargılar hukuki yargıların
tersine ahlaki veya siyasi içeriklidirler. Adaletin standardı olarak kullanılan
normlar, kişiden kişiye değişir ve bunların birbiri ile uzlaştırılması çoğu kez
imkânsızdır. Kelsen’e göre doğal hukukun adalet inancı aslında sübjektif
çıkarların objektifleştirilmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Kelsen’e
yönelik eleştirilerden biri de bu bağlamda son derece adaletsiz bir içeriğe sahip olsa da,
biçim olarak, normlar hiyerarşisine, usule uygun oluşturulan yasaların hukuk
sayılamayacağı eleştirisi söz konusudur. Bir diğer eleştiri ise, Kelsen’in doğal hakları yok sayması ve hakkı norm
sayesinde var saymasıdır.
Kelsen’in hukuk sisteminin özelliklerinden öne çıkanlar aşağıdakiler
şeklinde sıralanabilir;
- Kelsen’e göre kamu hukuku özel hukuk ayrımı yoktur. Çünkü Kelsen’e göre hukuk sitemli bir bütündür. Kelsen, hukuk normlarının
piramide benzer bir yapı oluşturduklarını kabul etmektedir. Bütün hukuk,
piramidin en tepesinde bulunan, en genel, en soyut olan normdan başlar. Normlar
hiyerarşisinde en genel, en soyut normdan en özel, en ferdi ve en somut norma
doğru bir geçiş söz konusudur. Kamu hukuku kuralları da, özel hukuk kuralları
da aslında aynı bütünlüklü sistemin ayrı olmayan unsurlarıdır.
- Kelsen,
hukuk devleti düşüncesine de çok yer vermez. Bu Kelsen’in hukuk devletine bir antipati duyduğu olarak algılanamaz. Çünkü Kelsen’e göre hukuk devlet demektir; yani
devleti devlet yapan hukuktur. Hukuk ve devlet özdeş kabul edilmektedir. Örneğin, devletin unsurları
hukuksal olarak tanımlanmış ve belirlenmiştir. Dolayısıyla devletin varolması, hukukun varolması demektir aynı zamanda. O halde,
hukuktan önce bir devlet olmadığına göre, hukuk ile devleti ayrı görmemek
gerekir.
Hukuku yaratan kişiler hukuk düzeninin organlarıdır. Başka bir deyişle,
hukuk düzenini yaratan kişiler devletin organlarıdır. Dolayısıyla devlet ve
hukuk birbirinden ayrı kavramlar değildir.
-
Austin
ve onun izinden giden analitik pozitivistler, hukuk kuralının temel
özelliklerinden biri olarak yaptırımı öngörmüşlerdir. Kelsen’e göre ise hukuk
analitik pozitivistlerin zannettiği gibi belirli bir otorite tarafından
“zorlanan” bir kural değildir. Fakat hukuk öyle bir normdur ki, belirli bir
zorlamayı yaptırım olarak içermektedir. Saf hukuk teorisi hukuk normunu
hipotetik hüküm olarak nitelendirmekte ve bu hipotetik hükümde suç temel şart,
yaptırım da sonuç olmaktadır. Örneğin hırsızlık yapan cezalandırılmalıdır,
hukuk normu koşullu (hipotetik) bir hükümdür. Hukuk normu aslında, hukukun
yasakladığı fiil ile yaptırım arasındaki ilişkiyi göstermektedir.
- Saf Hukuk Teorisi, devletler hukukunun gerçek bir hukuk
sayılabileceği varsayımından hareket eder.(Austin uluslararası hukuku, egemenin
ve yaptırımın yokluğundan dolayı hukuk olarak görmez.) Çünkü devletler hukuku,
bir hukuk sistemi için gerekli bütün temel unsurlara sahiptir. Devletler
hukuku, devletleri karşılıklı davranışlara zorlamakta, aksi yapıldığı zamanda
yaptırım uygulanmasını öngörmektedir. Devletler hukukunun yaptırımları
misilleme ve savaştır. Fakat devletler hukuku henüz ilkel bir aşamadadır. Çünkü
devletler hukukunda yaptırımın kullanılması devletin kendisine bırakılmıştır.
Ulusal ve uluslararası hukuku birbirinden farklı kabul eden düalist
görüşü Kelsen reddeder. Hem ulusal hukuk, hem de uluslararası hukuk, pozitif
hukuk sistemleri kabul edilecek olursa, bunların her ikisini de geçerli saymak
gerekecektir. Bu nedenle bunların her ikisinin de aynı normlar sistemine dahil
bulunduğunu ve birbirini tamamladığını kabul etmek uygun olacaktır. Saf hukuk
teorisi pozitif devletler hukukunu analiz ederek, ulusal hukuk düzenlerinin
üstünde eşit bir normlar düzeni bulunduğunu ve bu normlar düzeninin milli hukuk
düzenlerini evrensel bir hukuk düzeni içinde birleştirdiğini kabul eder.
İradeci
Pozitivizm ve Normativist Pozitivizmin (Kelsen) paylaştığı ortak noktalar vardır.
1.
Hukuk
ile Ahlak ayrılır: Doğal hukuk karşıtlığı vardır. Bunun İngilizcesi “Seperation
Thesis” (ayrılabilirlik tezi)dir.
Doğal hukuk karşıtlığı hukuksal pozitivizmin en belirleyici özelliğidir. Doğal hukuka göre hukuk, adalet değeri dolayısıyla,
ahlaktan ayrı değildir. Kelsen’e göre, hukukçunun işi ahlak meselesi değildir. Hukukçu, hukuk
ile uğraşmak durumundadır. Hukuksal pozitivizme göre hukuk, hukuk olmayanların ondan
ayrı tutulmasıyla tanımlanır.
2.
Hukuksal
Pozitivizmde hukuk ayrı ve bağımsız bir bilim haline getirilmeye çalışılır. Doğal Hukuka karşı olmak burada da karşımıza çıkar.
Bunun bir tarihsel-konjoktürel karşılığı vardır. Bilimde pozitivizmin etkinliği, doğa bilimlerinin
pozitivist yöntemleri hukuka da uyarlanmaya çalışılmıştır. Bilimsel pozitivizmde sadece ‘olan’ın incelenmesi, ‘olması
gereken’lerin ise, eğer bir bilim olacaksa hukuktan ve Jurisprudence’in (hukuk bilimi) inceleme alanından çıkarılmalıdır.
Olan hukuk ise pozitif hukuktur. Hukukçu, bu somut, algılanabilir pozitif hukuku incelemelidir;
deneyimlenebilir, tecrübi bir özelliği olmalıdır hukukçunun.
3.
Austin’de
hukukun kaynağı, Tarihçi Hukuk
Okulu’nun aksine örf ve adet değil, tamamen insan aklının ve iradesinin ürünüdür. Austin’in önemi İngilizhukukunun sistematize edilmesinde oynadığı
rolden gelir. Austin,
yazılı hukukunun önemi üzerinde durarak İngiliz Hukuk sisteminde yazılı
kanunların önem kazanmasında rol oynamıştır.
V. ÇAĞDAŞ HUKUK FELSEFECİLERİ
Hayatı
John Rawls, Baltimore'un en seçkin
avukatlarından biri olan William
Lee Rawls ve Anna Abell Stump Rawls'un oğlu olarak Baltimore, Maryland’de
doğdu. Beş erkek çocuktan
ikincisi olan Rawls’un iki kardeşi ondan bulaşan hastalıklar nedeniyle birer
yıl arayla hayatlarını kaybettiler. Bu iki trajedi Rawls’un hayatını oldukça
etkilemiştir. 1939 yılında ağabeyi gibi o da Princeton Üniversitesine gitti ve
yüksek şeref derecesi summa
cum laude ile mezun oldu. Yüksek lisansında da Princeton’da çalışmaya
devam eden Rawls 1943 yılında Bachelor of Arts olarak mezun oldu. Sonra
orduya yazılan Rawls, II. Dünya Savaşı sırasında
Pasifik'te piyade olarak hizmet etti. Pasifik’teYeni Gine’yi, Filipinler’i
dolaştı ve Japonya’da
bulundu; burada, Hiroşima bombalamasının sonrasına tanıklık
etti. Bu tecrübe sonrasında, 1946’da ordudan er olarak ayrıldı. Kısa bir süre
sonra Princeton'a etik felsefesi üzerine doktora yapmak için geri döndü.
1950’de Princeton’da doktorasını tamamladıktan sonra 1952’ye kadar burada ders
verdi. Bu tarihte, Oxford Universite’sinde (Christ Church) Fulbright bursu kazandı. Burada, liberal siyaset
kuramcısı ve tarihçi Isaiah
Berlin ve hukuk kuramcısı H. L.
A. Hart’ın görüşlerinden etkilendi. Birleşik Devletler’e döndükten sonra Cornell Universitesi’nde
dersler verdi ve1962’de, Cornell’da profesör oldu. Kısa süre sonra da MIT’de dersler verdi. Aynı yıl kırk yıl çalışacağı
Harvard Üniversitesi felsefe bölümünde görev aldı.
1971
yılında ona büyük ün ve akademik saygınlık getiren A Theory of Justice (Adalet Teorisi) adlı çalışmasını yayınladı. Bu
kitabı tam 27 dile çevrilmiştir. 1993
yılında Siyasal Liberalizm (Political
Liberalizm) adlı çalışması yayınlandı. 1995’te çalışmasının önüne ciddi bir
şekilde engel oluşturacak olan ve birçok defa yaşayacağı felçten ilkini yaşar. Buna rağmen, uluslararası
adalet hakkındaki görüşlerini en bütüncül haliyle açıkladığı Halkların
Yasası(The Law of Peoples) adlı kitabını tamamlayabildi ve
ölümünden kısa süre önce Kasım 2002'de “A
Theory of Justice” adlı kitabına yönelik eleştirilere cevap niteliğinde “Justice As Fairness: A Restatement”ı
yayınladı.
Türkçe’ye Çevrilmiş Eserleri
John
Rawls, Siyasal Liberalizm, İstanbul,
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007
John
Rawls, Halkların Yasası, İstanbul,
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007
Rawls’un Adalet Kuramı ve Dağıtım
Problemi
Rawls,
liberal Amerikan geleneği içinde siyaset ve hukuk felsefecisi olarak önem taşımaktadır.
Rawls’un
derdi nedir?
Rawls’un
amacı adil ve istikrarlı liberal bir toplum için toplumun tüm kurumlarına yön
verecek temel adalet ilkeleri bulmaktır. Pratik bir amaç güden Rawls, bu
nedenle hak ve özgürlüklerin felsefi temelleri gibi konularda tartışma
yürütmez. Ona göre çağdaş demokratik ve liberal toplumlar temel hak ve
özgürlükleri zaten genel olarak kabul etmişlerdir. Bu koşullarda yapılması
gereken hak ve özgürlüklerin daha etkin bir şekilde hayata geçirilmesi ve
eşitliğin bunlarla uyumlu şekilde geliştirilmesidir. Özetlersek:
1.“Liberal
bir düzen içinde çoğulcu bir toplumda insanlar barış ve huzur içinde nasıl
yaşayabilir?”sorusu onun derdidir Rawls’un. Çağımızın liberal toplumunun ihtiyaçlarına
cevap verme arzusu var.
2.Adalet
sorunuyla ilgili olarak, kaynakların, zenginliklerin toplumda nasıl dağıtılması
gerektiğine dair bir derdi de var.
A Theory of Justice adlı çalışmasında
Rawls, hem klasik liberalizmle ilşkilendirdiğimiz bireysel haklara hem de
sosyalist ve radikal demokratik geleneklerle ilşkilendirilen eşitlikçi bir
ideal olarak hakça dağıtıma bağlı bir adalet anlayışı önerdi ve adını
“hakaniyet olarak adalet” koydu.
Rawls’a
göre, hakaniyet olarak adalet “özgürlükle eşitliğin uzlaştırılması” amacını taşıyordu.
Eseri, ABD ve diğer ülkelerde siyaset felsefesi açısından çok geniş çaplı ve
etkili bir tartışma başlattı ve takiben, sosyal adaletle ilgil bütün
tartışmalar için zemini oluşturdu.
Rawls,
günümüz liberal düzenin içinde kalmak kaydıyla, yapılacak kimi revizyonlar ile
çoğulcu ve barış içinde bir arada yaşamanın nasıl mümkün olacağını ve toplumsal
kaynaklarının nasıl dağıtılacağını düşünür. Ama koşul, liberalizmin
sınırlarında gerçekleştirmektir.
Rawls
bu düşüncelerini bir toplum sözleşmesi ile revrize etmiştir. Klasik toplum
sözleşmecilerinden ayrıldığı noktalar da vardır. Yeniçağ toplum sözleşmecilerinden
ayrıldığı nokta, Yeniçağ toplum sözleşmecileri genellikle devletin ortaya
çıkışının nasıl’ını ve iyi bir yönetimin nasıl olması gerektiğini
kuramlaştırmışlardır. Bu toplum sözleşmecileri Kant ile bitmiştir.
Rawls’un
toplum sözleşmesinde amaç ise, devletin nasıl ortaya çıktığı ve iyi bir yönetim
değil; farklı kimliklerde ve tanımlarda olan insanların liberal ve çoğulcu bir
biçimde bir arada yaşamalarının ve adaletli bir dağılımın yapılmasına dair
ilkeler olmasıdır.
Rawls’un
bir başka özelliği, Anglo-Amerikan sistemi içinde olsa da, yarara dayalı olmayan
bir devlet teorisi inşa etmek olmuştur. Yararcılık en fazla insanın en büyük
mutluluğunu amaçlar. Oysa Rawls’a göre, bu yararcılık toplumun azınlıkta kalan
kesimlerinin çoğunluğun yararı için azınlığın araç edilebilmelerine yol
açabilir. Bu itibarla Rawls Yeni Kantçıdır. Yani Kant’taki gibi insanların
herhangi bir biçimde araç olmamaları gerektiği düşüncesindedir.
Rawls, yararcıları
adalet ve hak anlayışları açısından eleştirmektedir. Onları, insan denen
varlığı ve onun ayrılmaz bir parçası olan haklarını yarar ilkesine kurban
etmekle suçlar. Yarar ilkesinin açılımı, çağdaş liberalizmin savunduğu
özgürlüğün, insan haklarının, iyi yaşam arayışında adaletin önceliği ile derin
bir çatışma hali içindedir. Özellikle, yarar ilkesi, azınlıkta kalan grupların
ezilmesine ya da çoğunluğun hoş karşılamadığı inanca, alışkanlıklara,
geleneklere sahip bireylerin ayrımcılığına izin veriyor gözükmektedir. Bu
nedenle, yararcıların savunduğu en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğu
ilkesi, bireyin haklarını feda etmekte ve onun çoğunluğun baskısına karşı
savunmasız bırakmaktadır. Bu tutum, Rawls açısından ahlaki ve siyasal olarak
savunulamaz karakterdedir. Rawls’un, her bireyin toplumun bütününün refahı
adına bile çiğnenemeyecek adalete dayalı bir dokunulmazlığı olduğunu
belirtirken yararcılığa karşı kesin bir tavır aldığı gözlenmektedir. Rawls’ın
faydacılığa yönelik eleştirilerinin temelinde Kantçı ahlak anlayışı yatar. Buna
göre insanin ahlaki otonomisini belirleyen bir ilke olarak insanın kendinde
amaç olması faydacılığın bireyi ezen yaklaşımına karşıt olarak
geliştirilmiştir. Rawls, toplumun ortak yararına olsa bile bireyin hak ve
özgürlüklerininin dokunulmayacak sınırlarını koyar.“(A)dalet bazılarının
özgürlüğündeki eksilmenin, başkaları tarafından paylaşılan daha büyük bir iyi
ile haklı kılınmasını kabul etmez.”
Rawls
Anglo-Amerikan düşüncesindeki yararcılığı eleştirmektedir. Austin, egemenin
koyduğu yasaların en fazla sayıda insanın en büyük mutluluğunu sağlamasına
dayanmaktaydı. Oysa Rawls’a göre bu bakış açısı, azınlık gruplarının
dışlanmasına ve ayrımcılığa uğramasına yol açmaktadır. Yararcılık, bireyin
faydasını genel faydaya feda etmektedir. Oysa Rawls’a göre bu, asgari ahlaki
ilkeler gözetilerek gerçekleştirilecek bir toplum sözleşmesi fikri ile
sağlanabilecektir.
Rawls’un
toplum sözleşmesi, klasik toplum sözleşmelerinin aksine, sadece liberal,
bireyci, demokratik ve çoğulcu bir adalet teorisi oluşturmaktadır; devletin
oluşumu ya da özelliklerini teorileştirmez.
Rawls’un
toplum sözleşmesi, klasik toplum sözleşmeleriyle ortak yanlara da, elbette,
sahiptir.
Doğal
yaşama dönemi: Toplum sözleşmesi yapılmadan önceki durumdur. Rawls bu duruma
“orijinal durum” ya da “başlangıç durumu” demektedir. Peki, toplum sözleşmesi
yapılmadan önceki bu başlangıç durumunda insanların vaziyeti nedir?
Rawls, başlangıç durumundaki insanları
birçok bilgiden mahrum bırakmıştır, ama onları liberal birey tasarımına uygun
olarak eşit ve özgür kılmıştır. Bu eşitlik ve özgürlük, toplumsal sözleşmeyi
yapacak olanların otonomilerini sağlamaları için temel bir koşuldur. Rawls’un
sözünü ettiği bireyler rasyoneldirler. Kısaca Rawls’a göre başlangıç durumunda
bireyler eşit, özgür ve akılcıdır (yani hesap kitap yaparlar). Hobbes’un
aksine, Rawls kötümser değildir. Başlangıç durumundaki kişilerin birçok bilgiye
ulaşmalarını engelleyecek bir peçeleri vardır: Cehalet peçesi (veil of ignorance). Bu peçe sayesinde şu
bilgileri bilmemiz engellenmiştir:
-
Bireylerin toplumsal konumları, statüleri
ve rolleri
-
Bireylerin doğal yetenekleri
-
Belirli bir iyi kavramı
Yani
bireyler kadın ya da erkek, yönetici ya da yönetilen mi; zengin mi yoksul mu,
siyah mı beyaz mı olduklarını; doğal yeteneklere sahip olup olmadıklarını; zeki
ya da gerizekalı olup olmadıklarını; genç ya da yaşlı olduklarını bilmezler.
Ayrıca hangi dine mensup olduklarını, hangi ahlaki değer ve ilkelere bağlı
olunduğu da bilinmemektedir.
Bu başlangıç durumunda, insanlar bir “bilgisizlik
peçesi”nin ardından bakarlar dünyaya. Bu nedenle;
Hiç kimse toplumdaki yerini,
sınıfını, sosyal statüsünü bilmez, doğal iyiliklerin dağılımındaki talihine,
yeteneklerine, zekasına, gücüne vs. ilişkin bir fikri de yoktur. Hatta kişilerin
iyiliği nasıl kavradıklarını ya da özel psikolojik eğilimlerini de
bilmediklerini varsayacağım. Adalet ilkeleri bir bilgisizlik pecesinin ardından
seçilir. Bu da ilkelerin seçiminde kimsenin doğal şanstan ya da toplumsal
koşullardan dolayı avantajlı ya da dezavantajlı olmamasını sağlar. Herkes
benzer bir konumda olduğundan ve hiç kimse de kendi özel durumunun yararına
olacak ilkeleri bilecek durumda olmadığından adalet ilkeleri adil bir uzlaşma
ya da pazarlığın ürünüdür. (Rawls, Theory of Justice, p.11)
Rawls
bu tahayyülle toplumdaki bireylerin birbirlerine göre nötr olmalarını sağlamak
için başvurur. Yani, kişilerin yukarıda sayılan özellikleri, adalet ilkelerini
saptarken ve toplum sözleşmesini yaparken kendilerine avantajlı ve pazarlığı
eşit şartlarda yapmayı engelleyecek düşüncelere sahip olmamasını sağlamaya
yöneliktir.
Ayrıca cehalet peçesiyle kişisel
zevklerimizle ilgili bilgiden de uzaklaştığımız için, riske girmeyi mi severiz
yoksa güvenliği mi yeğleriz konusunda da akılcı bir tercihe ulaşıp
ulaşamayacağımız bir başka sorundur. Rawls akıllı tercih konusunda bir
“maksimin” stratejisi önermektedir. Buna göre en kötü duruma düştüğümüzde,
alacaklarımızı maksimuma çıkarmak akılcı bir tercihtir. Rawls’a göre bu durum,
toplumda hangi yeri ele geçireceğinize en kötü düşmanınızın karar verdiği
varsayımı üzerinden akıl yürütmeye benzer. Ortaya çıkan sınırlamalar, bir
kişinin bir pratiği tasarlarken düşmanının onun yerinde olduğu düşüncesine
dayanır. Kararların, düşmanın istekleriyle oluşturulması sorunlu bir
anlayıştır. Rawls’un bu yaklaşımı maximin kriter olarak değerlendirilir.
“Maximin”, minimum ödemeleri maksime çıkarma seçeneğine referans yapar. Yani
karar veren, en kötü çıktıyı üreteni bulmak için her birinin mümkün sonuçlarını
dikkate alır. Bu riske girmeme stratejisidir. Bunu örnekle açıklarsak; Bugün
yağmur mu yağacak, güneş mi açacak belli değil. Yağmurluğumu yanıma alırsam,
yağmur yağarsa yağmurluğum yanımda olduğu için sorun olmaz. Yağmazsa ve
yağmurluk üstümde olursa, yağmur yağıp yağmurluksuz kalmaktan daha iyi durumda
olurum.
İşte
bu eşit ve nötr koşullar altında, rasyonel bireyler bir takım adalet ilkelerini
bulmaya çalışıp bir toplum sözleşmesi gerçekleştireceklerdir.
Rawls
bu durumda insanların adil bir toplumda geçerli olacak iki temel adalet
ilkesini benimseyeceklerini düşünür.
İlkelerden
ilki, eşitlik ilkesiyken ikincisi birinciye bağlı olarak toplumsal refahın,
kaynakların dağıtımı ile ilgilidir.
Birinci ilke: Herkes, temel hak ve
özgürlükler sisteminden eşit pay alacaktır.
Birinci
ilke, refah ve kaynakların dağıtımı ile ilgili olan ikinci ilkeden hiyerarşik
olarak üstündür. Yani ikinci ilke uğruna, toplam refahı, zenginlikleri
arttırmak için dahi bireyin temel hak ve özgürlüklerinden fedakarlık yapmaları
istenmeyecektir. İlk ilkeye göre—temel özgürlüklerde eşitlik—her vatandaşın en
geniş temel kişisel ve siyasal özgürlükler sisteminden faydalanmaya hakkı
vardır ve bu sistem, diğer vatandaşlar için tasarlanmış benzer bir özgürlükler
sistemiyle uyumlu olmalıdır. Özgürlüğün
önceliği ilkesi Rawls’da mantıken özgürlük olarak tanımlanabilecek herhangi bir
şeye genel bir öncelik anlamına gelmemektedir. Rawls, “temel özgürlükler”
olarak adlandırılabilecek liberal demokrasilerin standart yurttaşlık hakları ve
siyasi haklar için –seçme ve seçilme hakkı, ifade özgürlüğü, davaların
yürürlükteki yasalara göre ele alınması, hareket serbestisi vs.- için bir özel
koruma alanı belirlemiştir.
İkinci
ilke ise, kaynakların dağıtımı ve dağıtıcı adalet ile ilgilidir. İki alt
ilkeden oluşur.
İkinci
ilkenin ilk alt ilkesi, fırsat eşitliğidir. Kamusal, resmi göre ve
pozisyonların herkese açık olması ve belirli bir elitin elinde, tekelinde
olmamasıdır. Bu, görev ve pozisyonların, liyakat esasına göre,
toplumdaki herkese açık olması demektir (Oysa
burada bir sorun vardır. Yani liyakatin kriter alınması önemlidir; ancak
örneğin bir doktor olmak için gereken liyakati sağlayacak eğitimin de eşit
biçimde sağlanması gerekir).
İkinci
ilkenin ikinci alt ilkesi hiyerarşik olarak ilk alt ilkenin altında bulunur.
Yani fırsat eşitliği ilkesi bu ikinci alt ilkeden önce gelmektedir.
Rawls,
gelir ve refahın, tüm kaynakların toplumdaki herkese eşit biçimde dağıtılması
gerekmediğini, rasyonel bireyin de bunu istemeyeceğini düşünmektedir. Ona göre
adaletsizlik, katlanılamayacak ölçüdeki eşitsizliklerdir. Katlanılabilecek
eşitsizlikler ise adaletsizlik yaratmazlar. Rasyonel bireyle, katlanabilecek
eşitsizliklere itiraz etmezler.
İşte
ikinci alt ilke burada karşımıza çıkar.
İkinci ilke: Gelir ve refahın
dağıtımında ortaya çıkarılacak eşitsizliklere izin verilir; meğer ki, bu
eşitsizlik toplumdaki en dezavantajlı kesimin lehine olsun. Bu ilkeyi “en
dezavantajlı kesimin lehine olma” olarak isimlendirebiliriz.
Bu
ise kazan-kazan ilkesi ile mümkün olur. Toplumun en alt gelir seviyesindeki
kimselerin elde ettikleri gelirin de artması koşuluyla, siz de gelirinizi
arttırabilirsiniz. Örneğin, en başta bir bürokratın da yöneticinin de ve bir
terzinin de beş birim geliri olduğunu düşünelim. Bürokratın gelirinin dokuz,
yöneticinin gelirinin sekiz olması ancak terzinin gelirinin de artması ve en az
altı olması ile uygun ve katlanılabilir bir adaletsizlik olarak görülebilir ve
bu aslında bir adaletsizlik değildir.
Fark ilkesi olarak adlandırılan bu ikinci ilke ile
keyfilik sorununa farklı bir çözüm sunmaktadır.
“Hak edilmemiş doğal eşitsizliklerin etkisi yüzünden kimsenin zorluk
çekmesi gerekmese de böyle bir etkinin varlığından herkesin yararlanabileceği
durumlar da olabilir. Hiç kimse doğal yeteneklerinden yararlanmayı hak
etmemiştir; ama “doğal piyango”da daha az şanslı olanların yararına
çalıştıklarında bu yararın ortaya çıkmasına izin vermek gayriadil değildir.
Fark ilkesi de tam olarak bunu söylemektedir.” Yani fark ilkesi, doğal
yetenekleri nedeniyle daha fazla gelir beklentisi içinde olanlar “ancak ve
ancak toplumun en az avantajlı konumdaki üyelerinin beklentilerine katkıda
bulunuyorsa adildir.” Fark ilkesi kişilerin yetenekleri geliştirdiği koşulları
diğerlerine aktarmaktansa, yetenek sahiplerinden yararlanma için ileri
sürülecek iddia için moral zemin sağlar.
Diğer bir deyişle,
düşünce deneyimizdeki sözleşmecilerin mantığına göre toplumda “adalet” herkesin
mutlak olarak eşit olmasını gerektirmez, bazı sosyal ve ekonomik farklılıklar,
yani eşitsizlik durumları da meşru olabilir, fakat bu durum ancak ve ancak söz
konusu eşitsizlik toplumdaki en düşük seviyeli insanın lehine bir sonuç
verecekse geçerlidir. Bu anlamda toplumda insanları işlerine motive eden veya
girişimci kılan bazı ödüller, mesela para kazanmak gibi amaçlar çerçevesinde zengin,
fakirlerden ayrışmış olmak sosyal açıdan “adil” sayılabilecektir, ama bu
eşitsizliklerin en fakir insanlara yarar sağlayacak bir karaktere sahip olması
bunun önşartıdır. Dolayısıyla her eşitsizlik, ancak toplumun en kötü durumda
olan üyesini mutlak eşitlik durumunda olacağından daha iyi duruma getirirse
meşru kabul edilebilir. Mesela mutlak eşitlik durumunda herkesin 10 birim gelir
elde edeceğini varsayalım. Eğer eşitsizliklere izin verdiğimizde bazı insanlar
bazı yöntemlerle 10 birimin üzerine çıkıyor ve başka bazı insanlar bu yüzden 10
birimin altına düşüyorsa bu gayri adildir. Fakat zengin olmaya izin
verdiğimizde bunun ortaya çıkaracağı sinerji ile zengin 40, fakir 20 birim
gelir elde ediyorsa ve kimsenin durumu mutlak anlamda düz bir eşitlikte olacağından
daha kötüye gitmiyorsa, yani fakirin 10 birimden 20 birime çıkabilmesini
zenginin girişimciliğine borçluysak ortaya çıkacak zenginlik, farklılık,
eşitsizlik meşru ve adildir.
B. RONALD DWORKİN (1931 -2013)
Hayatı
(11 Aralık 1931 – 14 Şubat 2013), hukuk ve siyaset felsefesine etkili katkılarda bulunan Amerikalı
filozof ve anayasa hukukçusudur. New York
Üniversitesi Frank
Henry Sommer Hukuk ve Felsefe Profesörü ve University
College London Fahri
Hukuk Profesörü olan Dworkin, Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Oxford Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptı. "Dünya çapında etki
yaratan öncü bilimsel çalışmalarından" dolayı beşeri bilimler dalında 2007 Holberg Uluslararası Anma Ödülü'ne layık görüldü. The Journal of Legal Studies adlı hukuk dergisinde yer alan bir ankete göre
Dworkin, yirminci yüzyılın en çok atıfta bulunulan ikinci Amerikan hukuk
bilginidir. Eserleri:
·
A Matter of Principle
(İlke Meselesi)
·
Law’s Empire (Hukukun
İmparatorluğu)
·
Life’s Domination
(Hayatın Hakimiyeti)
·
Freedom’s Law
(Özgürlüğün Hukuku)
·
Hakları Ciddiye Almak (Taking Rights Seriously), Dost Kitabevi, 2007
Dworkin’in Hukuk Anlayışı
Dworkin, Rawls’un aksine, saf bir hukuk
felsefecisidir. O da bir sistem kurmuştur; ancak bu sistem hukuk alanına
münhasır bir alt sistemdir. Genel bir sistem filozofu değildir.
Dworkin,
ileri surduğu hukuk ve hukuk kuramı yaklasımının hukuk ve ahlak arasındaki
(‘kavramsal’ ve ‘zorunlu’) kesin bir ayrımı reddetmesi anlamında, bir doğal
hukukçudur. Ayrımı yadsımak, elbette ki bu ikisinin aynı olduğunu kabul etmek
değildir; Dworkin, ahlakın neyi gerektirdiğini bilen bir kisinin, hukuk
sisteminin iceriğini de bileceğini soylemez (hiçbir doğal hukuk kuramı da,
geleneksel ya da baska turlu, böyle bir iddiada bulunmaz). Kavramsal bağlantı
iddiası, ahlaki değerlendirmelerin hukuk sisteminin iceriğinin belirlenmesinin
zorunlu bir parcasını olusturmasıdır. Dworkin’in yaklasımında, daha onceki
resmi eylemlerin farklı yorumları arasında yapılacak tercih, hangi yorumun
hukuk sistemini daha ahlaki gosterdiğini belirleme haline gelir. Dolayısıyla,
Dworkin’in yaklasımında, ahlaki ya da değerlendirici sorunları dikkate almadan
‘hukukun ne olduğu’ belirlenemez.
Dworkin’e
göre, - ilan edilmiş yasalar ve yargı kararları da dahil olmak üzere-
gecmisteki tum resmi eylemlerin, sadece, belirli bir konuda hukukun neyi
gerektirdiğine iliskin en iyi kuramı olusturmada kullanılacak ‘yoruma
hazırlayıcı veriler’ olduğunu unutmamamız gerekiyor. Dolayısıyla, yargı
kararları, hukukun ‘gercekte ne olduğu’na, esasında neyi gerektirdiğine ilişkin
hataya açık tahminlerden başka bir sey değildir. (Daha iyi) yargı kararlarının
ulaşmaya çalıştığı bazı idealler bulunmaktadır.
Dworkin’in
teorisinin doğal hukuk ya da pozitivist yaklaşım içinde değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği gerçekten de zor bir saptama olarak gözükmektedir. Çünkü
yaklaşımı ne bütünü ile doğal hukuk ne de pozitif hukukla örtüşmektedir. Onun
doğal hukuk ve hukuksal pozitivizmin tam ortasında bir yerde durduğu söylenebilir.
Dworkin’in kendi açıklamaları da göz önünde tutulduğunda bizi bu noktaya
getiren şu hususların öne çıktığı görülmektedir:
a)
Dworkin, doğal hukukçu eğilimi olmasın rağmen, genel
olarak hukuk kavramlarındansa tarihsel olarak belirli bir hukuki sisteminin övgüye
değer yanları ve hatalarıyla ilgilenmektedir. Doğal hukukçu kimliğine rağmen
Dworkin, evrensel ve zamanı aşan hukuk kavramı yerine belirli bir hukuk
sisteminin tarihsel açıdan doğru ve yanlışlarıyla daha çok ilgili olup,
objektif ahlaki değerlerden çok “kurumsal (geleneksel) destek” diye
isimlendirdiği transandantal (aşkın) değil, immanent (içkin) yani o sisteme
özgü yerleşik değerleri dikkate almaktadır. Ayrıca hukuki yükümlülüklerin
dinden ya da diğer metafizik prensiplerden çıkarılabileceğine inanan,
geleneksel anlamda bir doğal hukukçu değildir.
b)
Dworkin’i doğal hukuka bağlayan şey, kökeninin ortak
hukuk (common law) geleneğinde olması ve temel iddiası olan adalet ilkelerini
hukukun zorunlu bir unsuru olarak belirtmesidir. Dworkin’in ortak hukukla kastettiği
şey, temel ahlaki ilkelere dayanan, herkes tarafından anlaşılabilir olan,
bireyler arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve genel sosyal sonuçlara karşılık
gelen eski ortak hukuk (common law) düşüncesidir. Öte yandan Dworkin’in adalet
ilkelerini hukukun zorunlu unsuru olarak belirtmesi, yargıçların önceden
varolan bireysel hakları tanımak ve korumakla yükümlü olduklarıyla ilgili
haklar teziyle de yakından ilgilidir. Bu noktada Dworkin’ci doğal haklar, yasa
koyucunun iradesinden bağımsız, ahlaki ilkeler anlamına gelmektedir. Dworkin,
hukuk ve etik birlikteliğine dayanan bir hukuk anlayışını savunur. Hukuk ve
ahlakın birbirinden ayrılamayacak şekilde iç içe geçmiş olması, Dworkin’in
hukukla ilgili düşüncelerinde adaletin belirleyici bir rol oynaması yol açmaktadır.
Ayrılabilirlik tezini yadsıdığından doğal hukukçu tarafta yer aldığı ileri
sürülür.
c)
Doğal hukuk hiçbir teori ya da pratiği yeniden
soruşturulup, gözden geçirilmekten bağışık tutmaz. Oysa hukuksal -ya da
Dworkin’in verdiği isim ile konvansiyonalizm- hukuk kuralının yasama organınca
değiştirilmesine kadar ona bağlı kalır. Doğal hukuk, duyarlı yargıçlar
tarafından “yeni” bazı kararlar üretebilirken, konvansiyonalist buna cesaret
edemez.
Doğru Cevap Tezi
Dworkin, tüm hukuksal
faaliyetleri bir grup ya da cemiyetin veya davanın taraflarının, diğerlerinin
inanç ve kanaatlerini değiştirmek sonuçta da kendi görüşlerini kanıtlamak
amacıyla sundukları delil ve kanıt getirme teşebbüsü olarak görmektedir. Bu da
hukuki diskur yani tartışma zemini üzerinde tarafların karşılıklı tezlerinin
yarışmasıdır. Ancak argümantasyon gereği karşılıklı yarışan iddia ve kanıtlar
ve de tezlerden birinin üzerinde varılan fikir birliği, kararın mutlak doğru
olduğunu ispat etmeyip bunun göreceli bir doğruluk olduğunu gösterir. Bu ise
Dworkin’in yoruma tek bir doğru cevap olduğu tezini hukuksal argümantasyondan
ayırmaktadır.
Dworkin’e göre yargıçlar kendi kişisel yargılarını
kullanmaktan çok, hukukun ne olduğunu belirlemelidirler. Dworkin, yargıçların
bir davanın sonucunu belirlemede serbest oldukları fikrini reddetmektedir. Zira
bu durumda hukuki sonuçlar, sübjektif ve keyfi olacaktır. Dworkin kanunda
boşluk olduğunda, yani yargıcın önüne gelen uyuşmazlığı uygulayacak bir kural bulamadığında
veya mevcut kuralları birbiriyle çatıştığı durumda, soyut ve somut haklarla
ilgili ilkeler şemasına başvurulması gerektiğini belirtmektedir.
Tek bir doğru cevap tezini
savunan Dworkin’e göre; sözgelimi zor bir dava konusu olan bir sözleşmenin geçerli
ya da geçersiz olduğunu söylemekten başka üçüncü bir yol yoktur. Oysa
pozitivistlerin bu durumda ileri sürecekleri düşünce, diğer hukuksal çözümler
içerisinde bir üçüncü olasılık olduğudur… Üçüncü yol da sözleşmenin geçersiz
olduğunu söyleyen tarafı “tamamlanmamış bir sözleşme” ile sorumlu tutmaktır.
Pozitivist bu olasılıkta da dış dünyada referans verileni bulunan yani egemenin
emrettiği ve gerçek koşullara göndermeyle test edilebilen bir önermeyi
seçtiğini iddia etmektedir. Dworkin’e göre ise “sorumlu” ile “sorumsuz”
arasında üçüncü bir olasılık yoktur ve dolayısıyla tek bir doğru cevap vardır.
Dworkin, yargıçların davanın
sonucunu belirlemede tamamen serbest olduklarını düşünmemektedir. Yargıçların,
hukuk içerisinde ve hukuka bağlı kalarak doğru sonucu bulma ödevi, doğru cevap
tezinin bir talebidir ve bu amaçla
dar ve geniş takdir yetkisi arasında bir ayırıma gitmektedir.
-dar
takdir yetkisi: var olan hukuk kurallarını yargıcın otomatik olarak
uygulayamayıp, değerlendirmede bulunmasına yol açan hallerdir. … hakkaniyete
uygun tazminat gibi.
-geniş
takdir yetkisi: karşılaşılan somut hukuki uyuşmazlığa ilişkin karar
verirken yargıcın hiçbir hukuki standartla bağlı olmamasıdır. … Dworkin
yönünden hukuki standartlar; hukuk kuralları ile birlikte ilkeleri
(prensipleri) de bünyesine almaktadır. İşte Dworkin, geniş anlamıyla bir takdir
yetkisinin kullanımına karşı çıkan bir teori kurma çabasındadır. Yargıç
uygulanacak hukuk kuralı bulunmadığında bile, karar verdiği davada kontrolsüz
bir takdir hakkını uygulayamaz. Bir diğer deyişle zayıf bir takdir hakkı
vardır.
Yargıç hukukun düzenlemediği, yeni bir
problemle karşılaştığında birbiriyle yarışan teoriler olacaktır. O halde
yargıç, bu tek doğru cevabı keşfetmeye yönelik bir teori kurmak zorundadır.
Zor bir davada yargıcın görevi
hukuk sisteminin daha geniş bir perspektifinden yani siyasal ahlakın ışığında
karar vermektir. Yargıcın kanunda
boşluk olduğunda sübjektiflik ve keyfilikten kaçınmak için yapacağı şey,
haklarla ilgili ilkeler şemasına başvurmaktır. Bütünlük fikrini benimseyen
yargıçlar, zor davalarda, insan hak ve ödevleri, toplumlarının hukuk doktrini
ve siyasi yapısını en iyi biçimde yansıtan bir dizi tutarlı ilkeyi bulmaya
çalışarak karar verir. Yorum; konusunu olabildiğinin en iyisi yapar. Bu
bağlamda prensiplerin hukuku yönetmesine izin verdiğinizde o zaman hukukun
kapsamındaki en iyileri ortak karakter haline getirmeye çalışıyorsunuzdur. Bu
da hukuku bütünlüğü noktasında görüp en iyiyi yapmak ve hukuki yorumda kesin
doğruluk demektir.
Dworkin’e göre politik bütünlüğün
iki ilkesi vardır: Yasama organını ilgilendiren yönü; yasayı yapanlardan yasal
düzenlemelerin ve tüm hukuk düzeninin ahlaken tutarlı olmasının sağlanmasıdır.
Yargısal yönünü ilgilendiren prensip;yasaların olabildiğince ahlakla tutarlı
olarak ele alınmasını talep etmektedir. Böylece yargıç, yoruma ahlaki bir
görünüm kazandırmalı ve onu adalet ve hakkaniyet kavramlarıyla tutarlı
kılabilmelidir. Tutarlı olarak verilen bir karar aynı zamanda geçmiş yargısal
kararların adalet ve hakkaniyet hakkındaki yaklaşımlarını aşağı-yukarı
yansıtacaktır. … bütünlük Dworkin’de aynı zamanda ahlaksal bir ideal ve politik
zorunluluktur.
Hukuk Kuralları Ve İlkeler
Dworkin hukukun özünün bağımsız normatif ilkeler olduğunu
belirtmektedir. Bu ilkeler geçerlilikleri bakımından hukuka bağlı olmamalarına
rağmen, hukuku tamamlamaktadırlar. Bu yönüyle teorisinin doğal hukuk
özelliklerini içerdiği belirtilebilir. Dworkin ilkelerin geçerliliği hakkında
çok az şey belirtmektedir. İlgilendiği temel nokta, ilkelerin hukuka ait
olduğunu göstermektir. Bu ilkeler pozitivistlerin tanımladığı anlamda hukukun
içinde yer almazlar.
Çağdaş pozitivistlerden H.L.A. Hart’a göre hukuk sistemi,
birincil ve ikincil kurallardan oluşmaktadır. Hart’a göre, birincil normlar, kişilerin
belirli şeyleri yapmalarını emreden, bazı davranışları yasaklayıp bazılarına
izin veren, yani kapsamı içerisinde toplumsal davranış kalıpları barındıran
normlardır. Örneğin, ceza hukukundaki kurallar bu türe dahildir. İkincil
kurallar ise üç kısımdan oluşur: (1) Yargılamaya ilişkin kurallar, (2)
değiştirme kuralları ve (3) tanıma kuralı. (1) Yargılamaya ilişkin kurallar,
mahkemelerin yapısını düzenleyen, onlara davalara bakma ve karar verme
yetkisini veren, yargılamanın usulünü belirleyen kurallardır. (2) Değiştirme
kuralları, birincil kuralların değiştirilmesi ve kaldırılması usulünü
belirlemektedir. Bunlara, vatandaşların sözleşme ile birincil kurallarda
değişiklik yapması da dahildir. (3) Tanıma kuralı ise, hukuk sistemindeki
kuralların geçerlilik ölçütlerini belirlemektedir.
Bu işlevlerle nitelendirilen ikincil normların en önemlisi
ise, “tanıma kuralı”dır. Davranış kalıbı içeren kurallardan hangisinin hukuk
olarak kabul edilebileceğinin ölçütü, hukukîlik ölçütü olarak tanımlanabilecek
olan “tanıma kuralı” vasıtasıyla belirlenir. Hart’a göre, ikincil normlar,
birincil normların, kesin olarak belirlenmesi, ortaya konulması, ortadan
kaldırılması, değiştirilmesi ve ihlal edilmesini kesin olarak belirleme
biçimini ortaya koyan normlardır. Yani,
tanıma kuralı, neyin hukuk olduğunu gösteren ölçüttür.
Hart, çözümün kurallar dâhilinde bulunamaması durumunda
tek bir doğru yanıtın var olmadığını iddia etmiş ve sorunun çözümündeki kilit
rolü, yargısal takdir ilkesine bırakmıştır. Bu anlamda Austin ile paralel bir
çizgi takip eden Hart, yargıçlara, hukuku bulup uygulamanın yanı sıra, onu,
yani hukuku, yaratma yetkisini de vermiştir.
Bu duruma ise, Dworkin, şu şekilde cevap verir:
1- Toplum, çoğunluk tarafından seçilen kadın ve erkekler
tarafından yönetilir. Dolayısıyla yasama hakkı bu kişilere aittir. Ancak
yargıçlar, seçilmiş kişilere dâhil olmadıklarından ve bu anlamda da yasa yapma
sorumluluğuna sahip olmadıklarından ötürü, yasama yetkisine sahip olamazlar.
2- Yargıçlar, yeni bir hukuk yaratır, yani takdir
yetkisini kullanırlarsa, mahkeme sonucunda davayı kaybeden taraf, davadan önce
vuku bulan bir olayda yapması gereken herhangi bir ödevi yerine getirmediği
için değil, olaydan sonra açılan davada, sonradan ortaya konulmuş bir ödevi
yerine getirmediği için cezalandırılmış olacaktır. Dolayısıyla bu durumda,
davayı kaybeden kişi, önceden bilmediği bir durumdan ya da ödevden ötürü cezaî
müeyyideye maruz kalmış olacaktır.
Dworkine göre
hukuk ilkeler, politikalar ve diğer standart türlerinden oluşmaktadır. Bu çerçevede
Dworkin, hukuku, sadece
kurallardan ibaret görmemekte ve hukuk tanımı içerisinde ilkeler ile
politikalara da yer vermektedir; yani ilkeler ve politikalar hukuku dışarıdan
değerlendirmeye yönelik standartlar olmayıp, bizatihi hukuk düşüncesi içerisinde
yer almaktadırlar. Dworkin, politikadan
bir toplumun politik, sosyal veya ekonomik gelişimiyle ilgili ulaşılacak bir
amacı anlarken ilkeyi, adalet veya hakkaniyet gerekliliği veya ahlakiliğin bir
diğer gerekliliği olarak düşünmektedir.
Dolayısıyla hukukî pozitivizmin, yargıcın takdir yetkisini
kullanması gerektiğine ilişkin görüşüne karşı Dworkin, tutarlı bir şekilde,
yargıçlar için böyle güçlü bir takdir yetkisinin olamayacağını ve dahası “doğru
cevap” yoktur iddialarının yanlış olduğunu savunur. Zira Dworkin’e göre, her
davada, mutlaka bir “doğru yanıt” vardır ve yargıcın yapması gereken de geriye
dönük olarak bir takım haklar yaratmak, yani kendi takdir yetkisinden hareketle
bir şey uydurmak değil, davadaki tarafların haklarının ne olduğunu belirlemektir.
Yani o dava için söz konusu olan doğru yanıtı bulmaktır.
Örnek: Dworkin Rigg V.
Palmer davasını ilkelerin hukukta uygulanması açısından örnek verir:
Yasada mirasçının
öldürdüğü miras bırakanından, miras alamayacağına ilişkin açık bir hüküm
yoktur. Mahkeme üyelerinin çoğunluğu vasiyetnameyle ilgili yasanın lafzi yorum ve okunmasının bu davada uygulanmaması
gerektiğini düşünmüşlerdir. Burada söze göre yorum yerine evrensel, bütün
medeni ülkelerde uygulanan temel bir maksimin; “hiç kimsenin kendi hileli
davranışından kazanç sağlamasına veya kendi yanlışından avantaj elde etmesine,
kendi işlediği suç vasıtasıyla mülk edinmesine ya da kendi fesadına dayanarak
iddiada bulunması izin verilmemesi ilkesinin kullanılması tercih edilmiştir.
Dworkin’e göre lafzi
olarak yorumlandığında, vasiyetnameyi düzenleyen yasaya göre mirasın toruna
verilmesi gerekeceği yadsınamaz. Yargıçları fikir ayrılığına düşüren yasanın anlamının
ne olduğudur…. Anglo-Amerikan hukuk sistemi içerisinde; …. (bu davada) gerekçe
olarak var olan bir hukuk kuralına değil prensibe dayanılmıştır ve bu gibi
prensipler hukuk kurallarından farklıdır.
Dworkin’e göre ise hukuk, kurallara olduğu kadar ilkelere
de bağlıdır. Bu ilkeler, ahlâkî ilkelerdir. Zor durumlarda, kuralların,
herhangi bir şeyi emretmediği yerlerde yargıç, ilkelerle bağlanmıştır ve takdir
yetkisine sahip değildir. Dolayısıyla yargıçlar, hukuku yaratmazlar, sadece onu
keşfederler. Bu anlamda Dworkin, Hart’ın düşüncesinden farklı olarak
“kuralların” yanı sıra ilkelerin varlığını da şart koşar. Zira Hart, hukuku
kurallardan ibaret sayarken, Dworkin, hukuku, kurallar ve ilkeler bütünü olarak
tanımlamaktadır. Buna göre, ilkeler de tıpkı kurallar gibi hukuk dâhilinde yer
almaktadırlar. Bunun anlamı, ilkelerin, hukukun dışarıdan değerlendirilmesini
sağlayan standartlar olmamalarıdır. Fakat kurallar ile ilkeler birbirlerinden
farklıdırlar. İlkelerin kurallardan farkı, yol gösterici maksimler olmalarıdır.
Dworkin’in hukuki pozitivizme
itirazlarından biride getirdiği ilke-kural ayrımıdır. Dworkin’de ilkeler de
kurallar gibi hukukun içinde yer almaktadır, yani ilkeler, hukuku dışarıdan
değerlendirmeye yönelik standartlar değillerdir. Ancak hukuki ilkeler ve hukuk
kuralları birbirinden farklıdır. İlkeler yol gösterici maksimler işlevini
yerine getirmektedirler. Örneğin hiç kimsenin kendi yanlışından kazanç sağlayamayacağı
standardı bir ilkedir. Dworkin hukuki
kurallar ve hukuki ilkeler arasındaki şekli farkları da kabul etmektedir.
Örneğin, hukuk kurallarının varlığı hukuki geçerlilik kriteriyle düzenlenmiş
olmalarıyla ilgilidir. Böylece hukuk kuralları, hukuki kararlara egemen olmak
eğiliminde olup yargıçları belirli sonuçlara ulaşmada bağlayıcıdırlar. Hukuki
ilkeler ise, hukuki geçerlilikten farklı olarak dengelemeye ilişkindir.
Dworkin’e göre, hukuki ilkeler çerçevesinde hüküm verilmesi, uyuşmazlıkla
ilgili olan durumlara hukuk kurallarının uygulanmasından farklıdır. Zira
geçerli bir hukuk kuralı uyuşmazlığa otomatik şekilde uygulanırken, ilkelere
göre karar vermede ilkelerin önemi veya ağırlığının belirlenip diğer ilkelerle
muhtemel dengelenmesi göz önüne alınmaktadır. Bunun dışında hukuk kurallarının
belirli organlar tarafından çıkarılması söz konusuyken ilkeler bakımından böyle
bir şey söz konusu değildir. İlkeler, herhangi bir organın iradesi olmayıp,
devletin dışında oluşmaktadırlar. İlkelerin bu şekilde oluşması da Dworkin’in
ahlaki objektivizmiyle ilgilidir. İlkeler kendiliğinden toplumsal süreç içinde
ortaya çıkarlar; iyiniyet, hakkaniyet gibidirler. Pozitivistlerden
farklılaşarak ilkelere yüklemiş olduğu bu anlam, onu doğal hukukçulara
yaklaştırmaktadır.
Dworkin, kurallarla ilkeleri şu şekilde ayırır: Bir
kuralın uygulanması, uygulamaya karar verilmesi durumunda ya da bir
uyuşmazlığın giderilmesi için gerçekleştirilir. Hukuk sisteminin bir parçası
olmakla birlikte prensipler kurallardan farklıdır. Hukuk normu davayı ya tam
olarak kontrolü altında bulundurur yani uyuşmazlığı çözmek için elverişlidir ya
da dava için uygun değildir. Hukuk kuralı davaya “ya hep ya hiç” tarzında yön
verir. Buna karşın hukuk normunun sustuğu, çözüm getiremediği zor davalarda
hukuk prensipleri hukuk normunun yerini alabilir. Zor davalarda yargıç, hukuk
kurallarını tüketmiştir. Bu noktada hukuk normunun yapamadığını hukukun genel
prensipleri yapar ve hukuki yükümlülük yükler. Ancak yine de hukuk prensipleri
bir problemin hukuki sonucunu doğrudan ve otomatik olarak belirlemez.
Bir
prensibin yaygın olarak kullanılmaması prensip olmadığı anlamına gelmez.
Gelecek davalarda muhalif düşünceler ortadan kalkar veya zayıflarsa söz konusu
prensip yargısal kararlarda etkin olacaktır. Prensipler durumun gereklerine
göre bir argüman olarak değişik yönlerde göz önünde bulundurulabilir.
Kuralın uygulanması ‘ya hep ya hiç’ sonucunu doğurur.
İlkenin uygulanması durumlarında bu söz konusu değildir. İlkenin uygulanması,
bir karara neden sağlar, fakat kararla neden, uyuşmak zorunda değildir. İlkeler
kendi aralarında çelişik, zıt olabilirler. Uygulamada ilkelerin
değerlendirilmesinin yapılıp, verilecek karara uygulanması gerekir. İlkelerin
birbirlerine çelişik, zıt olma durumları nedeniyle kendi aralarında ağırlık
veya önem farklılığı vardır. İki prensip çatıştığında bunların bir diğerine
göre göreceli ağırlığına dikkat etmemiz ve görece ağırlığı olan hukuk
prensibini tercih etmemiz gerekir. Yani somut bir durumda ikisi de geçersiz
olmamasına karşın hukuki prensipler birbiriyle çatışabilir. Bu olasılıkta
yarışan hukuk ilkeleri arasında ahlaki sezgilerimizle karar veririz.
Birbiriyle karşılaşan iki prensipten bir tanesinin
somut durumda diğerinin üstünde ve karar için daha elverişli olduğu
varsayılacaktır. Bu tıpkı insanın ahlak yaşamında değer çatışması yaşadığı
somut hayat olayında hangi değerin tayin edileceğine ilişkin formüle
benzemektedir. Bu durum değerlerden birisini diğerine tercih etmek zorunda
kalarak iradi seçim yapmayı gerektirir. Ancak bu ağırlık verilmeyen ve o anda
seçilmeyen prensibin etkisini ve gücünü kaybedeceği anlamına gelmez. Bunun
aksine, iki hukuk kuralının birbiriyle çeliştiği durumda onlardan biri ya da
diğerinin geçersiz olduğu ya da yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini
biliyoruz.
Örnek: karı-kocadan birinin diğeri aleyhine bir ceza davasında tanık
olmaya zorlanamayacağı ilkesi. –karı-kocanın tek bir beden olduğu ya da
aralarındaki çıkar bütünleşmesidir. Karşı görüş olarak bu ilke ceza davalarında
savunulamaz. Devlet ve kamu çıkarı söz konusu olduğunda şahitliğin mahkemeye
serbestçe getirilmesi gerektiğini iddia ederler. … bu iki farklı etik endişe aile bütünlüğünün
korunması ve kamu çıkarının üstünlüğü değerlerini çatışmasından
kaynaklanmaktadır. Bunların birbirine dengelemek zorunluluğu olmakla beraber
tam ve açık bir formülünü ortaya koymak zordur.
Bir diğer prensipler çatışması örneğinde bir otomobil firmasının satış
sözleşmesinde yer alan bir sorumsuzluk klozunu mahkeme kabul etmemiş ve
yaralanan davacı lehine hükmetmiştir. Çünkü mahkemeler hukuka aykırı sonuçlara
alet olmamalıdırlar. Otomobil üretimi otomobillerin hayatımızdaki yeri ve can
güvenliği açısından özel bir öneme sahiptirler. Bu bağlamda da otomobil
üreticisi sözleşme hazırlarken daha dikkatli davranmalıdır. Sözleşme serbestisi
bir prensip olmakla beraber sözleşmenin ekonomik yönden güçsüz olan tarafının
korunması da genel ilkedir.
Dworkin’e göre hukuk, kurallar ve
ilkeler yanında politikalardan da oluşmaktadır. Böylece yasama organı, karar
alırken politikaları da göz önüne almak durumundadır. Politikalar ise …
amaçlarla ilgilidir. Ancak bunun anlamı, yasamada ilkelerin söz konusu olmaması
demek değildir. Aksine yasamada da ilkeler söz konusu olabilir. Hatta Dworkin
yasa koyucuların ilkelerin koruyucusu olduklarını da açıkça belirtmektedir
(Dworkin 1996:31). Bu durumda yasa koyucular kararlarını alırken siyasete
ilişkin argümanlar ile ilkeye ilişkin argümanları birbiriyle dengelemek
durumundadırlar. Siyasete ilişkin argümanlar, siyasal toplumun amaçları veya
refahıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. İlkeye ilişkin argümanlarsa
bireysel haklar bağlamında söz konusudur. Bu çerçevede Dworkin’in hakların
daima mutlak olduğunu tartışmaması, hakların politikalarla dengelenmesini de
mümkün kılmaktadır. Ancak bu düşünce, Dworkin’in hakların her türlü kamusal
politikalar uğruna ilhak edilmesine izin verdiği anlamına gelmemektedir.
Dworkin’e göre ilkeler, bireysel
hakları tespit etmeyi kasteden argümanlarken, politikalar, kolektif amaçların
tespitini ifade eden argümanlardır. İlkeler, hakları tanımlayan argümanlar,
politikalar ise, amaçları tanımlayan argümanlardır. Peki hak ve amaç nedir ve
de farkları nelerdir? Mesela, ifade özgürlüğü amaç değil, bir haktır, çünkü
vatandaşlar, politik ahlâkiliğin bir sorunu olan özgürlük hakkına sahiptirler.
Bununla birlikte savaş araçları imalatını artırmak, bir amaçtır, çünkü bu,
kolektif refaha katkıda bulunan bir durumdur.
Mademki ilkeler politikalar karşısında üstünlüğe sahiptir
ve haklar ilkelere, kolektif amaçlar da politikalara karşılık gelmektedir, o
zaman haklar ile kolektif amaçlar arasında bir ilişki söz konusu olduğunda
ortaya çıkan sonuç, hakların, kolektif amaçlar üzerinde birer koz olmalarıdır.
Bunun anlamı ise, herhangi bir hak ile kolektif amacın çatışması durumunda,
üstünlüğün herhâlükârda hakka ait olmasıdır. Mesela, üniversite kampüsü ile
şehir merkezi arasında, mesafeyi kısaltma amacıyla yeni bir yol yapılması
planlanmış olsun. Ancak bu yolun yapılması için A kişisinin evinin yıkılması
kaçınılmaz hale gelsin. Bu durumda, şayet A kişisi, evinin yıkılmasına rıza
göstermiyorsa, yol yapımı planı iptal edilmelidir. Çünkü mülkiyet bir haktır ve
kişinin rızası hilafına evi kamulaştırılıp yıkılamaz.
Dworkin’e göre, zor davalarda hâkimler, siyasi sorumluluk
anlayışı çerçevesinde
mevcut hukukun uygulamalarını meşrulaştıran bir siyasî
kuramı kabul etmelidirler. Yani mevcut hukukun “siyasî ahlâkı” çerçevesinde bir
karar vermelidirler. Bu kadar önemli olan yargılama işini, Dworkin’e göre,
ancak insanüstü beceri, öğrenme, sabır ve dirayete sahip olan bir yargıç
yapabilir. Bu yargıç ise, Herkül’dür. Bu anlamda herhangi bir davada, doğru
yanıtı bulabilecek olan, yukarıdaki niteliklere sahip bir yargıç, yani Herkülse
de her yargıcın öncelikli amacı ve görevi, doğru yanıtı bulmak olmalıdır. Bu
anlamda yargıçların dışında, avukatların da bu amacın bir parçası olduğunu ifade
eden Dworkin, avukatların, yargıçlara, hukukî sistemin ilke, değer ve
geleneklerini yanlış anladıklarına ilişkin eleştiriler getirebileceğinin altını
çizer. Dworkin, avukatların dışında sıradan vatandaşların da sivil itaatsizlik
yoluyla bu sürece dâhil olabileceklerini savunmuştur.
Dworkin’in
Adalet Anlayışı ve Dağıtım Problemi
Dworkin, dağıtıcı adalet üzerindeki
düşüncelerini varsayımsal bir ıssız ada hikayesi üzerinden kurar. Bu hikayeye
göre bir gemi kazası yaşanmıştır. Bu kazadan kurtulanlar zengin ve verimli olan
ancak hiç kimsenin mülkiyetinde olmayan bir adaya çıkarlar. Dworkin başlangıç
durumunda, Rawls’un aksine, kaynakların dağıtımında bir eşitliği sağlamaya
çalışır (Rawls’da ise daha öncelikli ilke dağıtım ilkesi değildi).
Kazazedeler adadaki tüm zenginliklerin
bir dökümünü yapar ve para yerine kullanılmak üzere her bir kazazedeye yüz
midye kabuğu verilir.
Rawls’un başlangıç durumunda insanlar
farklı yönleri itibariyle farklı iken Dworkin’de herkes zenginlik bakımından
eşittir: Yüzer midye kabuğu.
Dworkin’e göre bireyler bu midye
kabukları ile herkes kendi değerlerini, ihtiyaçlarını düşünerek, adanın sunduğu
farklı zenginlikleri satın alacaklardır. Hiç kimse diğerinin değer ve
ihtiyaçlarına karışmayacaktır. Her birey kendi yaşam planına sahiptir ve buna
dayanarak ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar.
Adanın kaynakları satın alınırken,
-
Açık arttırma yapılır ve
-
Alıcılar, bir kıskançlık testine tabi
tutulurlar.
Örneğin, (x) toprağını satın alan kişi bu toprakta tenis kortu kurup teniz
oynamayı sevdiği için tenis oynuyor. (y)
toprağını satın alan kişi tarımla uğraşmayı seviyor ve tarlasında bir şeyler
yetiştiriyor. (z) toprağını alan
kişiyse yetenkleri ve mizacı doğrultusunda bir eğlence tesisi kuruyor. Kişiler
açık arttırma ile bu toprakları aldıktan sonra kıskançlık testine tabi olurlar.
Kıskançlık testi, açık arttırma sonucunda tarlaları, adanın zenginliklerini
satın alan için bir hayıflanma duyulmamasını ifade eder. Eğer tenis kortu
sahibi bu tarlayı değil de şu ağacı alsaydım derse kıskançlık testinden geçemez
ve eşitlik sağlanamamış olur.
Böyle bir kıskançlık yoksa artık işler
piyasa ekonomisine göre işler. Burada kişiler farklı tercihlerde bulunmuşlardır
ve bu nedenle gelir dağılımında illa ki eşitsizlikler doğar.
Dworkin bu eşitsizliklerin sadece ve
sadece kişilerin bireysel seçimlerinden doğması halinde toplumun bu ekonomik
eşitsizlikleri kompanse etmek zorunda olmadığını düşünür. Ancak, eğer
eşitsizlikler kişilerin başlangıçtaki tercihlerinden bağımsız doğuyorsa,
örneğin, tarlasında bir şeyler yetiştiren ve yetirmek için elinden geleni yapan
kişi “doğal şanssızlık”tan doğan bir sebeple, örneğin tarlasına yıldırım
düşmesi nedeniyle yani tamamen kendi dışındaki bir sebepten ötürü eşitsizliğe
uğruyorsa, toplum bu eşitsizliği kompanse etmelidir. Benzeri biçimde, doğuştan
gelen kimi özellikler (doğuştan engelli oluş, zeka geriliği vs) yine kişilerin
doğa durumundaki tercihlerinden bağımsızdır. Bu eşitsizlikler de telafi
edilmelidir.
Peki, ama bu telafi nasıl ve nereden
karşılanacak?
Bu soruya yanıtı Dworkin serbest piyasa
ekonomisinin yanı sıra bir de sigorta piyasası öngörerek aşmaya çalışır.
Sigorta piyasası, aslında, bildiğimiz
vergi sistemidir.
Başlangıçta herkese yüzer midye kabuğu
dağıtılmıştı. Dworkin’e göre herkes bu tür doğal şanssızlıklarla
karşılaşabileceği için, bunu öngören insanlar başlangıçta belli bir oranda
midye kabuğunu sigorta piyasasına vergi olarak verirler. Daha sonra da, örneğin
her yıl, gelirlerinin belli bir oranını vergi olarak vermeye devam ederler.
Böylece doğuştan gelen ve doğal eşitsizlikler ama sadece bunlar telafi
edilecektir.
Peki, ekonomik eşitsizliklerin telafi
edilmesinde Rawls’un dağıtım ilkesi ile Dworkin’in sigorta piyasası formülü
arasında ne fark vardır?
Rawls’da en dezavantajlı grubun
durumunda onların lehine olacak bir değişiklik yaratılması esastı. Yani gelir
dağılımındaki eşitsizlikler her halükarda en dezavantajlının lehine olmalıydı.
Örneğin, parasını tamamen kendi tercihleri yüzünden, borsada oynaması nedeniyle
kaybeden kişinin durumunun telafi edilmesi imkanı Rawls’da mevcuttur.
Oysa Dworkin’de kişi en dezavantajlı
grupta da olsa, doğuştan gelen ya da doğal bir şanssızlıktan ileri gelmeyen,
kişisel tercihlerden doğan bir eşitsizlik varsa bu kişinin durumunun düzelmesi
lehine herhangi bir düzenleme yapılması amaç olmayacaktır.
Dworkin’e
Eleştiriler
-
Herkese ta baştan yüzer midye kabuğu
verebilecek bir düzen var mı?
Dworkin’de mevcut düzen içinde bunun
sağlanması mümkün değildir. Her şeye yeniden başlanmalı, kartlar yeniden dağıtılmalıdır.
Bu ise Dworkin’in devrimci olduğu anlamına gelmez. Liberalizmi yeniden kuralım
demektir bu.
-
Peki, başlangıçta birden fazla kişi aynı
zenginliği almak isterse ne olacak?
Dworkin’e göre bu durumda yaşam
planları çerçevesinde ve bu plana uygun olarak o kaynağı en çok isteyen kişi o
kaynağı açık arttırma yolu ile alır.
İlgililere: Sevtap Metin, “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde
Yorum Yaklaşımı,”
Ertuğrul Uzun, “H.L.A. Hart ve Sistem Olarak Hukuk,”
Merhaba, eğer 750.000 $ için böbrekinizi satmak istiyorsanız acilen bağışçılara ihtiyacımız var.
YanıtlaSilBir sperm, yumurta, böbrek veya karaciğer donörü olmaya hazırsanız hemen şu anda hastane doktoruyla irtibat kurun: drFredrickhospital@gmail.com
Böbrek satmak ve bağışı yapmak için doğru yer burasıdır.
Büyük adam Dr. Ajayi'nin ataları tarafından nasıl manevi güçle kutsandığını dünyayla paylaşmak istiyorum. Benden 2 yıldır ayrılan eşimle yeniden barışmamıza yardımcı oldu, eşim işten döndü ve 3 çocuk yaptıktan sonra evliliğimizi bitirmemiz gerektiğini söyleyen boşanma kağıdını bana uzattı. Onu geri almaya çalışıyordum ve neredeyse pes ediyordum ama Dr Ajayi beni tekrar gülümsetmeyi başardı. Dr Ajayi gerçek bir büyü uygulayıcısıdır; ayrıca Dr Ajayi'nin yardımıyla Eski sevgilinizi geri alabilir ve sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşayabilirsiniz. İletişim E-postası: drajayi1990@gmail.com veya Telegram \ WhatsApp: +2347084887094
YanıtlaSil