Hukuk Felsefesi 2013-2014 (Güz)
DERS NOTLARI (2)
Doç. Dr. Sevtap Metin
Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba
ORTAÇAĞ
Ortaçağ’ın Ekonomik ve Sosyal/Kültürel İklimi
Ortaçağ yaklaşık
bin yıllık bir dönemdir. Bu dönemin hiçbir
kırılma yaşanmadan sürdüğünü ileri sürmek kesinlikle
hatalı olacaktır.
Özellikle on birinci yüzyıl öncesi ve sonrasında ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda ciddi
ayrımlar vardır.
Ortaçağ Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı diye ikiye ayrıldığı beşinci yüzyıl ile İstanbul’un fethinin gerçekleştiği on beşinci yüzyıl arasındaki
dönemdir.
Roma İmparatorluğu Cermen ve Hun akınlarıyla önce parçalanır. Ancak Ortaçağ’ı başlatan bir diğer önemli olay Akdeniz Havzası’ndaki İslam egemenliği akınları neticesinde
Avrupa’nın diğer coğrafyalarla iletişiminin kesilmesi ve Avrupa’nın içe kapanmasıdır. Bu nedenle Ortaçağ’da ticaret ve şehir hayatı sönümlenmiştir. İnsanlar iç ve daha yüksek kesimlerde kalmış ve bu nedenle kapalı tarım ekonomisi
söz konusu olmuştur. Tarım toprakları senyörlerin mülkiyetidir. Toprağı olmayıp senyöre bağlı yaşayanlar, senyörler ile serflere bir toprak parçasını kullanmak için verir ve buna karşılık asıl topraklarında onlar çalışır.
Senyör, mali, idari ve hukuki bir iktidara sahiptir. Avrupa feodalitesinde
merkezi bir siyasal
mekanizma yoktur.
Senyörler arasındaki
mücadele, topraklara sahip olmak için değil, toprağın üzerinde yaşayan serfler ve onların emekleri hakkındadır. Çünkü nüfus savaşlarla
azalmış ve insan-emek asıl zenginlik olarak görülür. Ayrıca, coğrafi iklim değişiklilerinin serf yaşanması da insan nüfusunu azaltmıştır.
Emek-rant bu nedenle önem taşır.
On birinci yüzyıl’dan sonra ise şehir hayatı yeniden canlanmaya
başlamış, ticaret ile emek-rant yerine paranın önemininartması söz konusudur. Para ekonomisi söz konusu
olup şehirler yeniden canlanır. Burjuvazi yeni zenginleşen bir sınıf olarak hayat bulmaya başlar.
Ortaçağ üzerinde bir de İslam medeniyetinin etkisi vardır. Özellikle on birinci
yüzyıl’a kadar doğu dünyasında “İslam Aydınlanması” yaşanmakta, “Karanlık Ortaçağ” batı için geçerli olmaktadır. İslam dünyasında Aristoteles ve Platon’un eserleri Arapça’ya çevrilmiş ve İslam dünyasında bir düşünce zenginliği söz konusu olmuştur.
On birinci yüzyıl’dan sonra, İslam filozofları olan Farabi ve İbn-i Rüşd’ün eserleri -ki bunlar Aristoteles ve Platon’dan etkilenmiştir- Latince’ye çevrilmiş ve bu, Avrupa’da Aristoteles ve Platon’un düşüncelerinin yeniden hayat bulmasınıa ve on birinci yüzyıl sonrasında bir “Erken
Aydınlanma” yaşanmasına sebep olmuştur.
Ortaçağ’ı etkileyen bir diğer önemli husus, Kilisenin etkisidir.
Hristiyanlık
başlangıçta yoksulların ve ezilenlerin dini olarak ortaya çıkmışsa da Ortaçağ’da
hristiyanlık güç sahiplerinin bir aygıtı olmuştur.
Öyle ki, Hristiyanlık kurumsallaşıp (kilise) resmi din haline gelmiştir.
Kilise ciddi bir güç sahibidir; mülk sahibidir.
Kilise dünyevi iktidar üzerinde
ciddi bir etkide bulunmuştur
(Hoca haftaya İbn-i Haldun ve Aquina’lı
Thomas’ı anlatıp Ortaçağ’ı
anlatmayı bitireceğini söyleyerek dersi
sonlandırdı)
Ortaçağ onuncu yüzyıl’a kadarki dönemi ile sonrasındaki dönem diye ikiye ayrılır. Onuncu yüzyıl’a olan dönem Erken Aydınlanma diye anılır. On ikinci yüzyıl Ortaçağ Aydınlanması tabiri bu ayrım ile anlaşılmalıdır.
Ortaçağ Felsefesinin Dönemleri
Ortaçağ felsefesi ikiye ayrılarak incelenir.
1) Patristik Felsefe (M.S. sekizinci yüzyıl’a
kadar olan dönem)
Kilisenin, Hıristiyanlığın kurucu babaları, kilise babalarının düşünceleri (patristik)
üzerine temellenir. Bu dönemde, Hıristiyan inancı, önceki pagan inanç sahiplerine karşı savunulma ve topluma
yerleştirilmeyi amaçlar. Patristik felsefe Platon düşüncelerinin ağırlık taşıdığı, yeni-Platoncu bir dönemdir.
2)
Skolastik Felsefe (M. S. Sekizinci yüzyıl’dan on dört ve on beşinci yüzyıl’lara kadar
olan dönem)
Okul öğretisi diye adlandırılabilir. Artık Hıristiyanlık inanmayanlara yerleştirilmiştir. Skolastik dönemde felsefi olarak savunulan ve kanıtlanan Hıristiyanlığın sistemleştirilmesi söz konusudur. Skolastik dönem Aristo’nun görüşlerinin hakim olduğu dönemdir. Skolastik dönem, İslam felsefesi, Hıristiyan düşüncesi ve Musevi
inancı için ortak bir özellik olarak;
İlk çağdan, Antik Yunan’dan bir kopuş yaşanır ancak bu kopuş, Aristo, Platon ve Stoizmin etkileri var
olmakla söz konusu olmuştur. Yani paradoksal bir görüntü var.
Ortak özellikler
1)
Ortaçağ felsefesi dünyevi bir felsefe değildir. Öte dünyadaki mutluluğu amaçlar. Antik Yunan felsefesi insan aklı ile ve ona güvenerek yapılıp rasyonel ve dünyevi iken Ortaçağ felsefesi özellikle
Platon’un etkisiyle, öteki dünyaya ulaşmayı amaçlar. Özellikle patristik felsefede iman
akla üstün çıkmıştır. Yani Tanrı ve öte dünya merkezli bir felsefedir. Bu nedenle Tanrının varlığı, kötülük problemi,
ölümden sonraki yaşam vs. felsefi tartışmalara yerleşir. Ortaçağ felsefesi böylece dine dayalıdır.
En çok bahsedilen konular teoloji
konularıdır. İnsan aklının ikinci plana itilmesi, ilk çağdan tümüyle bir kopuşa
işaret etmemektedir. Platon
ve Aristo, Ortaçağ dönemlerini çok etkiler. Dine dayalı oluş ve buna rağmen
Antik Yunan’dan etkilenme bir aradadır.
2)
İslam, Hıristiyan ve Musevi
düşünürler akıl-iman çatışmasında tıkandıklarında Antik
Çağ düşünüşü dönüştürerek bunları aşmaya çalışmışlardır.
3)
Ortaçağ felsefesi durağan ve
dogmatiktir. Hakikat, ta başından bellidir.
Ortaçağ filozofu yeni ve farklı bir şey aramaz, var olanı sistemleştirmeye çalışır. Aristo’nun mantık
sistemi ve kutsal
metinlerden gelerek bir sistemleştirme yapılmıştır. Antik Yunan’da ise düşünce dinamik ve sabit olmayan bir özelliğe sahiptir.
Ortaçağ felsefesi bu ortak özelliklere rağmen bir yelpaze özelliğinde değildir.
Kimi filozoflara göre, Patristikler, bilmek için önce inanmak gerekir. Çünkü iman içermeyen akıl, sürekli deliller, kanıtlar ister ve akıl insanı doğru yoldan, inançtan saptırabilir. Akıl insana sadece görüleni verir, görünenin arkasında yatanı keşfetmeye akıl yeterli değildir, bu alan ancak iman ile anlaşılabilir. Akıl ile imanın uyuşmayacağı düşüncesine Gazali örnek gösterilebilir.
Bir başka filozof ise
akıl ile imanın çatışmadığını, akıl
ile imanın aynı parçanın iki yüzü olduklarını, aynı hakikati farklı şekillerde söyleyen özünde ise aynı
olan alanlardır der. Bu çalışma peygamberi filozof yapar; dini de akıl olarak gösterir. Bu düşünceye örnek İbn-i Rüşd’dür.
Üçüncü görüş, akıl ile imanın ne tam olarak zıt olduğunu ne de çatıştığını
söyleyenlerdir. Bunlara göre akıl ile iman çoğu kez bir aradadır. Ancak akıl ile
anlaşılamayacak alanlar da vardır, burada aklın tüm desteğine rağmen salt akılla anlaşılamaz. Bu alanlar sadece iman ederek anlaşılabilir. Örnek: Aquinas Thomas.
Kısaca Ortaçağ’da ilkçağ etkisi mühim ve yoğundur ancak Antik Yunan ile dinin çatıştığı noktalarda din (Hıristiyanlık ya da İslam) tercih edilmiş,
referans noktası din olmuştur.
Not: İslam düşünürleri
arasında da ciddi farklar vardır.
İbn-i Rüşd
Ölümden sonra bedenler dirilmez, maddi olarak
dirilme yoktur. Dirilecek olan insanın ruhudur. Çünkü tanrı tikellerin bilgisine sahip değildir, insanların teker teker neyle uğraştıklarına bakmaz. Bu noktada
Aristo etkisi görülür.
Bazı İslam filozofları evrenin Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı inancını kabul etmez. Gazali bu düşünceye saldırır. Tanrı var olmakla evren de ondan fışkırmış ve evren de varolmuştur. Yani evren tanrıdan sadır olmuştur
ve Tanrı gibi ezelidir.
Tanrının sıfatlarından biri mutlak iyidir. Ancak
madem öyle evrende kötülük var olur?
İbn-i Haldun
On dördüncü yüzyıl düşünürüdür. Kadılık yapmıştır.
Önemi, daha sonra
batı düşüncesine de hakim olan kimi sorunsallara ilk kez temas eden kişi olduğu iddialarından gelir. Özellikle sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu sayılabilir.
Mukaddime adlı eserinde toplumsal
olayları kendisine konu edinen yeni bir bilim kurduğunu iddia
eder.
Bu bilimin adı ümrandır. Tarih içinde
toplumsal olguları inceleyen bilim olarak ümran biliminden
söz eder. İbn-i Haldun, Arapların Montesquieu’sü ve Marx’ı olarak da adlandırılır.
Toplumsal olaylar ve insanlarla coğrafya ve iklim koşulları arasındaki belirlenim ilişkisinden bahsetmesi Montesquieu’ye benzetilir.
İbn-i Haldun’un kullandığı dil betimleyici, önyargısız
bir saptama yapar tarzdadır. Neden-sonuç ilişkilerini saptamaya çalışır.
İbn-i Haldun’a göre tarih kahramanlık hikayeleri değil, tarihsel olayları neden-sonuç ilişkisi
içinde ele almalıdır.
Marx’a benzetilen yönü, toplum tipleri ile üretim ilişkileri arasındaki
bağı vurgulamasıdır. Ekonomik
olaylar toplum yapısına etki eder, üretim ilişkileri toplumsal ilişkileri etkiler, der.
İbn-i Haldun’a göre toplumsal yaşam, insanın
doğasının bir icabıdır.
İbn-i Haldun’a göre coğrafi koşullar ve üretim ilişkileri bakımından insanlık tarihinde iki toplum
tipi vardır:
1)
Göçebe toplumlar
2)
Yerleşik toplumlar
Yaşadığı döneme dair taptığı bu tespit önem taşır.
İbn-i Haldun’a göre
bu iki toplum arasında bir döngüsellik, birbirinin yerine geçme ilişkisi
ve bu iki toplum
tipini birbirine
bağlayan bir bağ vardır: Asabiye bağı. Durkheim’ın kolektif
bilincine benzeyen bu bağ, göçebe toplumlarda nesep bağı (nesep asabiyeti); medeni (yerleşik) toplumlarda ise sebep bağı (sebep asabiyeti) vardır. Nesep asabiyeti Durkheim’da mekanik dayanışmaya denk düşer. Aynı soydan gelmekle ortaya çıkan bağdır. Sebep asabiyesi ise aynı kültür çevresinden gelmeyi açıklar. Medeni toplumun ihtiyaçlarının daha çok ve çeşitli olması, göçebe toplumdaki basit organizasyonu aşmayı gerektirir. İşte sebep bağı, ihtiyaçlardan
doğan bir sebep asabiyetidir. Bu, Durkheim’daki organik dayanışmaya denk düşer.
Göçebe toplumlarda devlet yoktur.
Devlet yerleşik toplum aşamasında karşımıza çıkar. Böylece göçebe toplumda iktidar
ilişkileri doğal şefin etrafında döner. Burada yaş ve otorite
rol oynar. Medeni toplumlardaki
siyasi
iktidar
gibi
güçlü değildir.
Göçebe toplumlar militer olarak güçlüdür. Böylece fethettikleri yerleri elden kaçırmamak için oralara yerleşirler. İstila ettikleri yerlere yerleşen göçebeler, yerleşik hayat ile karakter değişikliğine uğrar. Militer güç zayıflar, konfor ve haz amaçları öne çıkar. Bu yeni yaşam biçimi göçebe topluma
yerleşince başka bir göçebe toplum o yeni toplumu zapteder ve bu döngüsel olarak devam eder.
İbn-i Haldun organizmacıdır. Platon’dan farklı bir organizmacılıktır. Platon’da toplum,
insan bedeni bakımından bir analojiye, uzuvlar bakımından konu olurdu. İbni Haldun’da ise tüm insan toplumları tıpkı insanlarda olduğu gibi doğar büyür yaşlanır ve son bulur. Göçebe toplumlar yeni bir yer fetheder ve orada yerleşik topluma geçerken doğar ve büyür. Ancak militer
güçlerini kaybetmeleri, başka bir göçebe toplumca zaptedilmeleri sonucunu doğurur ve böylece yıpranır ve en nihayetinde son bulurlar ve yeni bir toplum
oluşturulur.
İbn-i Haldun’a göre duraklamadan inişe geçmede yerleşik yöneticilerin zevk ve sefahate düşkün hale gelmeleri ve yönetilenlere ağır vergiler uygulamalarından gelir.
Aquino’lu Thomas (St. Thomas)
On üçüncü yüzyıl düşünürüdür. Düşüncelerinde önemli ölçüde
Aristo’dan etkilenmiştir.
Not: Aristo ve Platon’un eserleri
Yunancadan önce Arapçaya ve Arapça
çevirilerden Latinceye çevrilmiştir. Etkileşim İslam bulaşarak oluyor yani.
Yeni ortaya çıkan burjuvazinin ve laikliğin önünü açan bir filozof olarak kabul edilir.
Tanrı ile ilgili onun varlığını kanıtlayıcı argümanları Aristo’dan gelir. Örneğin, ilk hareket. Evrendeki her şey bir hareket ettirici ile hareket edebilir. Ancak
kendisi hareket ettirilmeye ihtiyacı olmayan şey Tanrıdır. Benzeri biçimde ilk neden; evrende her şey başka bir şeyin nedenidir.
Oysa Tanrı ilk nedene ihtiyacı olmayan bir varlıktır.
Düzen; evrendeki her şeye düzen veren
bir yüksek bilincin olması gerekir.
Bilinç, madde olamayacağından, evrene düzen veren şey de yüksek bir akıl olarak tanrıdır.
Aquino’lı Thomas’ta Hukuk – Devlet
Burada da benzer biçimde Aristo etkisi vardır:
Yönetim biçimleri iyiler (monarşi, aristokrasi, politea) vardır. İyi yönetim biçimlerinde iktidarı elinde bulunduran güç ortak yararı gözetir. İyi bir devlet biçiminde ortak yararı gözeten yasalar yapılır. Bozulmaları ile (aynı Aristo’daki gibi) üç kötü yönetim biçimi ortaya çıkar.
İnsan doğası gereği devlet ve toplumla yaşar. Thomas’a göre dört tip yasa vardır:
1) Ebedi yasa: Evreni yaratan, yöneten, ona hakim olan tanrının yasalarıdır.
Tanrısal aklın koyduğu yasalardır. En üstte yer alan yasa kategorisi budur.
2)
Doğal
yasa: Ebedi yasalardan, insan aklının anlayıp bilebileceği yasalardır.
Yani ebedi yasaların tümünü insan anlayamaz. Anlayıp bilinebilenler doğal yasalardır. Bunlar insanın doğasına, yapı ve ihtiyaçlarına uygundur. Hiyerarşide ikinci sıradadırlar.
3)
Pozitif
yasalar: İnsan yapımı olup, doğal yasaya uygun olmak zorunda olan ve somut olaylarda kullanılacak, uyuşmazlıkları çözüme kavuşturacak
yasalardır. Hiyerarşide üçüncü sıradadır.
Soru/not: Pozitif yasa, üstteki iki yasaya uygun değilse ne olacak? İnsanların,
toplumun bu yalara direnme hakkı var mı?
Cevap/not: Thomas topluma bu hallerde direnme hakkı tanımaz.
Çünkü direnme hakkı tanınırsa toplumsal
düzen bozulur. Direnenler mevcut iktidarı
deviremezse devrilmeyen iktidar daha da sertleşir. Eğer devirirlerse yerine gelen
iktidar aynı akıbete
uğramamak için yine öncekinden sert olur. Yöneticiyi deviren halk ne yapacağını bilemeyebilir ve bu nedenle boşlukta kalabilir. Thomas’a göre bu hallerde “pasif
direniş” yapılmalıdır. Tanrıya bu halden kurtulmak için dua edilmelidir.
4)
İlahi yasalar:
Akılla kavranmayan ebedi yasalar vardır. Doğal yasalar insan aklının kavrayabildikleri kadardır. İlahi yasalar ebedi yasalar içinde insan aklının eremeyeceği, anlayamayacağı ve sadece iman edilmesi
gereken yasalardır. Bu yasalar kilisenin, ruhani liderlerin yasasıdır.
Peki Aquinas’lı Thomas’tan bu ayrımlar çerçevesinde bir laiklik yorumu çıkabilir mi? (Bir dahaki ders bu tartışılarak başlanacak)
Ortaçağ’da öte dünya, din ve tanrı merkezli ve öte dünya mutluluğunu
hedefleyen bir felsefe vardı.
Ortaçağ dini temelli olduğu için yeni bir şeylerin üretilmesindense
verili hakikatlerden hareket etmek söz konusu
olmuştur. Bu bakımdan Antik Yunan
felsefesinden bir kırılma
niteliği varsa da Ortaçağ’da tüm dinlerde Antik
Yunan düşüncesinin
etkisini görmek mümkündür.
Patristik dönemde Platon, Skolastik dönemde Aristo etkisi görülmüştür.
Antik Yunan’ın din ile çatıştığı yerlerde, ortaçağ filozofları din ile Antik Yunan’ı bir uzlaştırma
çabası içinde
olmuşlardır. Bu filozoflar tanrının varlığını kanıtlamak düşüncesi üzerinden gidiyordu.
Aquinas’lı Thomas, üzerinde Aristo etkisi bariz olan bir skolastik dönem filozofudur.
Aristo iyi yönetimler arasında bir tercih yapmaz ve o ülkenin
yapısı hangisine uyuyorsa onun uygulanması gerektiğini söyler. Aquinas’lı Thomas bu noktada karma bir yönetim tercih eder. Buna göre, egemenliğin kaynağı tanrı olsa bile bu egemenliği yeryüzünde kimin kullanacağını tanrının belirlemediğini söyleyerek yeni bir
yaklşım getirmiştir.
Yasaları dörde ayırmıştır. Ebedi yasalar tanrısal akıldan çıkan yasalardır. Doğal yasalar ise ebedi yasalardan insan aklının çıkarabilecekleri idi. Pozitif yasaların kaynağı ebedi yasadan doğan doğal yasalardı. İnsan eliyle yapılan yasalardı. İlahi yasalar ise ebedi yasalardan insanın anlayamayacağı, akılla kavranamayan ve sadece iman edilebilen yasalardır.
İlahi yasaları sadece kilise ve ruhban sınıfı bilebilir.
Bu ayrımlardan hareketle Aquinas’lı Thomas’ın skolastik felsefe döneminde Tanrıya ait olan ile insana ait olan yasaları ayırarak laikliğin temelini attığına dair yorumlar vardır. Başka bir yorum bu ayrıma rağmen ilahi yasaların akıl tarafından kavranamayan ve iman ile itaat gerektiren yasaların varlığı, ilahi yasaları tekelinde tutan kiliseyi kuvvetlendirdiği yönündedir. Yani laikliği değil, kilisenin kudretinin artırılması söz konusudur bu yoruma göre. Ancak bir tespit olarak Aquinas’lı Thomas’tan sonra insan
aklının devreye girmesi ortaya konulmalıdır.
On ikinci yüzyıl sonrasında ekonomi değişir ve burjuvazi de iktidarda pay sahibi olmak
ister. İşte bu yeni sınıfın çıkarlarını ve iktidar
arzusunu toplum sözleşmecileri ortaya koyar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder