21 Mayıs 2015 Perşembe

HUKUK FELSEFESİ VE SOSYOLOJİSİ *** 2014-2015 *** HUKUK SOSYOLOJİSİ DERS NOTLARI

2014-2015 Öğretim Yılı
Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Dersi İkinci Öğretim Örencileri
için

HUKUK SOSYOLOJİSİ
DERS NOTLARI



1.      HUKUK SOSYOLOJİSİNİN ALANI VE YÖNTEMLERİ
2.      HUKUKUN İŞLEVLERİ
3.      HUKUK SOSYOLOJİSİNİN ÖNCÜLERİ VE HUKUKA SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
4.      TOPLUMSAL DÜZEN VE İNSAN KİŞİLİĞİ
5.      HUKUK VE TOPLUMSAL DÜZEN

BÖLÜM 1

HUKUK SOSYOLOJİSİNİN ALANI VE YÖNTEMLERİ

Hukuk, Toplumsal Gerçeklik ve Hukuk Sosyolojisi
Hukuk deyince genellikle hukuk araştırmacıları ve öğrencileri olarak ilk aklımıza gelen devletin, usulune uygun yürürlüğe koyduğu yasalar bütünü ve buna dayanan yaşama düzeni aklımıza gelir.  Bu çerçevede hukukun olduğu bir ülkede düzenin işleyişinin ve buna karşı çıkışın yollarının hukukça çizildiği bir düzeni tasarımı ile karşı karşıya kalırız.
Kabaca tasvir ettiğimiz hukuku incelemek hukuk biliminin işidir. “Hukuk bilimi, en geniş anlamda, temel unsurları pozitif hukuk kurallarında veya bunların yaşamın her türden ayrıntısını kuşatmadığı durumlarda boşlukları doldurmaya olanak veren ikincil düzeydeki hukuk kuralları ve kaynaklarında yer tutan normatif yaşama düzenini inceler.”  Hukukun sistemleştirilmesi, çelişkilerinin giderilmesi ve boşluklarının doldurulması hukuk biliminin çalışma konularını oluşturur. Bu bağlamda kanun başlıkları, kanun numaraları (buna tüzük, yönetmelik ve başkaca düzenleyici işlemlerin numaralandırılması da dahil edilmelidir) tekil madde numaraları veya başkaca kataloglama usullerinin ötesinde, hukuk kaynaklarının iç tutarlılığı olan, genelden özele, bütünden ayrıntıya, mantıksal bütünlükte bir hukuk ortaya çıkabilmesi için bu alanlar hukuk biliminin uğraştığı sorunlardır.
Hukuk düzeni dediğimizde ise sanki toplumsal yaşam onsuz olmaz gibi düşündüğümüz, hukukça biçimlendirilen bir düzen karşımıza çıkar. Hukuk düzeni, insan ilişkilerinin her alanıyla ilgilidir; insanın doğumundan ölümüne kadar, diğer insanlarla girdiği her türlü ekonomik, siyasi vb. ilişkilerde, hatta insanların iktidar sistemiyle ilişkilerinde hukuk düzeniyle karşılaşırız.
Biyolojik olarak doğanın bir parçası olan insan aynı zamanda toplumsal çevrenin de bir parçasıdır. “Böyle bir çevre içinde insanlar, birbirleriyle girmiş oldukları ilişkiler ve etkileşimlerle birtakım gruplara, kurumlara, örgütlere, değerlere ve normlara hayat verirler. İnsanların etkileşim halinde yarattıkları bu gerekliğe “toplumsal gerçeklik” veya “toplumsal yaşam” alanı denilir. Doğal gerçeklik fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji gibi doğal bilimlerin konusunu oluştururken, toplumsal gerçeklik sosyoloji psikoloji, ekonomi ve siyaset bilimi gibi sosyal bilimlerin konusunu oluşturur”.
Kısaca toplum bilim olarak tanımlayabileceğimiz sosyoloji “insanın toplumsal yaşamının, insan grupları ile toplumlarının bilimsel incelemesini” yapar. İnsan gruplarının, toplumsal yaşamın ve toplumdaki insan davranışlarının bilimsel olarak incelenmesi sosyolojinin konusunu oluşturur. Toplum ise kişilerin bir toplamı olmayıp bir etkileşim sistemidir. Toplum, belirli bir kültürü ve bir takım toplumsal kurumları paylaşan insanlar arasındaki ilişkilerden meydana gelir. Başka bir deyişle toplumu oluşturan şey bireylerden çok bireylerin arasındaki ilişkiler, paylaştıkları değerler ve davranış kalıplarıdır. Toplum halinde yaşayan insanlar ortak kültür içinde birtakım değerleri, kuralları ve kurumları yaratırlar ve paylaşırlar. Ortaya çıkan değerler, kurumlar ve kurallar kişilerin birbirlerine davranışlarını ve belirli durumlar karşısında davranış beklentilerini belirler.
Böylece toplum içinde insan ilişkilerini düzenleyen görenekler, gelenekler, din kuralları, hukuk kuralları, ahlak kuralları ve görgü kurallarından oluşan bir sistem vardır. Bunların yanında insanların ihtiyaçları ve kaygıları çerçevesinde ortaya çıkan toplumsal değer ve normları işler kılan toplumun yapısal bileşenleri olan kurumlar vardır. Aile, din, siyaset, ekonomi, eğitim ve hukuk gibi kurumlar, toplumsal hayata ilişkin düzeni sağlarken, ihtiyaçlar farklılaştığında değişebilmekte, bazen ortadan kalkabilmektedirler.
Bir toplum içinde toplumsal yaşamı düzenleyen normlar arasında hukuk modern dönemle birlikte, diğerlerin etkin olduğu alan küçülmesi pahasına giderek etki alanı genişlemiştir. Medeni hukuktan anayasa hukukuna veya daha ayrıntıda iş hukukundan orman hukukuna, hukuk insan toplumsal yaşamının her alanına uzanan toplumsal düzen makinesinin en büyük çarklarından biri haline gelmiştir. Modern toplum, yasakoyucunun hukukla sağlanan toplumsal düzeni tasarlarken akla dayanmıştır. Kapitalizmin temel karakteristiği olan rasyonel toplumsal düzen, ihlal edildiğinde ihlale yaptırımla karşılık verilir. Dolayısıyla, hukuk düzeni ile toplumsal düzen arasındaki ilişkinin niteliği nedir, tartışmak gerekir.
Hukuk düzeni devletin hukuku yaptırımlandırmasıyla güvenceye alınmıştır. Bu düzen, toplumun bütününde iktidarını yürüten devlet yönünden yapılmış bir tercihi yansıtır. Hukuk düzenin normlarda ortaya çıkan içeriği ile iktidarın nasıl bir toplum istediğinin de göstergesi olarak anlamlıdır. Bu nedenle bireylerden onaylanmayı talep eden hukuk onaylandığında aynı zamanda devlet de onaylanmış olacaktır. Böylece hukuk onaylandığında iktidar meşru hale gelir. Aynı şekilde iktidar onaylandığında veya desteklendiğinde hukuk da meşru hale gelir. Meşru onaylanan hukuk, hukuk devleti ilkesine doğru götürür bizi. Hukuk devleti ilkesi, yönetenlerin de yönetilenlerle aynı hukuka bağlanması ile tamamlanır. “Hukuk devletinin hazır bir varlık olmayıp, varlığı gözetilen ve korunması, hatta geliştirilmesi gereken bir ilke olması, bize devletin iktidarının da her koşulda meşru olmadığını, daha ileri şekilde meşrulaştırılması gerektiğini de ima eder. Dolayısıyla, öncelikle, her hukuk düzeni sorgulanmaksızın meşru sayılmamalıdır; zaten pratikte kimse bunu yapmamaktadır.” 
 Hukukun bir tasarım olarak öne sürdüğü yaşam modeli, toplumsal yaşamın birebir yansıması değildir. Hukukun kurduğu düzen, bir fiksiyondur. Hukuk, kurduğu düzene uyulmasını talep eder. Ama toplumsal gerçeklikle hukuksal düzen arasında birebir uyuşma mümkün değildir.
Toplumsal yaşamı mükemmel surette düzenleme iddiasındaki hukuk ile toplumsal gerçekliğin kendisi aynı şey değildir. Birincisi, hukuk toplumsal gerçekliğe ve onu düzenlemeye yönelik idealleştirilmiş tasarımdır. İkincisi ise yaşamın kendi maddi gerçekliğidir. Toplumsal yaşam hukuka dışsal bir varlığa sahiptir; çünkü hukukun toplumsal gerçekliğe uygun olup olmadığı veya aykırı olup olmadığı değerlendirilmesi yapılabilmektedir. Hukuk toplumsal bir olgudur. Sosyolojinin konusu toplumsal olgulardır. Hukukta bir toplumsal kurum olarak, toplumsal olgulardan biridir. E. Durkheim’in çalışmalarında belirttiği çerçevede toplumsal olgu bireye dışsaldır ve zorlayıcıdır. Toplumsal olguların failleri bireyler olmakla birlikte, bu olgular faillerinde bağımsızlaşırlar ve nesnellik olarak karşımıza çıkarlar. Örneğin Durkheim işbölümünü bir toplumsal olgu olarak incelemiştir. İşbölümü insanların dışında yer alır ve insanları kendine uymaya zorlar.
İdeal bir tasarım olarak hukuk, toplumsal olguları hukuk ile toplumsal yaşam arasındaki gerilimlerin su yüzüne çıkmasıyla dikkate almak zorunda kalmıştır. Modernitenin sonuçlarının etkili bir şekilde görülmeye başlandığı, özellikle aydınlanma dönemi olarak ifade ettiğimiz dönemde 17. yüzyıl ortalarından itibaren kapitalizmin gelişmesine uygun şekilde burjuvazinin iktidardan pay isteği ortaya çıkar. Doğal hukuk ve haklar anlayışı kapitalizme uygun devletin yeniden örgütlenmesinin felsefi altyapısını oluşturdu.  1640 İngiliz devrimi ve sonrası, 1789 Fransız devrimi, 1848 Avrupa devrimleri sonrası burjuvazinin iktidarı ile toplumu rasyonel olarak düzenleyen pozitif hukuk ağırlık kazandı.
“İyi tasarlanmış” hukuk düzeninin temel gerekçesi toplumun sorunlarını çözmektir; fakat bu iddia ile ortaya çıkan hukuk düzeni toplumda ortaya çıkan sorunlara cevap vermekte yetersiz kalmıştır. Bu düzen kimin adına inşa edilmiştir ve sürdürülmektedir sorusu gündeme gelmiştir. Liberalizmin evrensel doğal haklara dayanan değerleri toplumun tümünün sorunlarını çözememiştir. Ortaya çıkan işçi sınıfının sorunlarına ve taleplerine bu hukuk düzeni cevap üretememiştir. Toplumsal çatışmanın ortaya çıkmasıyla hukuk akla dayalı ideal bir toplum düzeni çizdiği düşüncesi inandırıcılığını ve güvenilirliğini yitirmiştir. Bu noktada hukukun çatışmayı önlemek için kullanıldığını görürüz. Bu nokta, toplumsal gerçekliğin incelenmesini zorunlu hale geldi. Bu hem sosyolojinin kurulmasının hem de hukuk sosyolojisinin geliştirilmesinin başlangıç noktasını oluşturdu. Toplumdaki çatışmayı çözmek için toplumu anlamak ve bunu ortadan kaldırmak için ne yapılabileceğini araştırmak gerekiyordu. Sosyoloji, toplumsal yaşam alanını veya toplumsal gerçekliği incelemeye çalışan, onu anlama ve açıklama yönünde çabalayan bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Sosyolojinin inceleme alanı toplumsal yaşamdır. Dolayısıyla bu durum, sosyolojinin tek tek kişileri değil; kişilerin toplumsal yaşam içinde kurdukları ilişki kalıplarını, etkileşimlerini ve davranış biçimlerini incelemeye çalışır. Sosyologlar, insanların değişik toplumsal gruplarda ve toplumlarda nasıl ilişki kurduklarını, ne tür ilişki ve etkileşim kalıpları yarattıklarını, hangi tarz davranışlar sergilediklerini, ne gibi değerlerin, normların, kurumların ve örgütlerin oluşmasını sağladıklarını; aynı zamanda toplumsal etkileşim sürecinde yaratıp geliştirdikleri
davranış kalıplarının, örgütlerin, kurumların, toplumsal değer ve normların insan ilişki ve davranışlarını nasıl etkilediğini anlamaya ve açıklamaya çalışırlar. Bu çerçevede sosyo-ekonomik statü, din, kültür, hukuk, yaş, cinsiyet ve eğitim gibi faktörlerin insan ilişkilerini ve davranışlarını nasıl etkilediğini ve farklılaştırdığını incelerler.
Hukuk, toplumsal hayat üzerindeki örgütlü kamusal kontrolün bir ifadesidir.  Toplumsal düzenin sürdürülmesinde ve toplumun organizasyonunda önemli işlevlere sahip olan hukukun, hem kendisinin bir toplumsal olgu olması, hem de nesnesinin toplum içindeki insanlar olması dolayısıyla sosyolojinin konusu olması doğaldır. Yukarıda belirttiğimiz çatışma koşullarında çeşitli pozitivist yaklaşımı aşan yeni hukuk kuramları ortaya çıkmıştır. “Jhering gibi hukuka sosyal fayda ile yaklaşmak, ya menfaatler içtihadındaki gibi toplumsal çıkarları değerlendirmeye almak, ya Amerikan sosyolojik hukuk biliminin hukukun sosyal mühendislik yönünde araçsal kullanımı yaklaşımı ya da sorunu fazla büyütmeden Fransız serbest hukuk okulunun savunduğu gibi, yargıcın karar almadaki özgürlüğünü arttırarak soruna çözüm bulmak çabası ifade edilmeye başlandı. Bu yaklaşımların yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar geliştirildiğini görüyoruz”.
“Hukuk sosyolojisi bu anlamda, toplumsal gerçeklik ile bunu düzenlediği iddiasındaki hukuku birlikte inceler. Toplumsal gerçekliğin bütününden çeşitli araştırma konuları çıkarıldığı ve sosyolojiler inşa edilebildiği koşullarda hukuk sosyolojisinin gelişimi başladı. Hukuk sosyolojisinin içindeki araştırma disiplinleri de aynı yolu izledi ve genel sosyoloji konularıyla örtüşebilir hale geldi. Örneğin, aile sosyolojisi ile hukukun işlevinin birlikte dikkate alınması bir hukuk sosyolojisi araştırması mahiyetindedir. Bu, hukukun temas ettiği her toplumsal alana yönelik olarak genişletilebilir bir yaklaşımdır”.

Bilim Olarak Hukuk Sosyolojisi
Hukuku anlamaya yönelik yaklaşımlar arasında hukukun üç boyutlu olduğu konusundaki yaklaşım ağırlık kazanır. Burada üç boyut etik değer, toplumsal olgu ve norm olarak ayırt edilmiştir. Etik değer boyutu hukuk felsefecisinin, toplumsal olgu boyutu hukuk sosyologunun ve norm pozitif hukukçunun çalışma alanları olarak ayrıştırılabilir.
Hukuk sosyolojisinin bilim olarak neyi hedefediği ve hukuk uygulamasında işe yarayıp yaramayacağı sorunu hukuk bilimi ve hukuk felsefesiyle karşılaştırılmak suretiyle ele alınmalıdır. Hukuk toplumsal yaşam içinde yer alan insan ilişkilerini düzenleme iddiasıyla ortaya çıkarken, bunu normatif şekilde ortaya koyar. Normlar davranışı düzenlerler ve rasyonel şekilde ifade edilen emirlerden oluşurlar. Normlar kendilerine uyulmayı emrederler. Her bir normun altında doğru davranışın ne olduğuna dair bir düşünce vardır. Örneğin hırsızlığı yasaklayan bir normun altında, hırsızlığın kötü bir davranış olduğunu ifade etmiş olur. Neyin doğru/yanlış olduğunu belirten normun içindeki değer aslında tartışılmaya açıktır. Hukuk uygulamacısından beklenen hukukun tartışılmadan önündeki uyuşmazlığa uygulanmasıdır. Hukuk bilimi işte bu sınırlarda hukuku konu edinir. Yani hukukun meşruluğu, etkinliği sorunuyla ilgilenmez. Sadece yürüklükteki hukuk ve normlarla ilgilenir.
Hukukçu toplumsal düzeni temin eden bir aktördür, hukuk bilimi de ona temel bilgisel araç ve metotları temin eder. Hukuk bilimi, hukukun boşluksuz olması gerektiği önkabulünden hareketle çalışır. Eğer fiilen bir boşluk mevcutsa, bu da hukukun sınırları içinde, yargıç tarafından doldurulur.
Hukuk biliminin objesi gerçeklik değil bir düzen tasarımıdır. Konusu tasarım olan hukuk bir bilim midir, değil midir? Bilimler, doğa bilimleri ve sosyal bilimler olarak iki temel sınıfa ayrılmıştır. Her ikisinin objelerini oluşturan olgu ve süreçler,  bilim adamına dışsal maddi gerçeklikleri vardır. Bunların dışında kalan mantık ve matematik gibi objesi maddi olmayan araştırma alanları, bilim değil, teknik olarak adlandırılabilir. Bu durum mantık ve matematiğin değersiz kılmaz çünkü onlar olmaksızın hiçbir bilimde doğrulama ve/veya yanlışlamayı başarabilmek, yani bilginin konu edindiği objeleri yansıtıp yansıtmadığını denetlemek olanaksızdır.
Bu açıdan bakıldığında, hukuk bilimi bu sınıflandırmaların içine dahil edilemez. Hukuk bilimi, bu anlamda, objesi maddi olmadığı için doğa bilimleri ve sosyal bilimler anlamında bir bilim sayılmamak gerekir. Bu alanda N. S. Timasheff’in kullanmayı tercih ettiği ideografik ve nomografik bilimler ayrımına başvurabiliriz. Bu yaklaşıma göre, objesi bir tasarım olan hukuk bilimi ideografik bir bilimdir. Bunun karşısında, objesi toplumsal olgular olan hukuk sosyolojisi nomografik bir bilimdir.
Hukuk biliminde bilginin olgulara uygunluğunu denetleyerek bir doğrulama yoluna gitmek, yani gözlem yoluyla test etmek olanağı mevcut değildir. Bunun yerine, hukuka ait bilginin bileşenleri arasındaki uyum veya uyumsuzluk analitik olarak incelenir. Hukuk sosyolojisinin ise, nomografik bilim olarak objesi maddidir; araştırma yöntem ve teknikleriyle bilgisinin objesine uygun olup olmadığı denetlenir ve hukuk sosyolojisi nihai hedef olarak incelediği objelere yönelik genellemeler şeklinde düzenlilikleri saptamaya çalışır. Hukuk sosyolojisinin aksine, hukuk biliminde bilgi yanlışlanabilir değildir; objesine uygunluk yerine iç tutarlılık esas alınır. Hukuk, buradaki ele alınış şekliyle, işleyişindeki amaç ve çalışma usulleri bakımından ahlak ve politika sanatının benzeridir.
Hukuk sosyolojisi ile hukuk bilimi arasındaki ilişkide bir diğer önemli  nokta, hukuk sosyolojisinin bilgisinin betimleyici veya açıklayıcı, oysa hukuk biliminin bilgisinin normatif, yani düzenleyici olmasıdır. Hukuk sosyolojisi hukukla ilişkili olguların ve bunlarla ilgili insan eylemlerinin düzenliliklerini açıklamaya kavuşturan bir bilimdir. Bunun karşısında, hukuk biliminin hedefi toplumsal düzenin işlemeyen yönlerini tamir ederek topluma düzen getirmek veya mevcut düzenlemeyi geliştirmektir.
Diğer bilimlerle hukuk sosyolojisinin ilişkisine bakarsak; her bilim dalı gibi hukuk sosyolojisi de felsefeden, hukukla bağlantılı olarak hukuk felsefesinden bağımsızlaşmıştır. Felsefe kavramlarla işgörür. Felsefe insana ve evrene ilişkin hakikati bulmaya çalışır.  Felsefe sezgisel ve sistemik nitelikli şekilde dış dünyanın kavramsal ve analitik bilgisini kurar. Diğer bir ifadeyle evren ve insana dair anlam kurar. Bu bilgi yanlışlanabilir ya da doğrulanabilir nitelikte değildir.  Felsefe sorular sorarak aydınlatılmaya değer toplumsal olguları ve başlangıç düzeyindeki kavramsal çerçeveyi sağlayarak hukuk sosyolojisine katkıda bulunur.
Tarih ve hukuk tarihi, incelenecek olgu ve süreçlerin bütünsel bilgisini sağladığı için hukuk sosyologunun bütünsel nitelikte kuramlar kurmasına olanak sağlar. Tarihsel bilgi bize bilimsel nitelikte bilgi sağlamaz. Olaylar geçmişte yaşanmış ve tekrar edilemez niteliktedir, test edilemezler. Tarihçi, açıklama getirmek istediği olaylar seçtiği gibi, bu olayları çevreleyen toplumsal olayların hangisinin incelemeye dahil olacağını da seçer. Tarihsel olayı elde ettiği bilgilerle yeniden kurar. Böylece, tarihçinin ürettiği bilgiyi de, doğrulamak veya yanlışlamak olanaksızdır. Sonuç olarak, tarihsel bilgiyi de bilimsel bilgi sayma olanağı yoktur. Sosyoloji kuramları, hep geniş bir tarih bilgisi olanlar tarafından kurgulanabilmiştir. Tarih bilgisi, sosyolojiye toplumsalın anlaşılması için bilgi ve sürece dair birikim sağladığı önemi büyüktür.
Hukuk sosyolojisi bir bilim dalı olarak çok yakın bir döneme aittir. Fakat hukuk düzeni üzerine çalışmalar çok daha eskiye dayanır.  Bu açıdan, olağan koşullarda hukuk uygulaması için hukuk sosyolojisi mutlak bir gereklilik değildir. Hukuka verili hukuk düzeninin çerçevesinden bakarsak zaten hukuku sosyolojisine de ihtiyaç duymayız. Fakat hukukla toplumu daha iyi düzenleme gibi hukukun araçsal kullanımını hedefleniyorsa, hukuk sosyolojisinin sağladığı bilgi gereklilik haline gelir. Nedenlerini sıralarsak; birincisi, modern toplum koşullarında daha iyi işleyen bir toplumsal düzen için, konuyla ilgili toplumsal fenomenlerin daha iyi bilinmesi gerekir. Buna, hukuk sosyolojisinin status quo’yu sürdürmek yolunda kullanımı diyebiliriz. İkinci olarak ise, toplumsal değişme için hukukun araçsal kullanımı söz konusu olabilmektedir. Hukuksal değişme devrimci değişimler için kullanılabileceği gibi, azalan hukukun etkinliğinin arttırılması için de kullanılabilir. Burada hukukun araç olarak devrimci kullanımına hukuk devrimi koşullarındaki kullanımını örnek verebiliriz. Diğeri ise, örneğin daha kalabalıklaşan kentlerde artan suçları önlemeye yönelik kullanımda görülebildiği gibi, toplumsal düzeni daha dinamik algılamayla yeniden tesis etme yönündeki kullanımdır. Bu değişimlerin yönünün tayin edilebilmesi için hukuk sosyolojisinin sağladığı bilgilere ihtiyaç duyulur.
Hukuk sosyolojisin toplumsal süreçler ve fenomenlere ilişkin sağladığı bilginin başarılı olması kullanımının da başarılı olacağı anlamına gelmez. Bu bilgi yargıç, yasakoyucu veya hukukla ilgili başka kurumlar ve aktörler tarafından hukuk politikalarını belirlemede kullanılır. Fakat bu bilgi ile birlikte bu kişi ve kurumların hangi toplumsal değerleri temel aldıkları ve/veya hangi ideolojiye sahip oldukları bilginin kullanımına yön verir.  Örneğin çalışanların sosyal güvenliklerinin pratikte işlemediği bilgisi, bir sosyal güvenliğe önem vermeyen bir hukuk politikası çerçevesinde sürdürülmesi gereken bir durum olarak değerlendirilebilir. Aynı bilgi sosyal güvenlik konusunun güçlendirilmesini düşünen başka bir hukuk politikası yaklaşımı çerçevesinde bu alanda reform yapılması gerektiği yönünde kullanılabilir. Burada, ilk yaklaşıma sınai işletmelerin daha düşük işgücü maliyetiyle rekabet gücünün yüksek olacağını düşünen bir neo-liberal, diğerine de çalışan sınıfların tatmininin toplumsal düzeni daha sağlamlaştıracağına inanan bir hukukçu veya politikacıyı örnek verebiliriz. Örnekte, aynı bilgi uygulamaya dönük iki farklı tutuma hizmet edebilir.

Hukuk Sosyolojisinin Yöntemi
Hukuk sosyolojisi genel sosyolojinin yöntem ve tekniklerini kullanır. Araştırmacı ilk aşamada, kendi gözlem, deneyleriyle, kültür birikimiyle ya da başka bilimsel bilimsel bilgileri dolaylı şekille kullanarak kuramsal veya tümevarım yöntemiyle bir bakış açısı oluşturur.  İkinci aşamada, oluşturduğu kuramsal bakış açısı çerçevesinde gözlem yoluyla test edebilecek nitelikte önvarsayımlar oluşturur. Bu önvarsayımlara dayanılan olgu ve süreçler deneylenebilecek şekilde inşa edilmelidir, ki böylece ölçülebilsin. Üçüncü aşamada inşa edilen önvarsayımlar gözlem ve deneyle test edilir. Eğer önvarsayımlar ölçülmeye elverişli şekilde kurulmuşlarsa başarılı sonuçlara ulaşmak mümkün olur. Son aşamada, önvarsayımlar gözlem ve deney sürecinde doğrulandığı veya yanlışlanmadığı ölçüde araştırma tamamlanarak bilimsel bilgi ortaya konulur. Elde edilen bilgi yöntem ve tekniklerin başarılı kullanılmasına bağlı olarak göreceli olabilen bir bilgidir. Bu bilgiyi kesin doğru olarak kabul etmemek gerekir. Yeni kuramlar, yöntemlerle ileride daha başarılı sonuçlara ulaşılabilir. Ya da elde edilen bilgi daha ileri bilgiler elde etmek için yol açabilir. Fakat bu bilgi daha ileri bilgiler elde edilmediği sürece araştırdığı konuyu aydınlattığı da kabul edilir.
Bilimsel bilgi, doğal ve toplumsal dünyanın sistematik bir şekilde incelenmesi sonucunda elde edilen bir bilgi türüdür. Bilimsel bilgiye, bilimsel araştırma yöntem ve teknikleri kullanılarak ulaşılmaktadır.
Bilimsel araştırmanın aşamalarına bağlı kalınarak elde edilen bilimsel bilginin bazı özellikleri bulunmaktadır. Bilimsel bilgi olgusal ve mantıksaldır. Bunun yanı sıra nesnel olma özelliğine de sahiptir. Bilimsel bilgi, araştırmacının her türlü önyargı, kişisel beğeni, öznel tutum ve değer yargılarından mümkün olduğunca arındırılmış bir bilgi türü olarak ifade edilmektedir. Her ne kadar araştırmacıların, kendi öznel değer yargılarından tamamıyla arınması mümkün olmasa da araştırmada elde edilen verilerin açıklanması, çözümlenmesi ve yorumlanması sürecinde nesnel olma çabası gösterilmelidir. Bilimsel bilginin açık ve net olması son derece önemlidir. Bilimsel bilginin diğer özellikleri arasında akla ve mantığa uygun bir bilgi olmasına bağlı olarak kendi içinde düzenli, sistemli ve tutarlı olması yer almaktadır. Bilimsel bilgi, aynı zamanda genellenebilir olma niteliğini de taşımaktadır. Araştırma yöntem ve teknikleriyle elde edilen bilimsel bilgi, geçerli ve güvenilirdir. Bilimsel bilginin bir başka niteliği ise eleştirel olmasıdır.
Bilimsel araştırmalarda kullanılan yöntem, genel anlamda geçerli ve güvenilir bilimsel bilgiye ulaşmak için izlenmesi gereken yolu ifade etmektedir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgiye hangi kuramsal bakış açısı ile ulaşılacağını, doğal ve toplumsal olgu ve olayların nasıl ele alınacağını ve elde edilen verilerin nasıl çözümleneceğini ve yorumlanacağını belirleyen bilimsel kurallar bütünü yöntem olarak tanımlanmaktadır. Yöntem, bilimsel bilginin elde edilme sürecinde, araştırmacılara araştırmanın nasıl yapılması gerektiğini sistematik bir biçimde sunan bir yol haritası olarak ele alınabilir.

Hukuk Sosyolojisinde Kullanılan Yöntem ve Teknikler
(Aşağıdaki bölüm Koçak Turhanoğlu, F. A. (2012) "Sosyoloji, Bilim ve Yöntem", Sosyolojide Araştırma Yöntem ve Teknikleri, SOSYOLOJİ I, F. A. Koçak Turhanoğlu, (Ed.) Anadolu Ünivesitesi, Açıköğretim Fakültesi Yayını adlı çalışmasından özetlenerek alınmıştır.)


Araştırma Teknikleri

Araştırma teknikleri, araştırma konusunu oluşturan olguya dair veri toplamak için kullanılan araçlardır.
Deney : Değişkenler arasındaki ilişkilerin önceden belirlenen hipotezlerin sınanması amacıyla kontrollü bir ortamda incelenmesine deney adı verilir. Deney, denek belirli bir bağımsız değişkene tabi tutulduğunda belirli bir olgunun ortaya çıktığını ve denek bu bağımsız değişkene tabi tutulmadığı takdirde bu olgunun ortaya çıkmadığını göstermelidir. Böylece neden sonuç ilişkisi ortaya konmuş olur. Deneyin en güçlü yönü, neden sonuç ilişkilerinin varlığını ve yönünü ortaya çıkarması ve dış etkileri kontrol atında tutmasıdır. Deneyin zayıf yönü ise ilk olarak dış koşullar kontrol altında tutulduğu için sonuçların genellenmesi oldukça zordur. Ayrıca deney koşulları nedeniyle denekler doğal davranmayabilirler. Bir deneyde yer aldığını bilmek ya da izlendiğinin farkında olmak deneklerin normalde gösterecekleri davranışlardan daha farklı davranışlar göstermelerine neden olabilir. Ayrıca insanların düşünce ve davranışlarını etkileyen sosyal kurumların laboratuvar ortamında yeniden yaratılması mümkün değildir, bu da sosyal bilimlerde deney tekniğinin zayıflıklarından biridir.
Gözlem: Genel olarak gözlem, gündelik hayata meydana gelen toplumsal eylemlerin doğrudan izlenmesi olarak tanımlanabilir.
1. Doğal gözlem: olayları oluş sırasında onlara müdahale etmeksizin oldukları gibi gözlemektir. Doğal gözlem, değişkenleri denetim altında bulundurma olanağından yoksundur. Doğal gözlem, katılımlı ve katılımsız gözlem olarak ikiye ayrılır. Katılımlı gözlem, araştırıcının gözlemci kimliğini saklayabildiği veya kendisini gözlemde bulunduğu grubun bir üyesi olarak kabul ettirebildiği durumlarda söz konusudur. Katılımsız gözlem: Olay veya grubun içine girmekten kaçınarak durumu dıştan izlemeye çalışan araştırmacı, böylece bir ölçüde gözlemlerine nesnellik, genişlik ve genellik kazandırma olanağını bulur.
2. Sistematik gözlem ya da “denetimli gözlem” olarak da adlandırılan yapılandırılmış gözlem, araştırmacının belirlenmiş bir takım kural ve prosedürler çerçevesinde katılımcılarla etkileşime girmeden veri topladığı gözlem tekniğidir. Bu gözlem tekniğinin yapılandırılmış olarak adlandırılmasının nedeni, gözlem sırasında bir gözlem çizelgesinin kullanılmasıdır. Gözlem çizelgesinde neyin gözlemleneceği, gözlemde nelere dikkat edilmesi gerektiği ve gözlemin nasıl kaydedilmesi gerektiği açık bir şekilde belirtilmiştir.
Anket:  Sosyal bilimlerde en sıklıkla kullanılan veri toplama tekniklerinden biri olan anket,kısa sürede geniş bir örneklemden yüzeysel veriler elde etmek için kullanılan, önceden hazırlanmış soruların katılımcılara postayla ya da internet üzerinden gönderilmesi veya telefonla ya da yüzyüze sorulmasını içeren bir veri toplama tekniğidir. Doğru bir anket hazırlayabilmek için, konunun, amacın, evren ve örneklemin tam olarak bilinmesi, anketi cevaplayan kişilerin eğitimi, sosyal, ekonomik ve politik durumlarının iyice kavranması gerekir. Anket şekil bakımından açık uçlu (doldurmalı) ve kapalı uçlu (çoktan seçmeli) olmak üzere iki şekilde hazırlanabilir.
Görüşme: Araştırmacının, bilgi almak ve verileri toplamak istediği kişilere sorular sorup cevaplar alması ve bunları görüşme formu üzerine işaretlemesi veya yazmasıdır.
Görüşmeleri Tam özgür görüşmeler, Sınırlı görüşmeler, Derin görüşmeler olmak üzere üçe ayırmak mümkündür.
Tam özgür görüşmelerde görüşülen kişi, konu ve zaman bakımından sınırlandırılmaz.
Derinliğine görüşmeler: Burada görüşülen kişiler, zamanla değil konu ile sınırlandırılmaktadır. Bir başka söyleyişle kişiler araştırılacak konularda istedikleri ölçüde konuşup bilgi verebilmektedirler.
Sınırlı görüşmeler:Çok sayıda kişilere en az bir saat sürebilen derinlemesine görüşmeler yapmaya olanak bulunmadığından hem zamanla hem de konu ile sınırlandırılmış olan görüşmelere başvurmak zorunlu olur.
Örnek Olay İncelemesi (Vaka Çalışması): Vaka çalışması olarak da adlandırılan örnek olay incelemesi, bir sosyal olgunun kendi bağlamı içinde, çeşitli veri toplama teknikleriyle bilgi toplanarak ampirik olarak incelenmesidir. Örnek olay incelemeleri bir veya birkaç olay ile sınırlı olan, bu olay veya olaylardan geniş çaplı ve derinlemesine bilgi toplayan çalışmalardır. Bir örnek olay incelemesinde örnek olay bir kişi olabileceği gibi bir kurum, bir olay veya bir bölge de olabilir.
Yaşam Öyküsü Görüşmesi: Yaşam öyküsü görüşmeleri, “katılımcının yaşadığı hayatı, bu hayattan hatırında kalanları,hayatı hakkında diğer insanların bilmesini istediği şeyleri, bir görüşme esnasında ve mümkün olduğunca bütünüyle ve dürüst bir şekilde anlatması” şeklinde tanımlanmaktadır. Yaşam öyküsü görüşmelerinde araştırmacı,görüşmeciye mümkün olduğunca az müdahale ederek yaşam öyküsünü yaşayanın kendi tercih ettiği sıralamada ve kendi tercih ettiği sözlerle anlatmasını sağlamaya çalışır.
Sözlü Tarih Görüşmesi: Sözlü tarih görüşmesi, görüşmenin yapılma biçimi açısından yaşam öyküsü görüşmelerine benzer ancak yaşam öyküsü görüşmesinde görüşme yaşamın tamamını, görüşmenin yapıldığı güne kadar bütününü kapsarken sözlü tarih görüşmelerinde görüşmeye konu olan kısım yaşamın tamamını kapsamaz, araştırma konusunu oluşturan olgunun tarihsel sınırları içinde kalır. Sözlü tarih görüşmelerinde araştırmacı, olguların ve gerçeklerin görüşülen kişi tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalışır, bireysel yaşamlar ile daha geniş düzeydeki toplumsal olgu ve olaylar arasındaki ilişkiyi keşfetmeyi amaçlar.
Sosyometri: Sosyometri, küçük gruplarda, bireyler arasındaki yaklaş­ma (çekim) ve uzaklaşma (itim) modellerini açıklamayı sağlayan bir araştırma tekniğidir. Üzerinde araştırma yapılan grup küçük olmalı ve bireyler birbirini ta­nımalıdır. Okuldaki bir sınıfta, yurtta, bir iş yerinde ya da küçük bir köyde sos­yometri tekniği uygulanabilir. Sosyometride amaç, grup içi dayanışmayı tespit edip geçimsizlik ve uyumsuzlukları azaltmaktır. Sosyometri aracılığıyla bireyler arası ilişkilerin de­recesini, kimin lider özellikleri taşıdığını, hangi bireylerin birbirleriyle daha çok iletişimi olduğunu öğrenebilmek mümkündür. Grubun her üyesine, bazı günlük faaliyetleri kiminle yapmak istediğini belirtmesini içeren sorular sorulur.
İstatistik: Sosyolog, diğer tekniklerle toplanılan verilen ne anlama geldiğini ve bunlardan nasıl geçerli sonuçlar çıkartılabileceğini bilmek için istatistiksel tekniklerden yararlanmak zorundadır.İstatistik, ölçülebilen olayla­rın sayısal olarak ifade edilmesidir. Elde edilen verilerin çözümlenip yorumlan­masıdır. Değişkenler arasında bağlar kurmaya ve bilgileri grafik ya da tablolar­la göstermeye yarar.
Karşılaştırmalı Yöntem: Toplumsal bilimlerde doğal bilimlerdeki gibi deney yapmak çok güç ve sınırlı olduğundan, bu eksikliği gidermek bakımından toplumsal bilimlerde karşılaştırmalı yönteme başvurulmaktadır. Bu yöntemde, aynı olayın zaman içinde ve farklı yerlerdeki durumunun karşılaştırılarak incelenmesidir. Örneğin aile kurumunun 17. yüzyıldaki durumu ile günümüzdeki durumunu karşılaştırarak incelemek aradaki farklılık ve değişmeleri açıklamaktır. Farklı toplumlardaki köylerin birbirleriyle karşılaştırılmasının yapılması buna örnek olarak gösterilebilir.
Survey (Tarama): Surveyler aynı değişken hakkında çok sayıda kaynaktan bilgi toplanmasını içeren araştırmalardır. Bu tip araştırmalarda gözlem ve görüşme gibi çeşitli veri toplama teknikleri kullanılmakla birlikte, en sık başvurulan veri toplama tekniği ankettir (De Vaus, 1990: 3). Bunun nedeni, anket tekniğinin her katılımcıya aynı soruların aynı şekilde sorulmasını gerektirmesi, standartlaştırılmış veriler elde edilmesini sağlamasıdır. Böylece veriler istatistiksel olarak işlenebilir.



BÖLÜM 2

HUKUKUN İŞLEVLERİ

(Bu bölüm Mehmet Yüksel, Zakir Avşar, Kasım Akbaş, Hukuk Sosyolojisi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları (2012) kitabının 30-33. Sayfasından aynen alınmıştır.)

Giriş
Hukuk, toplumsal yaşamın belli bir uyum ve istikrar içinde sürdürülmesinde önemli işlevler görür. Hukukun bu işlevleri, modern toplum yapılarında daha da ağırlıklı bir yere sahiptir. Hukuk, giderek karmaşıklaşıp çeşitlenen ilişkileri, davranışları ve olayları, önceden düzenleyip çerçeveleyerek toplumsal sorunların ortaya çıkmasını önler. Ayrıca, saptanan sınırlara uymayan veya belirlenmiş çerçevenin dışına çıkan eylemleri, yaptırım ve zorlayıcı mekanizmalarla denetim altına alarak toplumsal kontrolün sağlanmasına katkıda bulunur. Toplumsal düzeni sağlama ve toplumsal kontrolü gerçekleştirme işlevlerine rağmen bireyler, gruplar, örgütler ve kurumlar arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkları ise ihtilaf çözme kural, prosedür ve mekanizmalarıyla sonlandırmaya çalışır.

Hukukun İşlevlerine Genel Bakış
Hukuk, toplumların varlığını sürdürmelerine esas teşkil eden belirli işlevler görür. Hukuk, her şeyden önce bir toplumun üyeleri arasındaki ilişkileri tanımlayarak, hangi davranışlara ve etkinliklere izin verildiğini, hangilerinin kapsam dışı bırakıldığını bildirerek, toplumsal bütünleşmeyi sağlamaya katkıda bulunur. Toplumsal hayatın değişen koşullarına bağlı olarak gruplar ve bireyler arasındaki ilişkileri yeniden tanımlayarak, bunların topluma uyum gösterme kabiliyetlerinin devamını mümkün kılar. Hukukun, bir bütün olarak toplumun temel örgütlenmesine en önemli katkısı, bireyler ve gruplar arası ilişkileri özellikle ve açıkça tanımlamasıdır. Bu sayede, insan-insan, grup-grup ilişkisi çerçevesinde insanların ve grupların birbirlerinden beklentilerini belirler; her biri, diğerleri karşısında hangi haklara sahip
olduğunu, ne tür taleplerde bulunabileceğini, görev ve sorumluluklarının neler olduğunu bilir. Böylece, çok farklı özelliklere sahip bireylerin ve grupların birlikte yaşamasının temelleri atılır. Ayrıca hukuk, toplum hayatında meydana gelen sıkıntıları ve sorunları, ortaya çıkar çıkmaz bilinçli insan müdahalesiyle düzenleme yeteneğine de sahiptir (Hoebel, 1970: 17).
Hukukun temel toplumsal işlevlerini, Funk’tan (1972: 278-293) hareketle şöyle sıralamak mümkündür:
1) Meşrulaştırma ve yasallaştırma: Hukukun işlevlerinden birisi, hükümet veya yönetim organlarını yasal bir temele kavuşturmaktır. Bu işlev, yönetim organlarına siyasal meşruiyet sağlama ve yetkili kılma bakımından gerekli düzenlemelerin yapılması anlamına gelir. Örneğin, anayasa hukukunun birincil işlevi, kanun koyucunun faaliyetlerine ve kararlarına meşruiyet kazandırmaktır. Böylece, anayasa hukuku, parlamentonun yasama etkinliklerine hukuksal bir zemin oluşturur. Aynı şekilde, parlamento da yapacağı hukuksal düzenlemelerle bir hukuksal örgüt olarak mahkemelere meşru ve yasal bir temel sağlamış olur. Mahkemeler de yarattıkları hukuk yoluyla bazı hukuksal kural ve ilkelerin oluşumuna hayat verir.
2) İktidarı paylaştırma: Hukukun bir diğer temel işlevi, toplumdaki hükümet gücünü veya siyasal iktidarı paylaştırmaktır. Meşrulaştırma işlevi, iktidar gücünü kullanan kimselerin eylemlerine meşru ve yasal bir temel kazandırırken, iktidarın paylaştırılması veya dağıtılması fonksiyonu, hükmetmek gücünü gerçekten kimlerin veya hangi grupların kullanacağını belirler. Hukuk, bir yandan belli organlara veya görevlilere bazı yetkileri verirken öte yandan, diğerlerini bu yetkilerden yoksun bırakır. Hukuk, aynı zamanda, bir grup olarak yönetenlere de tüm yetkileri vermeyerek yönetenler ile vatandaşlar arasında gücü paylaştırmış olur. Hukukun bu şekilde bir kullanımı, daha ziyade hukuk devleti ilkesi çerçevesinde gerçekleşebilir.
3) Toplumsal yaşamı düzenleme: Hukukun önemli bir işlevi de toplumsal ve bireysel etkileşimlere, bir model veya çerçeve sağlayarak toplum hayatını düzenlemektir. Bu işlevin yerine getirilmesinde, zorlamaya daha az ihtiyaç duyulur. Oluşturulan kalıbın veya modelin bizatihi kendisi, bünyesinde ilişkilerin ve etkileşimlerin vuku bulacağı kategorileri sağlar. Hukukun bu işlevi, toplumun düzenlenmesi, organizasyon yaratma, toplumsal ilişkileri çerçeveleme gibi farklı terimlerle de dile getirilir. Herhangi bir hukuksal sistem, büyük ölçüde hukukun toplumsal düzen sağlama işlevi etrafında inşa edilir. Hukuk, bireylerin kendi özel eylem ve etkinliklerini düzenleyebilecekleri bir çerçeve oluşturur. Böylece hukuk, bireylere kendi isteklerini gerçekleştirebilmek bakımından kolaylıklar sağlamış veya fırsatlar sunmuş olur. Hukuk bunu, bireylere bazı yetkiler vererek, hukukun zorlayıcı çerçevesi içinde haklarını, görev ve sorumluluklarını belirleyerek yapar.
4) Toplumsal kontrolü sağlama: Toplumsal barış ve düzeni sürdürebilmek için, zorlama ve zorlama tehdidiyle toplumun üyelerini kontrol altına almak da hukukun temel işlevlerindendir. Hukukun düzenleyici işlevi, nispeten düşük bir maliyetle insan ilişkileri ve etkileşimleri için bir çerçeve oluştururken; toplumsal kontrol fonksiyonu, gerçek bir düzenin sağlanmasını güvenceye alır. Bireyler, ilişkilerini ve etkileşimlerini hukuksal çerçeveye uydurmayı reddettikleri veya bundan kaçındıkları zaman, toplumsal maliyetine rağmen kontrolü temin etme zorunlu hale gelir. Bu işleviyle hukuk, toplumdaki potansiyel çatışmalarla ilgilenir ve bunları gerçek bir toplumsal barışın engelleri olmaktan çıkarır. Bu işlevin yerine getirilmesinde ceza hukukunun önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.
5) Uyuşmazlıkları çözme ve adalet dağıtma: Hukukun kontrol fonksiyonu, daha çok çatışmaların ve ihtilaşarın ortaya çıkmasını önlemeye yönelirken; hukukun bu işlevi, meydana geldikten sonra çatışmaları çözmek, ihtilaşarı gidermek ve herkese hakkı olanı vererek adalet dağıtmaya dönüktür. Burada amaç, toplumsal barışı ve düzeni sürdürmekten ziyade bozulan düzenleyici çerçeveyi onarıp eski haline getirmektir. Bunun toplumsal maliyeti, kontrol fonksiyonundan kaynaklanan maliyetten çok daha yüksektir. Bu işlev çerçevesinde hukuktan beklenen, ihtilaflara son vermek üzere toplumsal ilgileri veya çıkarları dengelemektir. İster hukuk sistemi içindeki en görünür örgütler olan mahkemeler eliyle; ister uyuşmazlıkları çözmekle görevli diğer organlar vasıtasıyla olsun, toplumsal sistem içinde ortaya çıkan çatışmaları çözmek ve ihtilafları gidermek, hukukun başlıca işlevlerinden birisidir.
6) Toplumu veya bireyleri değiştirme: Hukukun önemli bir fonksiyonu da belli bir toplumda bilinçli insan eliyle değişimin bir aracı olarak hizmet görmektir. Hukukun bilinçli planlı bir toplumsal değişmenin aracı olarak kullanılması, kimi bireylerin veya grupların değişimi arzu etmelerine, bu yönde çaba göstermelerine bağlıdır. Demokratik bir sistemde bilinçli bir şekilde değişim isteyen kimseler, politik bakımdan aktif insanların bir çoğunluğu olabileceği gibi, bir seçkin kanaat önderleri grubu da olabilir. Otoriter bir rejimde ise başlıca iktidar sahipleri, değişimi isteyen kimseler olabilirler. Toplumsal yaşamda, aynı zamanda hukuk yoluyla değiştirilmesi gereken çok sayıda birey olabilir. Nispeten az sayıda bireyin değiştirilmesi gerekiyorsa ve bunlar iktidar mevkilerinde de değilseler, hukuk onları belli toplumsal standartlara uyumlu davranmaya zorlamak için kullanılır. Böylesi kimseleri sapkın olarak tanımlayan standartlar, toplumun bütünü tarafından konmuş olabileceği gibi, iktidar sahipleri veya seçkin kanaat önderleri grubu tarafından da belirlenmiş olabilir. Çok az sayıda insanın veya bir küçük grubun, kendi kendilerini değiştirmek üzere hukuku bir araç olarak kullanmaları pek muhtemel değildir. Buna karşılık, toplumun baskın bir çoğunluğu, hukuku sapkın bir grubu değiştirmek üzere kullanabileceği gibi, bizzat kendisini de değiştirmek üzere kullanabilir.
Hukukun yukarıda sıralanan temel işlevleri, birbirinden bağımsız değişkenler olarak düşünülmemelidir. Bunlar, gerek bütün olarak hukuk sistemiyle, gerek diğerleriyle yakından bağlantılı işlevlerdir.


BÖLÜM 3
HUKUK SOSYOLOJİSİNDE ÖNCÜ ÇALIŞMALAR VE KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR

Giriş
Hukuk sosyolojisinin ayrı bir disiplin olarak gelişmesinde birçok düşünür önem arzeder. Bu gelişimi takip edebilmek ve arka planını kavrayabilmek bakımından öncü çalışmalara bakmak gerekmektedir. Bu çerçevede sınırlı sayıda düşünürler incelenecektir: İslam düşünürü İbn-i Haldun, Fransız siyaset felsefecisi ve teorisyeni Charles Louis de Seconndat de Montesquieu anlatılacaktır. Saint Simon, Aguste Comte sosyolojinin ayrı bilim dalı haline gelmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.  sosyolojinin “Kurucu Babaları” olarak anılan Marx, Durkheim ve Weber’in yaklaşımları da klasik sosyolojik teoriler çerçevesinde ele alınacaktır.

İBN-İ HALDUN (1332-1406) ***** BU BAŞLIĞIN NOTLARI HUKUK FELSEFESİNİN İÇİNDE YER ALMAKTADIR. O YÜZDEN TEKRAR BURAYA ALINMAMIŞTIR

MONTESQUIEU (1689-1755)
Hayatı: Charles-Louis de Secondat Baron de Montesquien XVIII. yüzyıl Aydınlanma Çağının en ilgi çeken düşünürlerinden birisidir. Soylu bir aileden gelen Montesquieu, 1689 yılında Bordeaux yakınlarındaki de la Brede’de doğmuştur. Bordeaux Üniversitesini 1707 yılında bitirerek avukatlığa başlayan düşünüre, 1706 yılında ölen amcası baronluk unvanını, malını ve mahkeme başkanlığını miras olarak bırakmıştır. Malî sorunları kalmayan ve doğa bilimlerine olan merakı hukuka galebe çalan Montesquieu, Bordeaux Bilimler Akademisine katılarak anatomi, fizik, fizyoloji gibi doğa bilimlerine eğilmiş, denemeler kaleme almıştır. 1721 yılında, bir anlamda “Kanunların Ruhu” adlı eserinin temelini oluşturan “Lettres Persanes”i (İran Mektupları) yayınlamış ve büyük bir ün kazanmıştır.

XVIII. yüzyıl pozitivist düşüncenin filizlenme çağıdır; rasyonalizmden amprizme, metafizik düşünceden sosyolojik bir hukuk anlayışına geçişin ilk işaretleri bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. İşte Montesquieu bu geçiş döneminin en tipik temsilcilerinden birisidir. Aydınlanma Çağının tüm özelliklerini yansıtır: Aklın yanında gözlem ve deneye, doğayı tanıma yanında insanı anlamaya yer verir. Geniş bir tarih kültürüne sahip olan düşünür aklın ışığı ile toplum düzenini ve sorunlarını yer ve zaman içinde incelemeye çalışır.
Montesquieu, olgulardan hareket ederek gözlem ve deney yoluyla araştırmalarını yürütmeye çalışır. O, toplumsal ve hukuki olguları gözlemleyerek sınıflandırmış ve neden-sonuç ilişkilerini anlamaya çalışmıştır. O, olaylar arasındaki zorunlu ilişkileri buldukça, toplumun yasalarına ulaşmış ve bu yasalar ile de olayları açıklamaya çalışmıştır. Böylece tümevarım ile tümdengelimi birbirlerini tamamlayacak biçimde kullanmıştır. Kanunların Ruhu’nda a priori biçimde ileri sürülmüş gibi görünen ilkeler, aslında milletlerin tarihinin deneyiminden çıkarılmışlardır.
Hukukun “kanun” biçiminde tespit edilen kısmını araştırmalarının odak noktası yapmış ve mevzu hukukun gerçekte doğal ve toplumsal koşulların hemen hemen zorunlu bir sonucu olduğunu belirtmesi bakımından da hukuk sosyolojisinin en önemli öncülerinden biri olarak kabul edilebilir. 
Montesquieu, karmaşık ve değişken bir görünüm arz eden toplum manzarasının gerisinde, aslında davranışlardan, kurumlardan ve yasalardan oluşmuş düzenli bir yapı bulunduğunu düşünür. Buna göre, toplumsal kurumlar ve süreçler, amprik ve tarihsel analiz yoluyla keşfedilebilecek belirli maddi koşulların ürünüdür. Bütün toplumsal olgular birbirine bağlıdır. Her özgül yasa, başka bir yasayla bağlantılıdır. Böylece Montesquieu, bu yaklaşımıyla, hukuku doğal haklar, doğal hukuk ve toplum sözleşmesi teorilerine dayandıran Aydınlanma eğiliminden ayrılarak, yasaları ele alır ve yasaların ruhu üzerinde etkili çevresel faktörler üzerinde yoğunlaşır.
Montesquieu’nun kanunlar hakkındaki kuramında esas olarak üç kavram öne çıkar: Yasalar, gelenekler ve davranış tarzları. Ona göre kanunlar, vatandaşların davranışlarını; gelenekler ise insan davranışlarını düzenler. Gelenekler, daha çok kişinin iç yönelimiyle ilgiliyken davranış tarzları dış yönetimiyle ilgilidir. Gelenekler ve davranış tarzları, kanunların yerleştiremediği veya yerleştirmek istemediği alışkanlıklardır. Montesquieu’nun kuramında kanunlar, örgütlü yapılarda vücut bulan, insan eliyle yapılmış düzenlemeleri ifade eder. Devlet, kendisine siyasi ve hukuksal bağ ile bağlı vatandaşların davranışlarına kanunlarla yön verir. Toplumun kendiliğinden düzeninin bir ürünü olarak hayat bulan gelenekler ise daha çok insanın iç yönelimiyle ilgili içselleştirilmiş kurallardır.
İnsanın içinde yer aldığı doğal ve toplumsal çevrenin koşullarından etkilenir ve bu nedenle de bu doğal ve toplumsal koşullar tarihin çeşitli dönemlerinde ve dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden farklı toplumlar ve toplumsal müesseselerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.  
İnsanların ve toplumların biçimlenmesinde iklim gibi doğal etkenler ile dini örf-âdet, ahlâk yönetim biçimi gibi toplumsal kurumların yanında kanunları da dahil eder.  Toplumsal düzenin sağlanmasında kanunlar kadar birçok faktör de etkili kabul edilmiştir. Ona göre aklen bulunabilecek en mükemmel kanunlarla bile bir toplumu istenilen biçime sokmak mümkün değildir. Toplumsal yaşamı düzenlemede kanun koyucuların rolü vardır; fakat bu sınırsız değildir. Kanun koyucu da içinde bulunduğu koşullara bağımlıdır. Görüldüğü üzere Montesquieu, toplumsal düzenin sağlanmasında hukukun dışında kalan türlü düzen tiplerinin varlığına da dikkati çekmektedir.
Montesquieu Kanunların Ruhu’nda canlı cansız tüm varlıkların kanunları olduğundan bahseder: Kanun, ona göre, en geniş anlamda “eşya doğasından çıkan zorunlu ilişkiler”, yani “varlıkların kendi aralarında ve bunlarla diğerleri arasında var olan ilişkilerdir.” Kanun deyin anlaşılması gerekenler doğal kanunlar, din kuralları, ahlâk kuralları, hakkaniyet kuralları ve nihayet kanun koyucu tarafından konulmuş olan kanunlardır. Montesquieu’nun “doğal kanun” diye nitelendirdiği şeyler “En geniş anlamda kanun” dediği doğa kanunlarını ifade etmez. Bunlar insanın biyolojik ve toplumsal yapısına yani içgüdüsel ve duygusal yaşamına ilişkindir ve dört tanedir: 1) insanın korkak bir yaratık olması nedeniyle hemcinsleri ile barış içinde yaşama arzusunda olması, 2) insanın beslenme için çaba göstermesi, 3) insanların hayvansal bir içgüdü ile hemcinsini araması ve karşı cinse ilgi duyması, 4) insanın hayvanlardan farklı olarak bilinçli bir biçimde hemcinsleri ile bir toplum içinde yaşamak istemesi.
Hakkaniyet kurallarına gelince, Montesquieu adaletin objektif bir kural olduğuna inanmakta ve bu nedenle geçerliliğinin insan fiillerine bağı bulunmadığını savunmaktadır. Ona göre adalet insanların yaptıkları kanunlar için en başta gelen değer ölçüsüdür. Ancak pozitif kanunlar insanların davranışlarında gözetmeleri gereken, fakat çoğu kez ihlâlden kaçınmadıkları kurallar demektir. Şu halde pozitif kanunlar yapılmadan önce çok önce bir takım adalet ilişkileri ve bunları düzenleyecek kurallar vardır. Montesquieu’nun devletten ya da kanun koyucuların kanun yapmalarından önce toplumda var olduğunu söylediği bu kurallar kurtulmaya çalıştığı Doğal Hukuk ilkelerini ve günümüz sosyologlarınca “kendiliğinden doğan” veya “spontane hukuk” dediği kuralları ifade etmektedir.
Yasa koyucu tarafından konmuş kurallara gelince, bunlar insanın toplum yaşamına geçip kendini güçlü hissetmesi ve diğer insanlarla mücadeleye girişmesi sonucunda, bu mücadeleyi düzenlemek, insanların birbirine zarar vermelerini engellemek toplum yaşamında barış ve düzeni sağlamak üzere ortaya çıkmıştır. Monteisquieu kanunların bir kısmının insanların yöneticilerle ilişkilerini düzenleyen siyasî kanunlar, bir kısmının insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen medenî kanunlar olduğunu belirttikten sonra, yeryüzünde var olan birçok devletin de tıpkı insanlar gibi ilişkilerini düzenleyecek kanunlara ihtiyacı olduğunu söyler. Böylece devletler hukuku kuralları da kanunların diğer bir türünü oluşturur.
Montesquieu’ye göre kanunlar (hukuk) toplum tarafından biçimlendirildiği gibi, toplum da kanunlar tarafından biçimlendirilmektedir (özellikle İngiltere örneğinde olduğu gibi). Bu fikir, Montesquieu’nun çağının çok ötesinde, tümüyle modern sosyolojik bir fikir olarak karşımıza çıkmaktadır; zira onun zamanında hukuk, yani kanunlar toplum dışında kanun koyucu tarafından empoze edilen kurallar olarak algılanmaktadır.
Montesquieu’ya göre toplumların nüfusları, ekonomik faaliyetleri de kanunları etkiler. Örneğin ticaret ve taşımacılıkla geçinen toplumların kanunlarının tarımla uğraşanlara, bunların da hayvancılıkla uğraşanlara oranla daha çok sayıda ve ayrıntılı olduğu görülür. Böylece Montesquieu kanunlar ile ekonomik yaşam arasındaki ilişkilere de dikkat çekerek (örneğin türlü ticarî faaliyetlerin, malî durumun, para, altın ve gümüşün, mübadelenin, yeni ülkelerin keşfinin ve kolonileşmenin kanunlar üzerindeki etkisi) örnekler verir.
İkinci olarak bir milletin genel ruhunu belirleyen manevi etkenlerden bahseder. Bu etkenler bir milletin din, hukuk, hükümet ilkeleri, ahlâk, örf-âdet ve geçmişten kalan emsaller genel ruhu belirlerler.  İşte bir milletin genel ruhunu oluşturan türlü öğelerin aralarındaki etkileşim her toplumda farklı dengeler yarattığı için, her toplumun genel ruhu, karakteristik özellikleri de birbirinden farklı olmaktadır.
Montesquieu’ya göre belli başlı yönetim biçimlerinin ortaya çıkmasında türlü etkenler rol oynar. Böylece Montesquieu, yönetim biçimlerinin bir üst yapı olarak toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel alt yapısı tarafından oluşturulduğunu sezmiştir ve buna “yönetimlerin doğası” adını verir. Türlü etkenler belli başlı üç yönetim biçimine vücut verir: Monarşi, Cumhuriyet (a. Aristokratik Cumhuriyet, b. Demokratik Cumhuriyet) ve despot.
Onun toplum, hukuk ve türlü dış etkenler arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimi fark etmiş olması, açıklamalarının yetersizliğine rağmen, son derece ilginçtir ve günümüzdeki hukuk sosyolojisi için önemli araştırma alanları oluşturmaktadır.


II. KLASİK SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR

CLAUDE HENRİ SAİNT SİMON (1760-1825)
Hayatı: Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Önce subay olmuş ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda kısa zamanda albaylığa yükselmiştir. Sonra Nikaragua'da Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus'u birleştirecek bir proje üzerinde çalışmış, daha sonra İspanya'da Madrid'i denizle birleştirecek bir kanal projesi üzerinde çalışmıştır. Fransız devrimi sırasında düşünceleri sayesinde giyotinden kurtulmuş, sahip olduğu unvanlardan vazgeçtiği halde devrimden sonra Fransa’da dokuz ay hapsedilmiştir. 1804’te sağlığı bozulana dek refah içinde, daha sonra dostlarının yardımıyla yoksulluk içinde geçirmiştir. Saint Simon, yapıcı bir reforma gidilerek bilime ve endüstriye dayanan bir toplum inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Başlıca Eserleri:
·         Lettres d'un habitant de Geneve a ses contemporains (Bir Cenevrelinin Çağdaşlarına Mektupları, 1803)
·         Introduction aux travaux scientifiques du XLX siecle (XLX. yy'ın Bilimsel Çalışmalanna Giriş, 1807)
·         Esquisse d'une Nouveau Encyclopedie (Yeni Bir Ansiklopedi Taslağı, 1810)
·         Memoiresur la science de l'homme (İnsan Bilimi Üstüne İnceleme, 1813)
·         De la reorganisation de la societe europeenne (Avrupa Toplumunun Yeniden Düzenlenişi Üstüne, 1814 Augustin Thierry ile birlikte)
·         L'Industrie (Endüstri kapitalizmin ilk dönemlerinin meseleleri üzerine çıkarttığı dergi, 1816-1817)
·         Du Systeme industriel (Sanayi Sistemi Üstüne, 1823)
·         Le Catechisme des industriels (Sanayicilerin Kutsal Kitabı, 1824)
·         Nouveau Christianisme (Yeni Hristiyanlık, 1825)

Saint Simon Aydınlanma düşünürlerinin düşüncelerinin yeni bir şekilde sentezlemiş ve gelişen kapitalizmi ve getirdiği değişiklikleri görerek, toplumda feodal bağların çözülmesinden sonra toplumda bütünleşmeyi sağlayacak araç olarak sosyoloji görmüştür. “Sanayi toplumu” kavramını ilk kullanan ve aynı zamanda bir bilim olarak sosyolojinin kurucularından olan Simon, doğa bilimlerinde kullanılan pozitif bilimin yöntemlerin toplumsal olguların incelenmesinde de kullanılması gerektiğini belirtir. Nasıl doğanın bilgisine pozitif yöntemlerle ulaşıp onları kontrol altına aldıysak, aynı şekilde toplumsal alanda da toplumu kontrol altına almak pozitif yöntemlerle onun bilgisine ulaşmakla mümkün olacaktır. Bu yeni bilimin sosyal fiziktir. Sosyal fizikle topluma dair yasalar bulunabilecek ve böylece toplumun ihtiyaç duyduğu reformlar bu yasalara göre yapılacaktır.
Fransız Devrimi Sanayi Devrimi yeni bir sınıfı ortaya çıkarmış, evrensel insan hakları beyannamesi her sınıftan insana yenilikler ve özgürlükler kazandırmıştır. Bu yeniliklere göre toplumun sanayi toplumunun özelliklerine göre yeniden örgütlenmesi yönünde çalışmalar yapmıştır. Devrimin ve gelişen kapitalizmin yarattığı karmaşadan rahatsız olan Saint Simon düzenin ve istikrarın yeniden sağlanması gerektiğini düşünmektedir. Böyle bir toplumda yapıcı reforme gidilmesi ve bu reformun temelinde bilim ve sanayiye dayanılması gerektiğini belirtir. Bilimsel yöntemi ve bu yöntemin felsefeyi de içine alacak şekilde genişlemesini ifade etmek için Pozitivizm terimini ilk kez kullanan da Saint Simon’dur .
Toplumu organizma gibi gören ve bu organizmanın evrimini inceleyen Saint Simon sağlıklı bir toplumun ancak çeşitli parçalarının uyum içinde çalışmasıyla olabileceğini belirtmişti. Toplumu yöneten bir ilerleme yasası vardı ve buna göre toplumlar çeşitli aşamalardan geçmişlerdi.  Saint Simon’a göre toplumlar, her biri farklı bilgi biçimlerine dayanan üç aşama olan teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçerler. Bu aşamalara bağlı olarak Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan tek tanrılığa ve feodalizme, daha sonra da endüstri toplumuna doğru bir değişim geçirmiştir. Saint Simon’dan önce de çeşitli düşünürler toplumun belirli aşamalardan geçerek geliştiğini belirtmiştir, Simon’un özgün yönü, bu gelişmenin ekonomik yönünü vurgulaması ve her aşamaya özgü bir ekonomik yapının olduğunu belirtmesidir. Bu aşamalardan birincisi köleliğe, ikincisi feodalizme, üçüncüsü ise endüstriyel üretime dayanmaktadı. Böylece Saint Simon her aşamaya özgü ekonomik yapı olduğnu savunarak Marx tarafından geliştirilen tarihsel metaryalizm teorisinin öncüsü kabul edilmiştir.
Saint Simon, endüstri toplumunda iki temel sınıf olduğunu belirtir; tüm çalışanlar ve üretime katkıda bulunanlar endüstri sınıfını oluştururlar. Bu sınıfın içinde bilim adamları, işçiler olduğu gibi, fabrika sahipleri yatırımcılar vb. de yer alır. Üretime katkıda bulunmayan diğer sınıf aylaklardır ya da başkalarının sırtından geçinen parazitlerdi. Saint Simon çalışanları “bal arıları” olarak, çalışmayan sınıfı ise “eşek arıları” ya da “aylaklar” olarak adlandırır. Endüstri toplumunda güç ve refah liyakata göre bölüştürülecek ve işçi işveren işbirliği halinde toplumu yaratacak ve geliştireceklerdir. Yine de toplumda yönetenler ve yönetilenler olacaktı. Toplumları sanayi alanın önde gelenleri yönetmelidir. Herkes çalıştığı, görevini yerine getirdiği oranda üretim artacak ve böylece yoksulluk azalacaktır. Yöneticilerin görevlerini kötüye kullanmasının önündeki engel “yeni din” olacaktır.
Bilim, endüstri ve laikliğin hakim olduğu endüstri toplumlarında, toplumu bir arada tutacak güç bilime dayanan yeni din olacaktır (Saint Simon yeni dini Newton’a adamıştır ve “Newton Dini” adlandırmasını önermiştir). Yeni din feodal toplumlardaki dayanışmayı sağlayan ve ahlakı biçimlendiren dinin yerine alarak, yeni toplumun ahlaki temelini oluşturacak ve toplumsal dayanışmayı sağlayacaktır. Bu dinin öncüleri ise bilim adamları olacaktır.
Saint Simon toplumu incelemek için yeni bir bilime ihtiyaç duyulduğunu ve bunun sosyal fizik olduğunu belirtmiştir. Bu yeni bilimin yöntemi doğa bilimlerindeki gibi pozitif yöntemlerdir. Toplumun evrimsel olarak ilerlediğini belirtmiş, diğer yandan toplumların temelinde ekonomik yapının olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenlerle Comte’un, Durkheim’ın ve Marx’ın görüşlerini etkilemiştir.

AUGUSTE COMTE: POZİTİVİST SOSYOLOJİNİN GELİŞİMİ

AUGUSTE COMTE (1798-1857)

Hayatı: 20 Ocak 1798’de Fransa’da Montpellier şehrinde orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1814’te École Polytechnique’de doğa bilimleri alanında eğitim görmüştür. 1817 yılından itibaren bir süre Saint Simon’la birlikte çalışmalar yapmıştır. 1826’da Pozitif Felsefe Derslerini anlatmaya başlamıştır. 1830- 1842 yılları arasında altı ciltlik Pozitif Felsefe Dersleri, 1851 yılında da Pozitif Politika Sistemi adlı eserlerini yayınlamıştır. Eylül 1857'de, eski bir arkadaşının cenaze töreninde yakalandığı soğuk algınlığından kurtulamadı, eylül ayında öldü. Kendi isteği olarak mezar taşına şunlar yazıldı: “İlke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme.”
Bazı Eserleri:
Discours sur L'Esprit Positif" (Pozitif Anlayış üzerine Konuşmalar, 1844)
Calendrier Positiviste" (Pozitivist Takvim, 1849)
Le Système de Politique Positive" (Pozitif Siyaset Sistemi, 1852-1854)
Appel aux Conservateurs" (Tutuculara Çağrı, 1855)
Synthése Subjective" (Öznel Birleşim, 1856) 

Giriş
Comte, pozitivizmin sosyolojik versiyonunu geliştiren ve sosyoloji terimini ilk kez kullanan düşünürdür. Sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin yarattığı değişikliklerden hoşnut olmayan Comte, negatif ve yıkıcı olarak değerlendirdiği Aydınlanma felsefesine karşı “pozivitizm” veya “pozitif felsefe”yi ortaya koymuştur.
Comte, toplumsal fizik veya 1839’da sosyoloji adını verdiği şeyi geliştirdi. Sosyolojiyi doğa bilimlerine göre şekillendirmeye çalışan Comte, hem toplumsal statik (mevcut toplumsal yapılar), hem de toplumsal dinamikle (toplumsal değişim) ile ilgilendi.  Her ikisi de toplumun yasalarına bulmaya yönelik olan bu yaklaşımlardan, toplumsal dinamiğin daha önemli olduğunu düşündü.
Toplumun evrimci bir şekilde değiştiğini ileri süren Comte’a göre evrimi belirleyen insan düşüncesinin gelişmesidir. Comte, olgular ve teorilerin karşılıklı olarak birbirlerine bağlı olduğunu savunan ilk sosyologdur. Bu anlamda saf haliyle ampirizmi reddetmiş, olguların teori sayesinde kurulduğunu, gerçek bilginin tek başına gözlemlenen olgulara değil, bütün toplumsal olguları benzerlik ve ardışıklık aracılığıyla birbirine bağlayan yasalara dayandığını savunmuştur. Comte’a göre bütün gözlemler başlangıçta bir teori tarafından yönlendirilir, sonunda da bu teori tarafından yorumlanır, bunun dışında hiçbir gerçek gözlem mümkün değildir. Comte, gözlemlenen olguların kendi adlarına konuşmadıklarını, teorilerle olguların birbirlerine bağlı olduğunu ifade ederek Aydınlanmanın eleştirel düşüncesinin ötesine geçmiştir.

Sosyolojik Pozitivizm ve Üç Hal Yasası
Pozitivizm ve pozitif felsefe terimleri ilk kez Saint Simon tarafından kullanılmış, fakat asıl olarak Comte tarafından sistematikleştirilmiştir.
Pozitivizm, insan bilgisine ulaşmanın tek geçerli yolunun ampirik bilim olduğu ve gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımız şeklindeki felsefi görüştür. Sosyoloji açısından pozitivizm; toplumsal dünyanın doğal dünyadan büyük ölçüde farksız olduğunu, toplumsal gerçekliklerin de doğal gerçeklikler gibi tamamen insan öznelliğinden bağımsız, nesnel, dış gerçeklikler olduğu ve bu gerçekliklerin de en iyi şekilde doğa bilimlerinde geliştirilen bilimsel yöntem aracılığıyla incelenebileceği varsayımlarını içerir. Pozitivizm böylece soyut felsefeyi ve doğaüstü güçlerin metafizik olarak çalışılmasını reddeder. Mantıksal çıkarımlardan, sınanabilir hipotezlerden, neden sonuç ilişkilerinden ve doğa bilimlerindeki yasalara benzer nedensellik ve evrim yasalarından elde edilen katı gerçekliklerin gözlemlenmesini, sınıflandırılmasını ve ölçümünü içerir. Pozitivizme göre bilimsel gerçekliğe sadece gözlemlenebilir olgular sahiptir; başka bir deyişle bilimsel olarak bilinemeyen bir şey, başka bir şekilde de bilinemez. Toplum hakkındaki gerçekler de ancak mümkün olduğu kadar nesnel, önyargısız ve tarafsız olan bilimciler tarafından keşfedilebilir ve analiz edilebilir. Pozitivizmde öznel duygulara ve yorumlara yer yoktur; çünkü bunlar hem gözlemlenemez ve ölçülemezler, hem de nesnel analizleri çarpıtabilirler.
Pozitivizmi toplumsal olguları anlamak için kullanan Comte’a göre sadece olguları araştırmak ve olgular arasındaki sabit ilişkileri gözlemek gerekir. Olgular arasındaki değişmez ilişkileri ya da doğa yasaları bulmak, bilimin amacıdır. Bu ise ancak gözlem ve deneylerle sağlanır. Bu bilgi, değişmeyen, mutlak olan bir öz bilgisi olamaz. Deneyle ve gözlemle elde ettiğimiz bu bilgi olayların ve bunların artardalığının ve benzerliğinin bilgisidir. Toplumun yeniden biçimlendirilmesinde gözlem ve deneye (olgulara) dayanan pozitif bilgi kullanılacaktır. Deneyle denetlenemeyen konular bilimin konusu olamayacakları için dışarıda bırakmalıdır.
Comte, toplumsal alanda elde edilen bilimsel bilgi ile toplumsal düzeni yeniden inşa etmek istemektedir. Bu da toplumun işleyişindeki yasaları bularak, toplumsal sorunlara bu yasalar aracılığıyla çözüm bulmakla mümkün olacaktır. Nasıl doğa bilimlerinde doğanın yasaları bilindiği oranda, ona müdahale, düzenleme ve değiştirme söz konusuysa, toplum yasaları keşfedildiğinde toplumu da düzenlemek mümkün olacaktır.
 Bilginin evrimi ile insanlık evrim geçirmiştir.  Diğer bir ifadeyle insan düşüncesindeki evrim toplumların evrimini belirler. Toplumlar içinde bulunan insanların ortak inanç ve düşünce biçimleri ile var olurlar. İnsan düşüncesindeki evrim ile toplum aşamalar halinde ilerler.  Bu evrimsel süreci Comte üç hal yasası olarak adlandırır. Buna göre, insan düşünmesinde birbirinin ardından gelen üç dönem vardır. Bunlar;

(1)    Teolojik Aşama: 1300’den önceki dünyayı karakterize eden aşamadır. Teolojik aşamada insan bütün olguların doğaüstü güçlerin ve dinsel figürlerin her şeyin temelinde yer aldığı inanç hakimdir. Bu aşamada duygular ve hayal gücü baskındır.
Teolojik aşamada insanlar her şeyin nedeninin Tanrı olduğunu, toplumsal ve fiziksel dünyanın Tanrı tarafından üretilmiş olduğunu düşünürler ve varoluşu kendi akıllarına dayanarak açıklamak yerine, kilisenin doktrinlerini kabul ederler. İnsanların toplumdaki yeri tanrısal güçler ve kilise tarafından belirlenir, toplumda kilisenin kabul ettiği ‘gerçek’lere inanılır ve toplumsal yaşamı düzenlemek için kilise tarafından koyulan kurallara uyulur.
Teolojik aşama fetişizm, çoktanrıcılık ve tektanrıcılık şeklinde üç döneme bölünmüştür. Fetişizm, doğanın insan duyguları ekseninde tanımlanmasıdır. İnsan eşyayı tıpkı kendisi gibi canlık, akıllı bir varlık olarak düşünür. Çoktanrıcılık birden çok tanrının ve tinin olduğu dönemdir. Çevresindeki olayların görünmez varlıklarca yönetildiği inancı vardır. Tektanrıcılık ise tek bir tanrının varlığının söz konusu olduğu ve bu her şeyin tek bir iradenin yönetimi altında olduğu düşünülmektedir. Comte’a göre her aşamanın içinden diğer aşama çıkmaktadır.
(2)     Metafizik aşama: Metafizik aşama, 1300-1800 yılları arasına hakim olan metafizik aşamada soyut düşünceler, ideal biçimler hakimdir. Evreni yöneten soyut bir güç, soyut bir ilkedir. Teolojik aşamadaki inançlardan daha tutarlı bir anlayış hakimdir. İnsanların saygı duyulması gereken temel hakları olduğu ve en önemli değerin bu haklar olduğu düşüncesinin yaygın olduğu bu aşamada özgür irade vurgulanmaktadır. Bu aşamada da açıklamaların ana kaynağı soyut güçler olmakla birlikte açıklamalar Teolojik dönemdekilerden daha tutarlı ve sistematiktir.
(3)    Pozitif Aşama: 1800’den itibaren dünyanın girdiği Pozitif (ya da bilimsel) aşamada ise insan metafizik mutlak doğruyu ve şeylerin özünü bir kenara bırakıp, deney ve gözlemlere dayanan elde edilebilir olguların bilgisine yönelir.  Olguların ardı ardına gelmesinden ve birbirlerini benzemelerinden ortaya çıkan değişmez ilişkilerini, diğer bir ifadeyle olguların yasalarını bulmaya yönelir.  Pozitif aşamada bilimsel yöntem hakimdir. Düşünceleri biçimlendiren bilimsel bilgilerdir. Teolojik sistem çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa doğru, metafizik sistem de çeşitli ve çok sayıda kuvvetten tek bir kuvvete, doğaya doğru ilerler ve bu noktalara ulaştıklarında en yetkin biçimlerini alırlar. Pozitif sistem ise en yetkin biçimini, bütün olay ve olguları tek ve genel bir olaya bağladığı zaman alacaktır.
Comte “pozitif” deyimini yapıcı, yıkıcı “negatif” olmayan anlamında kullanmıştır. Comte, bu deyimle, kurduğu sistemden önceki bütün felsefelerin yıkıcı ve olumsuz olduklarını, ancak kendi sisteminin yapıcı ve olumlu olduğunu ileri sürmektedir; çünkü deneyi aşan anlamında metafizikle uğraşmışlardır.
Comte’un pozitif bilim anlayışını toplumsal alana uygulamış ve aynı zamanda bilimlerin bütünün bilgisine sahip bilime ulaşmak için bilimlerin sınıflandırılması ile de uğraşmıştır. Comte’a göre tek tek bilimler pozitif bilimlerdir ve her biri genelden özele giden bir hiyerarşiye bağlı olarak yerleşmiştir. Bu hiyerarşinin temelinde aritmetik, geometri, mekanik yatar. Bunların üzerine metamatik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji aşamalı olarak gelir. En son basamakta ise, sosyoloji bulunur. Bütün bilimler kendinden öncekinin bilgisine kendi özel bilgisini ekleyerek aritmetikten toplumbilime doğru ilerlemektedir. Her bilim kendinden öncekinin bilgisine muhtaçtır. Bu sıra düzeni, aynı zamanda, bilimlerin tarihsel gelişmelerini de saptamaktadır.

Birey, Toplum, Toplumsal Statik, Toplumsal Dinamik
Sosyolojinin konusu Comte’un insanlık anlamında kullandığı büyük vücut’tur. Biyolojiden aldığı kavramlarla toplumu nitelendiren Comte göre bu büyük vücudu iki açıdan inceleyebiliriz; toplum, düzen (statique sociale) ve ilerleme (dynamique sociale) olarak iki açıdan ele alınmalıdır. Statik, toplumun yasalarını, dinamik de onun bu yasalara göre nasıl geliştiğini inceler. Statik toplum soyut, dinamik toplum ise somuttur. Toplumsal statik, toplumun içindeki farklı parçalar arasındaki karşılıklı hareket ve tepkilerin yasalarını ortaya çıkarmaya çalışır. Diğer bir ifadeyle toplumsal statik, toplum içindeki uyumun (dengenin) incelenmesidir. İşbölümü, aile, din gibi toplumsal sistemin çalışmasında işlevsel olan olguların karşılıklı ilişkisinin netleştirilmesi, toplumsal statiğin alanıdır. Biyolojik organizmaların evrimleri ve gelişmeleri hakkında yasalar varsa, aynı şekilde toplumların da evrim ve gelişme yasaları vardı. Sosyoloji toplumların statik ve dinamik yönlerini analiz ederek bu yasalara ulaşır.
Dinamik değişimle ilgilidir, toplumsal dinamik de farklı toplum tiplerinde değişen bu karşılıklı bağların empirik olarak incelenmesidir. Comte sosyolojinin hem toplumsal statik hem de toplumsal dinamikle ilgilenmesi gerektiğini ileri sürmüş ancak toplumsal dinamiğin toplumsal statikten daha önemli olduğunu düşünmüştür. Toplumsal dinamik, toplumsal statiğe bağlıdır, statik insan toplumlarının temel düzenini ortaya çıkarırken dinamik de bu düzenin son aşama olan pozitif aşamaya ulaşana dek geçirdikleri değişimi gösterir. Comte sosyolojinin bu yönünü tarihsel yöntem olarak adlandırır.
Birey, Comte’a göre toplumsal bir varlıktır. İnsan daha ziyade duyguları ve egosuyla (bencilliği ile) hareket eder. Zeka ve akıl ise bireyi toplumsallaşma olgusuna götürür. Duygu ve egolarıyla hareket eden insanlar devamlı didişirler, akıl ise sükuneti ve uyumu sağlar. Ahlaki davranış bencilliğin yenilerek başkasını da düşünerek davranmadır. (Bu ahlaki durumu Comte “Altruisme” kavramı ile açıklamıştır). Birey bencil duygularıyla aşağı bir konumda iken toplum aracılığıyla bireyin duyguları akla uygun olarak yönlendirilir. Aile; Bireyde özgeci (altruist) davranışlar ilk olarak aile ortamında oluşur. Ailenin diğer üyeleri için özverilerde bulunulur. Aile ilk sosyal hücredir ve buradaki birliğin, dayanışmanın altında itaat yatar. Aile içinde karı-koca, ebeveyn-çocuk itaat biçimleri vardır. Devlete itaat anlayışının altında da bu ebeveyn-çocuk ilişkisi bulunur. Ayrıca Comte, toplumbilimde en küçük araştırma birimi olarak ‘birey’i ısrarla reddetmiş, bunun yerine aileyi kabul etmiştir.
Toplumda ise aileden farklı olarak “birlik” değil, daha mesafeli bir ilişki biçimi olan “işbirliği” söz konusudur ve bu işbirliği toplumda zamanla uzmanlaşmaya yol açar. Toplum bir organizma gibidir ve bütün parçaların görevleri vardır. Devlet sadece maddi olguların, ekonomini ve kurumların birliğini değil, manevi birliği de amaç edinir. Bu yorumuyla Comte’ta otoriter, paternalist ve yol gösterici bir devlet tasavvurunun izlerinin görüldüğü zikredilmiştir. Ancak yasa koyucular sınırsız bir güce sahip olmayıp sosyal realiteye göre hareket etmek mecburiyetindedirler. 
Birey bencil olduğu için tutkuları onu tutsak alır. Bireyin bencilliğinden kurtulması dışarıdan denetlenmesi aracılığıyla olur. Toplum, bireyi denetleyerek ve bencillikten özgeciliğe yönlendirerek onu özgürleştirir.
Comte, kapitalizmle birlikte işçi sınıfını gözlemlemiş ve toplumsal olgu olarak kabul etmiştir. Fakat sınıfların varlığı çatışmayı gerektirmez. Ona göre sanayinin bu şekilde gelişmesiyle verimli üretim söz konusudur ve bu herkesin yararınadır. Zenginlik artacaktır. Özel mülkiyet ve kamu mülkiyet arasındaki çelişki Comte’un konusu değildir; toplumlarda toplumsal ve ekonomik iktidarın zenginlerin elinde olması kaçınılmazdır. Önemli olan kişisel mülkiyetin keyfi değil, toplumu da dikkate alan şekilde kullanılmasıdır. Yönetici özel mülk sahipleri toplumu evrensel ilkelere göre yönetirse, işçilerin topluma bağlanması ve itaati sağlanır.
Hukuk alanında da pozitif düşünce egemen olmalıdır. Bireyin toplumsal yaşamı incelenirse doğuştan doğal hakları yoktur. Birey topluma borçludur ve borucunu başkalarına hizmet etmek suretiyle ödemelidir. Comte doğal hukuka karşıdır, çünkü pozitif felsefe pozitif ahlakla her şey rayına oturabilir. İnsan, bilimin getirdiği verilerle davranışlarını düzenleyecek; toplumsal görevlerini yeri getirecek, devlet birlik ve beraberliği sağlayacaktır.


KARL MARX (1818-1883)

Hayatı: Karl Heinrich Marx (5 Mayıs 1818 Trier - 14 Mart 1883 Londra). Prusya Krallığı’na bağlı Trier kentinde yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Karl Heinrich Marx adıyla dünyaya geldi. Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi. Trier gymnasium’dan mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn Üniversitesi’ne kayıt yaptırdı. Berlin’deki Friedrich-Wilhelms Üniversitesi’ne gitti. 1841’de “Demokritoscu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar” isimli teziyle doktorasını verdi. 1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris’e gitti. 28 Ağustos 1844 tarihinde Paris’te gelecekte çok yakın dostu olacak olan Friedrich Engels ile tanışır. 1847 yılında yazdığı Felsefenin Sefaleti, Pierre-Joseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap niteliği taşır. 21 Şubat 1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa’daki bazı komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels’in en ünlü çalışması Komünist Manifesto yayımlanır. 1848 yılı Avrupa’da köklü devrimlerin baş gösterdiği bir yıldır. Marx yakalanır ve Belçika’dan sınır dışı edilir. Radikal hareketlerin Fransa’da güçlenmesiyle Marx tekrar Paris’e davet edilir, geri dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder. 1849 yılında tekrar Almanya’ya (Cologne geri döner ve Neue Rheinische Zeitung gazetesini çıkarmaya başlar. Almanya’da yaşadığı baskılar nedeniyle Paris’e döner, buradan da yollanır ve en sonunda Londra’ya iltica eder. Mayıs 1849’da ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra’ya yerleşir. Karl Marx 14 Mart 1883 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Londra’daki mezar taşının üst bölümünde Komünist Manifesto’nun son cümlesi büyük harflerle yazar: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” Alt bölümünde ise Feuerbach Üzerine Tezler’in 11. bölümünün sonu yer alır: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”
Eserleri
Kutsal Aile (1845)
Alman İdeolojisi (1845-1846)
Komünist Manifesto (1847-1848)
Grundrisse (1857-1858) (Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve daha sonra Kapital’i oluşturacak ön çalışmalarını ve taslak notlarını içeren defterlerinden oluşan bu eser ilk kez 1939 yılında yayımlanmıştır)
Artı-Değer Teorileri (1862-1863) (Yine Marx’ın el yazmalarından oluşan ve Kapital’in dördüncü cildi diyebileceğimiz bu eser 1905-1910 yıllarında Kautsky tarafından yayımlanmıştır)
Das Kapital I. cilt (1867) (ikinci cilt 1885’te ve üçüncü cilt 1894’de Marx’ın taslaklarına uygun olarak onun ölümünden sonra Engels tarafından düzenlenerek yayımlanmıştır)

GİRİŞ
Marx sadece ekonomik doktrin boyutuyla kalmayan ve geniş kapsamlı bir sistem kuran bir filozoftur. insan, tarih, devlet, toplum, doğa, Tanrı gibi sorunlara eğilen marksizm, gerek teori alanında gerek uygulamada bu sorunları özümleyi ve bir senteze ulaşmayı amaç edinen bir dünya görüşüdür. Kendisi için filozof denmesinden hoşlanmaz. Çünkü özellikle idealist ve metafizik filozoflar hep dünyayı kuramlarla açıklamaya çalışmaktadırlar. Ancak Marx’a göre sorun, dünyayı değiştirmektir.
Marx’ın sisteminde temel noktalardan biri diyalektik yöntemdir. Marx’ın tarihsel gelişme sürecini anlamak ve açıklamak için geliştirdiği tarihsel materyalist yaklaşımı, Hegel’in diyalekti yöntemine dayanır. Hegel’in idealist diyalektiğine Marx tarafından materyalist bir içerik kazandırılmıştır. Hegel’in idealist diyalektiği maddenin düşünceden doğduğu tezine dayanır. Marx ise Hegel’den farklı olarak, düşünce maddeden üretilmektedir.  Marx diyalektiği, Hegel gibi tarihi idealist açıdan değil, materyalist açıdan kavramak için kullanmıştır. Marx, Hegel’den ödünç aldığı diyalektiği idealizm zemininden çıkarıp materyalist bir zemine taşıyarak ayakları üstüne oturtmuştur. Marx diyalektik yöntemi üç yerde uygular:
1)      Doğa olaylarının açıklanması
2)      İnsan toplumlarının tarihi değişim sürecinin açıklanması
3)      Kapitalist sosyal-ekonomik düzeninin eleştirisi
Doğa olaylarının açıklanması:  Hegel’den beri hatta Epikür’den beri diyalektiğe göre var olan her şeyin var oldukları andan itibaren kendi karşıtlarını da var eder ve bu karşıtlar içinde daima çelişki vardır. Zıt görüşlerin çarpışmasından doğan sentez, Marx ve Hegel’de bir amaca yönelir. Sentez de var olduğu andan itibaren kendi antitezini oluşturur ve diyalektik süreç devam eder. Peki, bu devam eden süreç herhangi bir ereğe yönelir mi? Evet, yani diyalektik süreç evrimci bir anlayışla sürekli daha iyiye doğru yönelmektedir. Marx bu bakımdan aydınlanma düşüncesinin ilerlemeci modelini benimser ve miras alır. Diyalektiğin materyalist cepheden doğa olaylarını açıklaması bakımından Marx Epikür’den de çok etkilenmiştir. Maddedeki faz değişiklikleri bu doğa olaylarını açıklama bahsine örnektir. Nicelikteki değişimin nitelikteki değişime etkisi vardır.
İnsan toplumlarının tarihi değişim sürecinin açıklanması: Marx diyalektiği doğa ve topluma farklı uygulamıştır. İnsan doğadan farklı olarak düşünceye ve iradeye sahiptir.  Bu nedenle Marx’a göre, toplumsal sorunların çözümü için uygulanacak yöntem diyalektik tarihsel maddeci bir diyalektik olmalıdır. Marx’a göre, insanlar kendilerini ve toplumlarını toplumsal emek aracılığı ile üretmektedirler. Düşünce ve iradeye sahip olan insan aynı zamanda toplumsal bir varlıktır. İnsan çalışan ve üretimde bulunan bir varlık olarak, bunlar aracılığıyla doğayı değiştirir ve içinde bulunduğu toplumdaki ilişki ve yapıları dönüştürür. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak için doğayla mücadele eder ve onu dönüştürür. İnsanlık tarihinin mücadeleler tarihi olduğunu belirten Marx’a göre insanın doğaya karşı verdiği aynı zamanda ilk diyalektik çelişkidir. Çelişkiler tarihsel değişimin itici gücünü oluştururlar. Sınıflı toplumlarda tarihsel olarak bir toplum içindeki sınıflar arası çelişkiler o toplumun evrimini, gelişimini ve/veya değişimini oluşturmaktadır.
Marx’a göre, bir toplumu anlamak için o toplumun altyapı ve üstyapısına bakmak gerekir. Bir toplumun altyapısı (ekonomik temel) üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşmaktadır. Üretim güçleri üretim için gerekli üretim araçlarını, diğer bir ifadeyle o toplumun üretim yeteneğini ifade etmektedir. Üretim araçları, toplumdaki insanların maddi ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yaparken kullandıkları araçlardır. Üretim araçlarının kimlerin elinde olduğu yani mülkiyet tipi, aynı zamanda toplumdaki çatışmaların da taraflarını göstermektedir.
Üretim ilişkileri ise, üretim güçlerinin mülkiyet ilişkilerini içermektedir. Üretim ilişkileri, üretim araçlarına sahip sınıf ile üretim araçlarından yoksun sınıf arasındaki ilişkilerden oluşur. Üretim ilişkileri, bir altyapı olarak, toplumdaki tüm üst yapı kurumlarını belirler, yani determine eder. Üst yapı kurumları toplumun ahlakı, dini, siyaseti, hukuku gibi makro unsurlardır. Bütün toplum tiplerinde alt yapı ile üst yapı arasında bir ilişki vardır. İnsan toplumlarının türleri bu üretim ilişkilerince belirlenir.
Burada üretim ilişkileri, ekonomik biçimler insanlık tarihindeki değişimlerin maddesidir. Üretim ilişkilerindeki niceliksel değişimler insan toplumlarının nitel özelliklerini de belirlemektedir. Marx’a göre tarihte iki tip üretim biçimi vardır. Özel mülkiyet ve kolektif mülkiyet. Özel mülkiyet bir iktidar ve tabiyet ilişkisi oluştururken, ortak mülkiyet yardımlaşma ve işbirliğini oluşturur.
Not: Ortaçağda İbni Haldun, Marx’ınkine benzer bir biçimde toplumdaki ilişkilerin yaşayış biçimleriyle ilgili olduğunu düşünmekteydi. Ancak İbn-i Haldun Marx’dan farklı olarak tarihin ileriye gittiğini değil, döngüsel olduğunu düşünmektedir.

Marx’ın tarihsel materyalist toplum analizinde altyapı ve üstyapı ayrımının yanı sıra toplumsal gerçeklik ve bilinç kavramları da önemlidir. Ona göre, bilincimizi belirleyen toplumsal gerçekliktir. İdealistlerin ileri sürdüğü gibi bilincimiz gerçekliği belirlemez. İnsanların düşünme biçimi içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler tarafından belirlenir.
Toplumların değişmesinde devindirici güç sınıflar arası mücadeledir. Bir toplumda üretim güçlerinin gelişimi ile üretici güçler ile üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) arasında çelişki ortaya çıkar ve bu çelişki sınıf mücadelesine temel oluşturur. Bu mücadele sonunda gerçekleşen toplumsal dönüşüm, Marx’a göre bir tesadüf değil, tarihin diyalektik yasasıdır. Bu yasayı izleyerek Marx tarihte şu toplum tiplerinden bahseder:
a)      İlkel Toplum
Marx’ın tasarımında ilkel toplumlarda özel mülkiyet yoktur. Kolektif mülkiyet vardır. Dolayısıyla işbirliği ve dayanışma vardır ve iktidar sahibi – iktidara tabi olan ayrımı yoktur. İlkel toplumlarda hukuk ve devlet de yoktur.
b)      Köleci Toplum
İlkel toplumlardaki üretim teknik ve araçlarının gelişimi ister istemez toplum tiplerinin niteliğini de değiştirmeye başlamıştır. Yani ilkel toplum tez ise ondaki değişimler anti tezi olarak köleci toplumu gösterebiliriz. Bu toplumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşur.
Köleci toplumda toprak üzerinde tarımsal üretimin yapılabilmesi için köleler üretim aracı olmuşlardır. Yani köleler bir üretim aracı olur ve kölelere sahip olanlar ile köleler arasında bir mücadele başlar. Bu mücadelede köleler ile efendiler arasındaki çatışmalar, efendilerin devleti aracılığıyla düzenlenir ve bu sayede yeni sınıfsal durumların var olmasıyla devlet ve hukuk da var olur. Sınıf, hukuk, devlet vardır.
c)      Feodal Toplum
Köleci toplumdaki gelişmeler kendi antitezi olarak feodal toplum tipini gündeme getirir. Toprağı işleyenler, işledikleri toprağa sahip olmayan serflerdir ve topraklara sahip olan bir soylu sınıf vardır. Buradaki sınıf çatışması serfler ile toprak sahipleri arasında var olur. Bu sınıf çatışmasının ürünü olan devlet ve hukuk feodal beylerin menfaatleri doğrultusunda düzenleme yaparlar.
d)      Kapitalist Toplumu
Feodal üretim ilişkilerinde görülen teknolojik gelişmeler ve üretim araç ve tekniklerindeki gelişmeler burjuva toplum tipine geçişi olanaklı kılmıştır.
Not: Marx çatışmalardaki iktidar-tabiyet ilişkilerini eleştirse de tarihte ileriye doğru bir gidişatı da tespit etmiştir.
Burjuva toplumlarında ise burjuva sınıfın karşıtı olarak proletarya vücut bulmaktadır. Üretim araçlarına sahip burjuvazi ve emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalan sınıf ise işçi sınıfıdır. Burada mücadele bu iki sınıf arasında gerçekleşir. Burjuva toplumunun ve yönetiminin antitezi proletarya diktatörlüğüdür. Sentez ise komünizm ve komünist toplumdur.
Komünist toplumda özel mülkiyet değil, ortaklaşa mülkiyet vardır. Özel mülkiyet olmayınca sınıf ve devlet de olmayacaktır. Komünist toplum sentezdir, komünizme geçişte proletarya diktatörlüğü bir antitezdir. Proletarya diktatörlüğü için sosyalizm de denilebilir. Sosyalist devlet aşamasında ise komünizmin aksine özel mülkiyeti ve sınıfları ortadan kaldırabilmek için devlete ve hukuka ihtiyaç duyulmaktadır.
Komünist toplumda herkes yeteneğine göre topluma katkıda bulunur ve herkes toplumsal üretimden ihtiyacına göre alır. Sosyalist toplumda ise herkes yine yeteneğine göre verir ancak toplumsal üretimden herkes emeğine yani katkısına göre alır.
Bu düsturlar klasik liberal ekonominin ihtiyaçlar sınırsız kaynaklar sınırlıdır varsayımına şiddetle karşı çıkar. Zira kaynaklar da sınırsızdır, onu sınırlı hale getiren kaynakların belli bazı ellerde özel mülkiyete konu edilmesidir.
Sonuç olarak, tarihsel süreç içinde üretim güçlerinin gelişimi ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortaya çıkmasıyla beraber toplumlar sınıflı toplumlara dönüşmüştür. Bu sınıflı toplum yapısında ise, üretim araçlarının mülkiyetine sahip toplumsal sınıflar, üretim araçlarına sahip olmayan sınıfları sömürmektedirler. Bu ise karşıt çıkarlara sahip olan sınıfların çatışmasını getirmiştir. Toplumların değişimi sınıf çatışmalarına dayanır. Bu nedenle Marx’ın yaklaşımı çok defa çatışmacı bir yaklaşım olarak da tanımlanır. Tarihsel olarak bu diyalektik süreç Hegel’in tez, antitez ve sentez ilkelerine dayanır. Hegel’in idealist diyalektik yönteminin tersine, toplumların tarihsel materyalist yorumu içinde özel mülkiyetin olmadığı ilk komünal sınıfsız toplumlar tez, daha sonra üretim güçlerinin gelişimi ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla oluşan sınıflı toplumlar antitezdir. Marx’a göre kapitalist toplum son sınıflı toplumdur ve buradaki burjuva sınıfı ile proletarya arasındaki çatışma, sınıfsız toplumu getirecektir. Oluşacak bu sınıfsız toplum ise sentezdir.

Sınıf Kuramı
Marx’ın sınıf teorisi, sosyolojik çerçevede sınıfla ilgili ilk teori ve en önde gelenidir. Marx, sınıflarla ilgili derin tartışmasını özellikle kapitalizm ve sınıf yapısı üzerinden ortaya koymuştur. Marx kapitalist toplumda sınıfları üretim araçlarıyla kurdukları mülkiyet ilişkisi üzerinden tanımlar. Yani sınıflar  üretim araçlarına sahip olup olmadıklarına bakılarak ayrıştırılır. Marx’a göre, kapitalist toplum temel olarak iki sınıftan oluşmaktadır. Birincisi, üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf (burjuvazi) ve diğeri ise mülksüzleşen ve ücret karşılığı çalışmak zorunda kalan işçi sınıfıdır (proletarya). Marx’ın kapitalist toplumda sınıfları emek ve sermayeden oluşan iki ana sınıfa dayandırması, diğer bir deyişle sınıflar arasındaki ilişkiyi en basit biçimlerine indirgeyerek ele alma nedeni, kapitalist sınıf ilişkilerinin özünü (bağımlılık ve karşıtlık) göstermek istemesidir. Marx’a göre sınıf, öncelikli olarak bir karşıtlığın (kutuplaşmanın) ifadesidir. Marx, bu iki sınıfın dışında başka sınıflardan da söz etmektedir (finans burjuvazisi, küçük burjuvazi, özgür köylüler vb.); fakat geçiş kategorilerinde olan bu sınıflar kriz dönemlerinde ya mülksüzleşip proletaryaya katılırlar ya da tam tersi burjuvazinin saflarında yer alırlar.
Marx sınıfların oluşumunu üretim sürecindeki ve üretim araçlarıyla olan ilişkileri çerçevesinde ele alarak, sınıfları nesnel bir konuma yerleştirir. Mülk sahip olmayan ve yaşamak için emeğini ücret karşılığı satan kişi, proletarya olarak tarif edilir. Bu nesnel konum ‘kendinde sınıf’ kavramıyla ifade edilmektedir.  Eğer işçi sınıfı kendi çıkarlarının bilincine varır ve bu çıkarlarını elde etmeye yönelirse artık gerçek bir sınıf haline dönüşür: Bu durum artık ‘kendi için sınıf’ olduğunu göstermektedir.
Emeği “insanın kendi kendini gerçekleştiren özü” olarak tanımlayan Marks, politik ekonominin emeği bir nesneye, dışsal bir şeye dönüştüren faaliyet olduğunu ileri sürer. Modern iktisadi sistemin sonucu olan yabancılaşma, insan emeğini bir nesne haline getirmektedir. Bu olgu emeğin ürettiği nesnenin, onun ürününün artık yabancı bir varlık olarak üreticiden bağımsız bir güç olarak kendisinin karşısında durmasını içerir. O, yabancılaşmanın dört ana özelliğini şöyle sıralar; insanın doğadan, kendisinden, türsel varlığından ve başkalarından yabancılaşması. Kapitalizm, insanlığı kendi faaliyetlerinden, emeğin ürününden yabancı bir nesneye çevirerek kendi emeğinin ürününden yabancılaştırmaktadır. İnsanın kendi kendini gerçekleştiren özü kendi emeği kapitalist sanayide giderek ona karşı bir hal almakta kendi yeteneklerini güdükleştirmeye, sefaleti, tükenişi ve zihinsel umutsuzluğu pekiştirerek mecburi bir faaliyet, kendi varlığının reddine dönüşmektedir. Yabancılaşmış emeğin kaynağı olan özel mülkiyet temelinde proletarya, kapitalist toplumdaki en yabancılaşmış toplumsal sınıftır. Yabancılaşmış emek, bazı insanlara başkalarının zorladıkları bir çalışma özgür yaratıcı etkinliğe karşıt olarak “zoraki emek”tir; ayrıca işçi tarafından onunla üretilenlere, başkalarınca yani “üretim sisteminin efendileri”nce el konulduğu bir emek türüdür. Emeğin kendisi gibi emeğin yabancılaşması da Marks için sadece düşüncel ya da tinsel alanda değil insanın fiziksel varoluş ve maddi üretim dünyasında yer alan bir süreçtir.

Marksizm Ve Hukuk
Marksizm ve hukuk dendiğinde yapılabilecek temel saptama, Marksizmin, dünyanın hukukçu bakış açısıyla açıklanıp anlamlandırabileceğini reddetmesidir. Bunun dışında, hukukun kaynağının salt iradede aranmaması gerektiği Marksizmin hukuk konusundaki ikinci temel tezidir. Bu temel saptamalar ötesinde Marksizmin, bir hukuk felsefesi/kuramı kurmadığı açıktır. Ayrıca Marx ve Engels'in, hukuk genel teorisine, yani hukukun temel kavram, kural, ilke ve kategorilerine ilişkin de bütünsel bir çalışması bulunmamaktadır. Üretim ilişkilerinin birincil hukuksal yansımaları olan mülkiyet ve sözleşme kurumları, bu anlamda ayrıcalıklı konulardır. Hukukçulara salt hukuki kavramlar olarak görünen mülkiyet ve sözleşmenin üretim ilişkileriyle bağlantısına ilişkin birçok saptama Marx ve Engels'in yazılarında bulunmaktadır.
Özetle, Marx ve Engels'in çalışmalarında, bir hukuk anlayışı inşa etme çabası olmadığı gibi, hukukun sistemli ve bütünsel bir çözümlemesi bulunmamaktadır. Ayrıca, kapitalizmi aşma sürecinde veya aşmış olan bir toplumsal yapıda nasıl bir hukuk oluşacağına veya oluşup oluşmayacağına ilişkin de yeterli açıklık yoktur. Hukuk sözkonusu olduğunda Marksizmin temel uğraşı hukuksal dünya anlayışının eleştirisidir.
Marx, toplumsal yapıdaki dönüşümlerde ekonomik yapıya başat rol biçmekle birlikte üstyapıda yer alan siyasal ve kültürel unsurları da tamamen göz ardı etmez. Bu çerçevede, hukuk sisteminin biçim ve içeriğinin üretim ilişkilerinden ve maddi yaşam koşullarından önemli ölçüde etkilendiğini kabul eder. Altyapı-üstyapı ikilemi içinde hukuk, bir üstyapı kurumudur. Altyapı diğer toplumsal kural ve düzenlemelerle birlikte hukuku da belirler. Kapitalist ekonomik altyapı, hukuku biçimlendirir. Bu hukuk, kapitalist sistemin temel taşları olan sözleşme serbestisi, özel mülkiyet, malların mübadelesi gibi temel ilkelerini hukuksal sistemin koruması altına alır ve böylece sistemin işleyişini hukuksal olarak garanti altına alırken aynı zamanda, burjuvazinin siyasal ve ekonomik çıkarlarını koruyup geliştirir. Temel hukuksal ilişkiler, kapitalist ekonomik yapının hukuksal ifadesidir.
Marx’a göre, bir toplumdaki üretim ilişkileri, maddi üretim güçlerinin gelişiminin belli bir aşamasına tekabül eder. Bu ilişkilerin insan iradesinden bir ölçüde bağımsız olduğunu ve bunların toplamının, toplumun ekonomik yapısını oluşturduğu söyler. Hukuksal ve politik öğeleri içeren üst yapının, bu ekonomik temel üzerinde yükseldiğini düşünür. Marx’ın teorisinde hukukun, ekonomik şartların bir yansıması olarak görülmesi, hukukun hiçbir etkisin olmadığı anlamına gelmez. Hukukun da altyapıya bazı etkilere vardır. Her üretim biçimi kendi hukuksal ilişkilerini de yaratır. Hukuksal ilişkiler, kaynağını toplumun maddi yaşam ilişkilerinden alır.
Marx, hukuku bağımız bir toplumsal kurum olarak ele alan, onu diğer toplumsal yapı öğelerinden soyutlayarak incelemeye çalışan idealist yaklaşımlara karşı çıkar. Hukuk ekonomiye, sınıf mücadelesine, devletin ve egemen sınıfın iradesine bağlı olarak değerlendirilebilir. Böylece Marx hukuka, toplumsal, siyasal, ekonomik belirleyicileri ile birlikte anlaşılabileceğini söyler. Hukuk, insan zihninin evriminin bir ürünü olarak tek başına alınamaz. Çünkü tarihsel süreç içinde üretim ilişkileri çerçevesinde ortaya çıkarlar.
Marx, bir toplumsal düzenin sadece şiddet ile yönetilemeyeceğini, sınıfsal iktidarların çeşitli kurumsallaşmış mekanizmalar, ideolojik müdahaleler vb. araçlarla toplumsal kontrolü sağlayacağını belirtir. Hukuk da bu bağlamda, hukuksal değer ve mekanizmalarla yapılandırılmış bir toplumsal kontrol aracıdır.
Bu bağlamda Marx’ın teorisi çerçevesinde hukuk, devlet ve ideoloji ilişkisine bakmak gerekir. Burjuvazinin iktidarda olduğu kapitalist devlette, devletin kendisi ve sistemin bütünün işleyişine yönelik bir çok organizasyon ve kurumlar belirlenmiş ve tanımlanmış kurallar ile sınıf iktidarlarının sürekliliğini sağlarlar, çıkarlarını koruma altına alırlar ve diğer sınıflara karşı koruma kalkanı yaratırlar. Marx’a göre devlet sınıf egemenliğinin bir organıdır. Devlet bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Sınıf çatışmalarını yatıştırmak için baskı aracı olarak devlet ve hukuk devreye girer.  Devletin hukuksallaşmış cebir kullanımının yanında ideolojik araçlar da hem düzenin sürekliliğini, hem de düzen karşıtlarına yönelik düşünsel araçlarını üretmede etkilidir. Siyasal egemenlik ile ideolojik egemenlik arasında karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler söz konusudur. İdeolojik egemenlik, siyasal egemenliği güçlendirmeye hizmet ederken; devlet organları da egemen sınıfın ideolojisinin aktarıcısı olarak işlev görür ve bu ideolojinin yayılmasında önemli bir rol oynar.
Marx, politik, hukuksal, kültürel ve ideolojik yapıların, kuralların ve değerlerin önemini inkâr etmez. Ancak bunların temel önemde olduğunu kabul etmez. Son aşamada; ekonomik yapının, maddi yaşam koşullarının, üretim güçleri ve ilişkilerinin belirleyici olduğunu düşünür. Böylece, hukuksal ilişki, kurum ve mekanizmaları, temel ekonomik ilişkilerin daha çok üstyapısal bir ifadesi olarak düşünür. Bu nedenle hukuka, ekonomi gibi başat bir inceleme konusu olarak değerlendirmez.
Marx’a Eleştiriler
1)      İnsan toplumlarına doğa olaylarındaki gibi bir determinasyon uygulanabilir mi?
2)       Toplumsal gelişim her zaman Marx’ın tahayyül ettiği gibi mi olur? Sovyet Rusya örneğinde Marx’ın çizdiği güzergâhın takip edilmeden devrimin gerçekleşmesi söz konusudur. Burjuva ekonomik düzenin eleştirisi Marxizm’de özgürlük anlayışıyla birlikte okunmalıdır.
3)      Marx’a muhalif olanlar, onu ekonomik temele çok önem vermekle, hukuku egemen sınıfın bir aracı olarak görmekle, hukuksal mekanizmaları ve kurumları, yöneten sınıfların basit bir aracı veya aleti konumuna indirgemekle eleştirirler.

EMILE DURKHEİM (1858-1917)
Hayatı: Sosyolojinin asıl kurucusu olarak kabul edilen E. Durkheim, Fransa’da Epinal Alsace-Lorraine’da 1858’de doğdu. 1882’de Ecole Normale Supéieure adlı ünlü okulu bitirdi. Akademik kariyerine başladıktan sonra 1884’de Fransa’da Bordeaux Üniversitesinde sosyal bilimci unvanı ile atanan ilk kişi olarak ders vermeye başladı. 1902’de Sorbonne Üniversitesinde çalışmalarına devam etti ve aynı üniversitede Eğitim ve Sosyal Bilim Profesörlüğüne atandı. En önemli eserleri arasında İşbölümü (1893), Sosyolojik Yöntemin Kuralları (1895), İntihar (1897), Dini Hayatın İlksel Biçimleri (1912) yer almaktadır.

Giriş
Durkheim, sosyolojiyi bağımsız bir disiplin olarak kurma ve ona bilimsel bir statü kazandırma konusundaki önemli katkılarından dolayı sosyoloji tarihi içinde önemli bir yere sahiptir. Durkheim’in temel amacı, sosyolojinin çalışma nesnesini ve ona uygun çalışma yöntemlerini tespit etmektir. Bir bilim dalı olarak sosyolojinin çalışma konusunun ne olduğu ve bunun hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine dair yaptığı katkılar, onu sosyolojinin en önemli kurucularından bir olarak kabul edilmesine neden olmuştur. Onun toplum bilimin yöntemi, toplumsal işbölümü, sanayileşme, intihar, din ve ahlâk konuları üzerine yaptığı çalışmalar sosyolojinin gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir[83]. Eserlerinde iki ana vurgu bulunmaktadır; birincisi toplumsal olanın bireysel olan üzerindeki önceliğidir ve ikincisi, toplumun bilimsel olarak incelenebileceğidir.
            Durkheim’ın sosyoloji temelinde ilgilendiği soru şuydu: Dinin veya ahlakın yokluğunda toplumun bütünleşmesini ne sağlayacaktı? Modern toplumdaki sanayileşme ile gelen farklılaşmalar, ayrışmalar koşullarında toplumu bir arada tutacak olan neydi? Toplumsal denge nasıl sağlanacaktı? Durkheim’ın büyük problem olarak gördüğü bireyciliğin ve sınıf çatışmalarının yıkıcılığından toplum nasıl uzak tutulacaktır?
Durkheim’a göre, toplumsal yaşam doğal bir olgudur. Bu olgunun incelenmesi, sadece bilimsel araştırmayla mümkün olabilir. Toplumsal yaşam, metafizikten ve ön kabullerden uzak durularak doğal bilimlerin bilimsel metoduyla incelenmelidir. Bu incelemeyi yapabilecek bilim dalı ise sosyolojidir. Toplumsal olgular, eyleyenlerin dışında olan ve onları zorlayıcı olan toplumsal yapılar ve kültürel normlar ve değerlerdir. Toplumsal olguları kendi zihinlerimizin dışından veri ederek, gözlem ve deney yoluyla inceleyebiliriz. Toplumsal olgu içsel bir dürtü değil, dışsal bir kısıtlama olarak tecrübe edilir. Toplumsal olgular kendilerini bireylere zorla kabul ettirirler; bireyler üzerinde baskı yaparlar ve sınırlandırırlar.  Örneğin, din toplumsal bir olgu olarak bireyin dışında kolektif bir niteliğe sahiptir. İnanan kişi dine ait uygulamaları ve inanç yordamlarını kendi bilincinin dışında hazır bulur. Toplumsal bir olgu olarak din, inanan kişiye baskı yapar ve onun davranışlarına yön verir. Birey bilincine indirgenemezler, kendilerine özgü (sui generis) karakterleri vardır. Ayrıca o, toplum içinde geneldir ve herhangi bir tikel bireye bağlı değildir; bu anlamda kolektif bir niteliği vardır. Toplumsal olgular, ancak başka toplumsal olgularla açıklanabilir. Özetle; toplumsal olgular, ampirik olarak incelenebilir, bireyin dışındadır, bireyi zorlayıcıdır ve diğer toplumsal olgularla açıklanır.
Durkheim toplumsal olguları maddi ve maddi nitelikte-olmayan toplumsal olgular olarak iki şekilde sınıflandırır:
A. Maddi-toplumsal olgular
1. Toplum
2. Toplumun yapısal bileşenleri (kilise, devlet gibi)
3. Toplumun morfolojik (nüfus dağılımı, yerleşim düzeni) bileşenleridir.
B. Maddi-olmayan toplumsal olgular ise,
1. Ahlâk,
2. Kolektif bilinç,
3. Kolektif temsiller ve kolektif eğilimlerdir.

Toplumsal olgunun incelenmesinde Durkheim’in Yaklaşımı
Normal ile patolojik olanın ayrımı:
Durkheim, sağlıklı toplumla patolojik toplumu ayırt etme yönünde birtakım çalışmalar yaparak, bir takım argümanlar öne sürmüştür. Normalin veya patolojik olanın ne olduğuna yönelik tespit için bir takım kurallar belirtmiştir.  Birinci kategori makul olması gereken normal olguları, diğer kategori ise olması gerekenden tamamen farklı olan patolojik olguları içermektedir. Durkheim’de normallik genellik ölçütüne göre tanımlanmaktadır. Bir olgunun normal sayılmasının temel nedeni onun sıklığıdır. Örneğin, suçun patolojik bir olgu olduğu hemen kabul edilebilir. Ancak Durkheim’ın bakış açısıyla suç, her toplumda sıklıkla görüldüğü (yaygın) ve kaçınılmaz bir olgu olduğu için normal sayılmalıdır. Suç sürekli olarak belirli bir oranda seyrederse normal, o orandan ciddi sapma olduğunda patolojik olarak nitelendirilir. Suçun varlığının normal kabul edilmesi, suçlunun cezalandırılmayacağı anlamına gelmemektedir. Suçun varlığı ile suça karşı toplumun birleşmeleri, ortak tepki üretmeleri ile toplumsal dayanışmayı, kolektif bilinci güçlendirdiğini belirtir. Aynı zamanda suç toplumda hangi davranışların hoşgörü ile karşılanacağını hangi davranışların cezalandırılacağını belirler. Sonuç itibarıyla Durkheim, toplumsal olguların toplumun sürekliliğinin sağlanması açısından ne tür işlevlere sahip olabileceğini normal ve patolojik kategorik ayrımıyla ortaya koymaktadır.
Toplumsal olguların açıklanmasına ilişkin kurallar: Durkheim’a göre, toplumsal bir olguyu açıklamak için şu ilkeyi ileri sürer: Bir toplumsal olgunun nedeni ancak başka bir toplumsal olgudur ve bu nedenle toplumsal olguları açıklarken nedensel ve işlevsel olmak üzere iki farklı yöntem vardır. Nedensel yönteme göre bir toplumsal olgunun nedenleri başka toplumsal olgulardır ve bu ikisi arasındaki bağlantı nedensel olarak açıklanır. Buradaki anlayış bir toplumsal olgunun nedeni ancak diğer toplumsal olgularla ilişkisinde yatar ve nedeni toplumsal ortamda aranmalıdır. İşlevsel yönteme göre ise toplumsal olgular toplum içinde karşıladıkları işlevlere göre araştırılmalıdır. Bu yaklaşım Durkheim’ı işlevselci toplum modeline götürür. Modern sosyolojide önemli yer tutan yapısal işlevselciliğin temeli bu yaklaşımda yer alır.

Durkheim’e göre birey ve toplum
Durkheim’e göre, insanlar bencildir ve arzuları sınırsızdır. İnsanların dürtü ve arzuları onu köle yapacak düzeyde güçlü olabilir. Bu arzular ancak toplum tarafından denetim altına alınabilir. Toplum insan arzuları üzerinde sınırlamalar getirir. Arzuları bu şekilde toplumca sınırlanan bireyler özgürleşecektir. İnsanları sınırlayan, kontrol altına alan en önemli güç ortak ahlaktır. İnsanın dürtülerinden ve arzularından gelen sınırsız talepler ancak dışarıdan denetimle sınırlanabilir. Bu nedenle özgürlük toplumun sağladığı bir özelliktir. Ahlaki eylem, bireysel arzuları toplum lehine feda etmekle gerçekleşir. Bu nedenle Durkheim, toplum düzenini sağlamak ve kolektif çıkarları korumak için kurallar oluşturulmasını önermekte ve bunu “ahlâki kod” olarak adlandırmaktadır. Bu kurallarla bireyin toplum içinde diğer insanlarla ilişkilerinin nasıl olması gerektiği ve insanların birbirlerine karşı sınırları çizilmektedir. Ahlaki kodun içselleştirilmesi çocukluktan itibaren sosyalleşme süreci içinde gerçekleşir. Toplum içinde nasıl davranması gerektiğini, sorumluluklarını, sınırlarını sosyalleşme ile öğrenen çocuğa ayrıca eğitim yoluyla da bu kurallar öğretilirken, bireyin toplumla bütünleşmesi, toplumla uyum sağlaması öğretilecektir. Bu anlamda eğitim bireyle toplum arasındaki dengeyi sağlarken kontrol mekanizması olarak işlev görür.
            Bireyin doğasından gelen bencillik ve sınırsız arzular, eğer denetim altına alınmazsa toplum ile bağların zayıflamasına neden olur. Toplumla bağları zayıflayan birey için kurallar anlamını yitirdiği oranda normsuzluk durumu ortaya çıkar. Anomi olarak adlandırılan bu durum bireyin arzularının sınırlanmasının normlar tarafından gerçekleştirilemediği ve aynı zamanda bireylere yön veren normların ahlaki rehberliğinin ortadan kalktığı koşullar olarak açıklanır. Toplumsal değişimlerin kaos ortamında anomilerin ortaya çıktığı görülür; örneğin, ekonomik krizler ve refah dönemleri anomik durumların oluşmasına neden olabilir (Zenginken aniden açlık sınırında yaşar duruma düşmek gibi…) Sonuçta olarak bireyi topluma bağlayan ahlaki bağların zayıflaması ile bireyin toplumdan kopması, yabancılaşması veya aşırı bireyselleşmesi durumu anomik durumların ortaya çıkmasına neden olur.  Durkheim’a göre iyi bir vatandaş, topluma uyum sağlamalı ve toplumla bütünleşmelidir.  Bu da toplumsal kolektiviteye katkı ile gerçekleşir.
Durkheim, birey toplum ilişkisinde topluma bir üstünlük verirken, bireyi toplumun egemenliği altında tanımladığını görürüz. Toplum ise birey üzerinde egemenlik kuran bir kuvvettir. Birey toplumda uyumun sağlanması için, topluma uymak zorunda görülen bir varlık olarak değerlendirilmektedir. Durkheim, hem bireyler, hem de birey ve toplum arasında dengenin oluşturulması ve süründürülebilmesi için güçlü bir toplumsal dayanışmanın gerekli olduğunu düşünür.

Toplumsal İşbölümü
Toplumsal işbölümü çalışması Durkheim’in sosyolojik çalışmaları arasında önemli bir yere sahiptir. Toplumsal düzen nasıl sağlanmalı, devam ettirilmeli ve değişimler sonucunda tekrar yeniden düzen kurulmalıdır? Geleneksel toplumdan, modern toplumlarına, kır toplumlarından sanayi-kent toplumlarına dönüşüm nasıl gerçekleşmektedir? Durkheim toplumların evrimini, birey toplum ilişkisini ve toplumdaki uzlaşımı, dayanışma ve işbölümü olgusu temelinde açıklamaktadır. Durkheim’a göre bireyin toplumla olan bağları, işbölümü olgusunda gerçekleşmektedir. İşbölümüne bağlı olarak toplumsal dayanışma olgusu biçimlenmektedir.
Durkheim’e göre işbölümü, “farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemeyi anlatır.” İşbölümü toplumda düzen ve istikrarı sağladığı gibi, insanlar arasında dayanışmayı getirir. İşbölümü, uzmanlaşmayı beraberinde getirir. Görevler ve sorumluluklar işbölümü ile dağıtılır. İşbölümü aynı zamanda toplumun değişiminin, evriminin temelini oluşturur. Durkheim, işbölümünün artışıyla toplumlarda evrimsel sürecin gerçekleştiğini ve bu bağlı olarak iki tip toplumsal yapının ortaya çıktığını belirtir; 1. mekanik dayanışmacı, 2.organik dayanışmacı toplum tipidir. İşbölümünde meydana gelen değişimler toplumsal yapıda oldukça kapsamlı değişikliklere ve sonuçlara neden olmaktadır. Ortaya çıkan bu sonuçlar, aslında mekanik ve organik dayanışma arasındaki farklılıkları ifade etmektedir.

Mekanik Dayanışmacı Toplum
Durkheim’a göre mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı, işbölümünün oldukça sınırlı olduğu ve farklılaşmanın olmadığı daha çok sanayi öncesi toplumlarda görülmektedir. Geleneksel toplumlarda ilişkiler yüz yüzedir. Buna mekanik ilişki denir. İşbölümü basit düzeydedir. Bir işin bütün parçaları aynı kişi tarafından yapılır.  Yani geleneksel bir toplumda kişinin elinden her işin gelmesi gerekir. Örneğin, geleneksel toplumda anne veya bir ev kadını, hem ev işlerini, hem çocuk bakımını, hem tarla işlerini yapar. Cinsiyete dayalı işbölümü çerçevesinde avcılık yapan erkek (baba) ile haneyi yöneten kadının (anne) uzmanlaşmış işlevi (anne) modern toplumdaki kadar farklılaşmamıştır ve pratik olarak bu toplumlar kendilerine yetebilmektedir.
Mekanik dayanışmanın olduğu toplumda bireyler, birbirlerinden çok farklılaşmamışlardır. Bu topluluğun bireyleri aynı duyguları hissettikleri, aynı değerlere sahip oldukları ve aynı kutsal inancı paylaştıkları için birbirlerine benzemektedirler. İnsanları birbirine bağlayan şey, tümünün benzer etkinliklerde bulunması ve benzer sorumluluklara sahip olmalarıdır. Bundan dolayı, mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda bireysel eylem, kendiliğinden kolektif kimliğe bürünmektedir.  Bu toplumlarda genellikle kolektif (ortak) bilinç egemendir. Uyum, sosyalleşme, aile ve din gibi temel kurumlar aracılığıyla doğal ve kolay bir şekilde sağlanmaktadır.
Durkheim’e göre, kolektif bilinç bir toplumda yaşayan bireylerin ortak inanç ve duygularına tekabül eder. Bu kavram toplumun ahlâki bir temelde kavranmasını sağlamaktadır. Mekanik dayanışmaya bağlı toplumlarda kolektif bilinç tüm toplumu ve bu toplum içinde yer alan bütün üyeleri kapsamaktadır. Bu kolektif bilincin içeriği önemli ölçüde dinsel karakterdedir ve dinsel fikirler bütün toplumu kuşatmıştır . Toplumda oluşan ortak bilinci tehdit eden bir davranış toplum, tarafından cezalandırılmaktadır.
Durkheim’e göre, mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı hukuk olarak tanımladığı yaptırımlar uygulanmaktadır. Bu toplumlarda ortak değer sistemine karşı yapılan bir davranış, toplum üyeleri için oldukça önemlidir. Çünkü mekanik dayanışmacı toplumlarda insanlar birbirlerine büyük oranda benzemekte ve ortak bir ahlâka da aynı düzeyde sahip çıkmaktadırlar. Toplumun ortak ahlâkına derinden bağlı olunan bu toplumlarda, bu ortak ahlâka karşı yapılmış suça karşı da ortak duygular beslenmektedir. Ortak nefret suçun kaynağıdır. Diğer bir deyişle, toplumun ortak/genel ahlâk sistemine karşı suç olduğu düşünülen davranış şiddetle cezalandırılmaktadır. Kolektif bilinç ne kadar rencide olursa ceza o oranda şiddetli olacaktır. Örneğin, Tanrıya veya tanrılara karşı yapılan bir saygısızlık ve suç kişinin dilinin kesilmesi ile cezalandırılır. Toplum üyeleri ahlâk sistemine kuvvetle bağlı oldukları için, bu ahlâk sistemine karşı işlenen suç da ağır cezayla cezalandırılmaktadır. Cezanın iki özelliği: tutkusal bir tepki oluşu, teşkilatlandırılmış bir tepki oluşudur. Cezanın asıl amacı ve mahiyeti sosyal bilinç ve vicdanın yaşamsallığını koruyarak dayanışmayı sağlamaktır. Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı hukukun düzenlenmesi büyük oranda kitlelerin elindedir.

Organik Dayanışmacı Toplum
Organik dayanışma Durkheim tarafından farklılaşmaya dayalı, işbölümünün ve toplumsal farklılaşmanın yoğun olduğu toplumlar için kullanılmıştır. Durkheim’e göre, organik dayanışma kavramı işbölümünün ortaya çıkardığı farklılaşma nedeniyle kendi başına yaptığı faaliyetlerle hayatını devam ettiremeyen bireylerin her birinin farklı parçalar olarak bu noktada birleşmelerinden ortaya çıkar. Organik dayanışma modern toplumlarda görülür. Modern toplumlarda işbölümünün artış nedenleri sanayinin gelişmiş olması ve nüfusun yüksek olmasından kaynaklanır. Mekanik dayanışmada birbirine benzer insanlar dayanışmaya giderken, organik dayanışmada farklılaşmayla sağlanan dayanışma gerçekleşir.
Organik dayanışmanın görüldüğü modern toplumlarda uzmanlaşma yoğundur ve bunun sonucu olarak bireyler sınırlı görev ve sorumluluklara sahip olurlar. Örneğin, organik dayanışmacı toplumlarda yani modern toplumlarda kadınlar işlerini modern toplumun kurumları aracılığıyla dağıtmaktadırlar. Çocukların bakımında yuvalar, kreşler devreye girmekte, kadın çalışıyorsa evin temizliği için ayrı bir yardımcı bulunmaktadır.
Modern toplumda insanlar tüm hayatlarını kendi başlarına yaptıkları üretimle idame ettiremedikleri için yaşamlarını devam ettirmek için toplumda diğer insanlara muhtaçtırlar. Örneğin, geleneksel toplumda bir aile kendi kendine yetebilirken modern toplumda aile varlığını sürdürmek için bakkala, fırıncıya, kasaba, öğretmene, polis gibi birçok uzmanlaşmış hizmetlere muhtaçtır. Bu nedenle dayanışma farklılıktan kaynaklanır. İnsanlar diğerlerinin hizmetlerine ihtiyaç duyarlar. Bu tür toplumlarda aynı zamanda grupların, yapıların ve kurumların uzmanlaşması da alanlarında uzmanlaştığı görülür.
Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda güçlü olan kolektif (ortak) bilinç, organik dayanışmalı toplumlarda oldukça zayıftır. İşbölümünün getirdiği farklılaşma aynı zamanda bireylerin inanç, istek ve davranışlarında da farklılaşma yaratmış ve kolektif bilincin getirdiği ortak düşünce ortadan kalkmıştır. Bunun sonucu olarak bireyselleşme artarak bireyin özgürlüğü artmıştır.  Artık bu toplumlarda insanları bir arada tutan şey, ortak inanç ve duygulardan çok, bireylerin birbirlerine olan ihtiyaçlarıdır.
Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan hukuk onarıcı veya iade edici hukuktur. Bu toplumlarda birey, ortak ve genel olarak kabul edilmiş ahlâki değerlere karşı bir suç işleme durumunda şiddetle cezalandırılmaz. Bu tür toplumlarda işlenen suç kolektif bilince karşı işlenmiş olarak değerlendirilmez; suç bireye karşı veya toplumun belirli bir kesimine karşı işlenmiş olarak kabul edilir. Bu nedenle zarar veren birey işlediği suçun zararını karşılamalıdır. Bu toplumlarda ölüm cezası olsa da, yaygın olarak iade edici hukuk uygulanır. Kolektif bilinç zayıflamış olduğu için, işlenen suç ortak değerlere yönelik olduğu şeklinde değerlendirilmez ve bu nedenle suça tepki duygusal nitelikte değildir.  Suça karşı uzmanlaşmış bir sistem ortaya çıkmıştır: Güvenlik güçleri, mahkemeler, hapishaneler vb. Suça karşı tepki hukuk mekanizması aracılığıyla ve hukuk sistemi içinde gerçekleşir.
Toplumun bir arada tutulabilmesi için yüz yüze ilişkiler ve resmi olmayan toplumsal denetim artık yeterli değildir. Toplumsal denetim konusunda aile ve dinin sahip olduğu güç, hukuk ve devlete geçmiştir. Bu farklılıklar ve karmaşıklık yeni bir sosyal temele gereksinimi doğurmuştur. Organik dayanışma, sosyal düzen ve bireysel özgürlüğü birbirine bağlamaktadır.
Ekonomik bağımlılık ve karşılıklı fayda amacıyla işbirliği, modern organik toplumların temelini oluşturmaktadır. Buna rağmen ekonomik çıkar, toplumun bir arada tutulabilmesi için yeterli değildir. Aile ve dinin aracılığıyla geleneksel toplumlarda sağlanan denetim, organik toplumlarda devlet ve hukuk aracılığıyla ve mesleki birliklerin de katkılarıyla yapılacaktır.
Esas olarak, toplumun bilimsel incelenmesi çerçevesinde toplumsal dayanışma olgusu ile ilgilenen Durkheim için hukuk, ikinci derecede bir ilgi konusudur. Hukuku, toplumsal örgütlenmenin ve kolektif düşünüşün ilkelerini açığa çıkarmak amacıyla genel bir tarzda incelemeye çalışır. Hukuku, toplumun ahlaki yapısından çıkarma ve onu toplumsal ahlakın bir ifadesi olarak kavramlaştırma eğilimindedir. Örneğin, toplumsal dayanışmayı, bir toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan ahlaki bir fenomen olarak görür. Ahlaki fenomenlerin, doğrudan gözleme ve incelemeye konu olamayacağını düşünen Durkheim, bu sorunu aşmak üzere ahlaki olgunun yerine, onun dışsal bir göstergesi veya temsil edici bir simgesi olarak hukuku inceleme konusu yapar. Hukuk, toplumsal dayanışmanın en istikrarlı, düzenli, örgütlü ve belirgin formudur. Hukuk, toplumsal dayanışmanın esaslarını objektif bir şekilde gösteren ve sembolize eden bir toplumsal olgudur. Durkheim’a göre, toplumla birlikte hukuk da değişir. Bu süreçte hukuk, toplumsal dayanışmanın temel biçimlerini de yeniden üretip temsil eder. Durkheim, farklı dayanışma tiplerine tekabül eden farklı hukuk tiplerini sınıflandırarak hukuk üzerindeki incelemesini sürdürür.
            Durkheim, bir toplumdaki normatif yapının toplumsal dayanışma ve bütünleşmeye getirdiği katkıyı vurgulayarak hukuk sosyolojisine ciddi katkılarda bulunmuştur. Ancak, hukuk ile diğer normatif yapı ögeleri olarak ahlak ve din arasındaki etkileşimlere ve karşılıklı ilişkilere yeterince odaklandığı söylenemez. Hukukun, ahlaki bir fenomen olan toplumsal dayanışmanın sembolü veya göstergesi olma niteliğini çok fazla öne çıkarmıştır[96].

Aşağıdaki kaynaklardan yararlanılabilir:
George Ritzer, “Emile Durkheim, Sociological Theory, McGraw-Hill, Third Edition, 1992, Çev. Ümit Tatlıcan, http://www.umittatlican.com/files/Emile%20Durkheim%20(Ritzer,%201992).pdf

MAX WEBER (1864-1920)
Hayatı: Max Weber (1864-1920), ayrı bir sosyal bilim olarak sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır. Özellikle, Protestanlık ile kapitalizmi ilişkilendiren ‘Protestan ahlakı’ tezi ve bürokrasiye ilişkin görüşleriyle tanınan bu büyük Alman sosyologu, ataları Protestan inançları yüzünden geçmişte katolik zulmüne uğramış ama daha sonraları başarılı girişimciler olmuş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1897’de bir ruhsal çöküntü geçiren Weber, dört yıl süreyle entellektüel faaliyetlerden uzak kaldı. İlk feministlerden olan karısı Marianne ile birlikte, Heidelberg’deki evlerinde pazar günleri düzenli olarak gerçekleştirdikleri seminerlerle, yirminci yüzyıl başında Almanya’nın en etkileyici entellektüel çevresini oluşturdular. Weber’in sosyolojiye katkısı muazzamdır. Sosyal bilimler için felsefi bir temel sunmuş; sosyoloji için genel bir kavramsal çerçeve geliştirmiş; ve dünyanın tüm büyük dinlerini, kadim toplumları, iktisat tarihini, hukuk ve müzik tarihini ve daha pekçok alanı kapsayan konularda ciddi araştırmalar ortaya koymuştur. Weber’in yaptığı yayınlar, ele aldığı konular kadar geniştir.
Eserleri:
Hukuk Sosyolojisi,

Giriş
Weber’in büyük önemi, onun Emile Durkheim’la birlikte ayrı ve bağımsız bir disiplin olarak modern sosyolojinin kurucusu olmasından kaynaklanmaktadır. O, sosyal bilimlere felsefi bir temel, sosyolojiye kavramsal bir çerçeve kazandırmıştır. Başka bir deyişle, Weber bir bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini en iyi bir biçimde koyduğu, tutarlı bir sosyal bilimler felsefesi geliştirdiği ve modern endüstri toplumunun temel özelliklerini sağlam bir biçimde kavrayıp ifade ettiği için modern sosyolojinin kurucusu olarak bilinir.

Weber’in Sosyolojik Yöntemi
Doğa bilimlerinde evrensel yasaları yakalamayı isteyebiliriz, ama sosyal bilimlerin görevi bu değildir. Sosyal bilimler, toplumsal eylemlerin özgül tarihsel ortamlarıyla birlikte anlaşılması ve nedensel açıklamalarının yapılmasına ilgi duyar. Aynı zamanda, insan toplumu tesadüfler meselesi değil, “olasılıklar” meselesiydi; sosyal bilimi mümkün kılan etken de, insanların en azından çoğu zaman akılcı bir biçimde hareket etmelerine bağlanıyordu.
Weber' e göre sosyoloji; toplumsal davranışı yorumlayarak anlamak ve bu yolla davranışı hem kendi akışı doğrultusunda ve hem de doğurduğu tesirlerle birlikte sebeplerini ortaya koyarak açıklamak isteyen bir bilim dalıdır.
Yukarıdaki tanımından da anlaşılacağı gibi Weber’in sosyolojik yaklaşımına göre sosyoloji kavrayıcı olmalı yani toplumsal davranışların anlamını kavramalı, toplumsal yaşamın değişik alanlardaki nedensel ilişkisini araştırmalı ve anlamalıdır. Örneğin dinin toplumsal olayları (ve özellikle de ekonomiyi) nasıl etkilediği, bürokrasinin toplumu nasıl ve hangi ölçüde şekillendirdiği gibi. Bu şekilde bireylerin toplumsal eylemleri ve bunların içerdiği anlamlar üzerine kurulu bir sosyoloji anlayışını benimseyen Weber, davranışların perde arkasını kültürel öğelere bağlamak suretiyle psikolojiyle sosyolojiyi bileştirmek ister gibidir.
Weber’e göre sosyoloji, “toplumsal davranış”ı ele alır. Toplumsal davranışı ancak “yorumlayarak” anlayabilir ve sebeplerini açıklayabiliriz. Weber’in bu sosyoloji tanımından üç kavram çıkmaktadır: anlamak, yorumlamak ve açıklamak. “Anlayış sosyolojisi” olarak da adlandırılan bu yaklaşımda, anlama, açıklamanın ön şartı olarak karşımıza çıkar. Anlama, davranışın yorumlanması sonucunda ortaya çıkar ve “aktörün davranışına verdiği anlamın kavranmasını içerir.” Weber’e göre sosyolojinin çalışma nesnesi olan toplumsal eylemin anlaşılması için bireyin ona yüklediği öznel anlama bakılması gerekir. Yani toplumsal eylem, bireyin eylemine yüklediği öznel anlam ile gerçekleştirdiği eylem arasındaki gerekli ilişkinin kavranması ile açıklanabilir.
Toplumu organik bir bütün olarak kabul eden Weber, topluma büyük bir işlev toplamı olarak bakar. Bu anlamda Weber organizmacı görüşe bağlıdır. İşlevselcilik, organik bir bütün içindeki tek tek parçaların, gördükleri iş ve yaptıkları etki bakımından diğer parçalarla karşılıklı bağlılık ve etkileşim içinde olduğunu varsayar. Ancak Weber işlevselciliği, toplumu tam ve eksiksiz bir nesnel ilişkiler bağlamı olarak görmez. Weber işlevselciliği, tümel/açıklayıcı değil betimsel/yorumlayıcı bir tarzda kullanır. Weber'in işlevselciliği, karmaşık kültürel "motifler" topluluğundan önemli görünenleri seçerek başat kılma yoluyla, gerçekliği kısmen de olsa açıklayacak olasılıkçı bir nedensel düşünme biçimi olmakla sınırlıdır.

Toplumsal Eylem Tipleri
Toplumsal eyleme sosyolojinin araştırma nesnesi olarak ortaya koyan Weber, toplumsal eylemi dört ana kategori altında incelemiştir. Weber geleneksel, duygusal, değere ve amaca yönelik akılcı(rasyonel) olarak adlandırmıştır.  
1. Geleneksel motiflere dayanan eylemler: Bireylerin bu eylem biçimi alışılagelmiş inançlar tarafından belirlenir. Geleneksel tipteki bu eylemler bireyler tarafından amaçlı bir şekilde tasarlanmazlar. Bireyin geleneğe göre davranması için bir değeri dikkate alması gerekmez. Bu toplumsal eylem biçiminde duygusal ve heyecan içeren bir motife de ihtiyaç yoktur. Geleneksel eylemler yaşanmışlıktan elde edilen bir tutumdur ve güncel eylemler bu tipe örnek teşkil ederler. Örneğin, el öpmeyi ve selamlaşmayı bu eylem tipine örnek olarak verebiliriz.
2. Duygusal motiflere dayalı eylemler: Duygusal eylem, geleneksel eylem tipinden farklı olarak alışılmış günlük davranışların dışındaki bir uyaran sonucunda meydana gelebilir. Belirli koşullar sonucunda bireyin duygusal tepkisiyle oluşur(heyecan, korku, öfke, kin, nefret, sevgi, öç alma, özveri vb). Örneğin, maç sırasında yaşanan bir gerilim sonucunda kendini kontrol edemeyerek yumruk atan bir oyuncunun davranışı, ağlayan bir çocuğa dayanamayan annenin attığı bir tokat duygusal eylem tipine örnek olarak gösterilebilir. Ancak bazı durumlarda duygusal temelli bir eylemin yüceleştirilmesi söz konusu olabilir. Yani duygusallık bilinçli ve bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığında bu davranış değersel-akılcı veya amaçsal-akılıcı bir eyleme olarak görülebilir. Örneğin, bir çocuğun dayak yedikten sonra ağlaması acıdan çok kendini acındırmak içinse, bu eylem amaçsal-akılcı eyleme yaklaşmaktadır.
3. Değersel-akılcı eylemler: Değersel-akılcı eylem belli bir hedefi olan, amacı planlı olarak belirlenmiş eylem tipidir. Ancak burada kişinin amacına ulaşmayı etkileyen nedenler görev, şeref, din, bağlılık, sorumluluk gibi değerler temelinde gelişir. Eylemini değere bağlı olarak gerçekleştiren kişi için davranışın sonuçları ne olursa olsun (olumlu veya olumsuz) eylem kesindir. Geminin batacağını bilen bir kaptanın gemiyi terk etmeyerek gemiyle beraber sulara gömülmesi, bir komutanın savaş sırasında öleceğini bilerek komutasında yer alan askerlerinin önünde yer alarak savaşması değersel-akılcı eylem tipine örnek olarak verilebilir. Bu tipteki her eylemin altında yatan etken onur ve şeref değerlerini içermektedir.
4. Amaçsal-akılcı eylemler: Amaçsal-akılcı eylem akılcı nedenlere dayanan bir eylem tipidir. Kişi belirlediği bir hedefe ulaşmak için, amacı için en uygun akılcı araçları seçer. Diğer bir deyişle amacının ve bu amaca ulaşmak için gerekli araçların değerlendirmesini yapar. Bu anlamda planlı ve rasyonel bir eylem tipidir. Örneğin bir girişimcinin kar elde etmek için para kazanması bu eylem tipini içermektedir.
Weber’in genel eylem tipolojisinde yer alan son iki eylem tipi açıkça rasyonelleşme/akılcılaşma ile bağlantılı olarak ortaya koymuştur. Amaç-yönelimli akılcı eylem ve değer-yönelimli akılcı eylem, Weber’in rasyonelleşme konusundaki diğer görüşlerinin de temelimi oluşturur. 

Weber Ve Hukuk
Weber’in hukuk analizi, karşılaştırmalı sosyolojiye, çok sebepli ve çoğulcu açıklamalara olan ilgisini yansıtır. Weber’in hukuk yaklaşımı genel olarak pozitivist olarak nitelendirilebilir. Pozitif hukuk, ahlak ve doğal hukuk arasında ayrım yaparak, sosyolojinin temel ilgisinin pozitif hukuka yönelik olması gerektiğini belirtir. Weber anlamacı sosyolojisi bağlamında, eğer doğal hukuk insan davranışlarına yön veren bir niteliği sahipse, sosyolojinin konusu olmalıdır. 
Weber’e göre modern hukukun oluşumunda, beş faktör etkilidir:
 (1) Âdetler,
(2) ilgililerin eylemleri (sözleşme),
(3) yargıç kararları,
(4) vahiy ve
(5) kanun.
Hukuk kuralları (teorik olarak), belli davranışların fiilî alışkanlıklara (âdetlere) dönüşmesi ve zamanla bağlayıcılık kazanması ile oluşmaktadır. Bu davranışların “bireyi aşan bir biçimde genelleşmesi” ve başkalarının da bu yönde beklentiler edinmesi, düzen ve çıkar temelli rasyonalite oluşumunda etkilidir. Nihayetinde bir “zorlama cihazı” tarafından bu adetlerin ya da alışkanlıkların desteklenmesi, hukuk kuralının oluşumunu sağlar. Modern toplum açısından bu zorlama cihazı, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran devlettir.
Yine teorik olarak hukuk ve prosedürün gelişmesi, dört aşamadan geçmiştir:
(1) hukuk peygamberlerinin hukuku vahyetmeleri,
(2) hukuk otoritelerinin ampirik olarak hukuku yaratmaları ve bulmaları,
(3) seküler ve dinî iktidarın hukuk koyması ve
(4) hukuk eğitimi almış uzman kimseler tarafından hukukun sistematik olarak düzenlenmesi ve yargının profesyonelleşmesi. Kısaca belirtilen bu süreç, rasyonel-formel bir hukuk anlayışına ulaşarak tepe noktasına varır.
Weber her zaman, hukuksal gelişme ile ekonomi tarihi arasındaki ilişkiyle, doğal hukukla ilgilenmesine karşın, bunları görüşlerinin merkezine almadı. Ona göre hukuk, ekonomi, bilim ve siyaset birbirleriyle karşılıklı ilişkilidirler ve bağımlı pozisyonlarıyla ele alınır. Hiçbirinin, diğerine önceliği söz konusu değildir.
Weber’in hukuka ilişkin yaklaşımı birkaç kavram ekseninde toplanır. Bunlar; zor (coercion), meşruluk, rasyonalite ve normatiflik olarak belirlenebilir. Bunlar içinde “zor”, Weber’in hukuk tanımı açısından temel unsur olarak karşımıza çıkar. Weber’e göre belli bir düzeni hukuk olarak adlandırabilmemiz için, gerek psikolojik gerekse fiziksel olarak, uymayı sağlama ya da ihlâli cezalandırma yetkisine sahip bir görevli grubunun varlığı şarttır. Bu tanım, bir yandan hukuku herhangi bir zor tehdidi ile aynı seviyeye çektiği gibi öte yandan da arkasında herhangi bir zorlama cihazı bulunmayan kuralı, hukuk saymamaktadır. Ancak hukuk düzenine uymayı sağlayan ana etken, çoğu kez bu zorun varlığı değildir. Sosyolojik olarak geçerlilik de diyebileceğimiz, normların meşruluğuna duyulan inanç, hukuk düzeninin işlemesini sağlar. Modern toplum şartlarında dinsel ya da geleneksel meşruluk ortadan kalktığı için hukukun meşruluğu rasyonellik yoluyla temin edilir. Weber bunu, egemenliğin meşru kullanım türleri olan, üç ideal otorite tipi ile açıklar.
Karizmatik Otorite: Bir liderin yönetimi kendi kişisel niteliklerine  dayanarak yürütmesiyle ortaya çıkmaktadır. Weber, karizma kavramını, “bireysel olarak bir şahsı sıradan insanlardan ayıran ve onun doğaüstü, insanüstü ya da en azından bazı özel istisnai güçlere ya da niteliklere sahip sayılmasına yol açan belli bir nitelik” anlamında kullanır. Yönetimin meşruiyeti yönetilenlerin lidere bir şeyh, kahraman, demagog gibi yetki vermesi inancına dayandırılmaktadır.  Bu otorite biçimine uygun  idari aygıtın yapısı ise, düzensizdir ve lidere yakınlığı olan kişilerden oluşur.
Geleneksel Otorite: Geçmişten gelen –daima var olan- kural ve güçlerin kutsallığını öne sürerek meşruluk tezinde bulunan ve kendisine inanılan egemenlik türünü Weber, geleneksel otorite olarak adlandırmaktadır. Yönetme yetkisi geleneğe ve geçmişe duyulan saygıyla  desteklendiğinde ortaya çıkmaktadır. Otoritenin meşruiyeti ise geleneği sürdürme ve işleri geleneksel tarzda yürütmenin  doğru olduğu duygusuna dayanmaktadır. Böylece insanlar iktidarı  çoğu kez monarşi ya da aile veraseti sistemlerinde olduğu gibi  miras alınmış bir statüye bağlı olarak ellerinde tutmaktadırlar. Bu otorite biçiminin idari aygıtı ise Weber tarafından ataerkil ve feodal olmak üzere ikiye ayrılmıştır: Ataerkil yapıda memurlar ya da idareciler genellikle yöneticiye bağımlı ve ondan maaş alan kişisel makam sahipleridir; hizmetkarlar, akrabalar gibi. Feodal yapıda ise, memurlar  bir ölçüde bağımsız kalmaktadırlar. Yöneticiye bağlılık gösterme karşılığında  genellikle belirli bir nüfuz alanında  özerk olmalarına izin verilmektedir, maaşları ya da geçimleri bakımından yöneticiye doğrudan bağımlılıkları yoktur.
Rasyonel ya da Yasal Otorite: Bu biçimde iktidar, yasalar, kurallar, düzenlemeler ve usullerle meşrulaştırılmaktadır. Bu bakımdan yöneticiler nasıl atanacaklarını belirleyen yasal usullere uyarak meşru iktidarı elde edebilmektedirler. İktidarın yetkisi de aynı zamanda kurallarla sınırlanmıştır. Bu otorite biçiminin tipik idari aygıtı bürokrasidir. Bürokrasi resmi otoritenin örgütsel hiyerarşinin tepesinde toplanan  rasyonel-yasal kuralların ve hiyerarşinin olduğu bir idari aygıttır.
Geleneksel ve karizmatik otorite tiplerinde meşruluk inancı, irrasyonel temellere dayanır. Geleneksel otoritede bu, “çok eski geleneklerin kutsallığına (…) ve onların altında uygulanan otoritenin meşruluğuna” duyulan inanç iken, karizmatik otoritede, belli bir kişinin kutsallığı, kahramanlığı yahut karakterine duyulan bağlılıktan kaynaklanır. Weber’in burada kullandığı meşruluk kavramı, ahlâkî veya tabiî hukuktan kaynaklanan veyahut hukukî geçerlilik anlamında bir meşruluk değildir. Egemenliği kullanan otoritenin bu davranışına duyulan inanç ya da rıza, meşruluğun içeriğini oluşturur. Tiplerin birbirinden ayırt edilmesini sağlayan unsur ise bu inancın hangi temele dayandığıdır. Modern toplum şartlarında bu inancın kurulması, büyük ölçüde, gayrı şahsî bir düzen yani hukuk düzeni, eş deyişle hukuk devleti yoluyla sağlanır. Rasyonel egemenliğin sonucu olan hukukî otorite, kişisel nitelikte olmayan bir düzeni ifade eder. Bu halde bireyler, otoriteye kişisel bir bağlılık duymazlar. Otorite ile bireylerin ilişkisi, o ilişkinin şartlarını ve sınırlarını çizen kurallar çerçevesinde gerçekleşir. Zaten buradaki otoritenin kaynağı da, otoriteyi kullanan kişinin bizatihi kendisi değil, hukuk düzeninin ona tanıdığı yetkidir. Bu otoriteye itaat edenler, kişisel olarak özgür kimselerdir. Hukukî otorite tanımında dikkati çeken unsurlar, gayrı şahsî bir düzen yani hukuk düzeni ve bu düzenin meşruluğuna duyulan inançtır. Bu inanç, temel olarak rasyonel bir idarî sisteme ve bu sistemi ayakta tutan kurallar bütününe dayanır.
Bu otorite şekli, Weber’in kapitalizme ilişkin çözümlemelerinde anahtar kavramlardan birisidir ve Weber rasyonalite kavramına, “kapitalist ekonomik etkinliği, özel mülkiyeti ve bürokratik otoriteyi” tanımlama amacıyla başvurur. Bu bağlamda, Weber kapitalizme ilişkin çözümlemelerini, yasal otoritenin örgütleniş biçimi olan bürokrasi kavramı ile ilişkilendirerek yapar. Weber'e göre bürokrasiye yalnızca teknik açıdan bakıldığında onun, yüksek bir verimlilik düzeyine ulaşmanın ve bu anlamda insanlar üzerinde otorite kurup uygulamanın bilinen en rasyonel aracı olduğu görülür.
Weber, modern çağın ruhunun, modern toplumu geçmişteki toplumlardan ayıran temel dinamiğin rasyonalite olduğu konusunu Batıya eşsiz bir misyon yükleyerek açıklar. Bu eşsiz özelliğin de ilk olarak Batı’da ortaya çıktığını ve sadece Batı’ya ait olduğunu iddia eder. Ona göre bugün bilim, ‘geçerli’ saydığımız bir gelişme düzeyi içinde yalnızca Batı’da vardır. Hukuk, basın, resim, mimari, bürokrasi ve ussal biçimde dile gelmiş hukuk ve ussal biçimde dile gelmiş kurallara ve ‘yasalar’a bağlı siyasal bir düzenleme anlamında ‘devlet’, yalnız Batı’da bilinir. Çağdaş yaşamın kaderini en derinden belirleyen güç olan kapitalizm için de durum böyledir. Sürekli etkinlik ve etkililik arayışı içindeki kendi insanları ve kurumlarını organize ve kontrol etmeyi amaçlayan modern toplumu karakterize eden şey, rasyonel ve mantıklı düşünme ve organizasyon biçimidir. Önceki toplumlar din, gelenek veya kişisel karizma gibi irrasyonel inançlar veya düşünce sistemlerine dayanırken, modern toplumun düşünce ve örgütlenme sistemini temel olarak akla dayanmaktadır. Bu süreçte, formel yazılı hukuk kuralları, yazılı olmayan geleneksel kuralların yerini alır. Weber’e göre, hukukun rasyonelleşmesi, tarihsel süreçte belli aşamalardan geçilerek mümkün olmuştur.
İlkel toplumlardaki hukuk, ilahi bir görünümde olup büyücü, falcı ve dinî kimlikli kimselerden ve onların karizmasından kaynaklanıyordu. Toplumsal hayat üzerinde güçlü etkiye sahip karizmatik şahsiyetler, hukuku da ifade ediyordu. Bu hukuk, keyfilik yanı ağır basın karizmatik bir nitelik taşıyordu. Yani, hukuku yaratan otoriteler, kendi arzularına göre yorumlar geliştirip keyfi düzenlemelere ve uygulamalara gidebiliyordu. Zamanla, bu hukuk yaratıcıları, ortaya çıkan toplumsal tepkileri yumuşatmak, toplumdaki gelenekleri ve görenekleri daha iyi bir şekilde kavrayabilmek için, kendilerine danışmanlar buldular ve böylece hukukun rasyonalizasyonuna yönelik ilk adımı attılar. Bu, doğrudan hukukla ilgili kimselerin ampirik yollarda hukuku bulması ve yaratması anlamına geliyordu. Bir sonraki aşamada yöneticiler, ekonomik, toplumsal ve etik dengeyi sağlamak bakımından rasyonelleşme doğrultusunda bir adım daha atarak uzman kişileri ve grupları devreye soktular. Son aşamada hukuk, uzmanlar aracılığıyla gerçekleştirilen ve belirli bir sistematiğe sahip kurallar biçiminde görünüm kazandı. Bu aşamada, bir yandan hukuk kuralları sistemleştirilirken diğer yandan yargı işlevi, hukuk mesleği esaslarına göre yerine getirilmeye başlandı. Hukukun, giderek mantıki akılcılığa ve sistemleşmeye doğru bir gelişme süreci yaşadığını ileri süren Weber, her toplumun söz konusu aşamaların hepsinden geçtiğini ve aynı sırayı izlediğini söylemez; hukukun rasyonelleşme veya aklileşme sürecinin, farklı yerlerde farkı nitelik ve ölçülerde yaşanabileceğini kabul eder.

Kapitalizm ve Hukuk
Modern kapitalizm, amaçsal rasyonel davranışın prototipini oluşturur. Modern kapitalizm, kâr elde etme ve belli amaçlara ulaşmak için gerekli araçların rasyonel seçimine dayanır. Böylece Weber, ekonomik hayattaki rasyonalite ile hukuksal düşüncedeki rasyonalite arasında açık bir bağ kurar. Hukuksal düşünceye ilişkin kategoriler, açık bir şekilde ekonomik davranış kategorilerine paralel şekilde tasarlanır. Hukuksal düşüncenin mantıki-formel rasyonalitesi, ekonomik davranışın amaçsal rasyanolitesinin karşılığını oluşturur. Kısaca, Weber’in teorisinde modern hukukun oluşumu ve gelişimi ile kapitalizm arasında yakın bir ilişki vardır.
Kapitalizm, yüksek ölçüde öngörülebilir ve hesaplanabilir bir normatif düzen gerektirir. Tarihsel süreçte ortaya çıkan hukuk tiplerinden sadece modern rasyonel hukuk veya formel rasyonaliteye sahip hukuk, ihtiyaç duyulan öngörülebilirliği ve hesaplanabilirliği sağlayabilir. Hukuk kurallarına ve kanunlara karşı gösterilen güçlü bağlılık, düzenli ve öngörülebilir bir ortam sağlayarak kapitalizmin gelişmesini destekler. Serbest piyasa şartlarında kâr güdüsüyle özel mülkiyet temelinde faaliyette bulunan kapitalist girişimciler, başta mülkiyet hakkı, miras hakkı ve sözleşme özgürlüğü olmak üzere birçok temel hak ve özgürlüğün genellik, süreklilik, nesnellik ve belirlilik niteliklerine sahip hukuksal düzenlemelerle güvence altına alınmasına ihtiyaç duyarlar. Yani, ekonomik ve ticari etkinliklerini öngörülebilir, hesaplanabilir bir ortam içinde sürdürmek isterler. Böyle bir ihtiyaca yanıt verecek kurum ise hiç kuşkusuz, formel, yazılı ve sistematik nitelikteki modern hukuk olacaktır.
Weber, kapitalist üretim tarzının Batı Avrupa’da ortaya çıkıp gelişmesiyle yakından ilgilenir ve Avrupa hukuk sisteminin farklı bir karaktere sahip olduğunu belirtir. Bu hukuk sisteminde hukuk, siyasal faaliyetin diğer yanlarından ayrılmıştır. Uzmanlaşmış profesyonel hukukçular grubu vardır. Hukuk kuralları, bilinçli bir şekilde belirlenir. Yasa koyma süreci, dinsel etkilerden ve diğer geleneksel değer kaynaklarından nispeten bağımsız olarak işler. Somut kararlar, evrensel kuralların uygulanmasına dayalı olup karar verme süreci, sürekli bir şekilde politik müdahaleye konu olmaz. Weber’e göre formel-rasyonel bir hukuk sistemi, rasyonel kapitalizm için en uygun sistemdir. Rasyonel kapitalizm, idari altyapının oluşturulmasında, bürokrasinin şekillendirilmesinde, ekonomik ve ticari sözleşmelerin düzenlenmesinde öngörülebilir ve istikrarlı bir yapıyı zorunlu kılar.

NOT: Protestan Ahlakı Üzerine
Mahmut Kaya, “Klasik sosyolojik perspektifte modernleşme tartışmaları,” Birey ve Toplum, Güz 2012, Cilt 2, Sayı 4, s.129-130. http://bireyvetoplumdergisi.com/article/viewFile/1036000070/1036000064

Modern çağın iktisadi bir sistemi olarak kapitalizm üzerine de önemli çalışmalar yapan Weber, Batı’da görülen ve rasyonaliteye dayanan kapitalist üretim biçiminin öz olarak temelde dini değer ve saiklerle geliştiğini belirtir. Weber’in genel olarak niyeti, çeşitli büyük dinlerin modern dünyevileşme ve akılcılaşmayı nasıl kolaylaştırdığı ya da engellediğini göstermekti. Hıristiyanlık örneğinde dikkatini Reform ve dünya dışında çilecilik fikri yerine dünya içinde çileciliği koyan Kalvinci yazgı fikri üzerinde yoğunlaştıran Weber (Touraine, 2010:44), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde bu durumun Protestanlıktan kaynaklandığını kapsamlı bir şekilde analiz eder. Ona göre; “dünyevi asketik Protestanlık, mülk sahibi olmanın verdiği do- ğal zevke var gücüyle karşı çıkmış, tüketimi özellikle lüks tüketimi sınırlamıştır. Buna karşılık mal kazancını, psikolojik olarak geleneksel ahlakın yasaklarından kurtarmış, kazanç uğraşısının zincirlerini koparıp bunu yalnız yasal hale getirmekle kalmamış ayrıca doğrudan doğruya tanrının isteği olarak görmüştür” (Weber, 1999:147). Kapitalizmin bel kemiği olan bu inanışta çok çalışma, lüks tüketimden uzak durma, kutsal buyruklar ve yapılması gereken dini sorumluluklar mesabesinde kabul edilir. Protestanlık değerlerinde tanrının kendi şanını arttırma ile ilgili açıkça görülen dileğine, boş zaman ve zevk ile değil sadece çalışma ile hizmet edilir. Zamanı boşa harcama, bütün günahlar içinde ilk ve ilkece en ağır olanıdır. İnsanın kendi mesleğini ‘kesinleştireceği’ yaşam süresi çok kısa ve değerlidir. Temel ilke bellidir; “zengin olmak için bedensel zevkler ve günah için değil, tanrı için çalışmalısınız” (Weber, 1999:135,140). Weber’in kapitalizmin dinamiği olarak dini değerleri (Protestanlık merkezli dünya anlayışı) öne sürmesi kapitalizm analizinde Marks’ın karşı kutbunda yer almasını sağlamıştır. Bilindiği üzere Marks, temel dinamik olarak üretim araçlarının mülkiyeti ve sınıf mücadelesi üzerinden kapitalizmin ekonomi politiğini yapmıştır. Görüldüğü gibi Weber’in modernlik analizi sosyal eyleme yön veren saik olarak rasyonalite, bürokrasi, kapitalizm, otorite, meşruiyet, yabancılaşma gibi önemli başlıkları içermektedir. Onun demir kafes metaforu, modernliğin birey ve toplum üzerindeki baskıcı kısıtlılık açısından özgün bir tanımlamadır. Kapitalizmin ana dinamiği olarak dini işaret etmesi nin yanı sıra Weber’in fikirlerinde apaçık bir Batı etnosentrizmini de görmek mümkündür. Bu bağlamda modernliği Batıya has kılıp kutsayan yaklaşımları nedeniyle Weber’in çokça eleştirildiği bilinmektedir.

Weber- Marx Karşılaştırması
Weber, ekonomik faktörlerin önemini kabul etmekle beraber, modern kapitalizmile modern hukuk sistemi arasında tek yönlü neden-sonuç ilişkisi kurmaz.Weber’in teorisinde hukuk, ekonomi ve politika, birbirleriyle ilişkilerinde hem bağımlı hem de bağımsız değişken pozisyonu kazanabilir. Marx’ın ekonomik yapıyanispeten ağırlık veren yaklaşımına karşın, Weber politik şartların ve modern bürokratikdevlet yapısının önemini vurgulayan bir yaklaşım sergiler. Weber’in hukuk hakkındaki analizi, ağırlıklı olarak Batı tecrübesine dayalı olmanın sınırlarını da taşır.
Weber, Marx’ın aksine, hukuk ve ekonomi arasındaki ilişkiyi, hukukun ekonomik çıkarlara hizmet etmesi olarak sunmaz. Hukuk, hakim sınıfın ideolojik bir aracı değildir; daha doğrusu sadece bu şekilde tanımlanamaz.Ekonomik alt yapı dışında, başka faktörlerin de hukukun gelişiminde büyük etkisi vardır. Weber, Marksist yaklaşımdaki alt yapı-üst yapı ayrımından yola çıkan ve hukukun, üretim ilişkileri ile iktidar sahiplerinin çıkarlarının bir yansıması olduğu düşüncesini eleştirmektedir. Hukukun, toplumsal yapıyı birebir yansıttığı çok doğru değildir. Weber’e göre hukuk, sadece toplumsalı yansıtmaz ama aynı zamanda belli ölçüde anonim ve kurucu (constitutive) nitelik taşır. Dolayısıyla hukuk, ne sadece toplumsal yapının bir yansıması ne de hakim sınıfın ideolojisinin bir ürünüdür. Kısaca Weber’e göre kapitalizm ve hukuk, biri diğerinin aslî sebebi olmaksızın paralel ve yekdiğerini destekleyen bir gelişim göstermiştir.
Weber, her şeyden önce sosyolojinin insan davranışlarıyla ilgili olarak, doğa bilimlerinkine benzer genel geçer yasalara ulaşamayacağını, toplumların evrim niteliği taşıyan bir gelişmeyi doğrulayıp temellendirmeyeceğini öne sürmüştür.
Bu çerçeve içinde öncellikle, pozitivizme karşı tavır alan Weber’in sosyolojisini büyük oranda sınıf çatışmalarının toplumun gelişmesinde temel dinamik süreci biçimlendirdiği şeklindeki Marksist genellemeye hücumun oluşturduğu söylenebilir. Yani Weber’in sosyolojisi, bir yandan evrimci pozitivizme ve diğer yandan da dogmatik Marksizm’e tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Max Weber toplumsal yaşamın anlaşılmasında etkisi altında kaldığı Marx’tan toplumsal sınıfların analizinde de ayrılmaktadır. Ona göre; sınıf sadece iktisadi düzen içinde geçerli olan düzenin bir bölümüdür. Marx için sınıf, topluluğun şeklini veren toplum analizinin temel ölçüdür. Weber için ise; sınıf topluluk içinde gelişebilecek birkaç grup tipinin yalnızca biridir. Weber, insan ilişkilerini belirleyen nedenlerin yalnızca ekonomik çıkarlar olmadığı ve insanları birbirine bağlayan gerçek bağların da ekonomik kökenli olmadığı görüşleriyle Marx’tan ayrılır. Bu yaklaşımıyla Weber tarihin materyalist açıklamasını reddeder. Sınıf çatışmalarına Marx’ın verdiği değerler daha da önemlidir (http://www.askaptan.4mg.com, 2.04.2004).

TARİHÇİ HUKUK OKULU

Bu romantik ve idealist ekolun Hukuk alanındaki karşılığı Tarihçi Hukuk Okuludur. Tarihçi Hukuk Okulu kodifikasyona, Fransız devrimine ve doğal hukuka karşıdır. Kodifikasyonun Almanya’da tartışılma sebebi nedir? Başka deyişle neden kodifikasyon yapılıyor?
Kodifikasyon ulus devletlerin kurulma süreciyle ilgili olduğu düşünülebilir. Yani dağınık olan hukukları ulus devlet sınırları içinde tekli bir yapıya hukuk birliğine kavuşturmasını sağlamak için yapılıyordu. Kodifikasyon, bu anlamda uluslaşmayı sağlamada önemli bir araçtır.
İşte bu iklimde Tibao Almanya’da da bir kodifikasyonun yapılması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü Almanyada da bir hukuksal birlik sağlanmaktadır diyor.
Buna cevap vonSavigny’den gelir.(Puchta da tarihçi hukuk okulu ekolündendir.)
Savigny’e göre, bir Alman medeni yasası yapılmamalıdır. Bunun iki nedeni vardır:
1. Savigny doğal hukuk anlayışına şundan dolayı karşı çıkar. Her yerde ve her zaman, evrensel ve genel geçer bir hukuk olamaz.
2. Hukuk, evrensel olmadığı gibi akıldan da çıkmaz. Savigny’e göre, her toplum, her halk farklı hukuka sahiptir ve toplumların hukukları akıldan değil farklı yaşamlardan çıkar.
Böylece Almanlar için, soyut ilkelerin doğal hakların kodifiye edilmesi gereksizdir.
Peki, hukuk nereden kaynaklanır? Savigny’ e göre hukuk, toplmların yaşayışından gelir; akıldan, tanrıdan veya başka bir metafizikten değil.
Savigny’e göre hukukun özellikleri, oluşum nedenleri anonim, spontan ve bilinçdışıdır.
1.      Savigny hukukun bu üç özelliğe sahip olduğunu dilden örnekler. Dil, anonim spontan ve bilinçdışı olduğu gibi hukuk da;
- Yasakoyucuların iradesinden oluşan ya da akıldan çıkan bir şey değildir. Hukuk o toplumun içinden, rastlantısal ve tamamen bilinçlerden bağımsız bir biçimde ortaya çıkar.
- Böylece hukuk o halkın, yaşayışlarından, geleneklerinden çıkar. Halktan çıkan bu hukuk, örf ve adet hukukudur. Toplumun yaşayışı, deneyimleri, geleneklerinden çıkan hukuk Hukukun kaynağı örf ve adet hukukudur.
- Böylece hukuk ne yasa koyucunun ne de aklın ürünüdür.
2. Nasıl bir dil o dili bilmeyenlere bir anlam ifade etmezse, hukuk da başka bir halkın hukukunun resepsiyonla iktibas edilmesi de bir şey ifade etmez. Yani bir halk kendi tarihinden tarih bilincinden çıkmayan bir hukuka tabi tutulamaz. Bu anlamda resepsiyon anlamsızdır.
Fransız devriminin ardından Fransa’da doğal hak ve özgürlükler medeni yasalara yansımıştı. Benzeri tartışmalar Almanya’da da yapılmıştı. Almanya da kimi düşünürler tıpkı Fransız Medeni Kanunu’nda olduğu gibi ulusal ve medeni bir kanun yapılıp Almanya da bir ulus devletin kurulması fikri düşünülmüştü.
Bu düşünceye karşı cevap yine Alman düşüncesinden geldi: Tarihçi Hukuk Okulu. Savigny en önemli temsilcisidir. Tarihçi Hukuk Okulu ile Fransız Devrmi’nin somutlaştırdığı doğal hak ve ilkelere eleştiriler başlamıştır.
- İlk eleştiri bu hak ve özgürlüklerin soyut olduğuna yöneliktir.
- İkinci eleştiri birinciye bağlı olarak her yerde, her zaman geçerli olan ideal bir doğal hukuk olduğu varsayımı yanlıştır. Doğal hukuk bu itibarla metafiziktir. Çünkü hukuk, tıpkı din gibi, içinde bulunduğu toplumun yaşam biçimiyle ilgilidir. Nasıl ki, İngiltere’de konuşulan dil Almanya için anlamsız ise, o halde başka bir ülkenin hukukunu benimsemek tarih ve yerel yaşantı zeminine oturmaz.
- Doğal hukuka karşı olan Tarihçi Hukuk Okulu aynı zamanda pozitif hukuk anlayışına da karşıdır. Yine dil örneğinden gidersek, nasıl ki dil birilerinin buyruklarıyla değil kendiliğinden gelişiyorsa, hukuk da toplumsal yaşayışta kendiliğinden rasyonel olmayan biçimde olumsal olarak gerçekleşir.
Tarihçi Hukuk Okulu’na göre,
Hukuk toplumun yaşayışının, kültürünün bir sonucudur ve hukukun kaynağı toplumsal yaşayış yani örf ve adetlerdir. Rasyonel kabuller, akıl değildir. Egemenin buyruğu değil, metafizik bir bütün hiç değildir.
Görülüyor ki Tarihçi Hukuk Okulu olgusal, yani elle tutulur, gözle görülür bir hukuka dair anlayışı geliştirmiştir. Örf ve adetler bu olgusallığı karşılar.
Savigny’e göre kodifikasyonlar ve yazılı hukuk gereksiz de olmaktadır demek hatalı olaraktır. Savigny yazılı hukuka tamamen karşı değildir. Savigny’nin karşı olduğu örf adet hukukunun yazılı hale getirilmesi değildir. Çünkü örf ve adet hukukunun yazıya geçirilmesi kaçınılmazdır. Ancak bu iş Almanya için henüz erkendir. Çünkü kodifikasyon, Almanya toplumu gibi dinamik ve henüz tamamlanmamış bir toplum için kısıtlayıcı ve engelleyici bir rol oynayacaktır. Almanya’da toplum dinamiktir ve bu dinamizmi kodlar engelleyebilir.
Yazılı hukukun oluşumu üç evreden oluşur Savigny’e göre;
Öncelikle toplumun dinamik yaşantı süreci vardır. Gelişen bir örf ve adet hukuku vardır. Örf ve adet hukuku basit bir süreci gösterir.
İkinci evrede bir hukukçu sınıfı ortaya çıkar: teknik hukuk evresi. Burada hukukçular zümresi, bir hukuk yaratmaz; hukuk yine birinci Evredeki örf ve adetlerdir. Hukukçular ise bu örf ve adetleri düzenler, sistemleştirir ve yorumlarlar; yeni bir içerik katmaz. Teknik bir katkı vardır.
Üçüncü evre kodifikasyon evresidir. Ancak burada yazılı hale getirilenler yine toplumun yaşayışında gelen örf ve adetlerin yazıya geçirilmesidir.
Savigny’ye göre kodifikasyon üç evreden önce ya da sonra yapılmamalıdır. Toplum içinde canlılık, halk ruhu (volkgeist) süreklidir ve kodifikasyon bu dinamizmi ruhu sabitler.
Eğer kodifikasyonlar geç yapılırsa, toplum ve hukuk gerilemeye çöküntüye girdiği anda da yapılırsa kodifikasyon yararsız hale gelir. Kodifikasyonda geç kalınırsa toplum ve hukuk toparlanamaz hale gelir çünkü. Oysa vaktinde yapılan kodifikasyon bu çöküntü ihtimalini önleyip toplumu toparlayabilir.
Not: Savigny’nin doğan, canlanan ve çöken toplum anlayışı kimi hatırlatıyor?
Yani Savigny’ye göre hukuk tamamen toplumun yaşantısından gelen örf ve adet hukukudur ve yazılı hukuk bu örf ve adetlerin yazılı hale geçirilmesinden başka bir şey olmamalıdır.
SAVIGNY’E ELEŞTİRİ
Savigny muhafazakardır. Yani örf ve adetlerin kodifikasyon ile muhafaza edilmesini savunur. Ancak muhafaza edilecek örf ve adet hukukunda bir ayrıştırma yapmaksızın tüm örf ve adetleri yasalaştırmak toplumda negatif sonuçlar yaratabilir. Kodifikasyonda neyin, hangi örf ve adetlerin hangi değerleri taşıyan örf ve adetlerin muhafaza edileceği belirlenmediğinde tek kriter, hangi değere sahip olursa olsun örf ve adetleri muhafaza emek olduğunda, ortaya negatif sonuçlar çıkabilir. Örneğin, töre cinayetlerinin yasalar ile muhafaza edilmesi.
Savigny şunu söylerken ise haklıdır: Hukuk kodifiye edilen toplumun özelliklerini dikkate almalıdır. Hukuk negatif kimi örflerin dışlanmasından rol oynayabilir, bunun dışında ise toplumun özelliklerinin dikkate alınması her halükarda önemlidir.
Tarihçi Hukuk Okulu, nasyonel sosyalizmin yani Alman Faşizmi’nde kullanılan bir husus olmuştur. Çünkü führer (başbuğ) volkgeist’i en iyi bilen kişi sayılmış ve onun buyrukları kayıtsız koşulsuz hukuk sayılmıştır.
Volkgeist kavramı, Tarihçi Hukuk Okulu’nun kaçınmaya çalıştığı metafiziğe yaklaştığı mistik bir araç olmuştur. Bu metafizik de onların tutarlılığını zedeler.
Tarihçi Hukuk Okulu ile de görülüyor ki, on yedinci yüzyıl aydınlanmasından farklı bir aydınlanma söz konusudur. On yedinci yüzyıl aydınlanmasında aklın ilkelerinin insana yön vermesi sonucunu doğuyordu. On dokuzuncu yüzyıl aydınlanmasında ise, giderek gelişen bilimsel yöntemlerin, deney ve gözlemlerden yola çıkılarak hareket edilmekteydi. Bir tür pozitivizmdir bu.
Bu pozitivizm hukuksal pozitivizm olarak hukuk alanında on sekizinci yüzyılın sonunda, on dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıkar.

*** Hukuksal Realizm Konusu için ERTUĞRUL UZUN, “AMERİKAN HUKUKİ REALİZMİ” başlıklı 24 Nisan 2014 tarihinde bloga yüklenmiş olan makaleye bakınız. 
Makaleye aşağıda yazılı linkten de ulaşabilirsiniz. 
http://erugrulu.home.anadolu.edu.tr/hfdersnotu_amerikanrealizmi.pdf

EUGEN EHRLICH (1862-1922)


“Hukuksal gelişmenin öneminin odak noktası yasamada, yargı biliminde, yargı kararlarında değil,  toplumun  kendisinde yatar. Hukuk sosyolojisinin temel  prensiplerine  dair her girişim bu özü içerir.”
-          Eugen Ehrlich
Ehrlich’in Sosyoloji Ve Toplum Anlayışı
Avusturyalı hukuk sosyoloğu Eugen Ehrlich’in (1862-1922) sosyal bilimden anladığı, genel olarak, insan toplumlarına ilişkin bilimsel çabaların yekûnüne göndermede bulunur. O da, çağının etkisiyle, toplumların bilimsel incelemenin nesnesi haline getirilmesini, onların anlaşılması için zorunlu görür. Ehrlich’e göre toplum, insanların birbirleriyle karşılıklı ilişkiler içinde bulundukları toplumsal birlilerin toplamıdır. Bu birlikler, ona göre, farklıu yapı özelliklere sahiptir. Toplumsal birliği, diğerleriyle ilişkilerinde belirli davranış kurallarını kabul eden ve davranışlarını bu kurallara göre düzenleyen insan çoğullukları olarak tanımlanır. Kiliseler, siyasi partiler, aile vs. toplumsal birliklere örnektir. Toplumsal birlikler ve bunlarda gözlemlenebilen toplumsal düzen sabit ve değişmez olmayıp eski toplumsallıkların yok olduğu, bunların yerine yenilerinin geçtiği ve bu süreçte içeriksel olarak da daimi değişikliklerin yaşandığı bir dinamizm söz konusudur.

Toplumsal Birlikler Ve Hukuk
Toplumsal birlikler, Ehrlich’in hukuku da içinde gördüğü toplumsal olgulardır. Ehrlich toplumsal birliklerin içsel düzenini hukuk normlarının sağladığını düşünür. Hukuk normu, genel olarak, davranış kuralıdır. Bir davranış normu olarak hukuk normları, toplumsal birliklerde bulunan bireylerin birbirleriyle ilişkilerinde kabul ettikleri ve davranışlarını ona göre düzenledikleri için toplumsal işlevlere de sahip olan toplumsal olgulardır ve toplumdan ayrı ele alınamazlar. Eğer bu kurallar toplumsal yaşamda dolaşımda iken aksıyorsa, toplum zayıflar ve parçalanır.

Ehrlıch’in Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımı
Hukukun içinde yer aldığı toplumsal birlikler, dolayısıyla, hukukun kaynaklarının da zengin ve karmaşık bir zemin üzerinde yer almasına neden olur. Sosyolojik bakış açısından hukukun merkezi noktasını gerçek yaşamdaki yani toplumsal birliklerdeki kurallar, hukukun çevresini ise devlet ve yargısal eylemler oluşturur. Bu nokta Ehrlich’in hukuk sosyolojisini nerede konumlandırdığı meselesine geçişi de sağlar. Ona göre hukuk toplumsal bir olgu olduğundan, hukuk bilimi de topluma dair bilim olan sosyolojinin bir alt dalıdır. Hukuk sosyolojisi teorik hukuk bilimidir. Hatta terimin tam anlamıyla hukuk bilimi, hukuk sosyolojisidir. Zira hukuk sosyolojisi yasalardan ya da yargı kararlarından bağımsız (bu unsurlarla pratik hukuk bilimi ilgilenir) biçimde salt toplumsal olgularla ilgilenecektir.

Ehrlıch’in Hukuk Sosyolojisinde Yöntem
Ehrlich’e göre hukuk sosyolojisinin iki bilgi kaynağı vardır:
-          Hukuk dokümanları,
-          Gözlem.
Ehrlich’e göre modern dönemler için hukuk sosyolojisinin en önemli bilgi kaynaklarından ilki modern hukuk dokümanlarıdır. Burada bahsedilen hukuk dokümanları, daha ziyade, yargı kararlarıdır. Ona göre hukuk dokümanlarından, içerikleri itibariyle, topluma, ekonomiye ve yasama politikasına dair çıkarsamalar yapılabilir.
Ancak Ehrlich’e göre hukuk dokümanları, toplumda dolaşımda olan bir olgu olarak hukuku ortaya çıkarmak için tam olarak yeterli değildir. Zira yargı kararları dahi hukuksal yaşamın yeterli bir profilini çıkaramaz. Bu nedenle hukuk sosyolojisinde asıl önemli yöntem, yaşamın doğrudan gözlemlenmesidir.

Ehrlıch’in Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımının Özü: Yaşayan Hukuk
Ehrlich hukuk sosyolojisinin konusunun yasalardan ya da yargı kararlarından çok sosyolojik bir bakış açısıyla toplumsal birliklerde görülen hukuk kuralları yani hukuk olguları olduğunu düşünür. Ehrlich bu düşüncesini yaşayan hukuk (lebendes recht – living law) kavramıyla ortaya koyar. Yaşayan hukuk, pozitif hukuk metinlerinde vazedilmemiş olsa da, yaşamın kendisine hakim olan hukuktur. Pozitif kurallar, ona göre, gerçek hayatta yaşamı yönlendiren kurallar olmayıp onları yapanlar ve uygulayanlarca davranış için bir “olması gereken”i ifade ederler ve bunların davranışları gerçekten yönlendirip yönlendirmediği meselesi ampirik bir incelemenin konusudur. Oysa toplumsal yaşamda uyulan kurallar olarak yaşayan hukuk uyuşmazlıkları önleme, uyuşmazlık ortaya çıktığında ise devletin hukuksal kurumlarına gitmeden bu uyuşmazlıkları çözme işlevini haizdir. Pozitif hukuk kurallarının koyucusu devlet iken, yaşayan hukuk toplum içinde ve toplum tarafından yaratılır. Başka bir ifadeyle, yaşayan hukuk, toplum üzerinde yer alan bir yasa koyucunun bilinçli bir yaratımı olmayıp kendiliğinden süreçlerde varlık bulur. Bu bakımdan yaşayan hukuk normları, toplumsal olgular olarak toplumsal birliklerin içsel düzenlerini sağlayan ve kendileri de birer olgu olan özelliktedir.
Ehrlich’in hukuk sosyolojisi alanında, toplumsal birliklerin heterojen hukuklarından bahsetmesi ve bunu kuramsallaştırması nedeniyle, hukuki çoğulluk (legal pluralism) tartışmalarının kuramsal temellerini attığı kabul edilir.

NICHOLAS S. TIMASHEFF (1886-1970)
Hukuk sosyolojisi yeni bir bilimdir ve genel olarak kabul edilen etik-hukuksal normlarca belirlendiği ve bu normları etkilediği ölçüde, toplumdaki insan davranışlarını konu edinir.”
-          Nicholas S. Timasheff

Rus hukuk sosyoloğu Nicholas S. Timasheff (1886-1970) modern hukuk sosyolojisinin kurucularından sayılır.

Tımasheff’in Bilimleri Sınıflandırışı Ve Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımı
Timasheff genel olarak bilimleri ideografik ve nomografik bilimler biçiminde ikiye ayırır. İdeografik bilimlerin konusu tasarımlarken nomografik bilimlerin konusu olgulardır. Timasheff bu ayrımı hukuk üzerine gerçekleştirilen bilimsel çabaları sınıflandırmak için de kullanır. Buna göre iki bilim vardır:
-          Hukuk Bilimi (jurisprudence),
-          Hukuk Sosyolojisi
Timasheff’e göre hukuk biliminin amacı pozitif hukuk normlarını incelemektir. Hukukun bilimsel olarak ele alınışından genel olarak anlaşılan bu anlamdaki hukuk bilimi olmuştur. Hukuk bilimi tekil hukuk normlarını açıklamalaya, bu normların diğer normlarla bağlantılarını incelemeye ve bunları sınıflandırarak özel sistemler içinde ele almaya çalışır. Ancak hukuk sosyolojisi bu pozitif normlardan çok genel olarak insan davranışlarını konu edinir. Bu davranışlar hukuk normlarında belirlendiği ve kendileri de hukuk normlarını belirlediği ölçüde hukuk sosyolojisinin konusunu oluştururlar. Bu itibarla, geleneksel hukuk bilimi ideografik bir bilimken hukuk sosyolojisi nomografik bir bilimdir. Timasheff’te hukuk sosyolojisi, nomografik bir bilim olarak hukuk normlarıyla toplumsal davranışlar arasındaki ilişkiye dair nedensel yasaları bulmaya çalışır.

Tımasheff’in Hukuk Sosyolojisinde Yöntem
Nomografik bir bilim olarak hukuk sosyolojisinin hukuksal olguları nasıl inceleyeceğine dair soruya Timasheff gözlem ve deney yöntemleriyle cevap verir.
Timasheff’e göre tüm bilimler gözleme dayanır. Hukuk sosyolojisinde iki tür gözlem vardır. Bunların ilki olan içe bakışta bir kimsenin hukuka uygun ya da aykırı davranması gibi durumlarda o kişinin zihin durumunun incelenmesi gerekir. İkinci gözlemleme tipi ise hukukun belirlediği insan davranışlarına ilişkindir. Özellikle hukukun etkinliği meselesi bu bağlamda dikkate alınır.
Gözlemlemenin dışındaki metot deneydir. Buradaki deney bir laboratuvar ortamındaki deneyler anlamına gelmez. Daha ziyade toplumsal deneyimlerin ölçülmesi anlamındadır. Özellikle test aracılığıyla toplumsal deneyimler ve onlara yüklenen anlamların ölçülmesi söz konusudur.

Tımasheff’e Göre Hukukun Toplumda Tuttuğu Yer
Timasheff’te hukukun içinde yer tuttuğu toplumsal eksen toplumun uyum içinde bir aradalığı demek olan toplumsal koordinasyondur. Ona göre toplumsal koordinasyon toplumsal davranış örüntülerinin vazedilmesi iken bunun sonucu toplumsal düzendir. Toplumsal düzenin iki unsuru vardır. Bunlardan ilki, hukuk kurallarının bağladığı kişilerce kabul edilip bunlara uyulması iken ikincisi, kabul edilip uyulan hukuk kurallarının, bu kurallarca kendisi de sınırlanacak olan merkezi iktidar tarafından desteklenmesidir.

Tımasheff’in Hukuk Sosyolojisi Yaklaşımının Özü: Etik-Buyurucu Koordinasyon Olarak Hukuk
Görüldüğü gibi Timasheff’in hukuk sosyolojisi yaklaşımında hukuk, bir toplumsal koordinasyon biçimidir. Hukuk denilen toplumsal koordinasyon biçimini diğerlerinden ayıran ise onun etik-buyurucu karakteridir. Bu durum Timasheff’in hukuku nasıl tanımladığı aktarıldığında daha net biçimde ortaya çıkacaktır. Ona göre,
“Hukuk kuralları etik kurallar ve normlar olup her hukuksal davranış örüntüsü bir ‘olması gereken’ ifadesini barındıran bir önermedir. Aynı zamanda hukuksal davranış örüntüleri bir merkezi iktidar ve onun koordine edici etkinliği tarafından desteklenir.”
Bu hukuk tanımından hareketle Timasheff’in ‘etik’ten ve ‘iktidar’dan ne anladığının da ortaya konulması gerekir.
Timasheff ‘etik’ ile, genel olarak, bir “olması gereken” düşüncesini anlamaktadır. Ona göre davranış, davranışa etik değerler yükletildiğinde etik hale gelir. Bu yüzden her etik incelemesi aynı zamanda bir değer incelemesidir. Nomografik bir bilim olarak sunulan hukuk sosyolojisi bu değerleri metafizik ya da tasarımsal bir zeminde değil, insan davranışlarında cisimleşmeleriyle beraber inceler. Zira değerler insan davranışında cisimleşir, davranışı belirler ve ona özel bir anlam yükler. Değerler bu şekilde cisimleşip nedensel olarak belirlenmiş bir süreçte rol oynadıklarında nomografik bilimlerce ve dolayısıyla hukuk sosyolojisince incelenebilirler.
Timasheff’in hukuk sosyolojisi yaklaşımında buyuruculuk unsuru iktidar ile açıklanır. Ona göre buyuruculuk bir toplumsal grubun belirli mensuplarının davranışlarının, grubun diğer mensuplarına tabi biçimde belirlenmesi demektir. Belirleyici olan grup mensupları davranışlarıyla hakimiyetlerini sergilerler ve bu hakimiyet iktidar olgusunu belirler. Timasheff iktidarın içinde ortaya çıktığı toplumsal grupların ortak özelliğini iki kutuplu olmalarıyla açıklar: aktif kutup ve pasif kutup. Ona göre aktif bir iktidar merkezi olmadığında orada hukuktan bahsedilemeyecektir. Ne zaman bir uyuşmazlığın toplumsal normlar aracılığıyla çözülmesinde aktif iktidar merkezi rol oynar ve bu rol iktidarın daimi bir işlevi haline gelir, o zaman hukuktan bahsedilebilir.

Hukukun Sosyolojik Ölçütleri
Timasheff’in bu yaklaşımı, hukukun sosyolojiye ilişkin ölçütlerini belirlemede yardımcı olmuştur. Bu ölçütleri şöyle sıralayabiliriz:
-          Verili bir toplumsal çevre; bu, iktidar merkezinin etkinliğini yürüttüğü toplum veya toplumsal gruptur. Toplumsal çevre büyük bir toplum olabileceği gibi bir toplumsal alt grup da olabilir.
-          Normatiflik; bu, ilgili normun düzenlediği alandaki uyuşmazlıklarda iktidara tabi durumdaki herkese uygulanabilir olması demektir.
-          İktidar Merkezi; norm ihlaline bir iktidar merkezince tepki verilmesi, normun iktidar tarafından desteklenmesi demektir.
-          Yargılama; uyuşmazlığın çözülmesi bakımından bu uyuşmazlığa denk düşen normu saptamak ve buna göre uyuşmazlığı ele almak demektir.
-          Yaptırım; normun ihlali saptanmışsa iktidar organları aracılığıyla ve daha sonra da benzer olaylarda uygulanacak düzenlilikle cezai ya da tazmini bir tepki verlmelidir.
-          Karşılık verememe; bu, yargılamayı yapan iktidar merkezinin güç kullanabilme kapasitesini gösterir ve yaptırıma maruz kalanın buna karşılık verme olanağının bulunmaması anlamına gelir.

BÖLÜM 4
TOPLUMSAL DÜZEN VE İNSAN KİŞİLİĞİ

Giriş
Hukukun temel işlevi toplumsal düzeni temin etmektir. Ancak bütün toplumlara ve insanlara uygulanabilecek ideal bir düzen formu da mevcut değildir. Dolayısıyla, her toplumda aslında, varolan bir toplumsal düzen vardır, bu toplumların içeriği de birbirinden farklı olduğundan, hukuksal-siyasal-kültürel elemanların etkileri ile toplum devamlılık kazanır. Bu üçlü etkideki en önemli rolü ise siyasal iktidara aittir.
Hukukun toplumsal düzen bakımından işlevinin ne olduğunu anlamamız için şu iki husus gözden kaçırılmamalıdır.
1- Hukuk, toplumu denetleyen başka değerlerle birlikte hareket eder. Bazen bu değerleri tamamladığı gibi bazen de onlarla kesişen bir işleyişe sahiptir.
2- Hukukun düzenleme alanına dahil ettiği toplumsal ilişkilerin genişliğine göre, diğer kültürel veyahut siyasal değerleri de dönüştürebilme yeteneği vardır.
Bu her iki durumda da, hukukun rolünü anlayabilmek için, hukuka uyan bir özne olan insan ile bizzat eylemde bulunan aktör olarak insanın hukukla olan ilişkisi önemlidir. Bu da şu demektir: toplumsal düzenin başarılı bir şekilde devamı için hukukla insanın karşı karşıya gelmesi, yani hukukun yargılama kapsamına aldığı insan davranışlarının birer ihlal biçiminde varlık bulması gerekir. Çünkü düzenin başarılı devamını sağlayan şey bireyin uyma davranışıdır. Bireyin hukuka uyma davranışının aydınlatılması için de, insan kişiliğinin ve bu kişiliğin toplumsal düzene paralel ve aykırı yönleri dikkate alınmalıdır.
Bireyin hukuka uyması ile toplumsal düzen arasındaki ilişkiyi, iki önemli düşünürün yaklaşımlarıyla açıklamak mümkündür. Bunlardan ilki olan Weber’e göre, modern toplumda insanlar kendilerine verilmiş olanaklar çerçevesinde rasyonel davranarak topluma uyum sağlamaya çalışır. Bir diğer düşünür olan Foucault’ya göre ise, bireyin benliği iktidar tarafından düzenlenir. Birey aykırı bir davranışta bulunduğu zaman bu; hapishane, infaz veya akıl hastaneleri gibi iktidar düzenekleri yoluyla kontrol altına alınır. Bu görüşler oldukça önemli olmakla birlikte, bize, toplumsal kültürü daha geniş biçimde ele alan görüşler gereklidir.
Her toplumda mevcut toplumsal yaşam koşulları bulunduğundan, birey kendi davranışlarında, verili olan bu çerçeveyi dikkate alır. Ancak hukuk düzeninin ilgi alanına bireyin her davranışı girmez. Hukuku ilgilendiren, bireyin sapma davranışıdır. Yani birey sapma davranışı yoluyla, verili olan bu koşulları pekala kendi çıkar veya arzusu için bastırabilir. Bu sapma davranışı normun pozitif varlığını işlemez hale getirdiğinden, bu davranışlar karşılığında negatif bir yaptırıma maruz kalır.
Hukuk normları gibi bütün toplumsal normlar, toplumsal düzende öngörülebilirlik temin ettiği için bireylerce alışkanlıkla veya bilinçli şekilde sürdürülürler. Yani hukuk da aslında diğer normlar gibi, hatta onları takip ederek bireyler tarafından alışkanlıkla sürdürülebilirlik kazanır. Hukukun da yolunu izlediği bu toplumsal normlar nelerdir diye bakacak olursak;

-          Örf ve adetler: Bu kurallara, eskiden beri toplumsal düzeni sağladığı inancıyla ya bilinçsizce uyulur ya da tecrübe edilmişliğine olan inançla bilinçli bir şekilde sürdürülür.
-          Teamüller: Örf ve adete benzemekle birlikte daha dar ve gruplaşmış toplumsal grupları ilgilendiren kurallardır. (tacirler arasında vb)
-    Ahlak kuralları: Bireylerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkisinin sürdürülmesinde vicdani yaptırımı önceleyen kurallardır.
-   Din kuralları: Ahlak kurallarına dinsel otoritelerce yaptırımın eklenmiş halidir. Ancak ahlak kurallarından farklı olarak bireyin bu kurallara uyup uymadığı -hukuk gibi- çeşitli kurumlarca denetlenir.
-      Görgü ve nezaket kuralları: Ortak kültürü paylaşan bir toplumsal alt gruptaki bireyler arasında uygulanan davranış kurallarıdır. Bu kurallar sıklıkla üst konumda yer alan zümrelere aittir. Ortaçağ’da şövalyeler, diplomasi mesleğindekiler örnek olarak gösterilebilir. Bu kuralların ihlalinde yaptırım genel olarak dışlamadır. 
-        Moda: Moda kuralları iki bakımdan diğerlerine göre daha yakın tarihlidir ve onlardan ayrılır; ilki, moda kapitalizme ait bir kavram olduğundan değişen toplumun estetik ve tüketim alanındaki yansımasıdır. İkincisi, postmodern koşullardaki tüketim kültürü modayı oldukça üst seviyeye çıkarmıştır ve toplumsal statü arayışlarına eşlik eder hale gelmiştir. Moda kurallarının yaptırımı, kişinin bu standartlara uyan gruptan dışlanması şeklinde görülür.

Bütün bu toplumsal kurallar negatif yaptırımla desteklenir. Negatif yaptırımla kastedilen çıkar ihlalinin sonlandırılması veya bu ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır. Yaptırım, örgütlenmiş ya da topluma yayılmış şekildedir. Örgütlü yaptırımın özelliği; kuralın kesinliği, ihlal edilen çıkarın tanımı,  ihlale karar verenin yetkisi ve ihlal ile karar veren arasında denkliğin olmasıdır. Nitekim hukuksal yaptırımlar bu türe girer. Yayılmış yaptırımlar, örgütlü yaptırımların gözlemlenmesiyle yapılan genellemelerle ulaşılan yaptırımlardır. Yaptırımların her ikisi de toplumsal grupların uyma davranışı ile ilişkilidir. Toplumsallığın her türünün kendine özgü yaptırımları vardır. Hukuk veya başkaca bir norm ihlal edildiğinde yaptırım kendiliğinden harekete geçmez, birinin veya birilerinin yaptırımı harekete geçirmesi gerekir. Harekete geçiren, hukukta, kamu adına davranan kişidir. 
Bireylerin gerek hukuk gerekse toplumsal norm sistemlerine uymalarının çıkarlarıyla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu uyum kişinin başının derde girmemesini temin eder dolaylı olarak da pozitif yaptırımla desteklenir. Haferkamp ve Lempert’in işaret ettiği gibi, sözleşmeye dayalı ticari ilişkilerde bu çıkar ilişkisi en üst seviyeye çıkar. Buralarda, negatif yaptırımları destekleyen şey sözleşme koşullarına uymanın getirdiği çıkar yani pozitif yaptırımlar destekler. Kişiye yönelik bu pozitif yaptırımlar, yani norma uymaya ödül beklentisi hukuk kurallarına uyumu kolaylaştırmanın da bir yolu olarak gözükmektedir. Sosyal psikolog Hortaçsu, toplumsal gruplara yönelik araştırmasında uyma ve ihlali yoğunluklarına göre değerlendirmiştir. Bu araştırmaya göre, hukukun dışında kalan toplumsal normların hepsi kabul edilebilir ölçüde davranış genişliği tanımaktadır yani çok sıkı ölçütler getirmemektedir. Bu normlardaki ihlal sayılan davranışlarda yaptırımı gündeme getiren şey, norma uymayı ideal düzeye getiren bir tepki noktasının belirlenmesidir. Bu ideal biçimde belirlenen eşiğe göre yaptırımlar gündeme gelir.

Kural ve Kurum Türü

Yaptırım
Yaptırımın
Şekli
İhlal Edilen Çıkar
Rasyonellik
 Hukuk


Örgütlü

Negatif

Tanımı birey- üstü veya toplumun tümüne ait
+

 Ahlak, örf ve adet, teamül
Örgütsüz ve yayılmış
Negatif ve pozitif
Topluma ait ve/veya bireysel
-
 Politika
Örgütlü veya örgütsüz
Pozitif ve negatif
Politik gruba ait ve bireysel
+
-
 Tablo:  Toplumsal kurallar ve yaptırım türleri

Kültür Ve Toplumsal Normlar
Bir toplumda, hukuk olmasa bile toplumsal yaşam, toplumsal normların oluşturduğu düzen sayesinde devam eder. Bu şu anlama gelir: toplumsal düzen hukuk öncesinde de vardır ve bu antropolojik anlamıyla kültürden kaynaklanmaktadır.
Kültür bir normlar ve değerler sistemidir. Farazi olarak birbirine eşit insanlardan oluşan devletsiz bir topluma baktığımızda bireyin yaşamına düzen ve standart getiren normlar toplumsal yaşamın girdisini oluşturur. Normların ortaya koyduğu usuller, bireyler arasında iletişim, mübadele yoluyla sürdürülür. Levi Strauss’un formülasyonuna göre, ilkel toplumlardaki bu tip mübadeleler üçe ayrılır;
-          Objelerin mübadelesi
-          Ses birimlerinin mübadelesi
-          Kadınların mübadelesi
Bunlardan ilki ekonomik düzene, ikincisi dile, üçüncüsü de hısımlık yapısına yol açar. Başka bir saptama yapılması gerekirse de, mübadelenin tarafları bireyler veya gruplar olduğuna göre, bunların hak sujesi bakımından eşit olması ve ellerinde mübadele edilebilir şeyin bulunması gerekir. Pek tabiî ki mübadelenin var olabilmesi için de ekonomik altyapının bulunması gerekir. Bu mübadele türlerinde ekonomik altyapıyı sağlayan şey objelerin mübadelesidir.
Kapitalizm öncesinde üretim süreci el emeğine dayanan bireysel süreç olduğundan mübadele edilecek değer de onun doğadan alıp işlediği objelerdir, yani onun kişisel mülkiyetine tabi ürünlerdir. Toplumsal normlar bakımından mübadelenin önemi şurada yatar; insanlar toplumsal ilişkilerini üç şekildeki mübadele ilişkisi olarak devam ettirir ve bu ilişkilerin yürütülüş şekli normlarca belirlenir. Toplumsal normların oluşması uzun bir zaman sürecinde kimsenin bilinçli müdahalesi olmaksızın gerçekleşmiştir. Bunları, insanların psikolojileri dışında başka bir hareket noktasına dayanarak bilimsel olarak açıklayabilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle birbirinden farklı üç adet paradigmadan hareketle, toplumsal normların insan ilişkilerinde oluşumunu ve etkisini analiz edebiliriz.

1.      Normların Oluşumuna Davranışçı Açıklama
İnsanların öğrenme ile elde ettikleri kültürel bilgi toplumsal davranışı yönlendirir. Bu nedenle kültürün yani kültürü oluşturan normların ne şekilde geliştiğini inceleyen gözlemler iki güçlükle karşı karşıya kalır;
-          Sosyal normun olmadığı yaşam durumunu olağan koşullarda saptamak olanaksızdır.
-          Bu konuda bir gözlem yapılmak istendiğinde normun oluşumuna kadar çok fazla süre geçeceğinden araştırmacının gözlemini sonlandırması zor olacaktır.
Bu zorluklardan ötürü gözlem ve deney metodu yerine toplumsal normlar için çeşitli varsayımlar ele alındıktan sonra onları doğrulayan gözlem ve deney yöntemi kullanılmıştır.
Sosyal normların oluşumu bakımından biopsişik yaklaşımda; hareket noktasını haz olarak alan Bentham’a bakmak gerekir. Ek olarak Sumner’a göre de, insanın dış dünyayla ilişkisi haz ve acı ikilemine göre sınıflandırılır. Normlar grubundan yoksun bir insan farz ettiğimizde bu ikileme göre insan, dış dünyayla ilişkisinin sonuçlarını bilinçdışı olarak sınıflandırır. Kültürün bulunmadığı koşullardaki insan veya insanımsı primatlar sadece güdü ve dürtüleriyle (açlığını giderme, savunma) hareket eder. Bu da bu insanların asgari toplumsal örgütlenmelerini çeşitli amaçlar için de olsa oluşturduğunu gösterir. Bu koşullarda kültür olmasa da insanın öğrenme yeteneği ve iktidar ilişkileri aracılığıyla aralarındaki iletişim toplumsal norm sürecinin ön koşullarını oluşturur.
Öncelikle tekil insan, güdü ve dürtülerinden kaynaklanan yaşamsal çıkarlarını temin etmek için yaptığı denemelerin sonuçlarını haz ve acı olarak sınıflandıracaktır. Bunun sonucunda da birey haz olarak nitelendirdiği davranışları alışkanlıklara dönüştürür. Bu noktada bireyde sabitlenmiş olan haz veren davranış, aynı güdü ve dürtüye sahip diğer insanlar tarafından da taklit yoluyla sürdürülmeye başlar. Burada, tatmin durumu haz, tatminsizlik durumu da acı olarak algılanacaktır. Bu ikilem sonuçta haz olarak tatminle sonuçlanan davranışları birey yönünden standartlaşmış alışkanlıklara dönüştürür. Alışkanlık oluşumu bilinçdışı bir süreçtir; biz -zararlı alışkanlıklarımızda da gördüğümüz gibi- alışkanlığın nasıl oluştuğunu bilmeyiz, sadece haz duymamız bizi elimizde olmadan (yani bilincimizin aksi yönde davranışı emrettiği durumda bile) alışkanlığı sürdürmemizi ağlar. Alışkanlık, haz temin eden davranışın sonucu olduğu kadar, bu aynı hazza ulaşmanın bilinen yolu haline de gelir; alışkanlık ile yaşamsal bir ihtiyacı gidermek insana zaman ve enerji tasarrufu temin eder. İfade edilenler, aynı şekilde algılandığı ölçüde, bunlara öykünebilecek diğer insanlar için de doğrudur.
 Buradan da anlaşılacağı üzere Sumner’a göre, tekil bireydeki alışkanlık oluşumunun toplumsal cephesi ilkel koşullarda örf ve adet olarak karşımıza çıkar. Yani insan alışkanlık edindiği bu normları gelenek olarak sürdürür. İnsan yaşamına ait belli bir sorunu bildiği bir yolla çözebiliyorsa, en iyi yol bildiği yoldur; dolayısıyla, bunu gelenek olarak sürdürür. Bu yol doğru da olmayabilir; sonradan doğru olmadığı saptanmış alışkanlık veya bilgiler de bulunur. Bunların yerleşmesi, sağladığı haz duygusundan kaynaklanır. Örneğin mit ve büyü gibi, genellikle modern toplumun insanı açısından boş inanç olarak görülen bilgiler, aslında bunlara inananlar yönünden yaşamlarındaki gerilimi ortadan kaldırdığı için haz temin eden bilgi hükümleridir. Modern toplumda resmi tutum bilimsel bilgilerin bağımsız bir değer olduğu kabuludur. Fakat bilimsel verilerin değer olarak kabul edilebilmesi için insanın dış dünyasının belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış olması gereklidir. Böylece bilimsel bilgiye olanak veren koşullarda ancak insan soyut kavramlarla düşünme, dış dünyayı gözlemleme ve tasarımlama gücüne sahip olur.
Bireysel mahiyetteki alışkanlık ve toplumsal olan gelenek sadece sosyal ilişkileri değil, teknik bilgiyi yani hayatı sürdürmeye yönelik üretim süreçlerini de içerir. Sumner’ın da parmak bastığı nokta, insanın yaşam durumuna uygun çözümleri bizzat kendisinin ürettiği gerçeğidir. Darwin’in örneğine göre, bir meyveye tesadüfen bir sopa aracılığıyla ulaşan maymun daha sonra o sopayı saklıyor ve üzerinde mülkiyeti olduğunu gösteren davranışlar sergiliyor. Bu örnekler şüphesiz artırılabilir fakat biz şunu anlıyoruz ki, insanlaşma ölçüsünde öğrenme kapasitesi de artıyor. Ancak doğadaki nedensellik temelli bu davranışlarla toplumu düzenlemeye yönelik davranışlar muhteva olarak birbirinden farklıdır. Hukukçular için ilki “olan”a ikincisi “olması gereken”e işaret eder.
Haz/acı ikileminde ortaya çıkanın “olan”la ilgili olduğu ve hem analitik mantık hem de hukuk açısından “olan”dan “olması gereken”in çıkarsanamayacağı kabulüne dikkat edelim. Bu kabulün nedeni, bir analitik önermenin ancak büyük önerme durumuna getirilebilir daha tümel mahiyette bir analitik önermeden kaynaklanarak anlaşılabileceği konusundaki haklı
çıkarsamaya dayanır. Oysa burada, haz/acı ikilemiyle en yalın düzeyde sınıflandırılan sonuçların kendisinden bir norm çıkarsanıyor değildir; bu alışkanlık olarak ifade edilebilecek bir algısal eğilim veya bir alışkanlığın ifadeye kavuşturulmasıdır. Ancak, insanın haz ile sonuçlanan davranışı sürdürme ve acı verenden kaçınma konusunda izlemesi gereken yolu ifadeye kavuşturması bir “olması gereken” ihtiva eden önermenin formüllendirilmesidir. Bu son formüllendirme başka “olması gereken” yani normatif içerikli önermeden çıkarsanmamış, özgün olarak inşa edilmiştir. Buna benzer normatif karakterli önermelerin mantıksal bir sistem haline getirilmesi, daha sonra, iletişim koşullarında uylaşımlara ulaşan insan zihninin bütünleştirici yetisi sayesinde olanaklı hale gelir. İnsanın dış dünyaya yönelik tepkileri bütün olarak ele alındığında, ilgi taşıdığı her bir “olan”ın başarılı bilgisi “olması gereken” konusunda yeni tasarımlar oluşturmasına kaynaklık eder; hatta bu da eğer insanlar “olması gereken”lerin tümünü mistikleştirecek bir noktaya ulaşırsa, dünyayı baş aşağı oturtarak bütün olarak bir büyük tasarımın eseri sayması noktasına dahi ulaşabilir. Ayrıca, hukukçu algılamasındaki “olması gereken”in “olan”dan çıkarsanamayacağı görüşü, hukukçunun kendisini normları koyan değil, ancak normları veri kabul eden bir konuma yerleştirmesinden kaynaklanan düşünsel eğilimle de ilişkilidir. Nitekim hukuk normu koyma ile ilgili olan yasama tasarrufu da, “olan”dan hareketle bir tasarımsal davranış modeli, yani bir “olması gereken” inşa eder.
Norm oluşumuna ilişkin öğrenme yaklaşımı temeline dayandırılan varsayım bir dizi gözlem ve deneyle doğrulanmıştır.  Sosyal psikolojide bu tür deneylere autokinetik başlığı altında toplanmıştır.

BİLGİ NOTU: Yrd. Doç. Dr. Zerrin SUNGUR,  DAVRANIŞ BİLİMLERİNE GİRİŞ,   
m.friendfeed-media.com/d53a4c04da1b7581a244d302ab3c6836cb4...
Karanlık bir odada bir ışık noktasına bir süre bakıldığında bu ışık noktası hareket ediyormuş gibi görünür. Otokinetik etki denilen bu algı yanılmasından yararlanılan bu araştırma üç aşamalı olarak yürütülmüştür.
1.       aşama: Daha önceden birbirlerini tanımayan bireyler karanlık odaya birer birer alınarak kendilerinden ışık noktasına dikkatlice bakmaları ve kaç santim hareket ettiğini tahmin etmeleri istenmiştir. Başta değişik tahminlerde bulunan her bir birey, birkaç tekrardan sonra kendisi için bir tahmin standardı oluşturmuştur.
2.       aşama: Araştırma kapsamındaki bireyler gruplar haklinde karanlık odaya alınmış ve tahminleri yüksek sesle yapmaları istenmiştir. Başlangıçta her birey kendi standardına uygun cevaplar verirken zamanla tahminler birbirine yaklaşmış ve grup kendisi için yeni bir grup standardı oluşturmuştur.
3.       aşama: Bu aşamada ise bireyler karanlık odaya tek tek alınarak tahminleri sorulmuştur. Bu aşamada kişiler tek başlarına olmalarına rağmen, ilk aşamadaki kişisel standartlarına değil, ikinci aşamada oluşan grup standardına göre tahminlerde bulunmuşlardır.

Sumner’ın varsayımı da insanlar arası iktidar ilişkisi sıfır olduğunda dahi norm oluşumunun gerçekleştiğini göstermiştir. Oysa iktidar ilişkileri hem norm oluşumunda hem de normun sürdürülmesinde, bu normları kendi çıkarına göre düzenlediğinden, oldukça önemli bir yere sahiptir. Normların bu anlamda belirleniminde iktidar arzuları kadar Ash ve Milgram’ın da belirttiği gibi uyma davranışları da önemlidir. Ancak toplumsal normlar toplumdaki nüfuz süreçlerinden bağımsız olamayacağından mevcut normlar, iktidar yapısına ters düşen bir kural olarak ortaya çıkamazlar. 

Not: Milgram Deneyi için şu makaleye bakınız: Philip Meyer, “Hitler İsteseydi Tanımadığınız Birini Elektrik Sandalyasına Oturtur ve Düğmeye Basar Mıydınız?” Çev. Ali Dönmez, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/504/6082.pdf

Toplumsal normlar norm sayılmalarından önce, insanların yaşam durumlarına düzen getirirler. Yani bu normlar toplumsal yaşama düzen katmadıkları ölçüde ortadan kalkar ve yerine yenisi gelir. Sözgelimi alışverişe ilişkin bir norm kendisinden önce gelen ve sonra gelecek olan normlarla uyum içinde olduğu sürece devamlılık gösterebilir. Aksi halde, yeni norm kendi dışında kalan tüm normları değişikliğe uğratır. Örneğin; mülkiyeti koruyan bir toplumsal normun etkin olabilmesi için hırsızlığı onaylayan bir normun olmaması gerekir.
Özetle, toplumsal normlar alışkanlıktan hareketle ortaya konulduktan sonra öğrenme süreciyle aktarılması kolaylaşır. Bu normlar dilsel olarak, din/mitos ya da herkesi ikna eden başkaca bir yöntemle aktarılır ki bunların nesiller arasında aktarımı daha kolaydır.
İnsanın toplumsallığı, içinde yer tuttuğu yaşam durumlarına göredir. Kültür ürünü olan bu durumlar statü veya rol olarak ayırt edilir. İnsan sosyalleşmesi sürecinde normları ve kültürü öğrenirken, toplum dışı kalamamak için bu statülere sığınır. Yani insan davranışlarının dışarıdan da tanımaya konu olması için toplumsal standartlaşmaya uyum göstermesi şarttır. İnsan kişiliği her durumda toplumsal kişiliktir ve bu toplumsal kişiliğin de temelleri kültürde yatmaktadır.

2.      Uyma Davranışı Hakkında Psikanaliz Kaynaklı Yaklaşım
Bu yaklaşımda dikkat etmemiz gereken nokta, normu ihlal eden kişinin kendisine yönelecek yaptırımı hesaba katmadan, kendisinde mevcut mekanizmadan dolayı norm ihlalini standart bir davranışa dönüştürememesidir. Norm ihlali ya kişinin kendini kontrole son vermesi sonucu oluşur ya nevroz sonucu özdenetim etkisiz hale gelir ya da mevcut düzene karşı çıkmasının ahlaki gerekçeleri vardır. Bu son husus bizim incelememizin dışında kalacak olan noktadır.
Freud’un psikanalitik yöntemine göre:
Bilinç, muhakememizi kullanabildiğimiz psişik süreçleri ifade eder.
Bilinç dışı, dış dünyadan edindiğimiz ve uyarım ve içgüdülerin işlediği alandır.
Bilinçaltı ise, bilincimizden atmaya çalıştıklarımızın toplandığı alandır. Bir önceki kategori ile bu kategorinin ortak noktası da bilinç dışında birleşir.  Bu üç psişik evreyi kesen diğer ögeler ise, id, ego ve süper egodur.
Ego, rasyonel düşünebildiğimiz alan,
Süper ego, bizim kişiliğimizi oluşturan norm ve yasaklamalar ve
İd ise içgüdülerimizin olduğu alandır.
Bu açıklamalar yoluyla her bir bireyin sosyal kurallara veya çocukluktan beri içselleştirdiği kurallara uyma davranışı kişilik oluşumuna göre farklılık gösteriyor diyebiliriz. Yani bireyler arasında norm ve yasaklara uyma farklı şekillerde tecelli edebilir.
Karmaşık toplumlarda basit toplumlardan farklı olarak –yukarıdan da anlaşılacağı üzere- tek bir kişilik modeli çizilemez. Çünkü norma uymanın kendisi insanların bunu içselleştirme düzeylerine bağlıdır. Süper ego bu anlamda insanın içindeki “polis” görevini görmektedir. Şahsi nevrozların toplumsal nedenlere dayandığı araştırmaları da göz önüne alınırsa kişiliğin, toplumsal sisteme göre şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yani Freud’a göre de, toplumsal örgütlenme ve norm sistemine göre kişilikler farklı özellikler göstermektedir. Freud’un cinsel bastırmalardan kaynaklı nevrozları tedavi için geliştirdiği bu yaklaşım hem toplumsal normların insan kişiliği içinde yer aldığını ortaya koydu hem de bu normların ego üzerinde baskı oluşturduğunu açığa çıkardır. Ego bu baskılamayı içselleştirdiği takdirde, kişilik bozukluğu olmayacaktır. Freud’un bu libido kuramında da görüldüğü üzere toplum içinde yaşamanın kendisi içgüdülerin toplumsala uyarlanarak kullanılması anlamına gelir.
Bu yaklaşımın bir başka özelliği ise, her bireyin verili normu farklı düzeyde içselleştirdiğini ortaya koymasıdır. Yani her bireyde gerçekleşen norm ihlali bireylere göre farklılaşabilir. Karmaşık toplumlarda da bu sebeplerden ötürü tek bir kişilik modeli görülemeyeceği gibi buradan hareketle norma uymanın neden problematik bir sorun olduğu da daha iyi anlaşılır.

3.      Bilişsel ve Ahlaki Gelişme Yaklaşımı
Freud’un çalışmalarında egonun bireyin kişiliğinde önemli bir işlevi olduğu gördük. Birey doğumundan itibaren toplumsallığı paylaşır ve bu beraberinde bir uyum sürecini getirir. Ancak birey her ne kadar bir toplumun içine doğsa da, doğum onu o toplumun üyesi yapmaya yetmez, ancak toplumsallaşma sürecinden sonra bu mümkün olur. Bu, doğumdan itibaren, olgun bir birey durumuna gelinceye kadar bireyin beyinsel (biyolojik) gelişimiyle birlikte ilerleyen bir toplumsal süreçtir. İlk kategoride bahsedilen öğrenme yaklaşımında sosyal normlar kendiliğinden yani bir alışkanlık sonucu oluşuyordu. Oysa bu yaklaşımda, insanın bilişsel özelliği ön plana alınır. Bu şu anlama gelir; insan, çözümler bulur, bunları başkalarıyla müzakere eder, hatta doğru olduğuna inandığı normları başkalarına zorla dayatır. Kapitalizmin sonucu olan özgürleşme koşulu altındaki kişilikleri de göz önüne alırsak, bu yaklaşımın önemi daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü gelişmiş kapitalist koşullarda birey kendine uyan kültürü seçebilecek kadar özgür imkanlara sahiptir. Modern toplumlarda akıl büyük ölçüde kişinin uyma ve kendini denetleyebilme yetisi anlamına geldiğinden, norma uymanın sadece süper ego baskısı nedeniyle değil, ona eşlik eden bu bilişsel süreçlerin ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
İsviçreli psikolog Jean Piaget 5-15 yaş arası çocuklar arasında, çocukluk evresinde gelişen toplumsallaşma, rasyonelleşme ve ahlaki gelişmeleri araştırdı. Çalışmasında, çocuğun bilişsel ve ahlaki gelişimine beyinsel gelişmenin ve çocuğun toplumsallaşmasının etki ettiğini ortaya koydu.
Piaget çocuktaki gelişim evrelerini şu aşamalara ayırmıştır:
(1) 0-2 yaşlar arasında ilk aşama; Çocuk aldığı bilgileri işlemeye başlar ve gerçeklik ve nasıl işlediğine dair kavramlar seti oluşturur. Çocuk bunu çevresiyle fiziksel etkileşime girerek yapar. Bu evrede çocuk fiziksel objelerle oynar, fakat görüşünün dışına çıktığında bu objelerin halen var olduğunu bilmez. Bu evrenin sonuna doğru çocuk bir objenin veya bir kişinin görüntüsünü aklında tutma kapasitesine ulaşır, hatta gerçekte var olmasalar bile bunu yapar.
(2) 2-7 yaşlar arasında pre-operational aşama; Bu aşamada çocuk halen soyut olarak kavramlaştıramaz ve somut fiziksel durumlara ihtiyaç duyar. Dili hızlı bir şekilde geliştirir ve kelimeleri ve görüntüleri çevreyle etkileşim için kullanır.  Çocuk herkesin dünyayı kendisi gibi gördüğüne inanır ve benmerkezcidir. Dahası, şekil değiştiği halde miktarın değişmeyebileceğini anlamaz ve bir uyaranın sadece bir yönüne odaklanır.
(3) 7-12 yaşlar arasında concrete operations aşaması; Bu aşamada soyutlama yapmaya başlarlar. Fiziksel deneyimlerini yarattıkları mantıksal yapılarla açıklarlar. Çocuk aynı zamanda soyut problemleri çözme kapasitasine ulaşır, örneğin matematik problemlerini belirli nesnelerle değil, sayılarla çözer. Fakat düşünüşü, soyut fikirlerden çok temel olarak hala nesnelerle bağlantılıdır. Çocuk giderek daha as benmerkezci düşünür ve artan bir şekilde uyarıların bir yönünden daha fazlasına odaklanır.
(4) 12 yaş sonrasında çocuğun formel düşünebildiği aşama (formal operations). Kısaca, araştırmanın bütünü çocuğun nedensellik kategorisini henüz algılayamadığı nedensellik-öncesi (pre-causal) bir aşamadan, nedenselliğin algılandığı ve soyut kavramların kullanılabildiği nihai aşamaya yönelik bir gelişime işaret eder. Çocuğun bilişsel yapıları yetişkinlerinkine benzer bir hale gelir.
            Nedensellik öncesinde çocuğun düşünüşü, somut, sezgi dayalı ve tekil fenomenlere ait -sınıflandırılmamış-  göstergeleri bitiştiren (bricolage), yani yap-takçı bir düşünüştür. Çocuk 2 yaş sonrasında genel ve soyut kavramları başarıyla kullanabilir ve rasyonel bir muhakemeye sahip hale gelir. Nedensellik öncesi düşünüşün acemi yap-takçılığı, aynı zamanda çocuğun dış dünyaya yönelik ilgisinin benmerkezci olduğu bir kişilik özelliğini karşımıza çıkarır. Yukarıda belirtildiği gibi, gelişim sürecin temelinde çocuğun beyinsel gelişmesiyle paralel sosyalleşmesi söz konusudur.
Rasyonel düşünüşün asıl olduğu 12 yaş sonrasında, öğrenme yaklaşımının şartlı refleks benzeri mekanizmasının yerini, önemli ölçüde öğrenenin de etkin olduğu interaktif bir mekanizma almaktadır.
Piaget’nin araştırması şunu ortaya koyar; rasyonel düşünüşün gelişmesiyle birlikte kişi yaşam ilgilerini, toplumsal işbirliğini de dikkate alarak oluşturur. Kendi ilgilerini toplumla paylaşınca düşünme eylemi bireyin zihninde ortaya bir şemaya eklemlenerek tutarlılık kazanır. Tutarlılık şu yolla oluşur; birey bir konudaki konumunu başka ilişkili konularla da çelişiksiz bir biçimde ortaya koymaya çalışır. Kişinin zihnindeki bu şema tutarlılığın çekirdeğidir. Bilişsel gelişme özetle bu şekildedir.
Bilişsel gelişmeye eşlik eden ahlaki bir gelişme de söz konusudur. Piaget 5-7 yaş arası çocukların mutlak biçimde kabul ettiği normların olduğunu söyler, buna immanent adalet denir. Yedi yaş sonrası çocukların ahlaki gelişiminde ise, bu adalet anlayışından uzaklaştığını ve daha gerçekçi bir adalet anlayışının oluştuğunu -moral realizm- nihayet 13 yaş sonrasında ise bu anlayışın asıl hal aldığını ifade eder. 5-7 yaş arasındaki evrede çocuğun zihninde ihlal davranışı ve buna uygulanacak yaptırım vardır, göz göz dişe diş bir karşılık anlayışı olduğunu söyleyebiliriz buna. Oysa moral realizm aşamasındaki çocuklarda ihlale karşı orantılı bir karşılık verme anlayışı vardır.
Piaget’in çocuğun ahlaki gelişimine ilişkin yaptığı bu saptama, ilkel toplumlardaki kıyas, daha sonra gelişen diyet ve tazmin anlayışı ve hatta suç ve haksız fiile ilişkin yaptırımların ferdileşmesinin daha iyi anlaşılmasına da büyük katkı sağlamaktadır.

Bütün Olarak Toplumun Kültürü Ve Bireyin Kişiliği
Bu bölümde, hakimin hukuk yaratırken, hakkında norm bulunmayan toplumsal ilişki tarzlarına teşmil eden normları nasıl yarattığını aydınlatılacaktır. Levi Strauss’un da söylediği gibi, toplumun kültürel varlığı ile bireyin varlığı arasında kayda değer bir ilişki vardır. Yani toplumun yapılaşması yine insanın eseri olan kültür koşulları altında gerçekleşmektedir. Kültürel sistem koşullarında insanlar statü ve rollere sahiptirler ve bunlara bağlı olarak, normlar aracılığıyla çeşitli şekilde davranmak zorundadırlar.  İlkel toplumlarda bu durum daha az görülür. Bütün bu sistem içinde beliren insanın kişiliği toplumsal kişiliktir. Kapitalist toplumlarda toplumsal karmaşıklıklar nedeniyle birden fazla kişilik tipleri vardır. Toplumsal normlara uyma ve ihlal, kişilik tipinin o toplumdaki özellikleri ve bireyin kendine özgü özelliklerine bağlı olarak değişir. Norm ihlalleri bireyin kendisinin alışık olmadığı durumlarda daha çok görülür.(işsizlik, kültür uyumsuzluğu vb.) Ek olarak, bireyin uyumunu zorlaştıran ve onu toplumdan dışlanmış duygusu yaşatan normlara da daha az riayet edilir. İşte yukarıda da değindiğimiz kültür üzerine yürütülmüş olan çalışmalar, bireyin kişiliği ile toplumun ilişkisini aydınlatmıştır. Kültürün ömrü bireylerin ömründen çok daha uzun olduğundan, bireyler her zaman toplumsal kuralları hazır bulur ve kendini sosyalleşme sürecinin özelliklerine bağlı olarak uyarlar. Yani biz, sosyalleşirken hazır bulduğumuz kültür elemanlarına göre düşünürüz.
Kişinin norma uygun davranışı, süper ego ile ego arasındaki denge sayesinde olur. Toplumsal normlarla ilgili olan bu mekanizma sayesinde hukuk normlarına uymada da aynı işlerlik geçerli hale gelir. Uymanın temin edilemediği noktada da sapma davranışı ve yaptırım gündeme gelir.

BÖLÜM 5
HUKUK VE TOPLUMSAL DÜZEN

Birey ve Toplumsal Düzen  
Toplumsal düzenin sürdürülmesinde bireylere rasyonel fail olarak süje işlevi yüklendiği belirtilmişti. Normlara uyma ve normların ihlali çıkarla ilişkili olduğu üzere, bireyin toplumsal düzene uyması rasyonel olduğu kabulünden kaynaklanan bir beklentinin eseri haline gelir. Bu noktadan itibaren, bireyin bilinçdışı süreçlerine vurgu yapan yaklaşım yerine, birey hedeflerini rasyonel olarak belirleyen, bunlara ulaşmada kullanılacak araçları da aynı şekilde tayin eden bir süje olarak ele alınacaktır.
Rasyonel davranış yani eylem, toplumsal normlar ve kültür koşullarında düşünüldüğünde Parsons’ın işaret ettiği gibi, bireyin düşüncesinde yer tutan bir bilişsel harita çerçevesinde cereyan eder. Bu koşullarda her birey başkalarıyla dayanışma ve/veya rekabetin veyahut her ikisinin de birden bulunduğu kaçınılmaz ilişkiler içindedir. Burada bireyin rasyonel mahiyetteki davranışı tekil veya başkalarıyla ortak hedeflerin olası araçlarla tahakkuk ettirilmesini amaçlar. Buradaki hedeflere varlık kazandıran unsur bireysel veya grupsal ilgi veya çıkarlardır. Kurumlaştırılmış olanların dışında kalan veya eylemin ilgili olduğu toplumsal olaylar çerçevesine uymayan davranış, ya hukuk düzenine bütünüyle aykırı olacak veya olumsuz sonuçları ortaya çıktığında hukuk tarafından himaye edilmeyecektir.
Kapitalist toplumdaki bireylerce icra edilen ekonomik davranış, toplumsal eylemin aydınlatılmasında bir model hizmeti görebilir. Ekonomik davranış rasyonel davranışa ait unsurların tamamını içinde taşıdığı gibi, başarısı sonuçlarına göre sınıflandırılabilen başkaca toplumsal eylemler de aynı model içinde yorumlanabilir. Burada, kişinin yaşam planında yer tutan belli bir hedefi gerçekleştirmek üzere uzun dönemli bir eylem planı, yani bir strateji oluşturduğunu düşünelim. Maynard Smith ve  daha sonra da Beniger tarafından geliştirilmiş “oyun kuramı” nı dikkate alalım. Bu kurama göre her kişi bir programa sahiptir; bu programı icra ederek hedef olarak tanımladığı sonuç veya sonuçlara ulaşacaktır. Bu hedef kural olarak tek bir eylemle gerçekleştirilemeyeceğinden, kişi, eylemlerini kendisini çevreleyen koşulların verdiği olanaklar ve koyduğu engellere göre aşamalara ayıracaktır. Burada planlanan her bir aşama tamamlandığında bir üst aşamaya geçilebilecektir. Bu eylemlerin sonuçları her durumda başarılı olmayabilir; değerlendirme hataları, dış koşullardaki değişmeler veya eylemin doğru saptanmasına rağmen, yanlış icra edilmiş olması nedenleriyle başarısız sonuç alınmış olabilir. Bu durumlarda, kişi eylem stratejisinin bütününde değişiklik yapmaz veya hedeflerinden tümüyle vazgeçmezse, bu aşamayı yeniden planlayarak hedefi doğrultusunda yeni bir eylem tarzı veya eylem önceliği oluşturacaktır. Teorik olarak, bu süreç kişinin hedeflerini gerçekleştirmesine kadar devam edecektir. Kişinin betimlenmeye çalışılan bu davranışı “stratejik davranış” olarak adlandırılmıştır. Bireyin modern toplum koşullarındaki eyleminin aydınlatılabilmesi ancak bu modele başvurularak olanak dahiline girebilir.

Bilgi Notu: Prisoner’s Dilemma

http://e-bergi.com/2007/Nisan/Oyun-Teorisi
İki kişi geride herhangi bir kanıt bırakmadan bir suç işlemiştir. Polis iki suçluyu da yakalayarak, birbirinden ayrı odalara koyar. Polisin elinde kanıt olmadığı için suçluları birbirlerine karşı kullanmayı planlar. Her bir suçlu suçu kabul ya da red etme hakkına sahiptir. Eğer suçlulardan biri suçu itiraf eder diğeri reddederse, itiraf eden ceza almazken, diğeri 10 yıl hapis cezası alır. İki suçlu da itiraf ederse 5’er yıl hapis cezası alır, ikisi de reddederse 1’er yıl hapis cezası alır.
Soruya ilk bakışta vereceğimiz cevap en az cezayı almak için iki suçlunun da suçu reddedeceği yönündedir. Ancak ayrıntılı incelediğimizde bunun doğru olmadığını görürüz:
  • Birinci suçlunun kabul ettiğini varsayalım, ikinci suçlu bu durumda suçu kabul ederse daha karlı olur. (İkinci suçlu suçu kabul ederse 5, reddederse 10 yıl ceza alacaktır.)
  • Birinci suçlunun reddettiğini varsayarsak da ikinci suçlu yine kabul ederse daha karlı olacaktır.(İkinci suçlu suçu kabul ederse ceza almayacak ama reddederse 1 yıl ceza alacaktır.)
Bu durumda ikinci suçlu suçu kabul edecektir. Aynı mantıkla birinci suçlu da suçu kabul edecektir.
----

Burada belirttiklerim meşruluk açısından tümüyle onaylanması gereken olarak da alınmamalıdır. Kapitalist toplum çıkar farklılıklarıyla ileri derecede bölünmüş bir toplumdur; herkesin kazandığı bir ortak iyi olmadığı gibi, birileri kazanırken diğerleri kaybeder. Bu sertliği giderebilmenin yolu, devletin ekonomik sıkıntı içinde olanlara yönelik yeniden paylaştırma faaliyeti olan sosyal devlet ilkesinin politika olarak benimsenmesidir. Kaybedenin yeniden kazanır hale gelmeyi bekleyecek kadar birikim ve olanağı yoksa, artık stratejik davranışını sistemin oyun kuralları içinde sürdürmesi için zorunluluk yoktur. Eğer kişi kendisine zaman kazandıracak gereçlerin katkısını bulamamışsa, radikal şekilde toplumun dışına itilecektir, yani artık o hayatta kalmayı sürdürebiliyorsa, ruh hastaları veya suçlular bölümündedir. Modern toplumda suçun yapısal bir sorun olması bir işleyişin sonucudur. Modern toplumda hukukun hangi işlevleri üstlendiğinin tartışmasını yapmak noktasına geldiğimizde, tanımı nasıl yapılırsa yapılsın, bu işlevlerin kişilik üzerinde denetim sağlanmasıyla temin edildiğini belirtebiliriz.
Modern toplum ile birlikte ahlakın özel alana ait bir kategoriye dönüşmesiyle, ekonomik ilişkiler alanı başta olmak üzere, düzenin korunmasıyla birinci derecede ilgili toplumsal eylemler ahlakla bağını kaybetmektedir. Önceki bölümde değindiğim üzere, Haferkamp ve Lempert gibi yazarların işaret ettikleri, sözleşmenin temel hukuksal kurum olarak rol oynadığı ekonomik ilişkiler alanındaki kuralların ahlak normları kadar derinlik taşımadığı, bunların daha ziyade pragmatik karakterde bir karşılıklılık düşüncesine eşlik ettiği bilinmektedir. Modern toplumda ekonomi alanı ahlaki bir alan değil, insanların kural olarak başkaca bir dolayıma başvurmaksızın çıkarlarına göre davrandığı bir alandır. Ekonomik çıkarları ahlakın denetimine tabi kılmak, batıda Ortaçağdan itibaren arzu edilmiş bir husustur, ancak kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde hüsrana uğramıştır. Dolayısıyla, ekonomi alanında çıkarların karşılıklılığı düşüncesi egemendir. Kurallar açısından, ekonomik aktörlerin sistemin bütününün işlemesi arzu edildiği sürece, insanların kurumlaştırılmış davranışlara uymasının gerekli olduğu yolunda bir uylaşım vardır.
Kişiliğin toplumsal sistem ve dolayısıyla da hukuk sistemi içindeki yerine işaret edecek olursak, bu noktada Schubert’in, bireysel kişiliği hukuk açısından ele almada dinamik bir yaklaşımı yaşama geçirmek istediği anlaşılıyor. Bu ana kadar yürütülen yaklaşım çizgisini izleyerek, hukuk düzeni açısından bireyin toplumsal kişiliğini iki yönde düşünmek gerekir. Bunlardan ilki, hukukun toplumda mevcut kişilik modelini aynen sürdürmeyi tercih etmesidir. Bunu özellikle yaşayan hukuk olgularında görürüz. İkinci durum, hukukun kendi topluma yönelik bilişsel haritası açısından toplumda mevcut bulunandan farklı bir kişilik modelini dayatmasıdır. Bu son durumu tipik olarak “ümmet mensubu”, “vatandaş” yönündeki gelişmede görebiliriz. Olağan koşullarda bu iki ideal model, yani hukukun koyduğu kişilik ideali ile bütünsel toplum çerçevesindeki halihazır toplumsal kişilik tipi, birbirine az veya çok yakınlaşma eğilimi içindedir. Burada, kişilik, öncelikle yukarıdaki gibi toplumdaki kültür aracılığıyla algılanan “toplumsal kişiliktir”. daha sonra hukukun bunu tanıması veya yeniden şekillendirmesi ölçüsünde "hukuksal kişilik"tir.
Verili bir toplum insanlardan oluşur, ancak tekil insan, fizyolojik ve psikolojik itki ve motiflerini toplumun temin ettiği yaşam koşullarıyla dengeleyebilmek suretiyle toplumsal yaşama uyum gösterebilir hale gelir. Bu, kendisi toplum dışı olan içgüdüler dünyasının itki ve ihtiyaçlarını toplumla uyum içinde kabul edilebilir çıkarlar olarak ifade etmek yoluyla gidermenin dinamik sürecidir. Burada iki temel tip olarak, uyumlu kişilik ile uyumsuz kişiliği dikkate alalım. Değişme taraftarı kişilik ise kısmen uyumlu kişilik özelliğindedir, ancak kültürün toplumdaki varlığının dışına uzanan küresel kültürden de güçlü şekilde etkilenmiş durumdadır. Uyumsuz kişilik ise, ya toplumsalı hiç paylaşmadığı için, sadece fizyopsikolojik olanları dikkate almasından, ya da toplumun en uç noktada bütün olarak değiştirilmesini arzulayan olağanüstü derecede ahlaki bir kişilik özelliğine dayanmasından kaynaklanır. Bu son belirttiğim ahlaki kişilik, toplumda oldukça seyrek sayıda rastlanılabilir -hatta pratikte rastlanılmayacak- olan büyük ölçüde kurmaca bir örnektir. Toplumsalı paylaşma niyeti hiç olmayan, sadece arzu ve tüketim sınırında fizyopsikolojik unsurların egemenliğindeki uyumsuz kişiliklerin sayıları giderek artmaktadır.
Bireysel davranışı rasyonellik yönünde zorlayan kapitalist toplumun kendisi, gerçekte hedefleri olmayan bir toplumsal düzendir. Toplum, kendisi akla göre örgütlü değil, ancak içinde barındırdığı bireysel rasyonellikler ölçüsünde iletişimsel bir rasyonelliğin olabileceği inancını belli ölçüde taze durumda tutan bir yaşama düzenidir; bu açıdan, modern toplum kendisi rasyonel olamamakla birlikte rasyonelleştiricidir.
Toplumdaki rasyonellik, bireyler arasındaki ilişkilerin toplumsal uyum koşullarında cereyan ettiği veya insanların uyumu tercih ettikleri ölçüde varlık kazanır. Rasyonellik, bilinçli şekilde paylaşılan ve bu yolla kabul gören bir zihin durumudur. Ancak, toplumsal çatışma veya çatışmaya yol açan faktörler, bize rasyonelliğin işlemediği durumların ihmal edilir düzeyde olmadığını gösterir; hukuksal kurumların bizatihi varlığı da, tamamen bu çatışmanın kronik mevcudiyetinden kaynaklanır.
Modern toplum, insanların sınıfsal, topluluksal veya mesleki bağlantılarına göre biri ya da diğerine katılmayı tercih edebildiği birden fazla kültürel evrene sahiptir. Bu kültürel evrenlerin her biri, içinde yer alan birey yönünden, Pierre Bourdieu'nün ifade ettiği gibi, "kültürel sermaye" olarak teşhis edilebilir. Ayrıca, bu kültürel evrenlerden biri veya diğerine katılma postmodern koşullarda birey yönünden seçmenin, yani  rasyonel olarak karar verdiği bir tercihin sonucu olabilir. Özellikle, tüketim kültüründe gördüğümüz bu durum gündelik yaşamın üsluplaştırılmasında çarpıcı düzeydedir. Sosyolojik olarak farklı kültürel evrenlerin birbiriyle ilişkisine yönelik kurgulayabileceğimiz ilişki, bunların birinin egemen, diğerlerinin alt kültürler olması yönündedir. Bütünsel toplum düzlemine ait olan egemen kültür, devlet ve hukuk tarafından onaylanmış kültürdür. Bu, modernleşme taraftarı devletin, toplumun henüz bütünüyle benimsememiş olduğu kültürü egemen kültür durumuna yükseltebildiğini gösterir. Buna rağmen, egemen kültür ile diğer kültürlerin birçok durumda ortak elemanlara sahip olabildiklerini, yani bunlar arasındaki sınır çizgilerinin çok keskin olmadığını da belirtmeliyim. Hatta, bu her bir kültüre ait kimlik yönünden ifade edildiğinde üst kimlik ve alt kimlikler olarak adlandırılmıştır. Burada alt kültürlerin egemen kültürün taşıyıcısı olan iktidar tarafından yasaklanması ya da baskı altına alınması da olasıdır; bu durumda bir alt kültür sona ermeyecek kadar dirençliyse, karşı kültür olarak varlığını sürdürecektir. Bu kültürlerin bir toplum içindeki sayısının sınırı yoktur; ancak birey bunlardan birine iradesi dışında veya iradi olarak katılmak suretiyle sosyalleşir ve paylaştığı kültüre uygun olarak imgelemindeki toplum haritası içinde yer tutar.

Verili İktidar Sistemi Koşullarında Hukukun İşlevleri
Burada, hukukun işlevlerinin ne olduğu sorununa, iktidar ilişkilerini parantez alarak yaklaşmak denenecektir. Hukuk, mahiyeti itibariyle insan yaşamında yer tutan sorunları çözmesi ölçüsünde birden fazla fonksiyonla betimlenebilir. Modern toplumun siyasal iktidarın algılamasına ve yurttaşların taleplerine konu olan, üstelik çoğu durumda devletin merkezi müdahalesini gerektiren sorunlarının tamamı, uygun çözüm hukuksal gereçlerin kullanımını zorunlu kıldıkça, hukukun toplumda üstlendiği rollerin sayısını arttırmaktadır. Bundan hareketle, hukukun insanların toplum içindeki ihtiyaçlarını karşılamadaki işlevlerini toplum yaşamındaki ihtiyaçların çeşitliliğine bağlı şekilde, bütün toplumsal ilişkilere sirayet ediciliğine dayanarak, sınırsızca genişletebiliriz. Hukukun temas ettiği toplumsal olgular ve insan ilişkilerinin tümünü ele alarak sınırsız bir işlevler tablosu oluşturmak isabetli bir yol sayılmaz. Hukukun işlevleri yerine hukukun işlevi demek ve bunu “toplumsal düzeni sağlamak” şeklinde asgari bir işlevle teşhis etmek daha isabetlidir. Bu, hukukun dışındaki kurumlarca temin edilmeyen bir işlevi düşünmemize olanak verecektir.
Sosyolojik işlevselcilik, toplumsal fenomenleri (görüngü), toplum içinde yerine getirdikleri işlevlere göre inceleyen bir yaklaşımdır. Değişik bilimlerde ve özellikle biyolojide başvurulan işlevsel çözümleme yöntemi sosyolojide işlevselcilik adı verilen geleneğin doğmasına yol açmıştır. Toplumsal kurum, olay ve olguları, örf ve âdetleri açıklayabilmek için bu öğelerin yerine getirdikleri işlevleri ya da rolleri dikkate almak gerektiği düşüncesi bu metodun hareket noktasıdır.  Toplum söz konunu olduğunda, her olguyu amaca dönük yorumlamak suretiyle işlevsel saymak yerine, toplumun varlığını sürdürmesi yönünden rol oynayıp oynamadığını düşünmek gerçekliğe daha uygun düşer. Suç, önemli bir toplumsal olaydır; ancak kimse bunun bir işlev olduğunu ifade edemez, işlev açısından değerlendirilirse, bu olay olsa olsa işlev-bozucu bir olaydır. Bu yüzden işlevselci yaklaşımla hukukla ilgili veya başkaca toplumsal olaylara işlev damgası yapıştırmak bir düşünce kolaycılığı olacaktır. Suç dışında, sınıf çatışması, reform girişimleri ve benzeri birçok toplumsal olay ve etkinlik için de aynı değerlendirme yapılabilir. Buna rağmen, mevcut düzeni korumayı hedefleyenlerin görüş açısından düzen kendi başına bir amaç olduğundan, hukukun genel olarak düzeni koruma işlevinden söz edilebilir.
Hukuk, başlarda da ele aldığımız gibi, toplumdaki iktidar ilişkilerinin dışında anlaşılamaz. Buna rağmen, biz iktidar ilişkilerini dışta tuttuğumuzda, hukukun toplumdaki işleyişini “girdi ve çıktıları olan” bir sistem formunda ele alabiliriz. Hukuk düzeni, toplumdan gelen taleplerin karşılanması, daha doğru bir deyimle, “karşılandığı yönünde yarattığı inanç ölçüsünde” aynı zamanda meşruluğu olan bir toplumsal düzen olarak algılanacaktır.
İktidar ilişkilerini -bir soyutlama olarak- dışta tuttuğumuzda, hukukun toplumdaki işleyişini "girdi ve çıktıları" olan bir sistem formunda ele alabiliriz. Kapitalist toplum, diktatörlük metotlarının hâlâ sürdürüldüğü azgelişmiş ülke örnekleri dışında, iktisadi iktidarın bireyüstü ve görünmez bir iktidar olmasına paralel olarak, siyasal iktidarı demokratik meşruluk prensiplerine bağlı şekilde bireyüstü hale getirir. Kapitalist toplumun geleneksel toplumu çözerek bireyleri kaçınılmaz şekilde özgürleştirmesi koşullarında siyasal iktidarın demokratik bir formda işlemesi zorunludur. Her şeyi yerinden oynatan ağır bir kriz olmadığı sürece (örneğin 1929 bunalımı gibi), iktisadi iktidarın sahipleri de varlıklarını bu demokratik siyasal yaşam formuna uyarlarlar. Siyasal iktidarın halktan farklılaşmış şekilde belirgin bir görünürlüğe sahip olmadığı bu koşullarda, hukukun bir girdiler, çıktılar ve geri besleme düzenekleri sistemi olarak görünmesi olağandır. İşlevselci sosyologlar iktidar düzeneklerini toplumsal taleplerin içinde eriterek, belirttiğim işleyişi bir soyutlama değil de, bir gerçeklik olarak ele alırlar; böylece toplumun bu girdi ve çıktılar sisteminin işleyişinde denge (equilibrium) durumuna ulaştığı farz edilir. İktidar ilişkilerini bilerek dikkate almayan bu yaklaşım, liberalizm kaynaklı bir -doğanın düzeniyle aynı mahiyette kabul edilen- kendiliğinden toplumsal denge beklentisine de eşlik eder. Bu denge durumu da son analizde toplumun aynı kalması (homoestatis), yani değişmemesi olarak algılanacaktır.
İşlevselci sosyologlar bireyin sistemle uyumlulaşmasının aydınlatılmasında önemli bir ilerlemeye imza atmışlardır. Hukukun toplumda işlev üstlenen bir eleman olarak algılanması bireylerin hukuk kurallarını içselleştirmeleri dikkate alınarak açıklamaya kavuşur. Hukuk, iktidar merkezlerinin direnç noktasına kadar kendini topluma uydururken, toplum da beklentilerine veya taleplerine varlık kazandıran ve daha gerisine gidilemez olan bir direnç noktasına kadar kendisini hukuka uyarlar.
Bu konudaki açıklamaları tamamlarken, hukukun işlevinin düzeni korumak olarak ifade edileceğini tekrarlamak gerekir. toplumsal, kültürel ve psikolojik cepheleri içinde bireysel tutumlar ve kişilikler olarak kendini dışa vuran bireylerin sisteme yönelik algılamaları ve bütün bunlarla yargısal karar süreçlerinin çıktılarının uyumu, çoklu bir geri besleme sistemleri ağı içinde gerçekleşir. Bireyin uyumu, tekil bireyler veya birey gruplarının muhalefeti olasılığını dışlamaz. Bu son durumda, hukuk düzenini değiştirmeye yönelik tutum bir siyasal tartışmayla, dolayısıyla sistemi sürdüren iktidar yapısıyla -sistemin izin verdiği veya vermediği türde- bir çatışma ile sonuçlanacaktır. Mahkemelerin girdileri olan talepler toplumdaki uyuşmazlıkları sistem-içi düzeyde tutarken, çıktıları ise yönetilenlerin kendilerini uyarlamalarını kolaylaştıracak toplumsal ortamın gelişmesini destekler. Siyasal sistem açısından da bu, yine hukuka ait sınırlamayla, yani hukuk devleti yaklaşımıyla, toplumsal sistemi sürdürme çabasına denk düşer. Hukukun kendini topluma uydurmasına, yasama organının tasarrufları ve mahkemelerin içtihatları yoluyla hukuk kurallarının değiştirilmesi kadar, işlev üstlenemeyen hukuk kurallarının kadük kalması veya yorumlanarak yeni koşullara uyarlaması da dahildir.

Kültür, Uyuşmazlık ve Hukuk
Modern bir bütünsel toplumun varlığını sürdürmesinin, iktidar sisteminin hukuka verdiği destek dikkate alınmaksızın açıklanamayacağı aşikardır. Bu nedenle, iktidar sistemini diğer toplumsal kurumların içinde görünmez hale getiren işlevselci yaklaşım bütün olarak yeterli bir açıklama modeli sunmuyordu. Toplumsal sistemin işleyişinde hukukun oynadığı rol, diğer uyuşmazlık çözümü usulleriyle birlikte dikkate alınmak zorundadır.
Bireylerin uyuşmazlık davranışları belli bir kültür koşullarının damgasını taşır. İdeal düzeyde tanımlanmış olan gerçek veya tüzel kişi, çıkarı zedelendiğinde veya zarar gördüğünde hukuka müracaat eder, yani hukuku harekete geçirir. Burada çıkar kavramını, en geniş anlamda, insanı harekete geçirebilen ilgilerin tamamını kuşatır şekilde kullanılmaktadır.
Modern toplumda, piyasa ilişkileri koşullarında zararların ekonomik sonuçları ilk akla gelendir. Bunun yanında dar anlamda ekonomik zararı aşan veya ekonomik olarak ölçülebilirliğe indirgenemeyecek haksız fiil tarzındaki zararlar söz konusu olsa da, piyasa koşulları çerçevesindeki düşünüş modeli bunları iktisadi olarak ölçülebilen zararların nicelleştirilebilirliğine tahvil eder.
Kişi, ilkel veya modern hangi toplumda olursa olsun, çıkarlarının zedelendiğini algıladığında önünde bulunan birkaç seçeneğe göre davranır. Birçok durumda, zarar görenin algıladığı zarar, çıkarı zedelenenin zarar verenle sonrasında da devam edecek bir ilişki içinde bulunmak zorunda olduğu koşullardadır. Bundan hareketle, kişi hem zararı uyuşmazlık durumuna getirmek, hem de bu uyuşmazlığı hangi usulle çözmek niyetinde olduğunu bu ilişkinin devamına, ilişkiden beklentilerine ve uyuşmazlık nedeniyle görebileceği olası karşı davranışa göre düşünür. Yukarıda belirttiğim stratejik davranış algılamasındaki gibi, kişi burada bir uyuşmazlık stratejisi izlemek zorundadır; bunda, zorunlu olarak uyuşmazlığı yürütmenin ekonomik veya insani maliyetleri dikkate alınır.
Bu anlamda ilk dikkati çeken, zarar görenin hiçbir kuruma başvurmaksızın kaçınma davranışı gösterebileceği veya zarar verene eşdeğer sonucu yaratacak araçlarla karşılık vermesidir. Modern bir metropolde niceliği çok küçük olan ve zarar verenle bir daha karşılaşılmak olasılığı bulunmayan birçok zararda uyuşmazlığı sürdürmenin ekonomik maliyeti nedeniyle KAÇINMA tercih edilir. Burada kişinin teşhis edilmesi, zararın kanıtlanması, hatta cezai sorumluluk durumlarında suçun işlendiğini polis veya savcılığı ikna edecek şekilde ortaya koymak, bütün bu işleri yapabilecek şekilde -yargı dahil- bürokrasinin dolambaçlı yollarını başarıyla kullanabilmek çoğu kez son derece güçtür. Olası uyuşmazlık taraflarının ilişkisi, tarafların karşılıklı iktidar durumlarıyla ve gelecekte gerçekleşmesi beklenen çıkarlarıyla da ilgilidir. Örnek: Tekel veya oligopol piyasası koşullarında bir perakende satıcıya (örneğin otomobil satıcısına) toptancı tarafından verilen zararın dava konusu yapılması, davacının bu sektörde artık iş yapma şansının olmamasıyla sonuçlanabilir. Keza, aynı konu tüketici yönünden de düşünülebilir. Örneğin Amerika'da 1960'larda Amerikan Otomobil Satıcıları Birliği satış sözleşmesi koşullarını standartlaştıracak ölçüde dayanışma içindeydi. Bu koşullarda tekil bir tüketicinin birlik üyesini ağır sözleşme maddeleri nedeniyle dava etmesinde yapacağı masraf caydırıcı olabilir. Ekonomik kaynaklı uyuşmazlıklarda kaçınma, alışveriş yapılan mağaza yerine bir başkasının tercih edilmesi gibi, sessizce de uygulanabilir. Kaçınma davranışı taraflar arasındaki fiziksel güç dengesizliği durumunda da söz konusu olur.
Kaçınma ve karşılık verme yolları tercih edilmediğinde, uyuşmazlık davranışına yönelen taraf, sırasıyla arabuluculuk, tahkim ve karşı tarafı dava etme şeklindeki seçeneklerden birini kullanır. Burada hangi usul benimsenirse benimsensin, konuyu uyuşmazlık haline getiren çözüm sonrasındaki ilişkinin zorunlu olarak devam edip etmeyeceğini dikkate almak zorundadır. Kişilerin arabulucular marifetiyle uyuşmazlıklarını çözmeye yönlendirilmeleri hem adli sistemin yükünü hafifletmeyi, hem de cemaat ilişkilerini yeniden canlandırmayı amaçlamaktadır.
Davalaşma uyuşmazlığı yürütme usullerinin sadece biridir. Bu usulün kendisi de içinde usul hukukçularının incelikli olarak araştırdığı türleri ve safhaları barındırır. Norm ihlalinden zarar görenin dava yoluna başvurması durumunda dahi, davanın her bir safhası başlangıçta tercih edilenden farklı bir çözüm veya uyuşmazlık usulünü tercihi olanağını içinde barındırır. Bütün bunlara ilave olarak, davalaşmanın kendisi de katışıksız bir tercih değildir. Açılan her dava objektif bir adalet beklentisine eşlik etmez. Bazı davalarda bir gizli gündem mevcuttur; bu, dava etme davranışına haklılık inancından başka nedenlerin de yön verebildiğini ifade eder. Örneğin, toplumumuzda politikacılar veya saygınlıklarını politik güçleri açısından korumak isteyen nüfuzlu kişilerin çıkarlarının basın yoluyla zedelendiği iddiasıyla gazeteciler veya rakipleri aleyhine mahkemelere başvurdukları durumlardaki tazminat davaları, sıklıkla karşı tarafın (hatta böylesi bir işe kalkışabilecek başkaca gazetecilerin) ağır bir tazminat tehdidiyle sindirilmesi hedefine yöneliktir. Dahası, genel olarak, dava açma veya kamu
makamlarına şikayette bulunma tehditleri, muhtemel davacı veya şikayetçinin kendi haklılığını ifade etme üslubudur. Birçok durumda, eğer bu mesaj başarılı sonuç verirse, karşı tarafı pazarlığa zorlamak dava kazanmaktan daha fazla tercih edilen yoldur.
Şimdi, uyuşmazlık sürdürme usullerini ve sonuçlarını bir tabloda özetleyelim:



Uyuşmazlığı
Sürdürme usulü


Toplumsal ilişki


Zarar görenin psikolojisi


Uyuşmazlığın sonrası


Yaptırım türü

Kaçınma
-Yüzyüze ilişki

- Zarar verenin iktidarı

Çekinme veya karşı tarafın gücünü kabul etme

Beklenen olumsuz ilişki

Yok veya bazen toplumu yaptırım için harekete geçirme


Karşılık verme
Her türlü toplumsallık
Karşılıklılık duygusu
Çatışmanın sürmesi riski
Negatif yaptırım
Endüstri ilişkilerinde taraflar
Bireysel çözümün olanaksızlığı
Karşı tarafın sonunda uzaklaşmaya mecbur olduğu inancı
Negatif yaptırım
(grev ve lokavt)


Arabuluculuk

Kalıcı yüzyüze ilişkisi olan görece eşit taraftar


Pazarlık ve karşılıklı tatmin


Olumlu ilişki arayışı


Tazminat


Tahkim

Çatışmaktan kaçınan eşit taraflar

Yargı gücünde çözüm beklentisi

Haklılık konusunda hukuka eşdeğer sonuç

Tazminat


Dava etme

Meşru iktidara tabi hukuken eşit taraflar

Kanuni adaletin gereği olduğu duygusu

Kesin hükümle belirlenmiş haklılık sonrası ilişki

Tazminat
Ceza


Sıralanan uyuşmazlık çözümü usullerinin toplumda hangi davranışsal eğilimle kullanıldığı önemli bir sorundur. Sonuç olarak hukuka sosyolojik açıdan yaklaştığımızda hukuk felsefesinde incelenen analitik mahiyetteki adalet değerinin sorunu aydınlatmaya yetmediğini ifade edilmelidir. Uyuşmazlık sürdürme bir çıkarın zedelendiği algılamasına dayalı olarak, mevcut kültürel sistem koşullarında yürütülen strateji tercihine bağlıdır.


Hukuk ve İdeoloji
Hukuk verili iktidar yapısı koşullarında varlık kazanır. Hukukun mevcut iktidar düzeneğiyle ilişkisinin sürekli olarak paranteze alınmasının, onu girdiler ve çıktılar sistemi olarak analiz etme olanağı verdiğini daha önce gördük.
Hukukçu faaliyetinin ve hukuk sisteminin içinde yaşayanların sistemden taleplerde bulunabilmelerinin, sistem içi davranışlarla ve sistemin kavramlarıyla gerçekleşmesi, burada ele alınan aktörlerin tümü yönünden paylaşılan bir ideolojinin varlığı sayesinde olanak alanına girer. Aşağıda Seliger ideoloji kavramını kapsamlı bir şekilde tanımlamıştır:
“Bir ideoloji, değer tümceleri, talep tümceleri ve açıklayıcı ifadeler içinde ortaya konulan bir inanışlar ve inanmayışlar (yadsımalar) grubudur. Bu tümceler ahlaksal ve teknik normlara işaret eder ve ahlaken temellendirilmiş emirlerin merkezi konumuna, tesirine dayanan bir öğreti olarak düzenlenmiş, bütün olarak yorumlanan haliyle gerçekliğe ait betimleyici ve analitik ifadelerle ilişkilidir. (İfade edildiği haliyle ideoloji olan bir öğreti, bütünüyle kendisiyle uyumlu, tamamıyla doğrulanmış ya doğrulanabilir olmayan, fakat, açıkça çarpıtılmış da olmayan görüşlere ait bir bünye (body) sunar.) Bu görüşler, yapması gerektiği, yapabildiği ve göndermede bulunduğu kadarıyla kendi perspektifinden kurulu düzene ve tersine, asli olarak insan ilişkilerinin ve sosyo-politik örgütlenmenin formlarına bağlıdır. İdeolojiler, başkalarıyla birlikte ahlaksal ve eylemsel olarak temellendirilmiş görüşleri paylaşır ve nitekim, bu suretle kendi açıklıklarından kayba uğramaksızın ideolojik çoğulculuğu onaylar.
Bir ideoloji, halihazır düzenin korunması, reforme edilmesi, yıkılması veya yeniden kurulması için icra edilen eylemi güvenceye alan ahlaki normlara, bir miktar gerçekliğe ait kanıta ve kendi bilincinde rasyonel tutarlılığa, araçların ve teknik kuralların meşrulaştırılmasına dayanmasında, görece bir devamlılığa sahip olma temelinde bir insan grubuna hizmet etmesine yönelik tasarlanmış oluşu nedenine dayanan bir inanç sistemidir.” (Seliger, 1976: 119-120)

İdeoloji, bizim toplumsal gerçekliği mevcut bilişsel dayanaklarımız çerçevesinde tanımlamamız ve bu gerçekliğe uyum veya uyumsuzluğumuzun ahlaksal gerekçelerini ihtiva eden bütünleştirici bir düşünsel ifadedir. İdeolojide bilimsel olsun veya olmasın gerçekliğe (betimleyici) ve bu gerçeklik koşullarında tutum almamıza (direktif verici veya emredici) ilişkin tümceler bulunur. Gerçekliğe ilişkin betimleyici ifadenin bilimsel içerikli olması veya olmaması, hitap ettiği toplum veya toplumsal grubun ya da kategorinin dış dünya bilgisinin halihazır düzeyine uygun düşecek şekilde eklemlendirilir. Belli bir ideoloji belli bir tekil metne dayalı şekilde teşhis edilemez, ideolojiyi paylaşmak çeşitli metinleri kullanmak suretiyle olur; kendisini daha çok kişilerin toplumda tuttuğu yere bağlı olarak tutumlar, söylemler ve metinler aracılığıyla dışa vurur.
İdeoloji bizim onayladığımız veya karşı çıktığımız bir iktidar sistemi koşullarında varlık kazanır, içeriğini oluşturan tümcelerin bilimsel olması veya olmaması koşul değildir; burada önemli olan bizi ikna edebilecek güçte olmasıdır. Bu bakımdan, ikna edicilik temin edecekse, bilimsel nitelikteki bir önerme ideolojide kullanılabilir; buna paralel olarak, bilimsel bir iddia durumunda olmayan bir inanç da eşdeğer ölçüde aynı işlevi üstlenebilir. İdeoloji kavramını kullanmanın tarihsel geçmişi Napoleon Bonaparte dönemine kadar geriye gider. Ancak kavramın Marx’taki kullanışını izleyen dönem modern anlamının tamamlandığı dönemdir.
“Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı
bir biçimde insanların maddi faaliyetine ve maddi ilişkisine bağlıdır ve, gerçek yaşamın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada onların maddi davranışlarının dolaysız anlatısı olarak kendini gösterir... Kendi tasarımlarının, kendi fikirlerinin vb. üreticileri insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dahil olmak üzere, belirli bir gelişmeyle koşullandırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan (...) başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Ve her ideolojide insanlar ve onların ilişkileri, bize, camera obscura'daymış gibi başaşağı görünüyorsa, bu görüngü de, tıpkı nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmasının doğrudan fiziksel yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir." (Marx ve Engels 1987: 44-45)
Buradaki camera obscura deyimiyle ifade edilen çarpıtma öylesine bir kötü niyetin eseri değil, toplumsal gerçekliğe karşı tutumun, daha yerinde bir ifadeyle, belli çıkarların sürdürülmesi temelinde tutum alınmasının kaçınılmaz sonucudur. İdeoloji, bu yönüyle bilimsel bilginin karşısına konulmuştur. Yine Marx’dan kaynaklanan bir kavramlaştırmayla ideolojinin çarpıtılmış dünya imgesiyle bir "yanlış bilinç" durumuna yol açtığı ifade edilmiştir. “yanlış bilinç”, Marx'ın politik tutumu ışığında anlaşılabilecek olan kavramlaştırmasında, çalışan sınıfların, kendi çıkarlarını temsillemeyen burjuva ideolojisinin düşünme kalıplarını kullanmalarının eleştirisidir.
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadelerinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasi dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir.” (Marx, 1993:23)

İdeoloji, modernlik koşullarının ürünüdür. Modernlik, düşünce dünyasında “aydın” olarak teşhis ettiğimiz, eğitime dayalı değişik mesleklerden insanların toplumsal bir zümre halinde mevcut olduğu koşullardadır. Bu zümre bir toplumsal tabaka olarak yeknesak bir tutumla teşhis edilemez; ancak her bir aydın bilişsel algılamasına, toplumda çıkarının nerede olduğuna ve beklentilerine bağlı olarak, tutum alır ve bu tutumunu yazılı şekilde ifade eder. Modernlik ile baş döndürücü hızla artan basılı eser, gazete, dergi ve her türlü yayın, aydınların ideolojiyi ürettiği ve yeniden-ürettiği araçları oluşturur. İdeoloji üretimi, bilimden farklı olmakla birlikte bilginin artarak bilimselleştiği bir gelişim evresinin koşulları içinde cereyan eder; böylece, ideoloji üretimi, insanların ikna edilmesinin artan ölçüde “bilimsel” ve “rasyonel” söylemlerle olanaklı olduğu koşullardadır. Bu noktada A. Gramsci'nin status quo'yu destekleyen düşünceleri üreten “geleneksel aydın” ve değişme yanlısı yaklaşımları üreten “organik aydın” ayrımına dikkat çekelim. Bu ayrımda göründüğü gibi, aydını belli bir ideolojinin taraftarı olmaya yönlendiren birinci derecedeki faktör -genelde aydınların ara sınıflardan geldiği de dikkate alınarak- sınıfsal köken değil, kendisini politik olarak nerede konumlandırdığıdır.
İdeoloji, Karl Mannheim tarafından “bütünsel ideoloji” ve “kısmi ideoloji” olarak ikiye ayrılıyordu. Bütünsel ideoloji, belli bir toplumun birbirinden tamamen farklılaşan tarihsel dönemlere ve toplumsal örgütlenmesiyle inançlar sistemi birbirinden taban tabana farklı olan iki topluma ait ideolojilerin derin farklılığını ifade eder. Örneğin, Ortaçağ Avrupası'nın Tanrı iradesiyle yaratılmış ve organik parçalarının uyumunun mükemmelliği inancı temelinde varlığı ifade edilen toplum tasarımı ile Aydınlanma Çağı'na denk düşen özgür, eşit ve akıllı bireylerin sosyal sözleşme ile kurduğu liberal toplum tasarımı iki farklı bütünsel ideolojinin örnekleridir. Mannheim bütünsel ideolojiyi “dünya görüşü (weltanschauung)” olarak da ifade etmişti. Almanlar, daha sonraları -özellikle Hitler döneminde- kendilerinin ideolojileri olmadığını, ancak dünya görüşleri bulunduğunu ifade ederek, bu kavramla, ideoloji kavramının hoşa gitmeyen çağrışımlar yüklenmiş tonundan kurtulmayı denemişlerdi. Kısmi ideoloji ise, bütünsel bir toplum imgesini değil de, aynı bütünsel imge içinde tekil tutum alışlarla ilgili düşünce ve siyasal program farklarını ifade eder. Bunu, sistemi derinden eleştirmeyen, ancak politikalarda farklı önerileri olan liberal ve sosyal demokrat partiler arasındaki ideolojik farklılıklarda bulabiliriz. Kısmi ideolojilerin ne kadar küçük parçalara bölünebileceğinin bir sınırı yoktur. Bu birbirinden farklılıkları teşhis edilemeyecek kadar küçük nüans farklılıklarına, her birinin taraftarlarının ayrı bir bakış açısı ve politik program rolü yüklediği durumlara kadar ulaşabilir. İdeoloji konusunda sınıflandırıcı ölçütlere ek olarak sert ve yumuşak ideoloji ayrımını ekleyelim. İdeolojinin sertliği veya yumuşaklığı rakip durumdaki diğer ideolojilerle karşılıklı ilişkisi içinde değerlendirilebilir. Karşısındaki ideolojilerle etkileşime girebilmesi kolaylığına sahip ve açık uçlu olan ideolojiler genellikle yumuşak ideoloji olarak sınıflandırılabilir. Burada ideoloji rakipleriyle pragmatizme yaklaşan bir ilişki içindedir. Parlamenter sistem içinde aynı hukuk devleti ve anayasa kavramlarını paylaşan liberal ve sosyal demokrat partilerin ideolojileri bu durumdadır. Yumuşak ideolojinin en yumuşak şekli, kendi görüş açısını savunurken rakiplerinin de kabul ettiği “gerçekler”e veya sağduyuya göndermede bulunmayı konuşma üslubu olarak seçen ideolojidir. Buna karşılık, sert ideoloji kendini kural olarak rakiplerininkiyle uzlaştırılamaz bir dünya görüşü şeklinde takdim eder. Sert ideolojinin ön kabulleri ve kavramsal repertuarları işlendiği ölçüde kendine özgü karakter taşır; yani rakibiyle öğelerini mübadele edebilmesi olanağı, hatta bu yolda bir niyeti yoktur. Komünist partilerin Ortodoks Marksist karakterli ideolojileri ile liberal veya neo-liberal karşıtları karşılıklı olarak sert ideolojileri temsiller. Sert ideoloji kendine özgü bir kavramsal repertuara, ortodoks ilkelere ve etik bir tutum alışa kadar ilerleyebilir.
Bu noktada Daniel Bell tarafından 1950’ler sonrasına yönelik şekilde ortaya atılmış olan “ideolojinin sonu” yaklaşımı yakın tarihte Fukuyama tarafından liberalizmin tarihin sonu olduğu biçiminde sunuldu, fakat gerçekçi bir görüş hala hala kendine yer bulabilmiş değildir. İdeolojilerin son bulduğunu ifade eden görüş açısı, Amerika Birleşik Devletleri yönünden, ideolojiler arasındaki sertliğin kaybolduğu, siyasal mücadele içindeki rakip partilerin yaklaşım farklarının pragmatik karakterli programlarla sınırlı bir varlığa sahip olduğu görüş açısından hareket ediyordu. Bu yaklaşım, önce, Amerikan toplumunun belirtilen dönemde Keynesci yeniden paylaşım mekanizmalarıyla ortalama refah düzeyini yükseltmiş olması sonucunda siyasal ilginin azalmasına dayanan toplumsal koşulları esas alıyordu. İkinci olarak da, Amerikan siyasal sisteminin, sistem içinde sadece iki partiye olanak vermesine ve bu partiler arasında ideolojik bir fark koyma olanağının bulunmamasına dayanıyordu. Günümüzde, postmodern durum koşullarında bu görüş açısının benzeri, ideolojinin yerini söylemin aldığı şeklinde de ifade edildi. Bu görüş açısının görüntüsel medyanın yaygınlaşmasının yazılı kültürün aleyhine bir gelişim trendini ortaya çıkarması ile de ilişkisi vardır. Ancak, bütün bunlara rağmen, kanaatimce, ideolojilerin sona erdiği yargısı görüntüdeki bir tabloyu yansıtmaktadır; sebebi de, gelişmiş kapitalist ülkelerde ve Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında küresel ölçekte iktisadi ve siyasal iktidarları zorlayabilecek güçte politikalara eşlik eden muhalif ideolojilerin -şimdilik- yokluğudur; oysa küresel ölçekle egemen ideoloji yerinde durmaktadır. Egemen ideolojinin tekelci bir algılama modelini benimsetmeyi başardığı koşullarda, bunun yumuşayan nüanslar içinde çözülmesi veya pragmatik politikalar olarak ideoloji görüntüsünü yitirmesi doğaldır. Ancak, ideolojilerin en sert olduğu dönemlerde kapitalizmi savunan liberal ideolojinin kabullerinin hiç biri içinde bulunduğumuz dönemde terk edilmemiş, hatta bu kabuller Fukuyama'nın yaptığı gibi (ki, benzerini gerçekçilik ve mevcut olandan başka ekonomik program yapma şansı olmadığını söyleyen azgelişmiş ülke politikacıları yapmaktadır), tarihin sonunu ifade eden tek doğru durumuna getirilmiştir.
              İdeoloji, siyasal katılma ve siyasal eylemle yakından ilişkilidir. İdeoloji, seçmen, taraftar veya militan olarak kişiyi anlamlı kılar ve onu desteklediği siyasal programın hedefleri çerçevesinde bir süje haline getirir. Eğer, konu egemen ideoloji ise, status quo'yu "olası durumların ideali", "kabul edilebilir olanı" veya "tercihe şayan olanı" olarak sunar. Bu suretle, kişi ideoloji aracılığıyla mevcut durumu rasyonelleştirir ve çıkarlarına az veya çok aykırılık taşıyor olsa bile bu duruma katlanabilir hale gelir. Hatta, ülkemiz siyasal yaşamında sık sık başvurulan kavramlaştırma ile halihazır durum haricinde başkaca bir olası çözümün olmadığı düşüncesi başlı başına ikna ediciliğe sahip bir ideolojik söylem olarak insanlara benimsetilir.
              İdeoloji, temel olarak siyasal alanda etkileri görülen bir toplumsal düşünüş olmakla birlikte, toplumun doğası ve yarınına yönelik devamlılığı açısından insanların ikna edilmesinde kullanılabilir en elverişli düşünüştür. Pozitif hukuk sistemini bilgi sosyolojisinin görüş açısından değerlendirirsek, bunun da ideolojik mahiyette bir sistem olduğunu görürüz. Daha ilk bölümde pozitif hukuk sistemini toplumun doğasına yönelik rasyonel bir dünya imgesi olarak ortaya koymuştum. Bu, modern toplumda, toplumsal gerçekliğin kendisinin değil, olması gereken gerçekliğin bilimsel formdaki bilgisidir. Biz hukuk sisteminin tümünü dikkate aldığımızda, haklı olarak, bunun şeklen yürürlükte olan hukuk normlarının sistemik bilgisi olduğunu düşünürüz. Buna şeklen yürürlükte olmasalar da, yürürlüğe kavuşması gerekli olan de lege feranda'dan kaynaklandığını düşündüğümüz düzenlemeleri ekleriz; bu arada, şeklen yürürlükte olmakla birlikte, sisteme uymadığını düşündüğümüz normları kadük sayarak dışta bırakmaya çalışırız. Hukuk normları ise kendi içinde iki gruba ayrılır. İnsanlar arasındaki olması veya olmaması arzulanan ilişkileri ifade eden kurallar birincil kurallar’dır. İkincil kuralları ise, bunlara uyulmaması durumunda ihlal edenin maruz kalacağı yaptırımlar, boşluk doldurmaya ilişkin kurallar ve tanımlayıcı kurallar oluşturur. Hukuk düzenin bütünsel bilgisi, temel olarak birincil kuralların rasyonel bir bütün olarak düşünülmesi durumunda zihnimizde canlanan şey, yani bir toplum imgesidir.
Hukuk düzeninin bilgisi hukuk ideolojisidir. Hukukçunun tarafsızlığı postulatına dayanan ve hukuku tekil veya grupsal çıkarlardan bağımsız, yürürlükteki hukuk kurallarına uygun olarak uyguladığı düşüncesi, hukukçuya ideolojiler üstü bir konum temin etmiştir.  bu itibarla onun düzenle uyumlu olan bütünsel ideolojik tutuma aykırı düşmesi düşünülemez. Hukukçu, aykırı kararlar verdiğinde kanunyolu muhakemesi bu aykırılığı giderir; böylesi hatalar yaygınlaşmış veya sistemli hale gelmişse, kendisini terfi edememe, hatta mesleğinden mahrum olma ile de sonuçlanan bir gelecek bekleyebilir. Hukukçu düzeni temsiller.
Hukuk ideolojisi hukuk politikalarına vücut verir. Hukuk ideolojisinin kendisi, sert çekirdeğini oluşturan belli öncüller dışta kalmak üzere, rasyonel ve tartışmaya açıktır. İnsanları en ileri düzeyde etkili rasyonellikle doğruluğuna ikna eder, politik ideolojinin partizanlıklarından farklı olarak toplumu bütünleştirmeyi hedefler, temel hedef düzeni sürdürmek olduğu için, pragmatik, uzlaşmayı arzulayan ve status quo zemininde barış yanlısı bir açık sistemdir. Bunun sonucu olarak, hukuk politikaları da aynı açık sistem özelliği koşullarında yaratılır. Hukuk politikası yargıca takdir hakkı, boşluk doldurma ve kuralları yorumlama faaliyetlerinde ışık tutar. Hukuk politikaları özellikle, hukukun genel prensiplerinin çoğu kez kullanıldığı ve mahkemelerce yapılan hukukun ağırlıklı yer tuttuğu common law sistemi içinde yetişen hukukçular tarafından tartışılmıştır. Hukuk politikasında belli bir tutum benimsendikten sonra, verilen hükmün gerekçelendirilmesi çeşitli gereçler kullanılarak yapılır. Bunlar hukuk kurallarına dolaysız şekilde göndermede bulunan mekanik gerekçelendirme, hukuk kuralının düzenlediği ilişkinin mahiyetine gönderme yapan analitik gerekçelendirme veya uyuşmazlık tarafları ve ilgilileri ikna edebilecek bir söylem tasarlayarak, yani retorik yoluyla sonuçsalcı (consequentalist) gerekçelendirmedir. Gerekçelendirme faaliyetinin kendisi, genelde, bir söylem mücadelesidir; ancak bu mücadelede başarı, eldeki kararın hukuk ideolojisinin çekirdeğinde bulunan temel kabullerin "doğru" anlaşılmasına göndermede bulunmasıyla elde edilir.
           Hukuk kuralları, üzerinde toplumun uzlaşması temin edilmiş bir satranç gibi işler. Bu işleyişte ilk aşama, tarafların taleplerini sistemden karşılık bulacak şekilde kurallara uygun olarak öne sürmeleridir. Burada oyun kurallarına ilave yapılacak veya kural değiştirilecek ise, bu da toplumun kabulüne mazhar olmalıdır. Hukuk ideolojisi düşünümselliği, rasyonelliği ve bireylerarasılığı ile bunu temin eder. Bu sayededir ki, modern toplumda hukuk düzeni çoğunluk tarafından onanmanın ve hak ve özgürlüklerin asgari kazanımlarının korunabilmesi için hukuk devleti isteminin konusu haline gelebilmiştir.

Hukuk İdeolojisi ve Toplumsal İktidar
Bir bütünsel toplumun tamamında yürürlükte olan hukuk, mevcut düzenin sürdürülmesi amacına yönelik olmakla, toplumdaki iktidar sistemine açık aykırılık taşıyan düzenlemeleri kural olarak içinde barındırmaz. Böyle bir durumunda, böylece egemen durumdaki iktidarın diğer iktidar yapılarını henüz tamamen tasfiye edememiş olduğu koşullarda karşımıza çıkar. Alışılmış koşullara uygun olmayan bu duruma önemli toplumsal değişme dönemlerinde durumun istisnası, ancak toplumdaki iktidar yapıları arasında bir çatışma rastlarız. Örneğin, mutlakiyetçi devletlerin feodal iktidar yapılarını tasfiye ettiği 1648 Westphalia Antlaşması sonrasında Avrupa'da ulus devletlerin kuruluşunda veya Kurtuluş Savaşı sonrasındaki Türkiye'deki hukuk devriminde bu durumu gözlemleyebiliriz.
Bir hukuk düzeninde kural olan, toplumun içindeki egemen iktidar yapıları arasındaki ilişkilerin istikrarlı olması ve aralarında ciddi çatışmaların olmamasıdır. Esasen hukuk düzeni, bu çatışmanın sistem çatışması düzeyine ulaşmasını engellemenin olanaklarını temin etmeye çalışır. Konumuz kapitalist toplum olduğu ölçüde, hukuk düzeninde liberal yaklaşımın ilkelerine uygun bir hukuk devletini geliştirme yönünde bir eğilimi görürüz. Burada, kesin bir sonuç yerine eğilimden söz etmemin nedeni, toplumsal dinamiklerin bu doğrultuda bir talep aracılığıyla etkisini icra etmesine karşın, siyasal iktidarın aksi yönde bir politikayı tercih edebilmesinden kaynaklanmaktadır. Kapitalizm toplumsal ilişkileri bireyüstü ilişkiler haline getirdikçe, düzenin korunmasında başvurulabilir en kullanışlı araç hukukun üstünlüğü oldu. Hukuk devleti kavramlaştırılması gelişimini iktidar yapıları arası savaşımlara çözüm üretirken gerçekleştirmiştir.
Kapitalist toplumdaki hukuk ideolojisi, tekil ülkelerde aksi yönde uygulamalarla karşılaşılabilmekle birlikte, yaşam, özgürlük ve mülkiyet ilkeleriyle bireyin özerkliğini temin ederken, bunun güvencesi olarak da hukuk devletini zorunlu kılar. Hukuk devleti, hukukun toplumsal iktidarını rasyonel, objektif ve bireyüstü duruma getirir. Hukuk düzeninin kendisi de bu sayede, eskiden beri karşılaştırmada kullanılan örneklemeyle, mutlak iktidarın sahibi olan bir çetenin iktidarından farklılaştırılır. Yine, bu sayede -çete örneği bir yana bırakılarak- hukuk devleti, hukuk düzenini siyasal mahiyetteki güç ve egemenlik çatışmasının konjonktürel dalgalanmalarının ve belirsizliklerinin dışında tutar.
Kapitalist toplumdaki egemen ideolojinin toplumsal ilişkiler konusundaki, gündelik politik çıkarların dışına çıkarılarak oluşturulmuş imgesinin çekirdeğini liberalizmin temel kabulleri oluşturur. Böyle bir toplum imgesinde insan eşitliği, her insanın mülk sahibi olabilmesi hakkı ve toplumsal ilişkilerin matrisini piyasadaki mübadele ilişkilerinin oluşturulması temelinde algılanır. Piyasa modeline dayalı toplum imgesine, kapitalizm öncesinden devralınan, erkeğin karı ve çocukları üzerinde egemen olduğu imgesi de eklenmelidir. Bu koşullardaki insanlar, iddia edildiği gibi bir sivil toplum oluşturuyorlar ve bu yolla aralarındaki düşmanca olabilecek ilişkileri barışçı hale getirebiliyorlarsa, bunun erkekler arası bir kardeşlik olduğu görülmelidir. Kanunlaştırma hareketinin temel kanun olan medeni kanunlar, yapıldıkları ülkelerde liberalizmi topluma ve hukukçu imgelemine yerleştirmede temel rolü oynamıştır. Liberalizmin piyasa eksenli ilkelerinin Batı dünyasında egemen duruma gelmesi, kökleri Avrupa ticaretinin Roma'nın çökmesi sonrasında yeniden canlanmasına kadar geri götürülebilen ve sınai kapitalizmin gelişmesiyle tamamlanan bir tarihsel sürecin ürünüdür. Özel alanı bu suretle belirleyen ve özel hayatı -istisnalar hariç- kural olarak dokunulmaz yapan bu ideolojik tutum, kamu alanını da özel alanla tutarlı şekilde tanımlamıştır. Liberalizmde kamu alanı, bireyi koruyan, keyfiliği önleyen, piyasadaki özgür mübadelenin engellerini ortadan kaldıran ve ülkenin dışa karşı savunulmasını temin eden bir devlet faaliyetiyle sınırlıdır.
Bu liberal toplumun önemli bir boyutu da, rekabeti kısıtladığı iddiasıyla çalışanların örgütlenmesinin engellenmesiydi. Kapitalizmi, serbest rekabetin giderek ortadan kalktığı bu döneminde, liberalizmin piyasa, mübadele ve karşılıklılık temelindeki ilkeleri açıkça yürürlükten kaldırılmaksızın devletin piyasayı ve toplumu artan şekilde denetlenmesine olanak veren söylem biçimini ortaya çıkardı. 18. ve 19. yüzyıllarda liberalizmin algıladığı ilişki tarzı pazar ortamında yürütülen mübadele ilişkisi temelindedir. 19. yüzyılda kapitalizmin rekabetçi şekilde sürdürüldüğü ve ekonomideki “görünmez el”in toplumsal sistemi yönettiği yönünde yorumlanan bir liberal toplum imgesi -her ne kadar pratikte devletlerin müdahalelerine oldukça sık başvurulsa da- kapitalist ülkelerin idealleştirilen modeliydi. Buna uygun düşen hukuk ideolojisi ise, yurttaşların özgür ve eşit olması, devletin bireysel tercihlere müdahale etmemesi, sözleşme serbestisi, irade özerkliği, kişisel kazanç ve mutluluğun herkesin kendi tercihine bağlı olması ve kamu alanının da bunlarla uygunluk içinde tanımlaması ve işlemesi unsurlarını içermekteydi.
              19. yüzyıl sonlarında başlayan ve 20. yüzyılın ilk on yılında gelişimi tamamlanan bir dizi eğilim kapitalist toplumun liberal ideolojide özetlenen ideal formunda önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Önce, emek piyasasını serbest hale getirme girişiminin toplumda karşılığı görülememiş, rekabet koşullarında fiili bir pazarlık gücüne sahip olmayan işçilerin bu gücü edinmek için yasal engellere rağmen kendi örgütlerini kurmak suretiyle birleşmek zorunda kaldıkları görülmüştür. Kökleri 18. yüzyıla kadar uzanan ve önce nitelikli işgücüne sahip meslek mensuplarının birleşmesi olarak görülen örgütlenmeler, yasalara rağmen gelişmiş ve her türden ücretli çalışanı kapsamına almıştır. Bu cümleden olmak üzere, İngiltere'de hukuk düzeninin istemeden de olsa, 1834'den itibaren sendikaları tanımak zorunda kaldığını görüyoruz. Bu sendikaların grev hakkının olmaması hiç önemli değildir; aslında grevi yasaklayarak işyeri tehditten kurtarılmak istenirken, daha büyük bir tehlike, genel grev ve diğer biçimlerde siyasal iktidara karşı topyekün eylem kapıya dayanmaktadır. Bu dönemde liberalizmin birey eksenli sözleşme serbestisinin hızla altı oyulmakta ve örgütlenmiş grupların sözleşme talepleri öne geçmekteydi. Buna, liberalizmin bireyin akıllı olduğu kabulünün işlememesi de eklenmelidir; zira akıllı insan özgür ve eşit olarak serbest piyasa koşullarında mülk edinebildiği, aklın gereği olan yasaları ihlal etmediği ve oy hakkına sahip olduğu kurgulaması mülksüz sınıfların mensuplarının sayısının her gün artması, toplumsal çözülme ve yüksek suç oranıyla liberal devleti sadece hapishane ve ceza politikasıyla teşhis edildiği bir noktaya getirdi. Liberalizmin birey modelinin suçluda mevcut olmadığı veya bozulduğu farz edilerek, eğer ölüm cezası uygulamasının aşırı artırılmasıyla bazı toplum kesimlerinin itlâf edilmesi göze alınamadığından, bunları düzeltme veya yeniden topluma kazandırma yolları gündeme gelmekteydi. Bu kez, liberal devlet kendini tanımlamada başvurduğu hazır birey yerine, mevcut insanları kendi birey tasarımına uydurma sorunuyla karşı karşıya kalmış durumdadır. Diğer  taraftan, serbest rekabetin asıl önemli  aktörleri olan mal alışverişinde bulunanlar arasında piyasa ortamındaki rekabet ilişkisi de düzeltilemeyecek şekilde  bozulmuştur. Mal mübadelelerinin yapıldığı gerek iç, gerekse dış piyasalar, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucunda tekel veya oligopol piyasalarına dönüşmektedir.
Pazardaki tekelci egemenlik nedeniyle ulusal piyasalardaki arz ve dolayısıyla talep şirketlerce denetlenmektedir. Bu gelişme piyasaları ister istemez serbest olmaktan çıkararak örgütlü olmaya doğru yöneltmiştir. Burada klasik kamu alanını artık mal mübadelesinde bulunan bireylere göre tanımlamak mümkün değildir; giderek işçilerin, tüketicilerin ve bunları izleyen başkaca sosyal grupların çıkarlarını korumak (veya geliştirmek) amacıyla taraftar olmaya başladıkları yeni bir kamu algılaması, liberalizmin kamu alanı imgesinden farklılaşmaktadır. Bu grupların hepsi, toplumsal düzeni sürdüren en önemli aktör ve sorumlunun devlet olması nedeniyle, kendilerine en uygun pazarlık partnerinden, yani devletten talepte bulunmaktadırlar.
Kapitalizm, serbest rekabetin giderek ortadan kaybolduğu bu döneminde, liberalizmin piyasa, mübadele ve karşılıklılık temelindeki ilkelerini açıkça yürürlükten kaldırmaksızın, devletin piyasayı ve toplumu artan şekilde denetlemesine olanak veren söylem biçimini ortaya çıkardı. Burada liberal ideolojinin gerisinde yer tutan ekonomik iktidarın mahiyetinde köklü bir değişiklik olmamıştır; değişiklik bu iktidar sisteminde egemen konumu paylaşanların sayısının azalması ve etkinliğinin artışıdır. Devlet kendini çok sayıda sermaye, yani ekonomik iktidar sahibi karşısında olduğu kadar bağımsız hissedecek durumda değildir. Diğer taraftan, liberalizme göre tanımlanan özel alan, sermayenin tekelleşmesi ile sayısı ve önemi artmış olan toplumsal sorunların çözümünü olanaksızlaştıran bir faktöre dönüşmektedir; özellikle çalışan ve yoksul sınıflar için taleplerini ileteceği sistem içi kanallar mevcut değildir. Sayı ve önemi az olan dinsel kurumlara ait hayır işleriyle veya birilerinin lütfu sonucu kurulan vakıflarla sorunları çözebilmek de olanaklı değildir. Bunun sonucunda, yurttaşlar, artan ölçüde sorunlarının çözümünü siyasal alana taşıma eğilimindedirler. Eğer istikrarlı bir toplumsal yaşam, olabildiği derecede demokrasi ve barış içinde yürütülecekse, başka bir ifade ile halktan kaynaklanan istemlere kulak tıkamadan veya bu istemleri şiddet kullanarak bastırmadan yürütülecekse, devletin toplumun tümünü denetleyecek şekilde aracı rolünü üstlenmesi gerekecektir. Bu sorumlulukların devleti büyüteceği ve buna uygun mali kaynakları gerekli kılacağı tabiidir. Burada her toplumun sorunlarını sistem içinde çözme şansının olup olmayacağı da sorulabilir. Buna verilebilir cevap, sorunlarını sadece gelişmiş ülkelerin çözebildiği, buna uygun mali kaynaklara sahip olamayan ülkelerde devletlerin müdahaleci bir rolü isteseler de üstlenemedikleridir. Bu arada her biri büyük bir insan kitlesini barındıran şirketler arasındaki rekabetin yıkıcılığı, devletlerin kendi ülkelerindeki şirketlere dünya pazarında temin ettiği gücün aynı zamanda kendi gücü demek olması ve kalkınma ile lgili sorunlar, devletin düzenleyici rolünü ayrıca zorunlu kılmıştır.
Düzenlenmiş yani tekelci kapitalizme uygun düşen evrede hukuk ideolojisi farklılaşmıştır. Önce, ekonomik yaşamda bireylerin yerini gruplar almıştır; ticaret şirketleri, büyük iş sahiplerinin çok sayıda insana yönetim kademesinde yer verdiği toplumsal aktörler, işçi ve işveren sendikaları bunlar arasında sayılabilir. Toplumsal düzenin yeni algılanışı, örgütlü gruplar arasındaki ilişkinin uyumlu olması gerekliliği çerçevesinde gelişmektedir. Çalışma ve emekle ilgili konuların özel alan olarak algılanamaması ve kamu alanına dahil olması bir başka önemli değişikliktir. Yoksullaşan toplum kesimlerinin asgari bir tatmin düzeyinde tutulması düzenin devamı için zorunludur. Devletin yeniden paylaştırmaya artan ölçüde yönelmesi ve bununla ilintili sosyal devlet politikaları önem kazanmıştır. Hukuksal alana yönelen talepler, bireyler haricinde, iradi örgütlenmeler aracılığıyla da devlete intikal ettirilmektedir.
Kapitalist topluma ait hukuk ideolojisinin bu değişen içeriği, liberalizmin ilkeleri açıktan terk edilmeksizin pragmatik karakterli manevralarla gerçekleştirilmiştir. Eklemlenmesi yönünden bir yumuşak ideoloji olan hukuk ideolojisi, doğası gereği belli bir esneklik payına sahiptir. Aslında bu yeni gelişim noktasında kapitalizmin varlığının devamı için, yol açtığı toplumsal sonuçlar başka bir gözle ele alınmaktadır. Refah devleti veya sosyal devlet ideolojisi formunda ifade edilen bu değişiklik, çoğulculuk temeline dayanan demokratik meşruluğun korunabilmesinin yeni koşullardaki biricik yoludur. Zaman zaman neo-liberal politikalar moda olsa da, kapitalist toplumun görece istikrarlı yaşamı ancak bu devlet müdahalesi koşullarında mümkün olabilir.
Serbest rekabetçi kapitalizmi izleyen düzenlenmiş kapitalizmin kamu alanını büyütmesinin, gerçekte hukuk ideolojisinin liberal esaslı temel ilkelerinde değişikliğe yol açmadığı yolundaki kanaatim, kapitalizmde 1980 sonrasında yaşanan yeni bir gelişim evresine de uygun düşmektedir. 1980'lere gelindiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerin çalışan sınıfları görece olarak yüksek yaşam standardıyla “tüketici” haline gelmiş ve ideolojik duyarlığını yitirmişti; artık sınıf partilerine oy vermiyordu ve bu sınıflardan kişiler oylarını pragmatik vaatlerle oy talep eden sistem içi partilere veriyorlardı. Yine, bu yıllarda Sovyetler Birliği de artık tehdit durumunda değildi. Bu arada, düzenlenmiş kapitalizm süresince uygulanan Keynesci politikalar kapitalist ülkelerde durgunluk ve enflasyonla sonuçlanmıştı.
1947'den beri mevcut olan dünya ticaretini serbestleştirme ve özellikle azgelişmiş ülkelerin gümrük korumalarını kaldırma amaçlı GATT, yeniden büyük önem verilen bir kuruma dönüştü. Bunu Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uruguay Round'u izledi. Bugün de devam etmekte olan gelişme eğilimi, kapitalist girişimlerin tekelci mahiyetteki gücü önünde engel oluşturan tekil ülkelere ait kamu politikalarının dünya ölçeğinde tasfiye edilmesi yönündedir. Azgelişmiş ülkelere önerilen ise, ihracata yönelik sektörleri koruma, dış rekabeti ucuz işgücüyle sağlama ve Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın esasen çokuluslu şirketlerin çıkarları eksenli yapısal uyum reformlarını gerçekleştirmeleridir. Bu azgelişmiş ülkeleri ihracatçı yapacak değildir; asıl amaç onların dünya pazarına devlet koruması olmaksızın tam eklemlenmesidir. Buna yönelen ilk direnç dalgası da, azgelişmiş ülkelerde bir dizi hükümet darbesiyle siyasal muhalefetin bastırılması yoluyla sağlandı. Bu gelişmelere bardağın dolu tarafından bakarak olumlayanları oluşturan "küreselleşme" taraftarları sermayenin hareketliliğinin arttığını, dolayısıyla azgelişmiş ülkelerin de bu yolla ekonomik büyümeyi başaracağını belirtseler de, bu sermaye hareketi kısa vadeli spekülatif fon akımlarıyla azgelişmiş ülkelerin mali yapılarını sarsmaktan başka bir iş yapmamaktadır. Bu dönemde çokuluslu şirketler, kendi anavatanı olan ülkeler hariç, iş yaptıkları alanlardaki ulus devletler ve kamu politikalarını etkisizleştirme arayışındadır. Bu, özellikle azgelişmiş ülkelerde küçültülmek istenen devletin yerine etnik grupların, azınlıkların ve hükümet dışı örgütlerin konulması eğilimini öne çıkarmaktadır. Artık çokuluslu şirketlere karşı tekil ülkelerin kamu hukuku mekanizmaları engel oluşturmayacaktır ve hiç bir kamu siyasası argümanı kullanılamayacaktır. Bunu, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve dışarıdan gelecek sermaye yatıran şirketlere karşı ülke mahkemelerinin yerini uluslararası tahkimin
alması tamamlamaktadır. Yine bu dönem, işyeri düzleminde çalışan sınıfların direncinin yaşanmadığı ve çalışanların işyeriyle bütün sayıldığı esnek üretim organizasyonu ile tamamlanır. Bu yeni döneme neo-liberalizm denilmiştir ve hukuk ideolojisi açısından 19. yüzyıl rekabetçi kapitalizmindeki gibi denkleştirici adalet önemsenmektedir ve ekonomideki etkinlik her acımasız toplumsal sonucu onaylamayı sağlayacak ölçüde öndedir.
Hukuk ideolojisi açısından üç dönemin ideolojik temalarını karşılaştıralım. Bu karşılaştırma, üç dönemin hukuksal üstyapıların temel bileşenlerini ifade eder.

Rekabetçi Kapitalizm
Düzenlenmiş (tekelci) kapitalizm
Neo-liberal, Post-modern kapitalizm
- Devlet müdahalesi yok
- Özgür ve eşit yurttaşlar
- Kutsal mülkiyet
- İradi sözleşmeler
- Bireysel hak ve özgürlükler
- Hukuk devleti
- Müdahaleci devlet
-Kalkınma ve planlama
- Ekonomik kökenli grupların (işveren, işçi, işsiz, tüketici) işbirliği yoluyla sosyal barış
- Devletin yeniden gelir paylaştırması
- Sosyal ve ekonomik haklar
- Hukuka ait tutarlı ideolojiler
- Sosyal hukuk devleti
- Rekabetçi ilkelere dönüş
- Ekonomide yeniden paylaştırma yerine etkinlik ve verimlilik
- Çalışanların gruplaşması yerine işyerine bağımlılık (post-fordist sistem)
- Kamu politikaları yerine kuralsızlaştırma
- Devletin yargılaması yerine tahkim ve diğer uyuşmazlık çözüm şekilleri
- Fikri mülkiyetin özel bir önem kazanması
- Hukuk düşüncesinde tutarlı ideoloji yerine retorik ve sonuçsalcı  gerekçelendirme
- Ekonomik kökenli gruplar yerine kimlik politikası çerçevesinde (etnik, toplumsal cinsiyet, yaşam tarzı temelinde) azınlık hakları
- Toplumsal grupların demokratik talepleri yerine mikro politikaların egemen olduğu ve halktan gelen taleplerin bu yolla çözündüğü kamu algılaması
 
 Hukuk ideolojisi hukuk doktrininden daha geniştir. Bütünsel ideoloji kavramına uygun olarak, hukuk ideolojisi de bütünsel mahiyettedir ve içinde farklı hukuk doktrinlerinin üretilmesinin koşullarını temin eder. Bu noktada, hukuk ideolojisinin hukuk politikaları sayesinde zenginleştiğini veya hali hazır güncel koşullara uyarlandığını ifade etmemiz doğru olur. Hukuk politikaları yasama faaliyetlerinde ya da yargıçların kararlarında ortaya çıkar.

Hukuk Politikası ve Yargıç
Hukuk ideolojisinin içeriğinde yer tutan bileşenlerin eklemlendirilmesi ve yeniden eklemlendirilmesi kendiliğinden veya otomatik olarak gelişen bir oluşum değildir. Siyasal ideolojinin eklemlenmesinde aydınların oynadığı rolü burada mahkemeler üstlenir. Mahkemeler yeni düşünce unsurlarını kararları aracılığıyla hukukun düşünce dünyasına dahil ederler. Mahkemeler, pratikte genellikle tutucu bir tutum sergilemişlerdir; bu, hukukun yeni toplumsal koşullara yargı içtihatları aracılığıyla uyarlanmasının hızlı şekilde gerçekleşmesini önlemiş veya en azından mahkemelerin halihazırda mevcut hukuk politikalarına dayanan direnci dikkati çekmiştir. Yeni hukuk politikalarının geliştirilmesinde harekete geçirici etkisi olan örgütlü kişi ve gruplar, en geniş anlamda hukuk politikası oluşturmanın girdilerini temin ederler. Hukukun yeni içtihatlar yoluyla toplumsal taleplere yanıt vermesi ya da en azından bu talepleri asgari düzeyde yatıştırması toplumdaki bakış açısı değişikliğinin hükümet ve yasama organının hukuksal davranışlarında ortaya çıkan tutumlar aracılığıyla kabul görmesi sonrasında bunların yargıçlar ve hukuk çevreleri tarafından benimsenmesine ve bir hukuk prensibi formunda formüllendirilmesine bağlı olmuştur. Bu noktada hem politika, hem hukuk politikası, ve hem de hukukçuların ideolojik tutumlarının, genel olarak toplumsal tutumlarla birlikte, girdi ve çıktı sistemiyle ifade ettiğim tepkisel ve interaktif süreç içinde ele alınması gerekir. Bu alanda, yargıçlar yargısal işlevlerini icra ederken, yönetsel ve adalete ilişkin tutumlarında çift değerli (ambivalent) yaklaşım içindedirler; bundan hareketle ikisi arasında dengeleyici bir tutum alırlar. Bu dengeleyici tutumun kendisi, yargıçların düzeni sürdürme anlayışının muhafazakar bir politikacının partizanca olan düzen taraftarlığından farklı olmasını sağlar. Yargıcın tutuculuğu daha soğukkanlı, daha sağduyuya hitap eden ve kurulu düzenden dolaysız çıkarı olan gruplar ve sınıfların partizanca taraftarlığından farklı, rasyonelleştirilmiş ve objektifleştirilmiş bir tutuculuktur. Bu tutumlarıyla yargıçlar siyasal alanın olağan politik dalgalanmalarından daha istikrarlıdırlar ve böylece, makul olan hukuk politikaları inşa edebilme olanağını elde ederler.
Hukuk ideolojisi, hukukçuların sınıf kökeni ve beklentileri açısından mevcut toplumsal düzenden yana olmaları ile de ilişkilidir. Belirtilen kişilerin eğitim ve göreve getirilirken yapılan eleme de önemlidir.  Bu gelişme sürecinde, hukuk ideolojisinin yargıçların tutumuyla ilişkisini gözlemleyebiliriz. Mahkemeler, sürecin hareket noktasında liberal yaklaşım içindedirler. Bu yaklaşım, kendi sistemi içinde, grupsal veya kolektif haklar kavramına yer vermektedir. Ana hatlarıyla süreç liberal yaklaşımın dışladığı grupsal hakların tanınmasıyla sonuçlanmıştır. Burada hukuk ideolojisinin açık uçlu ve belli sınırlarda yeni koşullara uyarlanabilir olduğu da akılda tutulmalıdır.

Toplum ve Hukukun Temin Ettiği Rasyonellik
Son olarak Max Weber’in rasyonelleşme ile modernleşme arasında kurduğu ilişkiye işaret edilecektir. Rasyonelleşen toplum, sadece akla ve bilime güvenin yüksek olduğu bir toplum değildir, bunlarla birlikte insanın türdeşleriyle hatta kendi biyopsişik süreçlerinde yaşamının ve bu yaşama ait sorunların da bilime konu olması ve çözümlerinin bilimde aranmasıdır. Modernlik geri dönüşsüz bir sarmal süreçtir; modernleşme toplumun gündemine yeni sorunlar taşır, bunların çoğu üretici güçlerin gelişmesinin sonucudur ama bunların çözümü de daha fazla modernleşmekten başka bir yerde aranmaz. Gelişen modernleşme toplumu daha fazla rasyonelleştirir, bilimselleştirir ve tıbbileştirir. Hukukun toplumsal düzeni rasyonel olarak sürdürme zorunluluğu içine girmesi bu sürecin toplumsal ilişkiler alanındaki sonucudur.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder