24 Nisan 2014 Perşembe

HUKUK SOSYOLOJİSİ 2013-2014 DERS NOTLARI

HUKUK SOSYOLOJİSİ
2013-2014
DERS NOTLARI

DİKKAT !!!!! AŞAĞIDA KIRMIZI İLE BELİRTİLEN KONULAR PROF. DR. MEHMET TEVFİK ÖZCAN’IN HUKUK SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ KİTABINDAN TAKİP EDİLECEKTİR.

1.      HUKUK SOSYOLOJİSİNİN KONUSU VE HUKUK BİLİMİYLE İLİŞKİSİ
1.1. HUKUK, TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE HUKUK SOSYOLOJİSİ
1.2.BİLİM OLARAK HUKUK SOSYOLOJİSİ VE GEREKLİLİĞİ
1.3.HUKUK SOSYOLOJİSİNİN METODU






HUKUK SOSYOLOJİSİNİN YÖNTEMİ
Hukuk sosyolojisi, sosyolojinin yöntem ve tekniklerini kullanır. Bilimsel bilgi, doğal ve toplumsal dünyanın sistematik bir şekilde incelenmesi sonucunda elde edilen bir bilgi türüdür. Bilimsel bilgiye, bilimsel araştırma yöntem ve teknikleri kullanılarak ulaşılmaktadır. Bilimsel bilgi, bilim insanları tarafından gözlem, deney ve test etme yoluyla elde edilmesinin yanı sıra anlama, çözümleme ve yorumlamayla da elde edilmektedir. Bilimsel araştırmalarda kullanılan yöntem, genel anlamda geçerli ve güvenilir bilimsel bilgiye ulaşmak için izlenmesi gereken yolu ifade etmektedir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgiye hangi kuramsal bakış açısı ile ulaşılacağını, doğal ve toplumsal olgu ve olayların nasıl ele alınacağını ve elde edilen verilerin nasıl çözümleneceğini ve yorumlanacağını belirleyen bilimsel kurallar bütünü yöntem olarak tanımlanmaktadır.

YORUMLAYICI SOSYAL BİLİM YAKLAŞIMI
Yorumlayıcı sosyal bilim yaklaşımına göre toplumsal gerçeklik gündelik yaşamda toplum üyelerinin etkileşimi sürecinde ortaya çıkar. Bu nedenle toplumsal uzlaşma ve yorumlama süreçleriyle yeniden yeniden sorgulanan toplumsal gerçeklik sabit ve değişmez nitelikte de değildir. Yorumlayıcı araştırmacıların amacı toplumsal gelişme yasalarını keşfetmek değildir. İnsanların kendi toplumsal gerçekliklerini nasıl anlamlandırdıklarını araştırırlar. Bu yaklaşımı benimseyen araştırmacılar katılımlı gözlem ve alan araştırması gibi araştırma tekniklerini kullanarak, çok defa bireylerle uzun süreli ve derinlemesine görüşmeler yaparak, elde ettikleri niteliksel (sayılarla ifade edil(e)meyen) verileri yorumlayarak anlamaya çalışırlar.

WEBER’İN ANLAYIŞ SOSYOLOJİSİ YAKLAŞIMI
Weber’e göre toplumsal yaşamda insan eylemleri, anlamlı toplumsal eylemler olarak ortaya çıkarlar. Bu nedenle Weber, sosyal bilimlerin anlamacı bilimler olmaları gerektiğini düşünür. Bu bilim anlayışına paralel olarak da Weber, Comte ve Durkheim’ın aksine sosyolojiyi anlamacı bir bilim olarak kurmak ister. Sosyolojinin çalışma konusunu da toplumsal eylem olarak belirler. Bireylerin içgüdüsel nitelik taşımayan anlamlı bütün eylemleri toplumsal eylemdir. Diğer bir ifadeyle toplumsal eylem aktör tarafından öznel bir anlam yüklenmiş ve başka insanlara yöneltilmiş olan eylemdir. Sosyolojinin amacını da anlamlı toplumsal eylemleri yorumlayarak anlamaya çalışan bir bilim olarak açıklar. Bu nedenle Weber sosyolojisi anlayış sosyoloji olarak adlandırılır.

Weber anlama yöntemini genel olarak kültür bilimlerinin temel yöntemi olarak görmekle birlikte genelleştirici bir bilim olarak kurmaya çalıştığı sosyolojide anlama yönteminin nedensel açıklamayı da kapsaması gerektiğini savunur. Örneğin, insanların eylemlerine; hiddet, heyecan, korku, öfke, sevgi kin gibi duygular; el öpme, selamlaşma gibi gelenekler; kâr elde etme amacıyla para kazanma gibi akılcı bir amaç, iyilik, doğruluk, dürüstlük gibi değerler yön verebilir. Herhangi bir insan eylemini yönlendiren, motive eden nedenleri bilebildiğimiz sürece bize o değerler anlamlı görünebilir. Anlaşılmaya elverişli eylemlerin yanı sıra, anlaşılmaya elverişli olmayan eylemlerde vardır. Bir eylemin anlaşılmaya elverişli olması için ortada bir anlam bağlamının olması gerekir. Toplumsal eylemi açıklamadan (mantıksal ilişkileri kurmadan) önce bireyin eylemine yüklediği niyeti anlamak gerekmektedir. Yani Weber’in anlamacı yöntemi nedensel açıdan geçerli bir yorumlamayı içermektedir.

ELEŞTİREL SOSYAL BİLİM YAKLAŞIMI
Eleştirel yaklaşıma göre toplumsal gerçekliğin bünyesinde barındırdığı çatışma ve değişme her zaman gözlemlenebilir nitelikte ve açık değildir. Buna göre toplumsal dünya ile ilişkili gerçek ve doğru bilginin üstü yanılgılar, mitler ve çarpıtmalarla örtülmüştür. Bu nedenle de insanların doğru ve nesnel bilgiye ulaşmaları kolay değildir. Ayrıca bu yanılsamalar toplumsal yaşamda çok defa egemen olan kesimler tarafından diğer grupların kontrol edilmesinde kullanılmaktadır. Bu nedenle görünenin ardında yatan doğru bilgiye ulaşmak için eleştirel bir sorgulama sürecine; yani eleştirel bilime ihtiyaç vardır. Böylece eleştirel bilim sayesinde araştırmacı, araştırma sürecinde eleştirel sorular sorarak görünenin ardındaki dinamikleri açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Örneğin bu yaklaşıma göre araştırmacı, çoğu toplumda kadınların iş kadınından ziyade ev kadını olmalarını, erkeklerin ise iş adamı veya ücretli çalışan olmalarını yalnızca dışarıdan görünen basit şekliyle işlevsel bir işbölümü olarak görmemelidir. Bunun yerine araştırmacı; “kadın ile erkek arasındaki bu işbölümü eşit mi, değil ise neden eşit değil, eşit olmayan bu işbölümünün ardında görünmeyen ne tür dinamik yapılar mevcuttur” gibi eleştirel sorular sorarak doğru ve nesnel bilgiye ulaşmalıdır. Bu noktada da bilimin temel amacını, ezilenlere ve sömürüye tabi olanlara görünenin ardında yatan gerçekliği göstererek onları güçlendirmeye ve dünyayı değiştirmelerine yardımcı olmaya çalışmak olarak görür.

Diğer yaklaşımlar olarak aşağıdaki yöntemler sayılabilir.
Karl Marx’ın Yöntemi
Feminist Sosyal Bilim Yaklaşımı
Postmodern Sosyal Bilim Yaklaşımı

ARAŞTIRMA TEKNİKLERİ
Araştırmalarda toplumsal olgu ve olayları açıklamak için olgu ve olaylar parçalarına ayrılır, bu parçalardan elde edilen bilgi bütüne genellenir (Bu bilgi tümevarım yöntemiyle elde edilebilir, ya da araştırmacının birikimine dayanarak ya da sezgisine dayanarak elde edilir ve buna dayanarak hipotez kurulur). Önce değişkenler arasında belirli ilişkilerin olduğuna dair hipotezler kurulur ve gerçeğe, bu hipotezlerin sınanması yoluyla ulaşılmaya çalışılır. Bu amaçla araştırmada önce araştırma hipotezleri kurulur. Teorilerin sınanması için teorik önermelerin sınanabilir hipotezler halinde ifade edilmesi gerekir. Hipotezlerin kurulabilmesi için önce toplumsal olguları ifade eden kavramlar kesin olarak birbirinden ayrılabilir ve ölçülebilir nitelikte olan değişkenlere indirgenir; araştırmacı araştırma konusunu oluşturan toplumsal olguyu ölçülebilir olan ve diğer benzer durumlar için de geçerli olduğunu düşündüğü genel kategorilere böler. Daha sonra bu değişkenler arasındaki muhtemel ilişkilere dair hipotezler kurulur ve istatistiksel yollarla bu ilişkilerin varlığı, yönü ve şiddeti ölçülerek bu hipotezler sınanır. Diğer bir deyişle hipotezler tümdengelim ilkesine göre sınanırlar. Diğer bir deyişle nicel araştırmalar gözlemlenebilir verilerle sınanabilecek, doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlanabilecek bir hipotez kurmakla başlar. Araştırma hipotezlerinin sınanması, doğrulanması ya da çürütülmesi yoluyla teori de sınanmış olur.

Araştırma teknikleri, araştırma konusunu oluşturan olguya dair veri toplamak için kullanılan araçlardır.

DENEY
Değişkenler arasındaki ilişkilerin önceden belirlenen hipotezlerin sınanması amacıyla kontrollü bir ortamda incelenmesine deney adı verilir. Deney, denek belirli bir bağımsız değişkene tabi tutulduğunda belirli bir olgunun ortaya çıktığını ve denek bu bağımsız değişkene tabi tutulmadığı takdirde bu olgunun ortaya çıkmadığını göstermelidir. Böylece neden sonuç ilişkisi ortaya konmuş olur. Deneyin en güçlü yönü, neden sonuç ilişkilerinin varlığını ve yönünü ortaya çıkarması ve dış etkileri kontrol atında tutmasıdır. Deneyin zayıf yönü ise ilk olarak dış koşullar kontrol altında tutulduğu için sonuçların genellenmesi oldukça zordur. Ayrıca deney koşulları nedeniyle denekler doğal davranmayabilirler. Bir deneyde yer aldığını bilmek ya da izlendiğinin farkında olmak deneklerin normalde gösterecekleri davranışlardan daha farklı davranışlar göstermelerine neden olabilir. Ayrıca insanların düşünce ve davranışlarını etkileyen sosyal kurumların laboratuvar ortamında yeniden yaratılması mümkün değildir, bu da sosyal bilimlerde deney tekniğinin zayıflıklarından biridir.

GÖZLEM
Genel olarak gözlem, gündelik hayata meydana gelen toplumsal eylemlerin doğrudan izlenmesi olarak tanımlanabilir.
1. Doğal gözlem: olayları oluş sırasında onlara müdahale etmeksizin oldukları gibi gözlemektir. Doğal gözlem, değişkenleri denetim altında bulundurma olanağından yoksundur. Doğal gözlem, katılımlı ve katılımsız gözlem olarak ikiye ayrılır. Katılımlı gözlem, araştırıcının gözlemci kimliğini saklayabildiği veya kendisini gözlemde bulunduğu grubun bir üyesi olarak kabul ettirebildiği durumlarda söz konusudur. Katılımsız gözlem: Olay veya grubun içine girmekten kaçınarak durumu dıştan izlemeye çalışan araştırmacı, böylece bir ölçüde gözlemlerine nesnellik, genişlik ve genellik kazandırma olanağını bulur.
2. Sistematik gözlem ya da “denetimli gözlem” olarak da adlandırılan yapılandırılmış gözlem, araştırmacının belirlenmiş bir takım kural ve prosedürler çerçevesinde katılımcılarla etkileşime girmeden veri topladığı gözlem tekniğidir.  Bu gözlem tekniğinin yapılandırılmış olarak adlandırılmasının nedeni, gözlem sırasında bir gözlem çizelgesinin kullanılmasıdır. Gözlem çizelgesinde neyin gözlemleneceği, gözlemde nelere dikkat edilmesi gerektiği ve gözlemin nasıl kaydedilmesi gerektiği açık bir şekilde belirtilmiştir.

ANKET
Sosyal bilimlerde en sıklıkla kullanılan veri toplama tekniklerinden biri olan anket, kısa sürede geniş bir örneklemden yüzeysel veriler elde etmek için kullanılan, önceden hazırlanmış soruların katılımcılara postayla ya da internet üzerinden gönderilmesi veya telefonla ya da yüzyüze sorulmasını içeren bir veri toplama tekniğidir. Doğru bir anket hazırlayabilmek için, konunun, amacın, evren ve örneklemin tam olarak bilinmesi, anketi cevaplayan kişilerin eğitimi, sosyal, ekonomik ve politik durumlarının iyice kavranması gerekir. Anket şekil bakımından açık uçlu (doldurmalı) ve kapalı uçlu (çoktan seçmeli) olmak üzere iki şekilde hazırlanabilir.

GÖRÜŞME
Araştırmacının, bilgi almak ve verileri toplamak istediği kişilere sorular sorup cevaplar alması ve bunları görüşme formu üzerine işaretlemesi veya yazmasıdır.
Görüşmeleri Tam özgür görüşmeler, Sınırlı görüşmeler, Derin görüşmeler olmak üzere üçe ayırmak mümkündür.
Tam özgür görüşmelerde görüşülen kişi, konu ve zaman bakımından sınırlandırılmaz.
Derinliğine görüşmeler: Burada görüşülen kişiler, zamanla değil konu ile sınırlandırılmaktadır. Bir başka söyleyişle kişiler araştırılacak konularda istedikleri ölçüde konuşup bilgi verebilmektedirler.
Sınırlı görüşmeler: Çok sayıda kişilere en az bir saat sürebilen derinlemesine görüşmeler yapmaya olanak bulunmadığından hem zamanla hem de konu ile sınırlandırılmış olan görüşmelere başvurmak zorunlu olur.

ÖRNEK OLAY İNCELEMESİ (VAKA ÇALIŞMASI)
Vaka çalışması olarak da adlandırılan örnek olay incelemesi, bir sosyal olgunun kendi bağlamı içinde, çeşitli veri toplama teknikleriyle bilgi toplanarak ampirik olarak incelenmesidir. Örnek olay incelemeleri bir veya birkaç olay ile sınırlı olan, bu olay veya olaylardan geniş çaplı ve derinlemesine bilgi toplayan çalışmalardır. Bir örnek olay incelemesinde örnek olay bir kişi olabileceği gibi bir kurum, bir olay veya bir bölge de olabilir.

YAŞAM ÖYKÜSÜ GÖRÜŞMESİ
Yaşam öyküsü görüşmeleri, “katılımcının yaşadığı hayatı, bu hayattan hatırında kalanları, hayatı hakkında diğer insanların bilmesini istediği şeyleri, bir görüşme esnasında ve mümkün olduğunca bütünüyle ve dürüst bir şekilde anlatması” şeklinde tanımlanmaktadır. Yaşam öyküsü görüşmelerinde araştırmacı, görüşmeciye mümkün olduğunca az müdahale ederek yaşam öyküsünü yaşayanın kendi tercih ettiği sıralamada ve kendi tercih ettiği sözlerle anlatmasını sağlamaya çalışır.

SÖZLÜ TARİH GÖRÜŞMESİ
Sözlü tarih görüşmesi, görüşmenin yapılma biçimi açısından yaşam öyküsü görüşmelerine benzer ancak yaşam öyküsü görüşmesinde görüşme yaşamın tamamını, görüşmenin yapıldığı güne kadar bütününü kapsarken sözlü tarih görüşmelerinde görüşmeye konu olan kısım yaşamın tamamını kapsamaz, araştırma konusunu oluşturan olgunun tarihsel sınırları içinde kalır. Sözlü tarih görüşmelerinde araştırmacı, olguların ve gerçeklerin görüşülen kişi tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalışır, bireysel yaşamlar ile daha geniş düzeydeki toplumsal olgu ve olaylar arasındaki ilişkiyi keşfetmeyi amaçlar.

SOSYOMETRİ
 Sosyometri, küçük gruplarda, bireyler arasındaki yaklaş­ma (çekim) ve uzaklaşma (itim) modellerini açıklamayı sağlayan bir araştırma tekniğidir. Üzerinde araştırma yapılan grup küçük olmalı ve bireyler birbirini ta­nımalıdır. Okuldaki bir sınıfta, yurtta, bir iş yerinde ya da küçük bir köyde sos­yometri tekniği uygulanabilir. Sosyometride amaç, grup içi dayanışmayı tespit edip geçimsizlik ve uyumsuzlukları azaltmaktır. Sosyometri aracılığıyla bireyler arası ilişkilerin de­recesini, kimin lider özellikleri taşıdığını, hangi bireylerin birbirleriyle daha çok iletişimi olduğunu öğrenebilmek mümkündür. Grubun her üyesine, bazı günlük faaliyetleri kiminle yapmak istediğini belirtmesini içeren sorular sorulur.

İSTATİSTİK
Sosyolog, diğer tekniklerle toplanılan verilen ne anlama geldiğini ve bunlardan nasıl geçerli sonuçlar çıkartılabileceğini bilmek için istatistiksel tekniklerden yararlanmak zorundadır.İstatistik, ölçülebilen olayla­rın sayısal olarak ifade edilmesidir. Elde edilen verilerin çözümlenip yorumlan­masıdır. Değişkenler arasında bağlar kurmaya ve bilgileri grafik ya da tablolar­la göstermeye yarar.

KARŞILAŞTIRMALI YÖNTEM
Toplumsal bilimlerde doğal bilimlerdeki gibi deney yapmak çok güç ve sınırlı olduğundan, bu eksikliği gidermek bakımından toplumsal bilimlerde karşılaştırmalı yönteme başvurulmaktadır. Bu yöntemde, aynı olayın zaman içinde ve farklı yerlerdeki durumunun karşılaştırılarak incelenmesidir. Örneğin aile kurumunun 17. yüzyıldaki durumu ile günümüzdeki durumunu karşılaştırarak incelemek aradaki farklılık ve değişmeleri açıklamaktır. Farklı toplumlardaki köylerin birbirleriyle karşılaştırılmasının yapılması buna örnek olarak gösterilebilir.


HUKUK SOSYOLOJİSİNDE ÖNCÜ ÇALIŞMALAR VE KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR



ÖNCÜ ÇALIŞMALAR

A.    İBN-İ HALDUN (1332-1406)
BİRİNCİ DÖNEM HUKUK FELSEFESİ DERS NOTLARINA BAKINIZ
                   
B.     CHARLES-LOUİS DE SECONDAT BARON DE MONTESQUIEU (1689-1755)

Charles-Louis de Secondat Baron de Montesquieu XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağının en ilgi çeken düşünürlerinden birisidir.

Tarih, siyaset teorisi, siyaset bilimi ve eleştiri gibi alanlarda çalışmalar yapmış olan Montesquieu, Aydınlanma döneminin ilk ve en büyük sosyoloğu sayılmıştır (Swingewood, 1998: 28). Montesquieu, bilimsel yaklaşımını “Kanunların Ruhu” adlı ünlü eserine yazdığı “Önsöz”de şöyle ortaya koyar: İlkeler ortaya koydum; bütün milletlerin tarihlerinin bu ilkelerin sonuçlarından başka bir şey olmadığını, her özel kanunun başka bir kanuna bağlı olduğunu ya da daha genel bir kanuna uyduğunu gördüm. Eski çağı incelemem gerektiği zaman, gerçekten ayrı olan durumları birbirine benziyormuş gibi görmemek, benziyormuş gibi görünenler arasındaki farkları da kaçırmamak için sözü geçen çağın ruhunu kavramaya çalıştım. İlkelerimi önyargılarımdan değil, olayların mahiyetinden çıkardım (Montesquieu, 2004: 25).

Kendisinden önceki toplum teorilerinde gözlenenden daha zengin ve ayrıntılı bir tarihsel analiz tarzı ve sistematik yaklaşıma sahip olan Montesquieu, toplumun yasalarını, örf ve âdetlerini toplumsal yapıyla ilişkileri çerçevesinde ele alarak inceler (Swingewood, 1998: 28). “Önce kişileri inceledim; kanunlarla geleneklerin o sonsuz değişikliği içinde, onların yalnız kendi keyif ve isteklerine göre yönetilmediklerini anladım.” diyen Montesquieu, geniş anlamıyla kanunların, olayların mahiyetinden doğan zorunlu bağlar olduğunu ve bu açıdan bütün varlıkların kanunları olduğu gibi insanların da kanunları bulunduğunu belirtir (Montesquieu, 2004: 24-27). Montesquieu, karmaşık ve değişken bir görünüm arz eden toplum manzarasının gerisinde, aslında davranışlardan, kurumlardan ve yasalardan oluşmuş düzenli bir yapı bulunduğunu düşünür. Buna göre, toplumsal kurumlar ve süreçler, ampirik ve tarihsel analiz yoluyla keşfedilebilecek belirli maddi koşulların ürünüdür. Bütün toplumsal olgular birbirine bağlıdır. Her özgül yasa, başka bir yasayla bağlantılıdır (Swingewood, 1998: 29-30).

Althusser’e göre, “Kanunların Ruhu” adlı eserinde; “Bu yapıtın konusu, dünyada yaşayan tüm halkların yasaları, çeşitli itiyatları ve âdetleridir. İnsanların benimsediği kurumların tümünü kapsadığı için bunun devasa bir konu olduğu söylenebilir.” diyen Montesquieu, bu yaklaşımıyla siyaseti bilim haline getirmeye çalışan diğer düşünürlerden farklı bir yerde durur. Çünkü, o zamana kadar hiç kimse, dünyadaki tüm halkların alışkanlıklarının ve yasalarının tümünün inceleme konusu yapılabileceğini düşünmemiştir. Ondan önceki Hobbes, Spinoza ve Grotius gibi düşünürler, toplumun gerçek tarihinin teorisini yapacakları yerde, toplumun özününün teorisini yapmışlardır. Somut olguları bütünsel bir yaklaşımla ele almayan bu düşünürler, toplumun özü dedikleri şeyi inceleyecek ideal ve soyut bir model oluşturmuşlardır. Denebilir ki Descartes’in spekülatif fiziği, Newton’un deneysel fiziğinden nasıl ayrılıyorsa, onların bilimi de Montesquieu’nun biliminden aynı ölçüde ayrılıyordu (Althusser, 2005: 18-19). Böylece Montesquieu, toplumsal olgulara ve kurumlara yaklaşımda yeni bir anlayışın öncüsü olmuştur. “Toplumun özü nedir” veya “Toplumun kökeni nedir?” gibi soruları bir tarafa bırakarak; toplumsal olgulardaki ve kurumlardaki değişimi kavramaya çalışmış, soyut ve ideal bir toplumun değil, somut toplumların bilimini yapmaya çalışmıştır.

Montesquieu, toplumsal sorunları, Aydınlanma Çağı’nın spekülatif tutumundan sıyrılarak kurumsal, geleneksel ve çevresel şartlarla açıklamaya çalıştığı için, bazı yazarlar tarafından çağdaş siyaset biliminin kurucusu sayılmıştır. Montesquieu, bu yaklaşımıyla, hukuku doğal haklar, doğal hukuk ve toplum sözleşmesi teorilerine dayandıran Aydınlanma eğiliminden ayrılarak, yasaları ele alır ve yasaların ruhu üzerinde etkili çevresel faktörler üzerinde yoğunlaşır (Şenel, 1982: 448).

Montesquieu’nun kanunlar hakkındaki kuramında esas olarak üç kavram öne çıkar: Yasalar, gelenekler ve davranış tarzları. Ona göre kanunlar, vatandaşların davranışlarını; gelenekler ise insan davranışlarını düzenler. Gelenekler, daha çok kişinin iç yönelimiyle ilgiliyken davranış tarzları dış yönetimiyle ilgilidir. Gelenekler ve davranış tarzları, kanunların yerleştiremediği veya yerleştirmek istemediği alışkanlıklardır (Montesquieu, 2004: 287). Montesquieu’nun kuramında kanunlar, örgütlü yapılarda vücut bulan, insan eliyle yapılmış düzenlemeleri ifade eder. Devlet, kendisine siyasi ve hukuksal bağ ile bağlı vatandaşların davranışlarına kanunlarla yön verir. Toplumun kendiliğinden düzeninin bir ürünü olarak hayat bulan gelenekler ise daha çok insanın iç yönelimiyle ilgili içselleştirilmiş kurallardır.
Aron’a göre, yasalar ile gelenekler arasında yapılan ayrım, devlet tarafından verilmiş emirler ile toplum tarafından benimsetilmiş kurallar ayrımına karşılık gelir. Yasalar ile açıkça belirlenmiş ve devlet tarafından onaylanmış hükümlere gönderme yapılırken; gelenekler ile bir yasa tarafından zorunlu kılınmayan, yaptırıma bağlanmayan, ancak toplumun üyelerince benimsenmiş bulunan kurallar ifade edilir (Aron, 2006: 45).

Montesquieu’ya göre insanlar, bütün vatandaşlar arasındaki bağları düzenlemek için kanunlar meydana getirmişler ve bunlara “Medeni Hukuk” demişlerdir. Aynı şekilde, toplumlar arasındaki bağları düzenlemek için geliştirdikleri kanunların sonucunda ise “Devletler Hukuku” ortaya çıkmıştır. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki bağları düzenlemek amacıyla yaptıkları kanunlar ile de “Siyasi Hukuk”a hayat vermişlerdir (Montesquieu, 2004: 30-31).


C.                CESARE BECCARIA (1738-1794)
Beccaria’nın Avrupa hukuk ve ceza sisteminin geliştirilmesi için ortaya attığı görüşler, yaklaşık 250 yıl sonra da kriminolojinin ve hukuk sosyolojisinin önemli bir tartışma konusunu oluşturmaktadır. Klasik Kriminoloji Okulu’nun kurucusu sayılan Beccaria’nın ceza bilimi (penology) hakkındaki fikirleri, Aydınlanma Çağı olarak da nitelenen 18. yüzyılın baskın toplumsal ve felsefi düşüncesinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bir felsefe hareketi olarak “Aydınlanma” düşüncesinin temel özelliklerinin; aklın yüceltilmesi, hümanist ideallerin önemsenmesi, bilgiye, özgürlüğe ve mutluluğa ulaşmak için çabalama, gerçekliğe yapılan vurgu ve mevcut toplumsal düzenin eleştirisi olduğu söylenebilir. Hobbes (1588-1679), Locke (1631-1704), Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778) ve Rousseau (1712-1778) gibi düşünürlerin toplumu, insan doğasından hareketle bir toplumsal sözleşme teorisi temelinde kavrayan görüşleri, Beccaria’nın suçlar ve cezalar konusundaki görüş ve düşüncelerini büyük ölçüde şekillendirmiştir (Trevino, 2008: 14).

Aydınlanma filozoflarına göre, toplumun esas özelliği sözleşme temelli olmasıdır. Buna göre insanlar, kendi doğal güdülerinden ve mutluluklarından siyasal yapı ve onun yasaları lehine feragat etmeye başladıkları zaman, içinde bulundukları doğal toplum halinden sözleşmeye dayalı toplum yapısına geçmiş olurlar. Devlet ile pazarlık yapılan bu süreçte bireyler, bir yandan topluma zarar verebilecek belli eylemleri veya davranışları yapmaktan çekinme yükümlüğü altına girerken; diğer yandan herkese yararlı olan bazı konularda devlet korumasına kavuşma hakkını elde ederler. Böylece mutlu olma, mutluluğa erişme özgürlüğü gibi bazı ilgi ya da çıkarlarından devlet lehine vazgeçerek, karşılığında barış ve güvenlik gibi bazı önemli ihtiyaçlarını devlet eliyle karşılama hakkına kavuşurlar. Toplumsal sözleşme teorisinin temelinde yer alan felsefî bir akım olarak yararcılık (utilitarianism), bütün toplumsal, ekonomik, siyasal ve hukuksal eylemlerin en fazla sayıda insanın en çok mutluluğunu sağlayacak şekilde yönlendirilmesi gerektiğini ileri sürer. Buna göre, toplumsal sözleşme kurallarının yasa hükümleri halinde somutlaşması gerekir. Toplu yaşam halinde, hiç kuşkusuz sözleşme kurallarını ihlal eden bireyler çıkacaktır. Gerek kuralları ihlal edenleri korkutmak, gerek gelecekte ihlal edebilecekleri caydırmak veya önlemek bakımından cezalar olmalıdır. Devlet, hukuka itaat eden çoğunluğu, azınlık konumunda bulunan suçlulardan koruyabilmenin bir yolu olarak cezalara dayanmak zorundadır (Trevino, 2008: 14).

Toplumsal sözleşmeyi toplumun temel karakteristiği olarak gören Aydınlanma filozoflarının insan doğası hakkındaki yaklaşımlarının hedonizm, özgür irade ve akılcılık olarak sıralanan üç temel öğe üzerine inşa edildiği söylenebilir. İnsanlar acı, elem veya ıstıraptan kaçınarak hazzı esas alan bir yaşam tarzına sahiptirler. İnsanlar, kendi hal ve hareketlerinin gidişi konusunda özgür irade sahibidirler. İnsanlar kendi davranışlarının iyi ve kötü yanlarını tartabilecek, sonuçlarını mantıksal ve sistematik olarak düşünebilecek akılcı ya da rasyonel varlıklardır. İnsan doğasına ilişkin bu üç temel unsurdan hareketle Beccaria şöyle bir sonuca ulaşır: Bireyler, minimum düzeyde acı çekme pahasına maksimum ölçüde hazza ulaşabilmek yönündeki iradi rasyonel tercihlerinden dolayı toplumsal sözleşmeyi ihlal ederler. Bireyler, toplumun huzur ve mutluluğuna tehdit oluşturmasına rağmen hukuk kurallarını ihlal etmekten kişisel olarak memnuniyet de duyabilirler. İşte Beccaria, bu düşünceleri aklında tutarak, yararcılık öğretisine ya da doktrinine dayalı adil ve rasyonel bir hukuk sistemi tesis etmeye çalışmıştır (Trevino, 2008: 15).

Beccaria, “Suçlar ve Cezalar Hakkında” isimli ünlü çalışmasında öncelikle ceza adalet sisteminde reform yapmaya duyulan büyük ihtiyacı dile getirir. Kendi yaşadığı zamandaki yargı sürecinin işleyişinin ve cezai uygulamaların oldukça irrasyonel ve adaletsiz olduğunu düşünen Beccaria, bunların değiştirilmesi gerektiğini ileri sürer. Kendi yaklaşımını toplumsal sözleşme teorisi ve yararcılık doktrini temelinde inşa eden Beccaria, cezanın sadece toplumsal sözleşmeyi savunmak, toplumsal sözleşmeye herkesin bağlılığını sağlamak için haklılaştırılabileceğini ileri sürer. Ancak, başvurulacak cezanın ve tercih edilecek cezalandırma yönteminin en büyük kamusal iyiliğe, yani en fazla sayıda insanın en çok mutluluğuna hizmet edecek şekilde seçilmesi gerektiğini ileri sürer. Böylesi görüşleriyle Beccaria, intikamcı, ödetici veya sadece cezalandırıcı bir anlayışı değil; cezayı daha iyi ve mutlu bir toplum yaratmaya yönelik caydırıcı ve ıslah edici bir araç olarak kullanmak isteyen yaklaşımı temsil eder.

Beccaria’nın yukarıda zikredilen düşüncelerinin oluştuğu ve ifade edildiği 18. yüzyıl, yoğun toplumsal değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Endüstrileşme, orta sınıflaşma, kentleşme ve dünyayı sömürgeleştirme gibi süreçler, beraberinde yeni fikirler getirerek hükümetlerin sorumluluğuna ilişkin görüşlerde de önemli değişikliklere yol açmıştır. Bu dönemdeki mahkemelerin uygulamalarının barbar veya vahşice olduğu sıkça dile getiriliyordu. Bireylere yönelik ithamlar, suçlamalar gizlilik içinde yapılıyordu. İşkence ve benzeri kötü uygulamalara daha ziyade fakir kimseler maruz kalıyordu. İşte Beccaria, böyle bir toplumsal ve düşünsel ortamda, sonradan bir araya getirilip kitaplaştırılan “Suçlar ve Cezalar” hakkındaki risalelerini yayımlıyordu. Bu risalelerinde, şüphelilerin sorguya çekilmesinden, yasaların yapılmasına ve hükümlülerin cezalandırılmasına kadar ceza adalet sisteminin birçok yanını ele alıp inceliyordu. Bu çerçevede muğlak ya da belirsiz yasaların yozlaştığını ileri sürüyor, sanıklara savunmalarını hazırlama zaman ve imkânı tanınması gerektiğini, idam cezasının savunulamaz bir işlem olduğunu belirtiyordu. Beccaria’ya göre, cezalandırmanın suçluya yapacağı kötülük, suçun suçluya sağlayabileceği yarardan sadece biraz büyük olmalıdır. Çünkü rasyonel bir varlık olarak insan, en az acı veren yolu tercih edecektir ve böylece caydırma prensibi başat hale gelecektir (McShane ve Williams, 2007). Bunun için de yasalar açık, anlaşılır ve basit olmalı, insanlar başkaca şeylerden değil, sadece yasalardan korkmalıdır.

D.                HENRY JAMES SUMNER MAINE (1822-1888)
Karşılaştırmalı hukuk ve hukuk tarihi alanlarında çalışan Maine, Hindistan’da yaşamış olduğu tecrübenin de etkisiyle Doğu ve Batı dünyasının fikirlerini karşılaştırdı ve toplumların gelişim sürecinde bazı ortak noktalar bulunduğunu gördü. Hukukun erken gelişmesine ilişkin en önemli çalışması olan 1861 tarihli “Ancient Law” (Antik Hukuk) adlı eserinde, bazı genel hukuk prensiplerini bulmak üzere ilkel toplumların hukuk sistemlerini, antik Roma, Avrupa ülkeleri ve Hindistan hukuk sistemlerini karşılaştırdı.

Maine’ın karşılaştırmalı hukuk çalışmasının amacı farklı toplumlarda hukukun hangi aşamalardan geçtiğini tespit etmek ve toplumsal gelişme yasalarına erişmekti.  Bu çerçevede o, yer, zaman, ırk itibariyle birbirinden tamamen farklı toplumlarda gelişme seviyeleri aynı olduğu takdirde aynı hukuki kurumlara rastlamaktaydı. Böylece, bu benzerliklerden, hukukun bütün toplumlarda aynı yönde gelişme yolunu izlediğini sonucuna varmıştı. Hukuku mistik kavramlardan kurtararak sosyolojik araştırmalara yaklaştırması nedeniyle Maine hukuk sosyolojisinin öncülerinden kabul edilir[1].

Ona göre, tarihsel süreçte toplum ve hukuk “statü”den “sözleşme”ye doğru gelişti. Antik zamanlarda bireyler, geleneksel toplumsal kastlara mensup olup içinde bulundukları statüleriyle bağlıydı. Modern dünyada ise bireyler, birer bağımsız varlık olarak görülmeye başlandı. Kendi iradeleriyle başkalarıyla sözleşme yapma serbestisine sahip oldular. Maine’nın hukuk hakkındaki görüşleri, çoğu bugün gözden düşmüş olsa bile, hukuk sistemlerinin zamanla nasıl değiştiğini ve geliştiğini anlamaya büyük katkıda bulundu. Onun hukuksal işlemlerde içerilen toplumsal faktörler üzerindeki vurgusu, hukuk sosyolojisi alanında daha sonraları yapılan çalışmalar için bir temel oluşturdu (New World Encylopedia).

Maine, kendi yaşadığı dönemde hukukun değişmezliğine vurgu yapan, hukukun sadece rasyonel akıl yürütmeyle keşfedilebileceğini ileri süren ve keşfedilen bu hukukun bütün zamanlar ve toplumlar için geçerli olduğunu savunan spekülatif felsefi eğilimlere karşı çıkan yaklaşımıyla “Tarihsel Hukuk Okulu”nun temsil edici isimlerinden biri oldu. Tarihsel Okul, hukuku, tarihsel süreçte herhangi bir insan topluluğunun yaşamında mevcut bulanan toplumsal alışkanlıkların yayılıp gelişmesi olarak görür. Buna göre hukuk, rasyonel akıl yürütmeye dayalı tümdengelim yoluyla bulunan bir şey değildir. Hukuk, insan eliyle bilinçli bir şekilde planlanan bir tasarımın sonucu olmayıp toplumsal hayatta bulunanın keşfiyle ortaya konan bir olgudur. Hukuk, birey olarak yargıcın ve yasa koyucu olarak parlamenterlerin ötesinde aranıp bulunması gereken bir gerçekliktir. Gözden kaçırılmamalıdır ki yargıçlar ve parlamenterler de kendi çağlarının çocuklarıdırlar. Yani, onlar da içinde bulundukları toplumsal çevre faktörlerinden etkilenirler, toplumdaki mevcut bakış açılarından ve kavrayışlardan muaf değildirler (Albersworth, 1922: 393).

Toplumun statüden sözleşmeye doğru geçiş sürecinde, daha çok aile ilişkilerinden kaynaklanan statülere bağlı hak ve yükümlülük anlayışına dayalı bir hukuktan bireysel haklar ve görevler temelinde şekillenen ve sözleşme serbestisi çerçevesinde hayat bulan bir hukuka doğru gidiş söz konusudur. Sözleşme temelli hukuk, bireysel iradeler ve müzakereler temelinde gelişen bir hukuku ifade ediyordu. Maine’a göre, giderek evrimleşip gelişen toplumların temelinde patriyarkal aile birimleri halindeki örgütlenme yer alıyordu. Modern öncesi zamanlarda toplum, bireylerin bir toplamı ya da bütünü olmaktan ziyade ailelerin bir kümelenmesi veya toplanması olarak görülürdü. Antik Roma’da en yaşlı erkek ebeveyn ve ailenin reisi, yani pater-familias, aile fertleri üzerinde mutlak reislik hâkimiyetine sahipti. Bu çerçevede evlilik ve boşanma şartlarını belirlemekten, karısını, çocuklarını ve kölelerini tanımaya, satmaya ve öldürmeye kadar istediği her şeyi, aile fertlerine karşı yapabilme kudretine sahipti (Trevino, 2008: 21). Bu dönemde hukuk da ataerkil bir nitelikteydi. Temel hukuksal birim, aile reisi tarafından yönetilen aileydi. Kişilerin hakları ve yükümlülükleri, büyük ölçüde bir kimsenin doğumuyla birlikte sabitlenmiş bulunan statüsü tarafından belirlenirdi. Bir Hindu kastında doğan en büyük erkek evlat, kız çocuklarından veya bir başka kastın üyesinden farklı haklara ve yükümlülüklere sahip olarak yetiştirilirdi. Böylece doğuştan edinilen sabit ve katı pozisyon ya da statü, hayatın birçok yönünü belirlerdi. Oysa modern hukuk, özgür bireylerin hukukudur. İnsanlar, pazarlık ve anlaşma yoluyla gönüllü bir şekilde hukuksal ilişkilere girebilirler, çıkabilirler ve bu ilişkilerini değiştirebilirler. Giderek ilerleyen ya da gelişen toplumların hareketi veya akışı, aile bağlarının giderek çözülmesi, bireysel hakların ve yükümlülüklerin serpilip gelişmesi yönündedir. Bu süreçte birey, istikrarlı bir şekilde ailenin yerini alır (Friedman, 1977: 43).

E. HERBERT SPENCER (1820 - 1903)
Spencer ilk çalışmalarından itibaren liberaldir, sonraki çalışmalarında kısmen muhafazakarlaşmış olsa da yaşamı boyunca çalışmalarında liberal öğeler yer almıştır. Spencer, liberalizmin bırakınız yapsınlar anlayışını benimsemiş, insanların birbirlerinin haklarına gönüllü olarak saygı göstermeleri sonucunda otomatik olarak doğal bir toplumsal denge oluştuğunu ve devletin bu dengeye, diğer bir deyişle insanlar arasındaki ilişkilere müdahale etmemesi gerektiğini ileri sürmüştür. Başka bir deyişle Comte, toplumsal reformlarla ilgilenirken Spencer, toplumsal yaşamın dış müdahalelerden bağımsız bir şekilde evrimleşmesi gerektiğini savunmuştur (Ritzer, 2008:36). Spencer, tüm insanlığın evrimini açıklamaya çalışmıştır, bu açıdan toplum, evrensel bir yasanın özel bir kısmını oluşturmaktadır. O’na göre toplumsal düzen, doğal yasayla uyum içinde olmalıdır, aksi takdirde sosyoloji bir bilim olarak kabul edilemez.

Spencer’e göre bütün toplumlar önce farklılaşmamış bir birlik durumundadırlar, evrim sürecinde büyür, gelişir, farklılaşır ve karmaşıklaşırlar. Spencer, doğadaki denge gibi toplumda da toplumsal bütünün çeşitli parçaları arasında bir denge olduğunu, bu dengenin bozulması halinde yeni bir ahlaki uzlaşma yaşandığını ve yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıktığını, böylece farklılaşan toplumsal parçalarla yeni ilişkilerin kurulduğunu belirtir (Slattery, 1991:283). Bu toplumsal evrim süreci içinde insan toplumları, henüz yapısal olarak farklılaşmamış olan, merkezileşmiş bir devletin ve statüye dayalı katı bir hiyerarşik yapının hakim olduğu savaşçı (militan) toplumlardan, yapısal olarak farklılaşmış ve karmaşıklaşmış olan, merkezsiz ve bireyci nitelikteki endüstri toplumuna doğru doğal olarak evrimleşmiştir (Swingewood, 1998:77). Böylece Spencer, doğadaki türler gibi toplumların da kabilevi topluluklardan karmaşık endüstri toplumlarına doğru evrildiğini ileri sürer. Başka bir deyişle evrim sürecinde toplumların yapısı ve işlevleri zamanla değişir. İnsan toplumları basit homojen toplumlardan karmaşık heterojen toplumlar olacak şekilde doğal olarak evrimleşirler. Spencer’ın “doğal olarak evrimleşme” ile kastettiği, bu evrim sürecinde bireysel niyetlerin ya da güdülerin etkili olmamasıdır.

Spencer bu kuramını daha çok kendi dalı olan toplumun gelişimini açıklarken kullanmıştır. Toplum içindeki gelişim sürecinde de çatışma durumunun rolü büyüktür. Toplumların homojenlikten heterojenliğe doğru geçtiği uygarlaşma safhasında çatışma baş gösterir. Çatışmanın toplum içindeki bireyleri işbirliği yapmalarına yönlendirdiğini ve dayanışmayı kuvvetlendirdiğini savunur. İşbirliği ve dayanışma ise gelişim sürecini hızlandırır. Bu çatışma ortamında da en uygun olan hayatta kalarak maddi ve manevi konumunu koruyabilir[2].

NOT: Spencer’a göre insan toplumları savaşçı kabileler halindeyken büyümüş, farklılaşmış, günümüzün karmaşık modern toplumlarına doğru evrilmiştir. Toplumsal evrimin farklı aşamalarındaki bu iki toplumun özelliklerini özetlemek gerekirse, savaşçı (askeri/militan) toplum merkezileşmiş bir devlete ve statüye dayalı katı bir hiyerarşik yapıya sahip savaşçı, güce dayanan bir toplumdur. Bu toplumda yapısal farklılaşma henüz gerçekleşmemiştir, bütünleşmiş bir toplumdur. Bu toplumlar savaş etrafında yapılanır; ancak endüstri toplumuna geçişle birlikte savaş işlevini kaybeder. Endüstri toplumu ise, yapısal açıdan farklılaşmış ve karmaşıklaşmış, bireyselleşmiş, merkezsizleşmiş bir toplumdur. Bu toplumda toplumsal uyumu ve düzeni sağlayacak olan şey, bireylerin gönüllü olarak girdikleri ilişkiler, işbirliği ve güçlü ahlaktır (Slattery, 1991:283; Keat ve Urry, 1994:96).

Doğal seleksiyon fikrini benimseyen Spencer’e göre doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olanlar hayatta kalmalı, zayıf olanlar elenmelidir. Bu çerçevede Spencer’e göre devletin eğitim ve sağlık hizmetlerini ücretsiz olarak sunması ya da parasız devlet kütüphaneleri kurması gibi etkinlikleri, toplumun en zayıf olan üyelerinin yapay bir şekilde korunmasıdır. Bu da, yapay olarak korunmadıkları takdirde elenecek olan bu üyelerin hayatta kalarak toplumun ahlaki ve entelektüel standartlarını düşürmesi anlamına gelir (Slattery, 1991:284). Spencer’a göre toplumda hayatta kalmak için yeterince güçlü olmayanlara devlet desteğiyle bakılması bu grupların nüfusunu artırarak gelecek kuşakların mükemmelliğe ulaşmasını engelleyecektir. Bu nedenle nasıl doğa zayıf olanlardan kurtulmaya çalışıyorsa, toplum da zayıfları elemeli, onlardan kurtulmalıdır. Zaten Spencer’a göre “eğer bu kişiler yaşamlarını sürdürebilecek kadar yeterli değillerse öleceklerdir ve en iyi de ölmeleri olacaktır” (Spencer, 1864:415’ten aktaran Hergenhahn, 2005:272).

Spencer, uygarlık ilerledikçe çatışmanın giderek sahneden çekileceğini ve insanlar arasında özgür bir yaşama ve doğal seleksiyon sonucu seçilmiş olanların gönüllü işbirliğine dayanan sanayi toplumunu yaratacağını düşünmektedir. Bu sonuca ulaşabilmek için yasa koyucuların olabildiğince az kanun yapmalarını, ekonomi ve düşünsel alana müdahale etmemeleri ve kendi doğal akışına bırakmaları gerektiğini belirtir. Böylece toplumların doğal akışına bırakılarak doğal gelişme yasaları çerçevesinde ilerlemelerinin önünde engel olunmamalıdır. Toplumların gelişimine bakıldığında hukuk alanında statüden sözleşmeye doğru bir gidişat tespitinde bulunur[3]. Hukukun toplum hayatının zorunlu kıldığı kurallar olduğunu kabul eder.

Doğal evrim sürecinde olduğu gibi toplumsal evrim sürecinde de çevresine uyum sağlayamayanların eleneceği düşüncesi şeklinde özetlenebilecek olan bu düşünce genel olarak Sosyal Darwinizm olarak adlandırılmış, Spencer Sosyal Darwinizm teorisinin kurucusu kabul edilmiştir (Swingewood, 1998:79). Spencer’ın doğal ayıklanma konusundaki görüşleri ve Sosyal Darwinizm teorisi ırkçı görüş ve politikalar tarafından benimsenmiş, çeşitli ırk ve/veya ulusların diğerlerinden daha üstün olduğu görüşünü veya yoksul, hasta, suçlu ya da özürlü olanları dışlamaya yönelik politikaları desteklemek için kullanılmış, ancak ırksal ayrımcılık etrafında örgütlenen toplumların tarihsel olarak çökmesiyle birlikte Sosyal Darwinizm teorisi de gücünü kaybetmiştir (Slattery, 1991:284).




KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR: SAINT SIMON, COMTE, DURKHEİM, WEBER, MARX

CLAUDE HENRI SAINT-SIMON (1760-1825)
Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Fransız devrimi sırasında düşünceleri sayesinde giyotinden kurtulmuş, sahip olduğu unvanlardan vazgeçtiği halde devrimden sonra Fransa’da dokuz ay hapsedilmiştir. 1804’te sağlığı bozulana dek refah içinde olsa da, geri kalan yaşamını neredeyse yoksulluk içinde geçirmiştir. Saint Simon, yapıcı bir reforma gidilerek bilime ve endüstriye dayanan bir toplum inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur.Saint Simon, endüstrileşme ile birlikte toplumda hızlı bir değişimin yaşandığını fark eden, bu noktaya dikkat çeken ve “endüstri (sanayi) toplumu” kavramını ilk kez kullanan düşünürdür.

Saint Simon, devrim sonrası Fransız toplumunda yapıcı bir reforma gidilmesi gerektiğini, bu reformla birlikte dine ve askeri düzene değil, bilime ve endüstriye dayanan bir toplum inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur (Wernick, 2006:529). Bilimsel yöntemi ve bu yöntemin felsefeyi de içine alacak şekilde genişlemesini ifade etmek için Pozitivizm terimini ilk kez kullanan da Saint Simon’dur (Abbagnano, 1967:414).

Endüstri Toplumu, Endüstri Toplumunda Toplumsal Yapı ve Devlet Örgütlenmesi
Saint Simon’a göre toplumlar, her biri farklı bilgi biçimlerine dayanan üç aşama olan teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçerler. Bu aşamalara bağlı olarak Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan tek tanrılığa ve feodalizme, daha sonra da endüstri toplumuna doğru bir değişim geçirmiştir. Saint Simon’dan önce de çeşitli düşünürler toplumun belirli aşamalardan geçerek geliştiğini belirtmiştir, Simon’un özgün yönü, bu gelişmenin ekonomik yönünü vurgulaması ve her aşamaya özgü bir ekonomik yapının olduğunu belirtmesidir. Bu aşamalardan birincisi köleliğe, ikincisi feodalizme, üçüncüsü ise endüstriyel üretime dayanmaktadır (Strachan, 1999). Saint Simon’un toplumun gerçek güçlerinin üretime ve endüstriye dayalı olduğu yönündeki düşüncesi, tarihsel materyalizm teorisinin öncüsü olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Pozitif aşamanın endüstriyel toplumun ortaya çıkışı ile başladığını düşünen Saint Simon’a göre endüstri toplumu aşamasında toplum, bilimsel gelişmeler sayesinde doğanın kontrol altına alındığı, endüstriyel üretime dâhil olan herkesi birden içeren tek bir sınıfa ve herkesin zenginlikten üretime katıldığı ölçüde pay alacağı refah üreten bir yapıya sahiptir.

Saint Simon, endüstri toplumunun emeği yücelten bir toplum olduğunu savunur. O’na göre toplumda iki temel sınıf vardır, bunlardan biri hangi iş kolunda olursa ve ne şekilde çalışırsa çalışsın, çalışan ve üretime katkıda bulunanlardan oluşan endüstri sınıfıdır. Bu sınıf üretime katılarak topluma fayda sağlayan değerli üyelerden oluşmaktadır. Saint Simon’a göre bu sınıf fabrika sahiplerini, yatırımcıları, bankerleri ve işçileri, yani endüstriyel alanda faaliyet gösteren herkesi kapsar. Bu yeni toplumda, herkes kendi yeteneği ve becerisi ölçüsünde kazanacak ve saygınlığın kaynağı emek ve çalışma olacaktır. Diğer sınıf ise, üretime katkıda bulunmayanlardan meydana gelmektedir ve Saint Simon çalışanları “bal arıları” olarak, çalışmayan sınıfı ise “eşek arıları” ya da “aylaklar” olarak adlandırmaktadır (Meriç, 2009:61).

Endüstri toplumunda toplumsal tabakalaşma liyakat esasına dayanacak, güç ve refah liyakate göre bölüştürülecek, üretime katkıda bulunan herkes katkıda bulunduğu ölçüde güce sahip olacaktır. Özgür üretimin bu ilkeleri ahlaki dayanışmayı da beraberinde getirecek ve endüstri toplumu işçi ve işveren arasında bir iş birliği yaratacaktır. Endüstri toplumunda gelişecek olan bu dayanışma ve iş birliği sayesinde zora dayalı yönetimlere son verilecek ve modern toplumu bir arada tutacak değerler üretilmiş olacaktır. Bu açıdan Saint Simon’a göre endüstri toplumunun iki amacı vardır, bunlar üyeleri arasında (a) ortaklık ilişkileri ve (b) barışçı ilişkiler kurmak.

Savaşa dayanan, servetin çok küçük bir azınlığın elinde toplandığı Feodal toplumsal düzen, sınıflar arasında baskıya dayanan ilişkiler kurulmasını gerektirmiştir; ancak endüstri toplumu doğmuştur. Endüstri toplumunda baskının yeri yoktur, herkes emeği ile üretime katılacak, herkes ahlaki olarak birbirine karşı sorumlu olacak, kimse kendini kolektiviteden ayrı düşünmeyecek, bir çalışanlar ordusu içinde yer aldığını bilecek ve çalışanlar kendi aralarında dayanışma ilişkileri kuracaklardır (Meriç, 2009:143-4). Bu noktada Saint Simon, bu sınıf ahlakının sınıf bilincini doğurması gerektiğini düşünmüş, çalışanların aynı sınıfta yer aldıklarını fark etmeleri ve sınıflarına dair görevlerine bağlılık göstermeleri gerektiğini vurgulamaktadır (Meriç, 2009:145).

Saint Simon, toplumu bir arada tutacak değerleri önemsemiş ve insanların toplum halinde yaşamalarının bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştır. Toplumu organik bir bütün olarak tanımlamaktadır. Bu organik bütünün sağlığı, üretimle ve üretken sınıflarla ilişkilidir ve sağlıklı bir toplum, çeşitli parçaların bütünle işlevsel bir uyum içinde olduğu bir toplumdur. Saint Simon’a göre parçaların bütünle işlevsel bir uyum içinde olabilmesi için toplumun endüstrinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi, bu amaçla bir reform gerçekleştirilmesi ve devlet anlayışının da bu doğrultuda değişmesi gerekiyordu (Swingewood, 1998:56

Saint Simon toplumun yeniden örgütlenmesinin eşitlik ya da temsili bir yönetime dayalı olması gerektiğini savunmuyordu. Yeni toplumsal yapıda da yönetenler ve yönetilenler arasında hiyerarşik bir bölünmenin olacağını ileri sürüyordu. Ancak bu yeni toplumun değerleri bilimle ve endüstriyle uyumlu olacak, yeni toplum tahmin edilebilirlik, faydacılık ve akılcılık temeline dayanacaktı (Pickering 1993:69).

Saint Simon, endüstri toplumlarında yönetimin devlet kurumlarında değil, sivil toplum kurumlarında olması gerektiğini savunuyordu. Karar alma gücü devlete değil, bilim ve teknolojiyi üreten ve kullanan kurumlara verilmeliydi. Devletin görevi üretim araçlarının en verimli şekilde çalışanlara dağıtılmasını sağlamak ve bunun denetimini yürütmek olmalıydı. Başka bir deyişle Endüstri toplumunda devlet otoritesi tahakküm kurmak için kullanılmayacaktı. Bu toplum, bilim insanlarıyla sanayicilerin yönetici sınıfı oluşturduğu hiyerarşik, yukarıdan yönetilen, bununla birlikte yönetici elitin toplum üzerinde tahakküm kurmadığı, toplumu, üreten herkesin üretimden ürettiği ölçüde pay almasının sağlanacağı işbirliğine dayalı bir anlayışla yönettiği bir toplumdur (Swingewood, 1998:56-58).

Saint Simon’a göre bu elit yönetim sayesinde toplumu sömüren aylaklar ortadan kalkacak ve bunun sonucunda insanların mutlu olma olasılığı yeniden ortaya çıkacaktır. Özetle Saint Simon, özel mülkiyetin çoğunluğun faydasına olacak şekilde yeniden bölüştürülmesini istemiş ve yoksulların göz önüne alınarak toplumun yeniden düzenlenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bunu sağlayacak olan yeni yönetici elitin görevini kötüye kullanmasının önündeki engel ise “yeni din”dir.

Bilim ve endüstri ile birlikle laikliğin hakim olduğu endüstri toplumunda gelenekler azalmış, toplumu önceki çağlarda bir arada tutan din, endüstri toplumunun laik yapısı altında zayıflamıştı. Saint Simon’a göre geleneksel otorite biçimleri artık meşru kabul edilmediği için endüstri toplumunda ahlaki bir boşluk ve buna bağlı olarak toplumsal bir kriz meydana gelmişti. Saint Simon, bu krizi çözmek ve ahlaki boşluğu doldurmak için yeni, dünyevi, laik bir din önermiştir. Bu yeni din yeni toplumun ahlaki temelini oluşturacak ve toplumsal birliği sağlayacaktır. Saint Simon, başında dünyanın önde gelen sanatçı ve bilim insanlarının olduğu, hem ulusal hem de uluslar arası düzeyde geçerli olacak olan ve kardeşlik ile evrensel sevgiye dayalı, her türlü hurafeden arınmış bir etik olan bu yeni dini Newton’a adıyor ve Yeni Hıristiyanlık olarak da adlandırılan “Newton Dini”ni öneriyordu (Pickering, 1993:68). Özetle Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Saint Simon’un dini, aydınlanmış olan insanların cahil insanları yönetmelerini sağlayan bir dizi genel bilim uygulaması şeklinde düşünmesi, yani yeni dini toplumsal düzeni sağlayacak ve kitlelerin bu yeni düzene uymasını sağlayacak siyasal bir araç olarak görmesidir.

Bilimsel gelişmeler toplumsal koşulların da iyileşmesini sağladığı için, toplumsal yeniden örgütlenme de bilim tarafından inşa edilmeliydi. Bu da bilimsel düşünceye dayanan, pozitif bir toplum bilimi kurmak anlamına gelmektedir. Sosyal fiziğin toplumların yeniden düzenlenmesinde en önemli rehber olduğunu düşünen Saint Simon’a göre bu bilimin amacı, üretenlerden oluşan ve en kalabalık olduğu halde aynı zamanda en yoksul olan sınıfın emeğinin karşılığını tam olarak almasını ve kendi kendini yönetmesini sağlamaktır (Meriç, 2009:25). Nasıl fizik bilimi doğa olaylarını tahmin etmeyi ve kontrol altına almayı mümkün kılıyorsa, toplumsal gerçekliği inceleyen sosyal fizik de sosyal olayları tahmin etmeyi ve kontrol altına almayı mümkün kılacaktır.

AUGUSTE COMTE (1798-1857)
Comte, pozitivizmin sosyolojik versiyonunu geliştiren ve sosyoloji terimini ilk kez kullanan düşünürdür. Yaşarken sosyolojiye olan katkıları anlaşılmamış olsa da Comte, sosyolojinin bilim olarak ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Comte sosyoloji tarihindeki yerini (i) endüstri toplumunun kökeni ve gelişmesini açıklama çabalarına, (ii) zenginliği ve bireyciliği geliştirmede işbölümünün etkilerini analiz etmesine ve en önemlisi de (iii) toplumsal olguların incelenmesinde metafiziği reddederek pozitivist yöntemi savunmasına borçludur (Swingewood, 1998:60).

Sosyolojik Pozitivizm, Üç Hal Yasası
Pozitivizmin kökleri İngiliz filozof Bacon’a ve Locke, Berkeley ve Hume gibi ampiristlere dayanır. Pozitivizm ve pozitif felsefe terimlerini dünyaya bilimsel şekilde yaklaşmayı ifade etmek için ilk kez Saint Simon kullansa da sistematikleştiren Comte olmuştur. Pozitivizm, insan bilgisine ulaşmanın tek geçerli yolunun ampirik bilim olduğu ve gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımız şeklindeki felsefi görüştür.

Comte’un felsefesi, bilimsel analiz aracılığıyla toplumsal düzeni yeniden inşa etmeye çalışan muhafazakar bir felsefedir. Bu açıdan Comte’a göre sosyolojinin görevi toplumsal sorunları bilimsel yollarla önceden tahmin etmek, böylece bu sorunlardan kaçınılmasını mümkün kılmak ve bu yolla toplumun yeniden örgütlenmesini sağlamak ve düzeni sağlamlaştırmaya çalışmaktır. Böylece bilim, toplumda politika tarafından çözülemeyen sorunları çözecek, bilimin çözemeyeceği sorunlar olursa da en azından doğa yasaları gereği bu sorunun çözülemeyeceğini kanıtlamış olacak; böylece insanların bu sorun karşısında duydukları huzursuzluk azalacaktır (Pickering, 1993:340).

Comte’un kurmak istediği toplumsal bilimin konusu, insan türünün tarihidir. Comte’a göre toplumlar ancak üyeleri aynı inançlara ve düşünce biçimine sahip oldukları sürece var olurlar ve toplumların içinde bulundukları aşamaları belirleyen şey, insan düşüncesinin biçimidir. Comte’un insan düşüncesinin, bilimlerin ve toplumların teolojik ve metafizik aşamalardan geçerek son olarak pozitif aşamaya ulaşacakları şeklindeki düşüncesi Üç Hal Yasası olarak adlandırılır. Comte’un Üç Hal Yasası’nın aşamalarını kısaca inceleyelim:

(1)    Teolojik Aşama: Teolojik aşamada insan bütün olguların doğaüstü güçlerin bir sonucu olduğunu düşünür, bütün olguların kökenlerini ve nihai nedenlerini arar, bu aşamada duygular ve hayal gücü baskındır. Teolojik aşama dünyanın 1300 yılına kadar olan dönemine hakimdir (Ritzer, 2008:15).
Teolojik aşamada insanlar her şeyin nedeninin Tanrı olduğunu, toplumsal ve fiziksel dünyanın Tanrı tarafından üretilmiş olduğunu düşünürler ve varoluşu kendi akıllarına dayanarak açıklamak yerine, kilisenin doktrinlerini kabul ederler. İnsanların toplumdaki yeri tanrısal güçler ve kilise tarafından belirlenir, toplumda kilisenin kabul ettiği ‘gerçek’lere inanılır ve toplumsal yaşamı düzenlemek için kilise tarafından koyulan kurallara uyulur.

Teolojik aşama fetişizm, çoktanrıcılık ve tektanrıcılık şeklinde üç döneme bölünmüştür. Fetişizm, doğanın insan duyguları ekseninde tanımlanmasıdır. Çoktanrıcılık birden çok tanrının ve tinin olduğu dönem, tektanrıcılık ise tek bir tanrının varlığının söz konusu olduğu, insan aklının adım adım uyanmaya başladığı dönemdir (Swingewood, 1998:63). Comte’a göre toplumsal evrimin her aşaması, kendinden önceki aşamadan çıkmaktadır, örneğin teolojik aşamanın son dönemi olan tektanrıcılık, insan düşüncesine soyut kavramların egemen olduğu metafizik aşamanın yolunu açmaktadır.

(2)    Metafizik aşama: Metafizik aşama, 1300-1800 yılları arasına hakim olan metafizik aşamada neden ya da öz gibi soyut düşünceler, ideal biçimler hakimdir (Ritzer, 2008:15). Olguların nedeninin kişiselleştirilmiş tanrılar değil, doğa gibi soyut güçler olduğuna inanılır. İnsanların saygı duyulması gereken temel hakları olduğu ve en önemli değerin bu haklar olduğu düşüncesinin yaygın olduğu bu aşamada özgür irade vurgulanmaktadır (Wernick, 2005:130). Bu aşamada da açıklamaların ana kaynağı soyut güçler olmakla birlikte açıklamalar Teolojik dönemdekilerden daha tutarlı ve sistematiktir.

(3)    Pozitif Aşama: 1800’den itibaren dünyanın girdiği Pozitif (ya da bilimsel) aşamada ise insan düşüncesi kesin doğruyu ve mutlak nedenleri aramaktan vazgeçer, düşünce özleri terk edilir. Bunun yerine artık akıl ve gözlemin bir bileşimi sayesinde olguların birbirlerini takip etmelerine ve birbirlerine benzemelerine neden olan değişmez ilişkilerini, yani olguların kanunlarını keşfetmeye çalışır (Ritzer, 2008:18). Başka bir deyişle pozitif aşama bilimsel aşama olduğu için bu aşamada pozitivist ve bilimsel bakış açısı ve bilimsel yöntem hakimdir; bu aşamada artık doğru olan değil, gerçek olan aranır; düşünceler ve açıklamalar spekülasyonlara değil, bilime ve ampirik deneyimlere dayanır. Teolojik sistem çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru, metafizik sistem de çeşitli ve çok sayıda kuvvetten tek bir kuvvete, doğaya doğru ilerler ve bu noktalara ulaştıklarında en yetkin biçimlerini alırlar. Pozitif sistem ise en yetkin biçimini, bütün olay ve olguları tek ve genel bir olaya bağladığı zaman alacaktır (Kösemihal, 1982:152-3).


Comte’un toplumsal düzen teorisinde sürekli vurgulanan uyum, denge ve toplumsal patoloji kavramları biyolojiden alınarak uyarlanmış kavramlardır. Biyolojik organizmalar gibi toplum da kendini oluşturan parçalara indirgenemeyecek karmaşık bir birimdir. Başka bir deyişle toplum, kendini oluşturan parçalara indirgenemez. Bu nedenle parçalara ait bilgi edinebilmek için bütünü incelemek gerekir, bunun tersi olamaz (Swingewood, 1998:64).

Toplumsal Statik, Toplumsal Dinamik
Statik ve dinamik, Comte’un sosyolojisindeki en temel kavramlardır. Nasıl biyolojik organizmaların evrimlerinin ve gelişmelerinin kesin şekilde tanımlanmış kanunları varsa, toplumsal sistemlerin de evrimlerinde ve gelişmelerinde benzer kanunlar vardır ve sosyoloji, toplumsal örgütlenmenin hem statik hem de dinamik yönünü analiz ederek toplumsal evrimdeki bu desenleri ortaya koymalıdır.

Bütün canlı varlıklar gibi toplum da statik ve dinamik ilişkilerle var olur. Statik, parçalarla bütün arasında normal durumda mevcut olan dengedir. Toplumsal statik de toplumsal düzenin, toplumsal sistemin farklı parçalarının hareket ve tepkilerinin yasalarını araştırır. Başka bir deyişle toplumsal statik, toplumsal uzlaşmanın incelenmesidir. Toplumun bir organizmaya benzetildiğini düşünürsek, nasıl bir organın çalışması o organ canlı varlığın bütünü içine konulmadan incelenemezse, siyaset ya da devlet de belirli bir zaman dilimindeki toplumun içine konulmadan incelenemez. Bu açıdan toplumsal statik, işbölümü, aile, din gibi toplumsal sistem açısından işlevsel olan toplumsal olgular arasındaki karşılıklı bağların netleştirilmesi ile ilgilidir. Hem toplumun belirli bir andaki yapısının, hem de toplumsal uzlaşmayı belirleyen ögelerin çözümlenmesini içeren toplumsal statik, sonuçta bütün insan topluluklarının temel düzenlerinin incelenmesidir (Swingewood, 1998: 65; Aron, 2000:85).

Toplumsal dinamik, toplumsal statiğe bağlıdır, statik insan toplumlarının temel düzenini ortaya çıkarırken dinamik de bu düzenin son aşama olan pozitif aşamaya ulaşana dek geçirdikleri değişimi gösterir. Comte sosyolojinin bu yönünü tarihsel yöntem olarak adlandırır (Aron, 2000:85).

Comte, endüstriyel işçi sınıfını yeni bir toplumsal olgu olarak kabul eder. Endüstri sayesinde işler en yüksek verimi sağlayacak şekilde örgütlenmiş, bu şekilde yapılan üretim sonucunda fabrikalarda çalışıp kenar mahallelerde yaşayan yeni bir işçi sınıfı doğmuştur. Ancak Comte’a göre üretim herkesin yararınadır; çünkü endüstri toplumunun yasası zenginliğin artmasıdır. Üretimin herkesin yararına olduğunu düşündüğü için Comte endüstriyel işçi sınıfı ile işverenler arasında bir çıkar çatışması olduğunu düşünmez. Comte, özel mülkiyet ve kamu mülkiyeti arasındaki çelişkiyle ilgilenmez, her toplumsal düzende gücün, toplumsal ve ekonomik otoriteye sahip olan zenginlerin elinde olması Comte’a göre zorunlu ve kaçınılmazdır. Comte’a göre asıl mesele, kişisel mülkiyetin keyfi niteliğinden arındırılması dır. Özel mülkiyete sahip olanların toplumu keyfi olarak değil, evrensel ilkelere dayanan, işçilerin itaatini sağlayabilecek şekilde yönetmesi gerekmektedir. Başka bir deyişle Comte üretim araçlarının kamulaştırılmasına eğilimli değildir, özel mülkiyeti korumak ve elit bir grup tarafından kullanılan bir toplumsal işlev haline getirmek ister (Swingewood, 1998:70).

Comte’a göre hak üzerinde tartışılmayacak nitelikte mutlak olarak bir kimsenin, bir varlığın iradesine tanınmış bir imtiyaz, bir üstünlük, bir dileğini yapma yetkisidir. Hak bilimsel olarak temellendirilemez. Bu nedenle yüksek bir otoritenin, ilahi otoritenin ürünüdür. Hak kavramı topluma karşıdır, çünkü bireyin haklarını destekler. Birey haklarının peşinden koşarsa, topluma karşı ödevlerini yerine getirmeyecektir. Bu nedenle Comte, hak kavramını silmek ister; çünkü bu kavram hem anarşik, hem de ahlak dışıdır. İnsan ancak ödevleri ile toplumsallaşabilir. Kimsenin kendi vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur. Meclislerin, parlementonun hiçbir işe yaramadığını düşünen Comte’a göre kanunlar burada bulunanların cahilce tasarruflarıdır. Hukuk alanında da pozitif düşünce egemen olmalıdır. Bireyin toplumsal yaşamı incelenirse doğuştan doğal hakları yoktur. Birey topluma borçludur ve borcunu başkalarına hizmet etmek suretiyle ödemelidir[4].  

Comte doğal hukuka karşıdır, çünkü pozitif felsefe pozitif ahlakla her şey rayına oturabilir. İnsan, bilimin getirdiği verilerle davranışlarını düzenleyecek; toplumsal görevlerini yeri getirecek, devlet birlik ve beraberliği sağlayacaktır.

EMILE DURKHEİM (1858-1917)
Sosyolojinin asıl kurucusu olarak kabul edilen E. Durkheim, Fransa’da Epinal Alsace-Lorraine’da 1858’de doğdu. 1882’de Ecole Normale Supéieure adlı ünlü okulu bitirdi. Akademik kariyerine başladıktan sonra 1884’de Fransa’da Bordeaux Üniversitesinde sosyal bilimci unvanı ile atanan ilk kişi olarak ders vermeye başladı. 1902’de Sorbonne Üniversitesinde çalışmalarına devam etti ve aynı üniversitede Eğitim ve Sosyal Bilim Profesörlüğüne atandı. En önemli eserleri arasında İşbölümü (1893), Sosyolojik Yöntemin Kuralları (1895), İntihar (1897), Dini Hayatın İlksel Biçimleri (1912) yer almaktadır.

Marx ve Weber, doğrudan kapitalist toplumsal ve ekonomik ilişkiler ve kapitalist siyasal düzenin meşruluğu problemi ile yakından ilgiliyken Durkheim, “kapitalizm” terimini nadiren kullandı. Durkheim’ın cevabını aradığı temel soru şuydu: Dinin veya ahlakın toplumsal bütünleşmeyi sağlama gücünün yokluğunda, modern toplumun endüstrileşme ile birlikte gelen parçalayıcı ya da ayrıştırıcı yanı nasıl dengelenebilir? Böyle bir dengeyi yaratacak toplumsal bağlar nasıl mümkün olabilir ve sürdürebilir? Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği karmaşıklıkla nasıl baş edilebilir? Bireycilik ve sınıf çatışmaları karşısında parçalanmaktan uzak kalmak nasıl mümkün olabilir? (Hunt, 2002: 25)

Durkheim’a göre, toplumsal yaşam doğal bir olgudur. Bu olgunun incelenmesi, sadece bilimsel araştırmayla mümkün olabilir. Toplumsal yaşam, metafizikten ve ön kabullerden uzak durularak doğal bilimlerin bilimsel metoduyla incelenmelidir. Bu incelemeyi yapabilecek bilim dalı ise sosyolojidir. Durkheim, sosyolojiyi diğer sosyal bilimlerden ayırmak üzere sosyolojinin kendine özgü bir inceleme nesnesi olduğunu belirtir ve üç tür toplumsal olgu grubundan söz eder: 1) Nüfusun, bölgesel örgütlenmenin, teknolojinin, binaların ve makinelerin hacmi ve yoğunluğu gibi morfolojik yapıyla ilgili olgular, 2) Normatif düzeydeki inançları, kuralları ve pratikleri de kapsayan aile, din, siyaset ve ekonomi gibi toplumsal kurumlar, 3) Ahlaki kavramları, dinsel dogmaları, siyasal ve hukuksal kuralları içeren düşünce akımları ve kolektif temsiller (Swingewood, 1998: 107). Durkheim, ayrıca “maddi bakımdan objektif olgular” ve “kolektif imajlar olarak olgular” ayrımı yapar. Kolektif imajlar niteli¤indeki toplumsal olgular, aynı zamanda ahlaki öğelerle yüklü olgulardır. Bu nitelikteki olgular, bilimin konusu olmaya elverişli değildir. Bundan dolayı da manevi nitelikteki ahlaki olguların dışsal göstergeleri, sosyolojinin inceleme konusunu oluşturmalıdır. Durkheim, toplumsal olguları, psikolojik olgulardan da ayırır. Toplumsal olguların, psikolojik öğelerden hareketle açıklanamayacağını, sadece başka toplumsal olgularla açıklanabileceğini düşünür. Geniş çaplı ve makro ölçekte toplumsal olgularla ilgilenir. Böylesi toplumsal olguların, bireylerin tutum, davranış ve düşünceleri üzerinde etkili olduğu kanısındadır.

Esas olarak, toplumun bilimsel incelenmesi çerçevesinde toplumsal dayanışma olgusu ile ilgilenen Durkheim için hukuk, ikinci derecede bir ilgi konusudur. Hukuku, toplumsal örgütlenmenin ve kolektif düşünüşün ilkelerini açığa çıkarmak amacıyla genel bir tarzda incelemeye çalışır. Hukuku, toplumun ahlaki yapısından çıkarma ve onu toplumsal ahlakın bir ifadesi olarak kavramlaştırma eğilimindedir. Örneğin, toplumsal dayanışmayı, bir toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan ahlaki bir fenomen olarak görür (Anleu, 2000: 13). Ahlaki fenomenlerin, doğrudan gözleme ve incelemeye konu olamayacağını düşünen Durkheim, bu sorunu aşmak üzere ahlaki olgunun yerine, onun dışsal bir göstergesi veya temsil edici bir simgesi olarak hukuku inceleme konusu yapar. Hukuk, toplumsal dayanışmanın en istikrarlı, düzenli, örgütlü ve belirgin formudur. Hukuk, toplumsal dayanışmanın esaslarını objektif bir şekilde gösteren ve sembolize eden bir toplumsal olgudur (Lukes ve Scull, 1974: 23). Durkheim’a göre, toplumla birlikte hukuk da değişir. Bu süreçte hukuk, toplumsal dayanışmanın temel biçimlerini de yeniden üretip temsil eder. Durkheim, farklı dayanışma tiplerine tekabül eden farklı hukuk tiplerini sınıflandırarak hukuk üzerindeki incelemesini sürdürür (Jones, 1974: 28).

Durkheim, hukuk, din ve ahlak arasında yakın bir ilişki olduğunu düşünür. Onun teorisinde kutsal âlem ve dünyevi âlem ayrımı önemli bir yer tutar. Durkheim, normatif dünyada dinin önemli bir işleve sahip olduğunu da belirtir. Din, sadece bütün kurumların ortaklaşa sahip oldukları şeyi incelemenin yolu değildir; aynı zamanda, her toplumun tarihinin çok eski dönemlerinden beri bütün kurumların serpilip geliştiği bir kaynak durumundadır. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu geleneksel toplumlardan organik dayanışmanın baskın olduğu modern toplumlara geçiş sürecinde, giderek artan iş bölümü ve uzmanlaşma ile birlikte, sekülerleşme veya dünyevileşme söz konusudur. Böylece, nispeten hareketsiz, durağan, kutsal olanın başat olduğu bir yapıdan daha hareketli, dinamik ve dünyevi olana doğru bir dönüşüm yaşanır (Poggi, 1990: 367-371). Durkheim, eskiden ortak dinsel fikirler, bağlılıklar ve ritüeller tarafından yerine getirilen işlevlerin, modern toplumlarda geniş ölçüde yeni toplumsal kurumlar ve ilişkiler tarafından yerine getirildiğini ileri sürer. Yani, eskiden daha çok kolektif bilincin oynadığı rolün giderek daha fazla iş bölümü tarafından oynandığını söyler. Bütün bu değişimler, ahlakın doğasındaki büyük değişmeyi de içerir ve bütün değişmeler, en iyi bir şekilde hukuk alanındaki değişmeleri inceleme yoluyla anlaşılabilir (Lukes, 1985: 155).

Durkheim’in analizinde hukuk, din ve ahlak üçlüsü bir arada bulunur. Daha az formel olandan daha çok formel olana doğru bir sıralama yapıldığında; davranış kurallarının altılı bir setine ulaşılabilir: Adabı muaşer-et kuralları, formüller, örf-âdetler, ahlak, din ve hukuk olarak. Basit yapılı toplumlarda bunlar iç içedir. Daha gelişmiş toplumlarda bunların farklı bileşimleri gözlenir (Vogt, 1997: 73). Normatif yapı içinde dinin önemli bir yere ve fonksiyona sahip olduğunu kabul etmekle beraber, primitif tipten modern tipe doğru evrimleşme sürecinde, dini değerlerin ve normların bir ölçüde zayıflamasına karşın ahlak ve hukukun önem kazandığını söyler.
.
Durkheim, çağdaş toplumda ahlakın içselleşme gücünün giderek zayıflamasıyla yakından ilgilenir. Toplumsal evrimleşme sürecinin erken aşamalarındaki toplumlarda ahlaki ve hukuksal fenomen, dinsel bir çerçeveyle kaplıdır. Daha modern ya da gelişmiş toplumlarda ise toplumsal ilişkiler, daha çok hukuksal kurallar tarafından temsil edilir. Aslında hukuk, ahlak ve din üçlüsü, toplumsal dayanışmanın üç yüzüdür. Bunların tümü, toplumsal hayattaki toplumsal kontrol, toplumsal düzenleme ve bütünleşmenin formlarıdır. Bunlar, davranış kurallarının yaratıldığı ve içselleştirildiği araçlardır. Bireylerin grup ya da toplum halinde birlikte yaşaması, bunların sayesinde mümkün olur (Vogt, 1997: 71-72).

Durkheim için, toplumsal evrimleşme sürecinde temel olgular, toplumsal farklılaşma ve bütünleşmedir. Mekanik dayanışmanın egemen olduğu toplumdan organik dayanışmanın başat olduğu modern topluma doğru giden süreçte bireyler, bir yandan daha otonom varlıklar haline gelirken; diğer yandan giderek birbirlerine daha bağımlı olmaya başlarlar. Bu sürecin kritik aşamasında bireyler arasında karşılıklı bağımlılık, onların toplum ile daha sıkı ve yakın bir bağımlılık ilişkisine girmelerine yol açar (Hunt, 2002: 25). Toplumsal evrimleşme sürecinde, toplumsal iş bölümü daha karmaşık hale gelir, bireyler de artan iş bölümü ve uzmanlaşmadan dolayı birbirlerinden daha fazla farklılaşmaya başlarlar ve birbirlerine daha çok muhtaç hale gelirler (Vine, 1965: 144).

Durkheim’e göre işbölümü, “farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır.” Tanımdan da anlaşılacağı gibi işbölümü bir toplum içinde düzenlemeyi ve istikrarı sağlayan bir işleve sahiptir. Ona göre, işbölümünün gerçek işlevi “iki ya da daha fazla insan arasındaki bir dayanışma duygusu yaratmaktır” (Swingewood, 1998, s.140). Onun için, toplumdaki işbölümü görevler veya sorumluluklarda belli ölçüde uzmanlaşmayı gerektirdiği için maddî nitelikte bir toplumsal olgudur (Ritzer, 1992). Durkheim, toplumsal evrimi işbölümü olgusu temelinde açıklamaktadır. Toplumların evrimsel süreci içinde işbölümüne bağlı olarak gelişen ideal tipte iki tür toplumsal yapıdan söz etmektedir: Birincisi mekanik dayanışmacı, ikincisi ise organik dayanışmacı toplum tipidir. İşbölümünde meydana gelen değişimler toplumsal yapıda oldukça kapsamlı değişikliklere ve sonuçlara neden olmaktadır. Ortaya çıkan bu sonuçlar, aslında mekanik ve organik dayanışma arasındaki farklılıkları ifade etmektedir.

Mekanik Dayanışmacı Toplum
Durkheim’a göre mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı, işbölümünün oldukça sınırlı olduğu ve farklılaşmanın olmadığı daha çok sanayi öncesi toplumlarda görülmektedir. İnsanlar, maddi toplumsal bir olgu olarak işbölümünün gelişmediği geleneksel toplumlarda daha çok genel konumlarda yer alır. Yani geleneksel bir toplumda kişinin elinden her işin gelmesi gerekir. Örneğin, geleneksel toplumda annelik veya ev kadınlığı modern toplumla karşılaştırıldığında çok daha az uzmanlaşmış bir işleve sahiptir. Cinsiyete dayalı işbölümü çerçevesinde avcılık yapan erkek (baba) ile haneyi yöneten kadının (anne) uzmanlaşmış işlevi (anne) modern toplumdaki kadar farklılaşmamıştır ve pratik olarak bu toplumlar kendilerine yetebilmektedir (Ritzer, 1992).

Mekanik dayanışmanın olduğu toplumda bireyler, birbirlerinden çok farklılaşmamışlardır. Bu topluluğun bireyleri aynı duyguları hissettikleri, aynı değerlere sahip oldukları ve aynı kutsal inancı paylaştıkları için birbirlerine benzemektedirler. Bireyler farklılaşmadığı için de bu tipteki toplumsal yapılar kendi içinde tutarlıdırlar (Aron, 2006, s. 296). İnsanları birbirine bağlayan şey, tümünün benzer etkinliklerde bulunması ve benzer sorumluluklara sahip olmalarıdır. Bundan dolayı, mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda bireysel eylem, kendiliğinden kolektif kimliğe bürünmektedir. Bu toplumlarda genellikle kolektif (ortak) bilinç egemendir. Durkheim’e göre, kolektif bilinç bir toplumda yaşayan bireylerin ortak inanç ve duygularına tekabül eder. Bu kavram toplumun ahlâki bir temelde kavranmasını sağlamaktadır. Mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda kolektif bilinç tüm toplumu ve bu toplum içinde yer alan bütün üyeleri kapsamaktadır. Bu kolektif bilincin içeriği önemli ölçüde dinsel karakterdedir ve dinsel fikirler bütün toplumu kuşatmıştır (Ritzer, 1992; Swingewood, 1998, s.140-141; Aron, 2006, s.298). Toplumda oluşan ortak bilinci tehdit eden bir davranış toplum, tarafından cezalandırılmaktadır.

Durkheim’e göre, mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı hukuk olarak tanımladığı yaptırımlar uygulanmaktadır. Bu toplumlarda ortak değer sistemine karşı yapılan bir davranış, toplum üyeleri için oldukça önemlidir. Çünkü mekanik dayanışmacı toplumlarda insanlar birbirlerine büyük oranda benzemekte ve ortak bir ahlâka da aynı düzeyde sahip çıkmaktadırlar. Toplumun ortak ahlâkına derinden bağlı olunan bu toplumlarda, bu ortak ahlâka karşı yapılmış suça karşı da ortak duygular beslenmektedir. Diğer bir deyişle, toplumun ortak/genel ahlâk sistemine karşı suç olduğu düşünülen davranış şiddetle cezalandırılmaktadır. Örneğin, Tanrıya veya tanrılara karşı yapılan bir saygısızlık ve suç kişinin dilinin kesilmesi ile cezalandırılır. Toplum üyeleri ahlâk sistemine kuvvetle bağlı oldukları için, bu ahlâk sistemine karşı işlenen suç da ağır cezayla cezalandırılmaktadır. Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı hukukun düzenlenmesi büyük oranda kitlelerin elindedir (Ritzer, 1992).

Organik Dayanışmacı Toplum
Organik dayanışma Durkheim tarafından farklılaşmaya dayalı, işbölümünün ve toplumsal farklılaşmanın yoğun olduğu toplumlar için kullanılmıştır. Durkheim’e göre, organik dayanışma kavramı farklı parçalar arasındaki ilişkilerin birleştiği, farklılaşmış ve uzmanlaşmış işlevlerden oluşan bir sistemi ifade etmektedir. Birey kendisini oluşturan parçalara bağlı olduğu için topluma bağlıdır. Organik dayanışma modern toplumlarda görülmektedir. Bu toplumların sanayisi gelişmiştir ve nüfus oranı da oldukça yüksektir. Mekanik dayanışmada görülen toplumsal benzerlik aracılığıyla sağlanan dayanışmanın yerini, organik dayanışmada farklılaşmayla sağlanan dayanışma almıştır. Bu toplumlarda bireyler artık benzer değildirler. Bireyler farklılaştığı ve birbirlerine benzemediği için toplumda konsensus oluşmaktadır (Swingewood, 1998, s. 141; Aron, 2006, s. 296).

Organik dayanışmanın temel özelliğinin gelişmiş işbölümü olduğunu ifade etmiştik. Organik dayanışmanın görüldüğü modern toplumlarda yaşayan bireyler, mekanik dayanışmanın belirgin olduğu geleneksel toplumlardan farklı olarak; uzmanlaşmanın yoğun olduğu yerleri işgal ederler. ‹işbölümüne bağlı olarak uzmanlaşmanın gelişmesi bireylerin sınırlı görev ve sorumluluklara sahip olmasına neden olmaktadır. Örneğin, organik dayanışmacı toplumlarda yani modern toplumlarda kadınların anne ve ev kadını olarak yaptıkları işler toplumun diğer kurumları tarafından üstlenilebilmektedir. Okul öncesi anaokulları, çocukların bakım ve eğitim işlerini yerine getirmektedir. Bu toplumlarda ev hizmetleri ve emek tasarrufu sağlayan çamaşır, bulaşık makinesi, mikro-dalga fırınlar, yemek servisleri gibi araçlar gelişmiştir (Ritzer, 1992).

Organik dayanışmalı toplumlarda birliği sağlayan insanlar, arasındaki farklılıklardır ve insanlar farklı görev ve sorumluluklara sahiptir. Modern toplumda insanlar daha çok sınırlı sayıda görevler yüklendiklerinden yaşamlarını devam ettirmek için toplumda diğer insanlara muhtaçtırlar. Yani, insanlar modern dünyada yaşamlarını sürdürmek için kendi yaptıklarının dışında başka türlü hizmetlere ihtiyaç duymaktadırlar. Örneğin, geleneksel toplumda bir aile kendi kendine yetebilirken modern toplumda aile varlığını sürdürmek için bakkala, fırıncıya, kasaba, öğretmene, polis gibi birçok uzmanlaşmış hizmetlere muhtaçtır. Organik dayanışmacı toplumlarda bütünlük, insanların uzmanlaşması ve diğer uzmanlık hizmetlerine ihtiyaç duyulmasıyla sağlanır. Durkheim’e göre, uzmanlaşma sadece bireylerin uzmanlaşması temelinde ele alınmaz. Aynı zamanda grupların, yapıların ve kurumların uzmanlaşması da önemlidir. Organik dayanışmaya bağlı toplumlarda farklılaşma, insanların işbirliği yapmalarını sağlamaktadır (Ritzer, 1992).

Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda güçlü olan kolektif (ortak) bilinç, organik dayanışmalı toplumlarda daha az önemlidir. Bireyler arasında yaşanan farklılaşma arttıkça kişiler kendi özel seçimlerine göre inanma, isteme ve davranış geliştirme konusunda özgürleşmektedir. Durkheim’e göre, birey kolektif bilincin kıskacından kurtulmuştur ve bireyselliğini ve kişiliğini daha rahat ortaya koymaktadır (Swingewood, 1998). Modern toplumda insanların daha çok birliktelik içinde olmalarının nedeni kolektif bilinç değildir. Çünkü bu toplumlarda insanları bir arada tutan şey, ortak inanç ve duygulardan çok, bireylerin birbirlerine olan ihtiyaçlarıdır. Diğer bir değişle, işbölümü sonucu birbirlerine yükledikleri ve birbirlerinden bekledikleri işlevsel ihtiyaçları onları daha çok bir arada tutmaktadır. Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan hukuk onarıcı veya iade edici hukuktur. Bu toplumlarda birey, ortak ve genel olarak kabul edilmiş ahlâki değerlere karşı bir suç işleme durumunda şiddetle cezalandırılmaz. Bireyden beklenen toplumun hukuk kurallarına uyması ve davranışları ile zarar verdiği kişilere karşı işlediği suçun zararını karşılamasıdır. Yani verdiği zararın tazmin edilmesi istenir. Ölüm cezası olmasına rağmen yaygın olarak uygulanan hukuk iade edici hukuktur. Organik dayanışmalı toplumlarda mekanik dayanışmalı toplumlarda görülen ortak ahlâki değerler sınırlı olduğu için, işlenen suça duygusal bir tepki verilmesi beklenmez. İşlenen suça karşı iade edici hukukun uygulanmasından toplumun güvenlik güçleri, mahkemeler toplumun uzman birimleri sorumludur. Artan işbölümü ve uzmanlaşma, toplumun hukuk sisteminin işleyişi ile tutarlılık içindedir (Ritzer, 1992).

Durkheim’in suç ve ceza konusundaki teorisini değerlendirmede, kolektif bilinç (conscience commune) anahtar bir kavramdır. Bu bağlamda dinsel suçluluk (religious criminality) ve insani suçluluktan (human criminality) söz eder. Dinsel suçluluk, kolektif şeylere karşı işlenen suçları ifade ederken; insani suçluluk, bireylere karşı işlenen hilecilik, hırsızlık ve cinayet gibi suçlara göndermede bulunur. Tarihsel süreçte, insani suçluluğun giderek dinsel suçluluğun yerini aldığını düşünür. Ancak, Durkheim’in dinsel suçluluk ile insani suçluluk arasında yaptığı ayrım oldukça sorunlu bir ayrımdır. Dinsel suçluluk, kamu otoritesine, onun temsilcilerine, örf ve âdetlere, dine karşı işlenen suçluluğu ifade ederken; insani suçluluk hırsızlık, şiddet ve hile gibi bireye zarar veren suçları anlatır. İlkel toplumların ceza hukuku birinci tipi, ileri toplumların ceza hukuku ise daha ziyade ikinci tipi içerir. Ancak, gerçek hayatta bu tür kesin kategorileri gözlemek ve böylesi ayrımlar yapmak pek mümkün olamaz (Anleu, 2000: 17). Aynı şekilde, Durkheim’in yaptırım tipine göre hukuksal tipler arasında yaptığı ayrımı da pratikte sürdürmek zordur. Her şeyden önce, ceza hukuku (bastırıcı hukuk) ile medeni hukuk (tazmin edici hukuk) arasında yaptığı ayrım açık değildir. İnsan davranışlarından bazıları, hem ceza hukuku hem de medeni hukuk kurallarına ve yaptırımlarına eşzamanlı olarak konu olabilir. Özel hukuk veya medeni hukuk alanındaki kimi yasal düzenlemeler, bastırıcı veya cezai hükümler ve yaptırımlar içerebilir. Benzer şekilde, ceza hukuku alanında da medeni hukuk yaptırımlarına başvurabilir (Anleu, 2000: 15).

Durkheim, bir toplumdaki normatif yapının toplumsal dayanışma ve bütünleşmeye getirdiği katkıyı vurgulayarak hukuk sosyolojisine ciddi katkılarda bulunmuştur. Ancak, hukuk ile diğer normatif yapı ögeleri olarak ahlak ve din arasındaki etkileşimlere ve karşılıklı ilişkilere yeterince odaklandığı söylenemez. Hukukun, ahlaki bir fenomen olan toplumsal dayanışmanın sembolü veya göstergesi olma niteliğini çok fazla öne çıkarmıştır.


KARL MARX (1818-1883)


!!! “Karl Marx” konusu için ek dosyada sunulacak olan –aşağıda ismi ve yazarı belirtilen- makaleye bakınız:
Kasım Akbaş, “Hukuka Marksist Yaklaşım ya da Marksist Hukuk Kuramı”



MAX WEBER (1864-1920)
İnsan davranışını anlama çabasının, özel metotları gerektirdiğini düşünen Weber’e göre geçerli sosyolojik açıklamalar, anlam düzeyinde de yeterli olmalıdır. Ancak bu, sosyolojinin toplumsal olgular arasındaki nedensel ilişkileri araştırmaktan vazgeçmesi anlamına gelmez. İnsanlık durumu öyle bir şeydir ki hiçbir bilim dalı, anlam ya da nedenselliği ihmal ederek nispeten yeterli bir açıklama yapamaz. Bundan dolayıdır ki sosyoloji, insanların kendi davranışlarına atfettikleri öznel anlam ile bu davranışların nesnel sebep ve sonuçlarını eşit bir şekilde kavramaya çalışan bir bilim olmalıdır. Yani, bir bilim dalı olarak sosyoloji, açıklamalarını anlam ve nedensellik düzeylerinde ortaya koymalıdır. Toplumsal dünya, esas olarak özneler arası bir dünyadır. Ancak bu, insanlar arasındaki ilişkilerin hiçbir zaman nesnel sonuçları olmayacağı anlamına gelmez (Zeitlin, 1991: 302-303). Böylece Weber, nedensel analiz üzerindeki pozitivist vurgusuyla hermenötik anlama kavramını sentezlemeye
çalışır.

Weber’in hukuk analizi, karşılaştırmalı sosyolojiye, çok sebepli ve çoğulcu açıklamalara olan ilgisini yansıtır. Weber’in hukuka yaklaşımının ağırlıklı olarak pozitivist nitelikte olduğu söylenebilir (Anleu, 2000: 21). Weber, pozitif hukuk ile insan eliyle yaratılmayan, ahlak kurallarını da içeren doğal hukuk arasında ayrım yaparak, sosyolojinin sadece pozitif hukuk ile ilgilenmesi gerektiğini ifade eder. Ancak bu, Weber’in yorumsayıcı bir anlama çabasından tamamen vazgeçtiği ve doğal hukuku inceleme dışı bıraktığı anlamına gelmez. Eğer doğal hukuk ilkeleri, özgül toplum koşullarında insan davranışına anlamlı birer rehber olarak hizmet edebiliyorsa sosyolojik incelemenin konusu olmalıdır (Freund, 1968: 251).

Weber her zaman, hukuksal gelişme ile ekonomi tarihi arasındaki karmaşık ilişki ile yakından ilgilendi. Bu yaklaşımıyla, hem idealist hukuk teorisinden hem de ekonomik determinizm anlayışından farklı bir yerde durur. Hukuksal formların ekonomik ve toplumsal faktörler tarafından nasıl belirlendiğini ve onları nasıl şekillendirdiğini göstermeye çalışır (Anle, 2000: 21). Weber’in teorisinde hukuk, ekonomi, bilim ve siyaset, birbirleriyle karşılıklı ilişkileriyle ve bağımlı pozisyonlarıyla ele alınır. Hiçbirinin, diğerine önceliği söz konusu değildir.

Modern dünyanın rasyonelleşme süreciyle karakterize olduğunu ve bunun önemli bir gelişmeye işaret ettiğini düşünen Weber, söz konusu süreçte, hukukun da bilim, eğitim, müzik, sanat, siyaset, din, tıp ve spor gibi, rasyonel örgütler tarafından yaratılan ve uygulanan bir niteliğe büründüğünü ileri sürer. Bu süreçte, formel yazılı hukuk kuralları, yazılı olmayan geleneksel kuralların yerini alır. Weber’e göre, hukukun rasyonelleşmesi, tarihsel süreçte belli aşamalardan geçilerek mümkün olmuştur. İlkel toplumlardaki hukuk, ilahi bir görünümde olup büyücü, falcı ve dinî kimlikli kimselerden ve onların karizmasından kaynaklanıyordu. Toplumsal hayat üzerinde güçlü etkiye sahip karizmatik şahsiyetler, hukuku da ifade ediyordu. Bu hukuk, keyfilik yanı ağır basın karizmatik bir nitelik taşıyordu. Yani, hukuku yaratan otoriteler, kendi arzularına göre yorumlar geliştirip keyfi düzenlemelere ve uygulamalara gidebiliyordu. Zamanla, bu hukuk yaratıcıları, ortaya çıkan toplumsal tepkileri yumuşatmak, toplumdaki gelenekleri ve görenekleri daha iyi bir şekilde kavrayabilmek için, kendilerine danışmanlar buldular ve böylece hukukun rasyonalizasyonuna yönelik ilk adımı attılar. Bu, doğrudan hukukla ilgili kimselerin ampirik yollarda hukuku bulması ve yaratması anlamına geliyordu. Bir sonraki aşamada yöneticiler, ekonomik, toplumsal ve etik dengeyi sağlamak bakımından rasyonelleşme doğrultusunda bir adım daha atarak uzman kişileri ve grupları devreye soktular. Son aşamada hukuk, uzmanlar aracılığıyla gerçekleştirilen ve belirli bir sistematiğe sahip kurallar biçiminde görünüm kazandı. Bu aşamada, bir yandan hukuk kuralları sistemleştirilirken diğer yandan yargı işlevi, hukuk mesleği esaslarına göre yerine getirilmeye başlandı. Hukukun, giderek mantıki akılcılığa ve sistemleşmeye doğru bir gelişme süreci yaşadığını ileri süren Weber, her toplumun söz konusu aşamaların hepsinden geçtiğini ve aynı sırayı izlediğini söylemez; hukukun rasyonelleşme veya aklileşme sürecinin, farklı yerlerde farkı nitelik ve ölçülerde yaşanabileceğini kabul eder (San, 1971: 56; Öktem, 1994: 382).

Weber’in teorisinde insan eylemleri; geleneksel eylemler, duygusal eylemler, değer yönelimli rasyonel eylemler ve amaca yönelik rasyonel eylemler olarak sınıflandırılır. Geleneksel eylemler, toplumdaki mevcut geleneklere göre basit bir tarzda, her zaman aynı şekilde icra edilen davranışları ifade eder. Duygusal eylemler, esas olarak duygular tarafından belirlenen eylemlere gönderme yapar. Değer yönelimli rasyonel eylemler, din, etik veya estetik gibi değer sistemlerine yönelik ve bu değerler temelinde şekillenen davranışları anlatırken; amaca yönelik rasyonel eylemler ise pratik amaçlara yönelik olup rasyonel tercihler tarafından belirlenen davranışları ifade eder (Anleu, 2000: 22).

Modern kapitalizm, amaçsal rasyonel davranışın prototipini oluşturur. Modern kapitalizm, kâr elde etme ve belli amaçlara ulaşmak için gerekli araçların rasyonel seçimine dayanır. Böylece Weber, ekonomik hayattaki rasyonalite ile hukuksal düşüncedeki rasyonalite arasında açık bir bağ kurar. Hukuksal düşünceye ilişkin kategoriler, açık bir şekilde ekonomik davranış kategorilerine paralel şekilde tasarlanır. Hukuksal düşüncenin mantıki-formel rasyonalitesi, ekonomik davranışın amaçsal rasyanolitesinin karşılığını oluşturur (Anleu, 2000: 22). Kısaca, Weber’in teorisinde modern hukukun oluşumu ve gelişimi ile kapitalizm arasında yakı n bir ilişki vardır.

Kapitalizm, yüksek ölçüde öngörülebilir ve hesaplanabilir bir normatif düzen gerektirir. Tarihsel süreçte ortaya çıkan hukuk tiplerinden sadece modern rasyonel hukuk veya formel rasyonaliteye sahip hukuk, ihtiyaç duyulan öngörülebilirliği ve hesaplanabilirliği sağlayabilir. Hukuk kurallarına ve kanunlara karşı gösterilen güçlü bağlılık, düzenli ve öngörülebilir bir ortam sağlayarak kapitalizmin gelişmesini destekler. Serbest piyasa şartlarında kâr güdüsüyle özel mülkiyet temelinde faaliyette bulunan kapitalist girişimciler, başta mülkiyet hakkı, miras hakkı ve sözleşme özgürlüğü olmak üzere birçok temel hak ve özgürlüğün genellik, süreklilik, nesnellik ve belirlilik niteliklerine sahip hukuksal düzenlemelerle güvence altına alınmasına ihtiyaç duyarlar. Yani, ekonomik ve ticari etkinliklerini öngörülebilir, hesaplanabilir bir ortam içinde sürdürmek isterler. Böyle bir ihtiyaca yanıt verecek kurum ise hiç kuşkusuz, formel, yazılı ve sistematik nitelikteki modern hukuk olacaktır.

Weber, kapitalist üretim tarzının Batı Avrupa’da ortaya çıkıp gelişmesiyle yakından ilgilenir ve Avrupa hukuk sisteminin farklı bir karaktere sahip olduğunu belirtir. Bu hukuk sisteminde hukuk, siyasal faaliyetin diğer yanlarından ayrılmıştır. Uzmanlaşmış profesyonel hukukçular grubu vardır. Hukuk kuralları, bilinçli bir şekilde belirlenir. Yasa koyma süreci, dinsel etkilerden ve diğer geleneksel değer kaynaklarından nispeten bağımsız olarak işler. Somut kararlar, evrensel kuralların uygulanmasına dayalı olup karar verme süreci, sürekli bir şekilde politik müdahaleye konu olmaz (Trubek, 1991: 128-130). Tekrar belirtmek gerekirse, Weber’e göre formel-rasyonel bir hukuk sistemi, rasyonel kapitalizm için en uygun sistemdir.
Rasyonel kapitalizm, idari altyapının oluşturulmasında, bürokrasinin şekillendirilmesinde, ekonomik ve ticari sözleşmelerin düzenlenmesinde öngörülebilir ve istikrarlı bir yapıyı zorunlu kılar (Graber, 1985: 97).

Weber, ekonomi ile hukuk arasında olduğu gibi, siyasal ve hukuksal yapılar arasında da karşılıklı ilişkiler bulunduğunu düşünür. Bu çerçevede, hukuksal düşünce tipleri ile egemenlik tipleri arasında yakın bir bağlantı kurar. Hukuk yaratma sürecinin, karizmatik egemenlik, geleneksel egemenlik ve yasal rasyonel egemenlik tipleriyle bağlantılı olarak geliştiğini düşünür. Bu bağlamda, karizmatik hukuk, geleneksel hukuk ve formel yasal rasyonel hukuk ayrımı yapar (Ritzer, 1988: 130). Karizmatik hukukun oluşumunda olağanüstü kişisel niteliklere sahip bulundukları na inanılan karizmatik şahsiyetler belirleyicidir. Geleneksel hukuk, geçmişten beri süregelen örf ve âdetlere dayalıdır. Geleneksel toplum yapısında modern toplum tipine geçiş sürecinde, bir hukuk kaynağı olarak örf-âdet veya geleneğin önemi azalır ve bunun yerini parlamento ve modern bürokrasi almaya başlar. Weber, hukuku, kültürel bir normlar sisteminden daha yapılaşmış bir formel kurallar sistemine doğru evrimleşen bir olgu olarak görür. Bu süreçte modern rasyonel hukuk, önceden çerçevesi çizilmiş karar alma prosedürlerine tam bir bağlılığa dayanır. Buna uygun olarak yürürlüğe konan hukuk kuralları, meşru kabul edilir. Modern devletin meşruiyeti de onun hukuksal egemenlik formunun mevcut prosedürler takip edilerek inşa edilmiş olduğu inancı üzerinde temellendirilir (Turner, 1992: 192). Weber’e göre, modern bürokratik devlet yapısında rasyonel-yasal otorite, hukukun tarafsız otoritesinin sayesinde kişisel otoritenin yerini alır. Yasama eliyle kural koyma ve yargısal yolla karar üretme süreçleri birbirlerinden ayrılır (Munch, 1994: 193). Modern devlet, rasyonel bir bürokrasiye, rasyonel bir anayasaya, rasyonel hukuk kurallarına ve yasalarına sahip bir devlettir. Hukuk, insan eliyle bilinçli bir şekilde konmuş soyut kurallar bütünüdür. Kanunlar, herkesin bunlara uyması beklenerek çıkarılır. Bürokratlar, kişiliklerinden bağımsız bir düzenin kurallarına göre hareket eden kimselerdir. Yönetilenler, vatandaş statüsünde olup kanunlara itaat eden şahıslar konumundadırlar (Mommsen, 1989: 48; San, 1971: 125).

Weber, ekonomik faktörlerin önemini kabul etmekle beraber, modern kapitalizm ile modern hukuk sistemi arasında tek yönlü neden-sonuç ilişkisi kurmaz. Weber’in teorisinde hukuk, ekonomi ve politika, birbirleriyle ilişkilerinde hem bağımlı hem de bağımsız değişken pozisyonu kazanabilir. Marx’ın ekonomik yapıya nispeten ağırlık veren yaklaşımına karşın, politik şartların ve modern bürokratik devlet yapısının önemini vurgulayan bir yaklaşım sergiler. Weber’in hukuk hakkındaki analizi, ağırlıklı olarak Batı tecrübesine dayalı olmanın sınırlarını da taşır.



2.      TOPLUM VE HUKUK İLİŞKİSİNE YÖNELİK HUKUKÇU VE SOSYOLOG YAKLAŞIMLARI

Tarihçi Hukuk Okulu

Bu romantik ve idealist ekolun Hukuk alanındaki karşılığı Tarihçi Hukuk Okuludur. Tarihçi Hukuk Okulu kodifikasyona, Fransız devrimine ve doğal hukuka karşıdır. Kodifikasyonun Almanya’da tartışılma sebebi nedir? Başka deyişle neden kodifikasyon yapılıyor?
Kodifikasyon ulus devletlerin kurulma süreciyle ilgili olduğu düşünülebilir. Yani dağınık olan hukukları ulus devlet sınırları içinde tekli bir yapıya hukuk birliğine kavuşturmasını sağlamak için yapılıyordu. Kodifikasyon, bu anlamda uluslaşmayı sağlamada önemli bir araçtır.
İşte bu iklimde Tibao Almanya’da da bir kodifikasyonun yapılması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü Almanyada da bir hukuksal birlik sağlanmaktadır diyor.
Buna cevap von Savigny’den gelir.(Puchta da tarihçi hukuk okulu ekolündendir.)
Savigny’e göre, bir Alman medeni yasası yapılmamalıdır. Bunun iki nedeni vardır:
1. Savigny doğal hukuk anlayışına şundan dolayı karşı çıkar. Her yerde ve her zaman, evrensel ve genel geçer bir hukuk olamaz.
2. Hukuk, evrensel olmadığı gibi akıldan da çıkmaz. Savigny’e göre, her toplum, her halk farklı hukuka sahiptir ve toplumların hukukları akıldan değil farklı yaşamlardan çıkar.
Böylece Almanlar için, soyut ilkelerin doğal hakların kodifiye edilmesi gereksizdir.
Peki, hukuk nereden kaynaklanır? Savigny’ e göre hukuk, toplmların yaşayışından gelir; akıldan, tanrıdan veya başka bir metafizikten değil.
Savigny’e göre hukukun özellikleri, oluşum nedenleri anonim, spontan ve bilinçdışıdır.
1.      Savigny hukukun bu üç özelliğe sahip olduğunu dilden örnekler. Dil, anonim spontan ve bilinçdışı olduğu gibi hukuk da;
- Yasakoyucuların iradesinden oluşan ya da akıldan çıkan bir şey değildir. Hukuk o toplumun içinden, rastlantısal ve tamamen bilinçlerden bağımsız bir biçimde ortaya çıkar.
- Böylece hukuk o halkın, yaşayışlarından, geleneklerinden çıkar. Halktan çıkan bu hukuk, örf ve adet hukukudur. Toplumun yaşayışı, deneyimleri, geleneklerinden çıkan hukuk Hukukun kaynağı örf ve adet hukukudur.
- Böylece hukuk ne yasa koyucunun ne de aklın ürünüdür.
2. Nasıl bir dil o dili bilmeyenlere bir anlam ifade etmezse, hukuk da başka bir halkın hukukunun resepsiyonla iktibas edilmesi de bir şey ifade etmez. Yani bir halk kendi tarihinden tarih bilincinden çıkmayan bir hukuka tabi tutulamaz. Bu anlamda resepsiyon anlamsızdır.                                                                                                                            
Fransız devriminin ardından Fransa’da doğal hak ve özgürlükler medeni yasalara yansımıştı. Benzeri tartışmalar Almanya’da da yapılmıştı. Almanya da kimi düşünürler tıpkı Fransız Medeni Kanunu’nda olduğu gibi ulusal ve medeni bir kanun yapılıp Almanya da bir ulus devletin kurulması fikri düşünülmüştü.
Bu düşünceye karşı cevap yine Alman düşüncesinden geldi: Tarihçi Hukuk Okulu. Savigny en önemli temsilcisidir. Tarihçi Hukuk Okulu ile Fransız Devrmi’nin somutlaştırdığı doğal hak ve ilkelere eleştiriler başlamıştır.
- İlk eleştiri bu hak ve özgürlüklerin soyut olduğuna yöneliktir.
- İkinci eleştiri birinciye bağlı olarak her yerde, her zaman geçerli olan ideal bir doğal hukuk olduğu varsayımı yanlıştır. Doğal hukuk bu itibarla metafiziktir. Çünkü hukuk, tıpkı din gibi, içinde bulunduğu toplumun yaşam biçimiyle ilgilidir. Nasıl ki, İngiltere’de konuşulan dil Almanya için anlamsız ise, o halde başka bir ülkenin hukukunu benimsemek tarih ve yerel yaşantı zeminine oturmaz.
- Doğal hukuka karşı olan Tarihçi Hukuk Okulu aynı zamanda pozitif hukuk anlayışına da karşıdır. Yine dil örneğinden gidersek, nasıl ki dil birilerinin buyruklarıyla değil kendiliğinden gelişiyorsa, hukuk da toplumsal yaşayışta kendiliğinden rasyonel olmayan biçimde olumsal olarak gerçekleşir.
Tarihçi Hukuk Okulu’na göre,
Hukuk toplumun yaşayışının, kültürünün bir sonucudur ve hukukun kaynağı toplumsal yaşayış yani örf ve adetlerdir. Rasyonel kabuller, akıl değildir. Egemenin buyruğu değil, metafizik bir bütün hiç değildir.
Görülüyor ki Tarihçi Hukuk Okulu olgusal, yani elle tutulur, gözle görülür bir hukuka dair anlayışı geliştirmiştir. Örf ve adetler bu olgusallığı karşılar.
Savigny’e göre kodifikasyonlar ve yazılı hukuk gereksiz de olmaktadır demek hatalı olaraktır. Savigny yazılı hukuka tamamen karşı değildir. Savigny’nin karşı olduğu örf adet hukukunun yazılı hale getirilmesi değildir. Çünkü örf ve adet hukukunun yazıya geçirilmesi kaçınılmazdır. Ancak bu iş Almanya için henüz erkendir. Çünkü kodifikasyon, Almanya toplumu gibi dinamik ve henüz tamamlanmamış bir toplum için kısıtlayıcı ve engelleyici bir rol oynayacaktır. Almanya’da toplum dinamiktir ve bu dinamizmi kodlar engelleyebilir.
Yazılı hukukun oluşumu üç evreden oluşur Savigny’e göre;
Öncelikle toplumun dinamik yaşantı süreci vardır. Gelişen bir örf ve adet hukuku vardır. Örf ve adet hukuku basit bir süreci gösterir.
İkinci evrede bir hukukçu sınıfı ortaya çıkar: teknik hukuk evresi. Burada hukukçular zümresi, bir hukuk yaratmaz; hukuk yine birinci Evredeki örf ve adetlerdir. Hukukçular ise bu örf ve adetleri düzenler, sistemleştirir ve yorumlarlar; yeni bir içerik katmaz. Teknik bir katkı vardır.
Üçüncü evre kodifikasyon evresidir. Ancak burada yazılı hale getirilenler yine toplumun yaşayışında gelen örf ve adetlerin yazıya geçirilmesidir.
Savigny’ye göre kodifikasyon üç evreden önce ya da sonra yapılmamalıdır. Toplum içinde canlılık, halk ruhu (volkgeist) süreklidir ve kodifikasyon bu dinamizmi ruhu sabitler.
Eğer kodifikasyonlar geç yapılırsa, toplum ve hukuk gerilemeye çöküntüye girdiği anda da yapılırsa kodifikasyon yararsız hale gelir. Kodifikasyonda geç kalınırsa toplum ve hukuk toparlanamaz hale gelir çünkü. Oysa vaktinde yapılan kodifikasyon bu çöküntü ihtimalini önleyip toplumu toparlayabilir.
Not: Savigny’nin doğan, canlanan ve çöken toplum anlayışı kimi hatırlatıyor?
Yani Savigny’ye göre hukuk tamamen toplumun yaşantısından gelen örf ve adet hukukudur ve yazılı hukuk bu örf ve adetlerin yazılı hale geçirilmesinden başka bir şey olmamalıdır.
Savigny’e eleştiri
Savigny muhafazakardır. Yani örf ve adetlerin kodifikasyon ile muhafaza edilmesini savunur. Ancak muhafaza edilecek örf ve adet hukukunda bir ayrıştırma yapmaksızın tüm örf ve adetleri yasalaştırmak toplumda negatif sonuçlar yaratabilir. Kodifikasyonda neyin, hangi örf ve adetlerin hangi değerleri taşıyan örf ve adetlerin muhafaza edileceği belirlenmediğinde tek kriter, hangi değere sahip olursa olsun örf ve adetleri muhafaza emek olduğunda, ortaya negatif sonuçlar çıkabilir. Örneğin, töre cinayetlerinin yasalar ile muhafaza edilmesi.
Savigny şunu söylerken ise haklıdır: Hukuk kodifiye edilen toplumun özelliklerini dikkate almalıdır. Hukuk negatif kimi örflerin dışlanmasından rol oynayabilir, bunun dışında ise toplumun özelliklerinin dikkate alınması her halükarda önemlidir.
Tarihçi Hukuk Okulu, nasyonel sosyalizmin yani Alman Faşizmi’nde kullanılan bir husus olmuştur. Çünkü führer (başbuğ) volkgeist’i en iyi bilen kişi sayılmış ve onun buyrukları kayıtsız koşulsuz hukuk sayılmıştır.
Volkgeist kavramı, Tarihçi Hukuk Okulu’nun kaçınmaya çalıştığı metafiziğe yaklaştığı mistik bir araç olmuştur. Bu metafizik de onların tutarlılığını zedeler.
Tarihçi Hukuk Okulu ile de görülüyor ki, on yedinci yüzyıl aydınlanmasından farklı bir aydınlanma söz konusudur. On yedinci yüzyıl aydınlanmasında aklın ilkelerinin insana yön vermesi sonucunu doğuyordu. On dokuzuncu yüzyıl aydınlanmasında ise, giderek gelişen bilimsel yöntemlerin, deney ve gözlemlerden yola çıkılarak hareket edilmekteydi. Bir tür pozitivizmdir bu.
Bu pozitivizm hukuksal pozitivizm olarak hukuk alanında on sekizinci yüzyılın sonunda, on dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıkar.

HUKUKİ REALİZM

!!! “Hukuki Realizm” konusu için ek dosyada sunulacak olan –aşağıda ismi ve yazarı belirtilen- makaleye bakınız:
Ertuğrul Uzun, “Amerikan Hukuki Realizmi



DİKKAT !!!!! AŞAĞIDA KIRMIZI İLE BELİRTİLEN KONULAR PROF. DR. MEHMET TEVFİK ÖZCAN’IN HUKUK SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ KİTABINDAN TAKİP EDİLECEKTİR.

2.5. SOSYOLOJİ AÇISINDAN HUKUK
2.6.HUKUKUN SOSYOLOJİYE İLİŞKİN ÖLÇÜTLERİ VE TOPLUMSAL YAŞAMDAKİ ROLÜ
 3. TOPLUMSAL DÜZEN VE İNSAN KİŞİLİĞİ
3.1. GİRİŞ
3.2. KÜLTÜR VE TOPLUMSAL NORMLAR
3.2.1. NORMLARIN OLUŞUMUNA DAVRANIŞÇI AÇIKLAMA
3.2.2. UYMA DAVRANIŞI HAKKINDA PSİKANALİZ KAYNAKLI YAKLAŞIM
3.2.3. BİLİŞSEL VE AHLAKİ GELİŞME YAKLAŞIMI
3.3. BÜTÜN OLARAK TOPLUMUN KÜLTÜRÜ VE BİREYİN KİŞİLİĞİ

4. HUKUK VE TOPLUMSAL DÜZEN
            4.1. BİREY VE TOPLUMSAL DÜZEN
4.2. VERİLİ İKTİDAR SİSTEMİ KOŞULLARINDA HUKUKUN İŞLEVLERİ
            4.3. KÜLTÜR, UYUŞMAZLIK VE HUKUK
            4.4. HUKUK VE İDEOLOJİ
4.5. HUKUK İDEOLOJİSİ VE TOPLUMSAL İKTİDAR
4.6. HUKUK POLİTİKASI VE YARGIÇ




HUKUK VE POLİTİKA

Modern pozitif hukukun en önemli özelliklerinden biri, kendisini siyaset dışı, daha doğru bir ifade ile siyaset üstü ilan etmiş olmasıdır. Hukukun siyasetten ayrılmasına ihtiyaç duyulmasının nedeni, hem hukuku siyasal yaşamın günlük çekişmelerinden uzaklaştırmak, hem de siyasal ya da toplumsal yaşamdaki çatışmalarda hukuka arabuluculuk görevini verebilmektir. Siyaset üstü olmakla, hukukun esasen bağımsız ve tarafsız olabileceği de varsayılmaktadır. Hukukun kendine özgü bir dili ve usa vurma yöntemi olduğu düşüncesi, hukukun siyasetten ayrılığını besleyen bir kanaat de yaratır. Gerçekten de hukuk, gündelik toplumsal yaşamda görmeye alışık olmadığımız bir dil ve akıl yürütme şekli kullanır. Gündelik yaşamın en bilindik olguları, hukuk düzeninin normatif dünyasında farklı terimlerle ifade edilip, farklı anlamlar kazanır. Siyasal yaşamın kısır çekişmeleri, hukuk karşısında anlamlarını yitirir ve hukuk içerisinde eriyip gider.

Oysa bu durum, özellikle pozitif hukuk düzenlemesine vücut veren olgunun devlet iktidarı olduğu düşünüldüğünde, paradoksal bir hâl de kazanır. O kadar ki devlet iktidarının, hukuk normları şeklinde tezahür ettiği bile söylenebilir. Zira pozitif hukuk düzenlemelerinin her biri, hukuk olana kadar, toplumsal ve siyasal alandaki iktidara yönelik çatışmanın bir tarafıdır.  Hukuksal düzenlemelerin en temel metinlerinden olan anayasalar, hukuksal oldukları kadar siyasal metinlerdir. Yasalar, siyasal sistemin araçlarından, siyasal alanın elemanlarından biri olan parlamentolar tarafından çıkarılır. Üstelik kanunlaşma süreci içerisinde yasalar, iktidar ile muhalefet arasındaki siyasal çatışmanın konusunu oluşturur. Ancak her nasılsa kanunlar, bir kez yasalaştıktan sonra, siyasal niteliklerinden arınmış, hukuksal alanı n kutsallığına sığınmış şekilde karşımıza çıkar.

Hukuk, siyasal alanın çerçevesini de belirler. Parlamentonun nasıl oluşacağı, seçimlerin hangi esaslara göre gerçekleştirileceği, parlamentoda görüşmelerin nasıl yapılacağı, hangi temsilciye kaç dakika konuşma süresi verileceği, bir yasanın parlamentoda kabul edilmesi için nasıl bir çoğunluk gerektiği, devlet başkanının nasıl seçileceği, siyasal partilerin nasıl kurulacağı, yurttaşların siyasal katılımının nasıl sağlanacağı gibi meseleler hukuksal düzenlemelere konu olmaktadır. Oysa bu düzenlemelerin içeriğini oluşturacak olan her bir tercih, hiç kuşku yok ki siyasal bir tercih olacaktır. Seçimlerin nasıl yapılacağına ilişkin bir düzenleme, yurttaşların bir kısmının oy kullanma haklarını ellerinden alacak şekilde gerçekleştirilebilir. Bu, siyasal sistemin nasıl olması gerektiğine ilişkin bir tercihi ifade edecektir.

Daha açık ifade etmek gerekirse, modern devlet, iktidarın hukuksal örgütlenişidir. Bu perspektiften değerlendirildiğinde, hukukun, iktidarın tercihlerine bir tür dokunulmazlık kazandırmak gibi bir işlevinin olabileceği de görülür. Ancak bu, elbette, tamamen olumsuz bir eleştiri gibi de düşünülmemelidir. Zira iktidarın hukuksal örgütlenişi, iktidarın kendisinin de hukukla bağlı olmasını beraberinde getirir. Aksi halde, bir çete iktidarından farklı olamayacak, meşruluk sağlayamayacak, güç kullanımı dışında egemenliğini sürdüremeyecektir. Oysa modern devlet, aynı zamanda kendisi de koyduğu kurallarla bağlı olmak anlamında, bir hukuk devleti olarak şekillenir. Öyleyse, iktidarın kendisini hukukla kısıtlaması anlamında hukuk devleti de siyasal bir tercihin sonucudur.

Görüldüğü üzere, hukuk ve siyaset arasında çok sayıda kesişen nokta bulunur. Bunların ne derece hukuksal ne derece siyasal oldukları sorusu, çokça yanıtlanmaya çalışılan, çeşitli kuramların ortaya çıkmasına vesile olan bir sorudur. Şu ifade edilmelidir ki görüldüğü kadarıyla hukuk, kendi kendisini tam olarak açıklayabilecek araç ve kavramlardan yoksundur. Hukuk alanını tanımlarken, her hâlükârda siyaset alanının kavram ve araçlarına da ihtiyaç duyarız. Adalet, hak, özgürlük vb. hukuk içerisinde olduğunu düşündüğümüz pek çok kavram, kurum ya da olguyu başta siyasal alan olmak üzere, toplumsal yapının diğer alanlarına atışa kavrayabiliriz.

Hukuk ile siyasetin, özellikle yasa yapımı sürecindeki ilişkisi, bu şekilde ele alınabilir. Ancak, bilindiği üzere, hukuk yalnızca normatif boyuttan oluşmaz. Normun ihlali ya da uyuşmazlık durumunda ortaya çıkan yargılama, bir başka deyişle hüküm oluşturma boyutu da söz konusudur. Nitekim hukuk ile siyaset arasındaki ilişkiyi, yoğunlukla yargısal hüküm verme süreci içerisinde tarif eden yaklaşımlar bulunmaktadır. Özellikle yargısal hüküm verme anlamında hukuk ile siyaseti birbirinden tamamen ayrılmış alanlar olarak ele alan yaklaşımlar, temel olarak yalnızca hukuka özgü bir akıl yürütme tekniğinin mümkün olduğu varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, hukuk ya da norm nasıl yaratılmış, hangi siyasal tartışmaların sonucu olarak ortaya çıkmış olursa olsun, yargısal hüküm kurma süreci, yalnızca hukuk alanının içerisinde özel bir akıl yürütme ile gerçekleşmektedir. Siyasal çatışma ve söylemler, hüküm kurma sürecine etki edemez. Bu yaklaşım, hukuk düzeninin rasyonel bir düzen olduğu varsayımını da esas almaktadır. Buna göre herhangi bir uyuşmazlık için verilecek hukuksal hüküm, akıl yoluyla ulaşılabilecek doğru bir çözüm içermektedir. Dolayısıyla hukuksal alan, rasyonel bir alandır. Oysa siyasal alan, iradenin yani iradi tercihlerin geçerli olduğu bir alandır. Hukuk ile siyaset arasındaki ayrım, akıl ile irade arasındaki ayrıma denk düşmektedir. Bir başka deyişle, hukuk alanında akıl aracılığıyla “doğru” sonuca ulaşılırken, siyasal alanda iradi olarak tercihte bulunulmaktadır. Hukuk ile siyasetin ayrı alanlar olduğunu ileri sürenler, yargıcın hüküm kurarken, bir tercihte bulunmadığını; aksine, zaten verilmesi gereken karara, özel bir akıl yürütme ile ulaştığını iddia etmektedirler. Hukukun bu yönüyle değerlerden bağımsız olduğu savunulmaktadır. Çünkü, yargıç değişse de ulaşılacak karar değişmeyecektir. Ama bir tercihin söz konusu olduğu siyasal alanda, irade ya da irade sahibi değişirse sonuç da değişecektir. Ancak bu, herkes tarafından kabul edilen bir görüş olmayıp karşı iddialar da söz konusudur. Zira karar verici, karar verirken her hâlükârda hukuk dışı değerlerden etkilenmektedir. Üstelik hukuksal akıl yürütme sürecinin kendisi de kişiye özgüdür. Ayrıca, herhangi bir sonuca ilişkin, iradi bir tercihte bulunulduktan sonra, bu sonucu ex post facto hukuksal olarak gerekçelendirerek hukuka uygun hale getirmek de mümkündür. Bu yaklaşımdan yola çıkılarak, hukukun salt kendi içerisinde kalarak sonuç doğurduğu bir akıl yürütme şeklinden söz etmek hayli güç olacaktır.

HUKUK VE EKONOMİ
Hukuk ile ekonomi arasındaki ilişkinin farkına varılması, hukuk sosyolojisi disiplininin ortaya çıkışından bile önceye dayanır. Özellikle klasik sosyolojik teori çerçevesinde çalışan sosyologlar, en azından başlangıç itibariyle, bu konuya hayli katkıda bulunmuşlardır. Bu tür çalışmalarda, hukuk da ekonomi de birer kurum olarak ele alınmakta ve birbirleriyle nasıl ilişki içerisinde oldukları değerlendirilmektedir. Ancak hukuk ve ekonomiye ilgi gösteren tek grup, klasik sosyologlar değildir. Hukuk sosyolojisi disiplininin ilk kuramcılarından itibaren, hukukun diğer kurumlarla ilişkisi kapsamında ekonomi de dikkati çeken bir alan olagelmiştir.
Klasik iktisat doktrininde, piyasanın sanki bireylerden tamamen bağımsız bir işlerliğe sahip bulunduğu ve bireylerin de bu piyasada rasyonel olarak hareket edip, tercihte bulundukları varsayılır. Bu yaklaşımda, ekonominin insan ya da herhangi bir organ eliyle düzenlenecek normatif bir alan olmadığı düşünülür. Yani iktisadi alan, olması gerekene göre değil, bireylerin ulaşmak istedikleri ekonomik hedeflere rasyonel tercihleri ile ulaşabilmelerine göre düzenlenmiştir. Ekonomi; verimlilik, etkililik, kârlılık gibi kavramlar üzerinde işleyen, bu kavramların ifade ettiği değerlere ulaşılabilmesi için ise rasyonel davranılması gereken sahadır. Oysa hukuk alanında hukuka uygunluk, adillik gibi kavramlar da geçerlidir ve bunlar normatif olarak düzenlenmiştir. Dolayısıyla hukuk ve ekonomi alanları arasında karşımıza çıkması muhtemel olan sorular şunlardır: Özgür iradelerin rasyonel tercihlerine dayalı bir alan, normatif olarak düzenlenebilir mi? Ekonomik alandaki tercihlere ilişkin hukuksal bir sınırlama getirilmeli mi? Bir uyuşmazlık durumunda yargısal karar verilirken, ekonomik alanın kendine özgü nitelikleri de göz önüne alınmalı mı? Hukuk, ekonomik alanda elde edilen refahın paylaştırılması için bir araç olarak kullanılabilir mi? Bu sorulara daha pek çoklarını eklemek mümkünse de temel olarak hukuk ile ekonomi tartışmalarına yön veren sorun alanları, bu şekilde ortaya konmaktadır.

Ekonominin rasyonel tercihlere dayalı olduğu saptamasına ilişkin söylenebilecek şeylerden biri, rasyonelliğin verili bir gerçeklik olmadığı; aksine, toplumsal ve kültürel olarak inşa edildiğidir. Yani, belli bir toplumdaki rasyonellik algısı ile bir başka toplumdaki rasyonellik algısı farklı olabilir. Rasyonelliğin ne olduğu şeklindeki algımız, kültürel olarak belirlenmiştir. Hukuk da bir toplum ya da kültürdeki davranış standartlarını belirleyen bileşenlerden biri olduğuna göre, kural olarak, hukuksal düzenlemeden tümüyle farklı, bağımsız bir rasyonellikten söz etmek de çok mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla ekonomik insanın zihinsel kalıpları, hukuk tarafından da daha en başından itibaren şekillendirilir. Bunun da ötesinde ekonomi, en liberal sistemlerde bile, tamamen kendi işleyişine bırakılmış bir düzen olarak düşünülmez. Hemen her hukuk düzeni, ekonomik alana ilişkin düzenlemeler, bazı yasaklar ya da farklı düzeylerde serbestlikler içerir. Bunun en bilinen örneği, alımına ve satımına yasaklar getirilen bazı malları n varlığıdır. Söz gelimi, pek çok ülkede uyuşturucu ticareti yasaktır. Hukuk, “ortak iyi” adına, belli bir maddenin ticaretini yasaklayarak, piyasaya müdahale edebilmektedir. Piyasada neyin ticaretinin yapılmasının meşru kabul edileceği, hukuk tarafından belirlenmektedir.

Hukuk, ticaretinin yapılmasını serbest kıldığı mallar için de düzenlemeler yapar. Ticareti yapılan ürünlerin hangi niteliklere sahip olması gerektiği, bu ticarette hangi ödeme araçlarının kullanılacağı, ürünlerin gerekli niteliklere sahip olmadığında ya da ödeme yapılmadığında ne yapılacağı gibi konular hukukun düzenleme alanı içerisindedir. Modern hukuk, toplumsal yaşamın daha fazla alanını daha ayrıntılı olarak düzenlerken, ekonomi de bundan muaf kalamaz. Tüketici Hukuku adı verilen alan, büyük oranda ürünleri satanlar ile alanlar arasındaki ilişkileri düzenlemekte ve tüketicilerin yanıltılıp aldatılmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. İş Hukuku, işveren ile işçi arasındaki ilişkilere yön veren ve esasen piyasada işverene göre korunaksız durumda kalan işçi lehine düzenlemeler içermesi beklenen bir alandır. Piyasada karşı karşıya gelen (üretici-tüketici ya da işçi-işveren gibi) taraflar arasındaki ilişkileri düzenlemesi bir yana hukuk bazı, durumlarda ya bizatihi piyasanın kendisini ya da piyasanın karşıt taraflarını değil, aynı tarafında yer alanların ilişkilerini de düzenleme iddiasındadır. Söz gelimi Sermaye Piyasası Hukuku, sermaye piyasalarını ve bu piyasadaki araçları düzenler. Rekabet Hukuku, ekonomik aktörlerin piyasadaki davranışlarının, birbirleri için haksız rekabet yaratmaması için ortaya çıkmıştır. Her biri ekonominin alanına giren konular, görüldüğü üzere, hukuksal düzenlemenin konusu olabilmektedir.

Modern toplumlar, ekonomik iktidarın siyasal ya da hukuksal iktidarla hemen hemen eşitlendiği toplumlardır. Bir başka deyişle modern toplum, ekonomi merkezli örgütlenmiş bir toplumdur. Geleneksel toplumlarda geçerli olan iktidar yapıları; fiziksel güç, dinsel inanç vb. farklı temellere dayanırken, modern toplumda fiziksel ya da manevi gücün yerini doğrudan ekonomik güç almış durumdadır. Bu durum, yasa koyucunun da ekonomik iktidarın bir uzantısı olduğunu akla getirmektedir. Böylece, her ne kadar hukuk, piyasayı düzenleme işlevi görebilecek normlar veya kurallar geliştirilmesini içeriyorsa da bu düzenlemelerin ortaya konmasında ekonomik güç odaklarının etkin olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim, pek çok parlamenter demokraside, yasa yapma süreçleri, lobi faaliyetleri şeklinde ilerlemekte, en güçlü lobilere de iktisadi gücü ellerinde bulunduranlar sahip olmaktadır. İktisadi gücü ellerinde bulunduranlar, yasal ve hukuksal alanı da “ortak iyi”ye göre değil, gücü ellerinde bulundurmayı sürdürme amacına göre düzenlemeye çalışırlar. Dolayısıyla hukukun, ekonomik alanda tercih edilen politikaları n gerçekleşmesini sağlayacak bir içeriğe sahip olduğu görülür.

Hukuk, ekonomik alandan kaynaklanan çok sayıda kavram içerir. Ancak bu kavramlar karşımıza, ekonomi ile bağlantıları kopmuş, salt hukuksal bir içerik kazanmış şekilde çıkarlar. Buna ilişkin en bilinen örnek kuşkusuz “mülkiyet”tir. Bir mal üzerindeki sahiplik durumu ve buna dayalı olarak kurulan her türlü ilişki aslında, ekonominin alanına girer. Oysa biz, bunların her birini hukuktaki karşılıkları ile bilir ve kabul ederiz. Mülkiyet, sözleşme, ticari işletme, vergi, iflas vb. kavramlar, sanki salt hukuksal anlamları ile var olabilirler. Oysa biraz daha dikkatli bakıldığında, bunların her birinin ekonomi kökenli kavramlar olup, sonradan hukuksal düzenlemelere konu oldukları görülür.

HUKUK VE İDEOLOJİ
İdeoloji “gerçeklik hakkındaki bilgi” sorunu ile yakından ilgili bir kavramdır. Böylece, ideoloji ile bilgi arasındaki ilişkiye de dikkat çekmiş oluruz. Örneğin, pozitivist yaklaşım açısından olgusal içeriği olmayan her söz ya da düşünce, ideolojik kabul edilmektedir. Olgular hakkında nesnel doğruları dile getirmek ise bilimin işidir. Dolayısıyla pozitivist açıdan ideoloji, bilimin karşısında konumlandırılmaktadır. Ancak öte yandan, Frankfurt Okulu kuramcılarınca dile getirilen, bilimin kendisinin de bir ideoloji olarak karşımıza çıkabileceği düşüncesi de akılda tutulmalıdır. Kabaca ifade edecek olursak ideoloji, bilinç durumu ya da düzeyi olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla hukuk ideolojisi de hukuka ilişkin bilinç durumunu ya da düzeyini ifade etmektedir. Daha da kaba ifadesi ile hukuk ideolojisi, hukuka duyulan inancı, gerçek dünyanın hukuksal bir dünya görüşü ile açıklanabileceğine ve sorunların hukuk aracılığıyla çözümlenebileceğine ilişkin inancı ifade eder. “Hukuk, toplum hakkında karmaşık bir tutumlar, değerler ve kuramlar seti taşıdığı ve yaydığı için ideolojiktir. Onun ideolojik içeriği, egemen ideolojinin bir parçasını oluşturur; zira bu tutum ve değerler, mevcut toplumsal düzeni dayatır ve meşrulaştırırlar.” (Hunt, 1993: 25). Hukukun, egemen ideolojiyi yansıttığı, dolayısıyla “hukukun bir ideolojisi” olduğu iddiası, özet olarak bu alıntıdan da görülebilir.

Hukukun bir ideolojisi olduğu iddiası, aslında hukukun tarafsız olmadığı iddiasından çok da farklı değildir. Ancak “hukuk ideolojisi”, hukukun arkasında bulunan ya da hukukun dayandığı bir ideoloji olmasından ziyade, hukukun kendisinin de bir ideoloji olduğu anlayışını ifade eder. Şu hususların her biri, hukuk ideolojisinin birer yansımasıdır:
1. Toplumu ve dünyayı algılayışımızı hukuksal kavramlar biçimlendirir.
2. Hukuksal kavramlar bilincimizi belirler.
3. Hukuksuz bir yaşam düşünülemez.
4. Hukuku toplumsal olgu değil, toplumsal olguyu hukuk yaratır.
5. Toplumdaki mevcut sosyal düzen kurallarının hepsinin hukukî bir niteliğe sahip olduğu kabul edilmelidir.
6. Hukuk, toplumsal yaşamın her alanını düzenleyebilir. İşte bütün bunlar, aslı nda hukuk ideolojisinin birer sonucudur.

Kapitalist toplumdaki hukuk ideolojisi, tekil ülkelerde aksi yönde uygulamalarla karşılaşabilmekle birlikte, yaşam, özgürlük ve mülkiyet ilkeleriyle bireyin özerkliğini temin ederken, bunun güvencesi olarak da hukuk devletini zorunlu kılar. Hukuk devleti, toplumsal iktidarı rasyonel, objektif ve birey üstü duruma getirir. Hukuk düzeninin kendisi de bu sayede, eskiden beri karşılaştırmada kullanılan örneklemeyle, mutlak iktidarın sahibi olan bir çetenin iktidarından farklılaştırılır. Yine, bu sayede -çete örneği bir yana bırakılarak- hukuk devleti, hukuk düzenini siyasal mahiyetteki güç ve egemenlik çatışmasının konjonktürel dalgalanmaların ve belirsizliklerin dışında tutar (Özcan, 2003: 151-152).

Hukuk düzeninin sürekliliğini ve muhataplarının sistem içerisinde kalmalarını sağlayan şey, bu bilinç şeklidir. Yani hukuksal bilinç, mevcut hukuksal düzenin işleyişine “rıza” gösterme olarak da anlaşılabilir. Hukuk, iktidarın, hâkimiyeti altındaki insanların rızalarını kazanmada başvurduğu bir araçtır. Yurttaşlar, günlük faaliyetleri içerisinde, bilerek ya da bilmeyerek hukuksal düzene uygun davranarak; güvenseler de güvenmeseler de uyuşmazlıklarının  çözümünde devletin hukuksal mekanizmalarına başvurarak, rızalarını gösterirler. Bir taraftan, “yönetenlerin yönetme yetkilerine” bu şekilde rıza gösterilirken; diğer taraftan, iktidarın hegemonyası da pekiştirilmektedir.

Hukuk devleti kavramsallaştırmasının gösterdiği, hukukun kendisinin bir ideoloji olabileceği gerçeğini vurgulayan bir başka nokta da gerçeklik dünyasının, hukuksal kavramlar tarafından yeniden üretilerek gizlenmesidir. Hak ve özgürlük gibi kavramlar, bazı gerçekliklerin çarpıtılarak hukuk dünyasına aktarılmasının bir sonucudur. İskandinav Hukuksal Realizmi’nin öncü düşünürlerinden Axel Hägerstrom’un hak, ödev, hakkın devri, geçerlik gibi hukuksal yapının bazı önemli kavramlarını, boş inançtan kaynaklanan mit, kurgu, sihir ya da kafa karışıklığı diye nitelendirdiği, bu kavramların metafizik dünyanın hayal ürünü olduğunu yani aslında bir gerçekliğe sahip olmadığını ileri sürdüğü bilinmektedir (Hart, 1959: 233; Uzun, 2004: 75). Hägerstrom’a göre, hak ya da ödev gibi kavramlar “gerçek” değildir. Söz gelimi hak, bir şey üzerindeki güç olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu erk, doğada bildiğimiz anlamda bir erk değildir. Tümüyle kurgusal, hukuk öyle söylediği için var kabul edilen, doğanın gerçeği dışında bir erktir (Sherbaniuk, 1962: 59). Hägerstrom, modern hukukta kabul edilen hak ya da ödev kavramlarının temelinde, antik inanışlar olduğunu ileri sürmektedir. Bu düşüncesinin nedeni, Antik Roma hukuku üzerine yaptığı araştırmalardır. Buna göre antik dönemde, söz gelimi alım satım sözleşmesi yapılabilmesi için öngörülmüş bazı ritüeller ya da törenler söz konusudur. Bu ritüeller ya da törenler, yerine getirildiğinde artık, ortaya “mülkiyet hakkı” diye bir şeyin çıktığına inanılmaktadır (Sherbaniuk, 1962: 60). Benzer “ritüel” vurgusu Karl Olivecrona’nın evlilik sözleşmesi hakkındaki açıklamasında da görülmektedir. Buna göre evlilik sözleşmesinde, bir ritüel yerine getirilerek, insanlar arasında hukuksal ama gerçek olmayan bir bağ kurulmakta ve sadece bu hukuksal bağ, bundan böyle gerçek dünyada da sonuç doğurur hale gelmektedir. Bir başka deyişle gerçeklik, hukuksal kavramlarla açıklanarak, ayrı bir hukuksal bilinç ve hukuksal gerçeklik durumu yaratılmaktadır (Akbaş, 2006: 91).

Hukuk ideolojisinin ortaya çıkartılmasına yönelen bir başka yaklaşıma, A. J. Greimas’ın göstergebilimsel analizinde rastlarız. Bilindiği üzere, yapısalcı göstergebilime göre dil, dünyayı yalnızca tanımlamaz, aynı zamanda onu biçimlendirir ve yeniden inşa eder. Bu nedenle de ideolojiktir. Aynı durum, elbette hukuk açısından da geçerlidir. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, hukuksal kavramlar, ayrı birer gerçeklik ortaya çıkarmaktadır. Greimas, bu düşünceye paralel analizini Ticaret Hukuku ile örneklendirir. Ticaret Hukuku’na göre bir ticaret şirketi, sermaye unsuru ile kişi unsurunun bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Oysa Greimas’ın çözümlemesi, kişi unsurunun geçiciliğini, bir başka deyişle sermayenin asliliğini ortaya koyar. Böylece, hukuksal söylemin içerisindeki düzenlemenin tutarsızlığının ya da ideolojik içeriğinin farkına varırız (Uzun, 2007: 78-79).

Sonuç olarak, hukukun ideoloji ile ilişkisini ya da hukukun bir ideoloji olmasını sorgulayan, farklı alanlardan beslenen geniş bir çalışma alanı olduğu ortadadır. Buna rağmen, hukukun kendisini ideoloji üstü, siyaset üstü ve ekonomi üstü olarak kabul ettirebilmiş olması da tam anlamıyla ideolojik bir başarı olsa gerektir.

HUKUKUN İŞLEVLERİNE GENEL BAKIŞ
Hukuk, toplumların varlığını sürdürmelerine esas teşkil eden belirli işlevler görür. Hukuk, her şeyden önce bir toplumun üyeleri arasındaki ilişkileri tanımlayarak, hangi davranışlara ve etkinliklere izin verildiğini, hangilerinin kapsam dışı bırakıldığını bildirerek, toplumsal bütünleşmeyi sağlamaya katkıda bulunur. Toplumsal hayatın değişen koşullarına bağlı olarak gruplar ve bireyler arasındaki ilişkileri yeniden tanımlayarak, bunların topluma uyum gösterme kabiliyetlerinin devamını mümkün kılar. Hukukun, bir bütün olarak toplumun temel örgütlenmesine en önemli katkısı, bireyler ve gruplar arası ilişkileri özellikle ve açıkça tanımlamasıdır. Bu sayede, insan-insan, grup-grup ilişkisi çerçevesinde insanların ve grupların birbirlerinden beklentilerini belirler; her biri, diğerleri karşısında hangi haklara sahip
olduğunu, ne tür taleplerde bulunabileceğini, görev ve sorumluluklarının neler olduğunu bilir. Böylece, çok farklı özelliklere sahip bireylerin ve grupların birlikte yaşamasının temelleri atılır. Ayrıca hukuk, toplum hayatında meydana gelen sıkıntıları ve sorunları, ortaya çıkar çıkmaz bilinçli insan müdahalesiyle düzenleme yeteneğine de sahiptir (Hoebel, 1970: 17).

Hukukun temel toplumsal işlevlerini, Funk’tan (1972: 278-293) hareketle şöyle sıralamak mümkündür:
1) Meşrulaştırma ve yasallaştırma: Hukukun işlevlerinden birisi, hükümet veya yönetim organlarını yasal bir temele kavuşturmaktır. Bu işlev, yönetim organlarına siyasal meşruiyet sağlama ve yetkili kılma bakımından gerekli düzenlemelerin yapılması anlamına gelir. Örneğin, anayasa hukukunun birincil işlevi, kanun koyucunun faaliyetlerine ve kararlarına meşruiyet kazandırmaktır. Böylece, anayasa hukuku, parlamentonun yasama etkinliklerine hukuksal bir zemin oluşturur. Aynı şekilde, parlamento da yapacağı hukuksal düzenlemelerle bir hukuksal örgüt olarak mahkemelere meşru ve yasal bir temel sağlamış olur. Mahkemeler de yarattıkları hukuk yoluyla bazı hukuksal kural ve ilkelerin oluşumuna hayat verir.
2) İktidarı paylaştırma: Hukukun bir diğer temel işlevi, toplumdaki hükümet gücünü veya siyasal iktidarı paylaştırmaktır. Meşrulaştırma işlevi, iktidar gücünü kullanan kimselerin eylemlerine meşru ve yasal bir temel kazandırırken, iktidarın paylaştırılması veya dağıtılması fonksiyonu, hükmetmek gücünü gerçekten kimlerin veya hangi grupların kullanacağını belirler. Hukuk, bir yandan belli organlara veya görevlilere bazı yetkileri verirken öte yandan, diğerlerini bu yetkilerden yoksun bırakır. Hukuk, aynı zamanda, bir grup olarak yönetenlere de tüm yetkileri vermeyerek yönetenler ile vatandaşlar arasında gücü paylaştırmış olur. Hukukun bu şekilde bir kullanımı, daha ziyade hukuk devleti ilkesi çerçevesinde gerçekleşebilir.
3) Toplumsal yaşamı düzenleme: Hukukun önemli bir işlevi de toplumsal ve bireysel etkileşimlere, bir model veya çerçeve sağlayarak toplum hayatını düzenlemektir. Bu işlevin yerine getirilmesinde, zorlamaya daha az ihtiyaç duyulur. Oluşturulan kalıbın veya modelin bizatihi kendisi, bünyesinde ilişkilerin ve etkileşimlerin vuku bulacağı kategorileri sağlar. Hukukun bu işlevi, toplumun düzenlenmesi, organizasyon yaratma, toplumsal ilişkileri çerçeveleme gibi farklı terimlerle de dile getirilir. Herhangi bir hukuksal sistem, büyük ölçüde hukukun toplumsal düzen sağlama işlevi etrafında inşa edilir. Hukuk, bireylerin kendi özel eylem ve etkinliklerini düzenleyebilecekleri bir çerçeve oluşturur. Böylece hukuk, bireylere kendi isteklerini gerçekleştirebilmek bakımından kolaylıklar sağlamış veya fırsatlar sunmuş olur. Hukuk bunu, bireylere bazı yetkiler vererek, hukukun zorlayıcı çerçevesi içinde haklarını, görev ve sorumluluklarını belirleyerek yapar.
4) Toplumsal kontrolü sağlama: Toplumsal barış ve düzeni sürdürebilmek için, zorlama ve zorlama tehdidiyle toplumun üyelerini kontrol altına almak da hukukun temel işlevlerindendir. Hukukun düzenleyici işlevi, nispeten düşük bir maliyetle insan ilişkileri ve etkileşimleri için bir çerçeve oluştururken; toplumsal kontrol fonksiyonu, gerçek bir düzenin sağlanmasını güvenceye alır. Bireyler, ilişkilerini ve etkileşimlerini hukuksal çerçeveye uydurmayı reddettikleri veya bundan kaçındıkları zaman, toplumsal maliyetine rağmen kontrolü temin etme zorunlu hale gelir. Bu işleviyle hukuk, toplumdaki potansiyel çatışmalarla ilgilenir ve bunları gerçek bir toplumsal barışın engelleri olmaktan çıkarır. Bu işlevin yerine getirilmesinde ceza hukukunun önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.
5) Uyuşmazlıkları çözme ve adalet dağıtma: Hukukun kontrol fonksiyonu, daha çok çatışmaların ve ihtilafların ortaya çıkmasını önlemeye yönelirken; hukukun bu işlevi, meydana geldikten sonra çatışmaları çözmek, ihtilafları gidermek ve herkese hakkı olanı vererek adalet dağıtmaya dönüktür. Burada amaç, toplumsal barışı ve düzeni sürdürmekten ziyade bozulan düzenleyici çerçeveyi onarıp eski haline getirmektir. Bunun toplumsal maliyeti, kontrol fonksiyonundan kaynaklanan maliyetten çok daha yüksektir. Bu işlev çerçevesinde hukuktan beklenen, ihtilaflara son vermek üzere toplumsal ilgileri veya çıkarları dengelemektir. İster hukuk sistemi içindeki en görünür örgütler olan mahkemeler eliyle; ister uyuşmazlıkları çözmekle görevli diğer organlar vasıtasıyla olsun, toplumsal sistem içinde ortaya çıkan çatışmaları çözmek ve ihtilafları gidermek, hukukun başlıca işlevlerinden birisidir.
6) Toplumu veya bireyleri değiştirme: Hukukun önemli bir fonksiyonu da belli bir toplumda bilinçli insan eliyle değişimin bir aracı olarak hizmet görmektir. Hukukun bilinçli planlı bir toplumsal değişmenin aracı olarak kullanılması, kimi bireylerin veya grupların değişimi arzu etmelerine, bu yönde çaba göstermelerine bağlıdır. Demokratik bir sistemde bilinçli bir şekilde değişim isteyen kimseler, politik bakımdan aktif insanların bir çoğunluğu olabileceği gibi, bir seçkin kanaat önderleri grubu da olabilir. Otoriter bir rejimde ise başlıca iktidar sahipleri, değişimi isteyen kimseler olabilirler. Toplumsal yaşamda, aynı zamanda hukuk yoluyla değiştirilmesi gereken çok sayıda birey olabilir. Nispeten az sayıda bireyin değiştirilmesi gerekiyorsa ve bunlar iktidar mevkilerinde de değilseler, hukuk onları belli toplumsal standartlara uyumlu davranmaya zorlamak için kullanılır. Böylesi kimseleri sapkın olarak tanımlayan standartlar, toplumun bütünü tarafından konmuş olabileceği gibi, iktidar sahipleri veya seçkin kanaat önderleri grubu tarafından da belirlenmiş olabilir. Çok az sayıda insanın veya bir küçük grubun, kendi kendilerini değiştirmek üzere hukuku bir araç olarak kullanmaları pek muhtemel değildir. Buna karşılık, toplumun baskın bir çoğunluğu, hukuku sapkın bir grubu değiştirmek üzere kullanabileceği gibi, bizzat kendisini de değiştirmek üzere kullanabilir.
Hukukun yukarıda sıralanan temel işlevleri, birbirinden bağımsız değişkenler olarak düşünülmemelidir. Bunlar, gerek bütün olarak hukuk sistemiyle, gerek diğerleriyle yakından bağlantılı işlevlerdir.

           




[1] Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi, s.458.
[3] Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi, s.521.
[4] Topçuoğlu, Hukuk Sosyolojisi, s.446-449.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder