Hukuk Felsefesi 2013-2014 Öğretim Yılı (Güz)
DERS NOTLARI (3)
Doç. Dr. Sevtap Metin
Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba
YENİÇAĞ'IN
DOĞUŞUNDA ETKENLER
RÖNESANS VE
REFORM HAREKETLERİ
Avrupa’da
15. ve 16. yüzyıllarda önce İtalya’da başlayan, daha sonra diğer Avrupa
ülkelerine yayılan edebiyat, sanat, düşünce ve bilim alanındaki büyük yenilik,
gelişme ve anlayışlara “yeniden doğuş”, diğer bir ifadeyle “Rönesans” denir. Rönesans’ın
İtalya’da başlamasının nedeni, İtalya’nın Hristiyanlığın dini merkezi olması ve
zengin kilisenin sanatçıları koruması etkili olan başlıca faktörlerdir. Bu
süreci başlatan ise, Eski Yunan ve Roma edebiyatına ait eserlerin keşfidir. Bu
eserlerin keşfi, insanlarda yeni meraklar ve ilgiler uyandırmış ve içinde
yaşadıkları dünyayı araştırmaya ve incelemeye yöneltmiştir. Rönesans yeniden
başlayışı, yeniden doğuşu simgelemektedir. Ancak bu süreçte geçmişten köklü bir
kopuş olmamış, sadece bu yönde bir yol açılmıştır. Fransız tarihçisi Michelet, Rönesans'ı
“dünyayı ve insanı keşfetme” diye niteler. Bu, dünyaya açılma, yeni ülke ve
toplulukları keşfetme ile insanı ve ona kişilik veren özelliklere değer verme demekti.
Rönesansta, dini ve mistik bilgi karşısında,
akli bilgiye verilen önem artmış ve kiliseye yönelik bir tepki oluşmuştur. Rönesans, diğer bütün özellikleri bir yana, Ortaçağ’ın kavramlarına ve yöntemlerine karşı
bir başkaldırıdır.
Rönesans felsefesine damgasını vuran
akım, dönemin artan özgürlük ve eşitlik ihtiyacı sebebiyle hümanizm olmuştur.
Bu dönemde, insan merkezli bir felsefe anlayışı öne çıkmaktadır. Bu dönem bilgi
anlayışı ise, rasyonalist bilgi anlayışı ve klasik mantığa ters düşerek
pozitif, amprist bir bilgi anlayışı oluşumuna zemin hazırlamış ve yeni bir mantık
sistemi geliştirmiştir. Dönemin bireyi ön plana alan bilgi anlayışı; insan
zihnini, dış dünyadaki izlenimleri alan pasif bir alıcı olmaktan ziyade, daha
etkin bir akıl olarak ele almıştır. Orta
Çağın ortadan kaldırmaya çalıştığı bireyselcilik anlayışına
karşın Rönesans’ ta insan aklı ve birey felsefenin merkezi haline gelmiştir.
Rönesans’tan sonra
Avrupa’nın genel özellikleri şöyle sıralanabilir:
* Din
adamları ve kilise eleştirilerek Reform hareketlerinin başlamasını sağlamıştır.
* Krallar papaların devlet işlerine karışmasını
önlemişlerdir. Bu durum yönetimde laik anlayışın ve kralların güçlenmesini
sağlamıştır.
* Ticaret faaliyetleri bölgesel olmaktan çıkarak önce ülke sınırlarına,
sonra bütün Avrupa’ya, ardından farklı kıtalara yayılmıştır. Bu durum Avrupalı
devletlerin ekonomik yönden güçlenmelerini sağlamıştır. Coğrafi keşifler
sonucunda Avrupalılar çeşitli kıtalarda sömürge imparatorlukları kurmuşlardır.
* Papa’lığın tek yetki mercii olmaktan çıkmış, Katolik
kilisesi zayıflamıştır.
Rönesans’tan sonra Avrupa’daki bu
gelişmelere yol açan bazı temel olaylar şunlardır.
b) Kağıt ve
Matbaanın Yaygınlaşması
Avrupa’da kağıt ve matbaanın
yaygınlaşmasıyla;
Çok sayıda
kitap basılmış ve ucuz satılmıştır.
Okuryazar
sayısı artmıştır.
Değişik bilgi
ve düşünceler geniş alanlarda yayılmıştır.
Bilim, kültür
ve düşünce hayatı gelişmiştir.
Rönesans ve
Reform hareketlerine zemin hazırlanmıştır.
c) Pusula, Gemicilik ve
Haritacılıkta Gelişme
REFORM SÜRECİ VE
ETKİLERİ
16. yüzyılda Papa’lığın (günümüz
adıyla Katolikliğin) bozulmalar karşısında ilk olarak Almanya’da başlayan Hristiyanlık’ta yeni
düzenlemeler yapılmasına “Reform” denir. En büyük önderleri Martin Luther ve Jean Calvin ve arkadaşları veya
öğrencileridir. Katolik
kilisesine karşı bir tepki, bir “protesto” olan bu dinî akım ilk Hıristiyanlığa
dönmeyi, Ortaçağ Katolik kilisesinin Hıristiyan öğretisinde yapmış olduğu
yorumları temizlemeyi amaçlamıştır.
Antik Yunan
döneminde Batılı insan, diğerlerinden farklı olarak, eşya ve olayları farklı
bir yöntem ve felsefeyle yorumlamayı keşfetmiştir. Ancak, Hristiyanlığın
kabulüyle birlikte, felsefe ya da felsefi düşünce biçimi bu dinin etkisi altına
girmiştir. Kilisenin kurumsallaşarak gücüne güç katması, insanların düşünce
biçimlerinin kilisenin emri altına girmesine sebep olmuştur. Aklı, dinin
doğrularına uyarladığını iddia eden kiliseye karşı, zamanla dinin doğrularıyla
kilisenin doğrularının özdeşleştirilemeyeceğine yönelik düşünceler gelişmiştir. Bu süreç kaçınılmaz olarak Kilise
otoritesinin çatlamasına neden olmuştur ve “bireyin kendi başına karar
verebilmesi hakkı”, bireyin ufkunu genişletmiştir; vicdan özgürlüğü diğer diğer
özgürlüklerin, dinsel çoğulculuk da siyasal çoğulculuğun önünü açtı.
Özgürlüklerin tanınması ile iktidarın sınırı ve zorba yönetime karşı direnme
konularının ve bağlantılı olarak da siyasal sözleşme görüşünün tartışılması
olanağı doğdu.
BİLİMSEL
DEVRİM
Klasik yaklaşıma göre, 16. ve 17. yüzyıllardaki “Bilim
Devrimi”, bilimin her alanını etkilemekle kalmamış; bilimsel araştırma
tekniklerini, bilim adamının belirlediği hedefleri, bilimin felsefede ve hatta
toplumda oynayabileceği rolü de değiştirmişti.
Bilimsel
devrim, Antik Yunan’dan Ortaçağ’a kadar kabul görmüş olan doktrinlerin reddedildiği
ve fizik, biyoloji, kimya, anatomi, astronomi başta olmak üzere çeşitli bilim
dallarında yapılan önemli çalışmalarla modern bilimin temellerinin atıldığı
döneme (1500-1700) verilen addır. Bilimsel devrim tek bir olay ya da keşif
olarak değil, Galilei, Newton, Leeuwenhoek, Papin, Leibniz gibi çok sayıda
bilim insanının keşiflerinden oluşan bir bütün olarak düşünülmelidir. Bilimsel
devrimle birlikte deneysel yöntem geliştirilmiş, doğanın matematiksel kurallara
uyduğu ve bilimsel bilginin pratik amaçlara ulaşmak için kullanılması gerektiği
kabul edilmiş ve bilimsel kurumlar geliştirilmeye başlanmıştır.
Bilimsel devrim birden bire ortaya çıkan bir süreç
değildir, bu devrimin gerçekleşmesi için uygun ortamı hazırlayan birtakım
toplumsal ve ekonomik gelişmeler söz konusudur. Bilimsel devrimin meydana
gelmesini mümkün kılan bu gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleri ile
birlikte Avrupa’da 15. yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar egemen düzen olan
feodalizmin çözülerek yerini merkantalist kapitalizme bırakması, kilisenin
ekonomik ve toplumsal gücünün zayıflaması ve bilimle uğraşan insanların
kilisenin patronajından kurtularak dönemin zengin tüccarları tarafından himaye
edilmesi olarak özetlenebilir.
Bilimsel Devrim olarak adlandırılan dönemdeki bazı
çalışmalardan örnek vermek gerekirse, Galileo Galilei (1564-1642) güneş
sisteminin merkezinde dünyanın değil güneşin yer aldığını göstermiş, Johannes
Kepler (1571-1630) gezegenler ve gezegen sistemleri ile ilgili yasaları
keşfetmiş, güneş sisteminin matematiksel bir açıklamasını yapmış, William
Harvey (1578-1657) kan dolaşımı teorisini geliştirmiştir.
Bilimsel devrim ilk bakışta doğa bilimlerinde yaşanan
gelişmelerle ve teknolojik ilerlemelerle ilişkili gibi görünse de aslında bu
devrim, Avrupa’da düşünce yapısında yaşanan köklü bir değişimi ifade
etmektedir. Bilimsel devrimden önce bilginin kaynağı olarak kutsal metinler
kabul edilir ve sorgulanmazken, bu devrim sürecinde sistematik şüphe, eleştirel
düşünce, ampirik çalışmalar önem kazanmış, dünyaya ilişkin mekanik bir algılama
şekli gelişmiş, bu mekanizmanın kurallarının ortaya konabileceği düşüncesi
doğmuştur.
Bilim ve ilerlemeye duyulan güven, doğa bilimlerinde
kullanılan bilimsel yöntemin toplumsal dünyanın incelenmesi için de
kullanılmasına ilişkin bir istek doğurmuş, doğa bilimlerinde kullanılan aynı
yöntemleri kullanarak etik, siyasi ve ekonomik sorunların da çözülebileceğine
ilişkin bir kanı oluşmasını sağlamıştır. Bilimsel yöntem kullanılarak toplumsal
olguların işleyişi hakkındaki genel kanunlara ulaşılırsa bu olguların
işleyişinin de kontrol altına alınabileceği ve böylece toplumsal yaşamdaki
birçok sorunun çözülebileceği düşünülmüştür. Bilimdeki bu
gibi önemli gelişmeler, özellikle bilimsel yöntemin kullanılması Aydınlanma
düşüncesinde bilimin merkezi bir yere sahip olmasını sağlamış ve Aydınlanma
düşüncesindeki akıl ve ilerleme gibi bazı önemli ilkelerin şekillenmesinde
etkili olmuştur. Özellikle Newton’un bilimsel başarıları, Aydınlanma
düşünürlerinin bilimsel yöntemin topluma da uygulanabileceğine ve gelecekte,
bilim sayesinde toplumsal değerlerin amaçlar doğrultusunda rasyonel olarak
seçilebileceğine inanmalarını sağlamıştır. Bu nedenle bazı Aydınlanma
düşünürleri, felsefenin deneysel fizik yapar gibi yapılması gerektiğini
savunmuş ve fizikteki hareket kavramı ile ahlaktaki tutku kavramı arasında bir
ilişki kurarak insanların ilgi ve tutkularını Newton’un çekim kanununa
uyarlamaya çalışmışlardır.
AYDINLANMA
DÜŞÜNCESİ
En basit tanımıyla Aydınlanma,
insan, toplum ve doğa hakkında geleneksel dünya görüşüne karşı çıkan yeni
düşünme biçimlerinin yaratılmasıdır. Daha geniş bir ifadeyle Aydınlanma,
1600’lerin sonlarında başlayan, 1789’daki Fransız Devrimi ile doruk noktasına
ulaşan ve 18. yüzyılın son çeyreğine kadar süren bir dönem içinde Batı
dünyasında bilimsel, felsefi, sosyal ve siyasal alanda yaşanan süreçlerin ve
üretilen düşüncelerin bir toplamı olarak ifade edilebilir. Aydınlanma
hareketinden önce insan, toplum ve doğa hakkındaki düşüncelere Kilisenin
otoritesine dayalı olan geleneksel bakış açısı egemendir. Bilginin kaynağı
dinsel metinler ve Kilise’dir. Bu dönemde iletişim araçları ruhban sınıfının
tekelinde olduğu için bilginin iletilmesi de bu sınıfın kontrolündedir. Bu
döneme kadar laik aydınlar, ruhban sınıfının bilgi üzerindeki kontrolüne meydan
okuyabilecek kadar kalabalık ve güçlü hale gelememişlerdir. Laik aydınların bu
güce sahip olabildiği ilk dönem Aydınlanma olarak kabul edilir. Aydınlanma
düşüncesi büyük ölçüde İngiltere, Fransa ve İskoçya’da şekillenmeye başlamış,
daha sonra Almanya, İtalya, Avusturya-Macar imparatorluğu, Rusya, Belçika,
Hollanda ve Amerika’ya kadar yayılmıştır.
Aydınlanma düşüncesi tek bir fikir değildir, birbiriyle
ilişkili bir dizi fikir, değer ve ilkenin bileşiminden oluşur. Diğer bir
deyişle Aydınlanma düşüncesi belirli bir düşünceden çok hem fiziksel hem de
toplumsal dünyayı anlamanın yeni bir biçimi, yani yeni bir bakış açısıdır. Bu
açıdan Aydınlanma düşüncesi bir paradigmadır. Aydınlanma paradigması, birçok açıdan ortak özellikler taşıyan bu
düşünürleri birleştirmiş, onlara ortak bir zemin sağlamıştır. Bu sayede
Aydınlanma Çağı içinde yer alan düşünürler, çok çeşitli fikirlere sahip olsalar
ve ayrıntılarda birbirlerinden farklılaşsalar da bazı ortak noktalarda
birleşmişlerdir. Bu ortak noktalar en açık şekilde bu düşünürlerin üzerinde
uzlaştıkları bazı temel kavramlarda görülebilir. Bu kavramlardan en ön plana
çıkanları; akıl,
ampirizm, bilim, ilerleme, evrensellik, bireycilik, hoşgörü, özgürlük, insan
doğasının birliği (aynılığı)ve laikliktir.
Avrupa’da 18. yüzyıla dek dünyanın yaratılışı, insanın
dünyadaki yeri, doğa, toplum, insanların görevleri gibi konulardaki bütün
bilgiler Hıristiyan Kiliselerinin hakimiyeti altındaydı. Kepler ve Kopernik’in
16. ve 17. yüzyıllarda yaptıkları astronomik keşifler, Galileo’nun gezegenlerin
hareketleriyle ilgili yaptığı gözlemler, ampirik bilim denemeleri ve gezginler
sayesinde uzak ve yabancı toplumlar hakkında daha fazla bilgi edinilmesi gibi
etkenler sayesinde, geleneksel evren ve dünya anlayışına karşı çıkılmasını
sağlayacak bilimsel ve ampirik bir zemin oluşturmuştur. Aydınlanma düşüncesi,
bu zemine dayanarak dinsel otoriteye bağlı olan yerleşik geleneksel bilgi
biçimlerini (örneğin dünyanın yaratılışına ilişkin İncil’e dayalı açıklamaları)
yıkıp bunların yerine deneyime ve akla, yani bilime dayanan yeni bilgi
biçimleri koymak istemişlerdir. Avrupa toplumunun geleneksel bir toplumsal
düzenden ve dünya hakkında geleneksel bir dizi inançtan yeni toplumsal yapı
biçimlerine ve dünya hakkında yeni, modern düşünme yollarına doğru bir değişim
geçirmekte olduğunu belirten Aydınlanma düşünürleri, akıl ve bilim sayesinde
meydana gelen bu değişimin toplumun daha iyi bir noktaya doğru ilerlemesini
sağlayacağını savunmuşlardır.
Bilimsel başarılar, rasyonel ve ampirik temelli bir yöntem
kullanılarak dinsel dogma ya da hurafelerden bağımsız bir bilgi biçimi
oluşturulabileceğini gösterdiği için, Aydınlanma düşünürleri ahlaki konularla
ilgilenirken ahlak felsefesini teolojiye olan bağımlılığından kurtarmaya,
bilimsel ve rasyonel bir temele oturtmaya ve buradan nesnel bilgi üretmeye
çalışmışlardır.
Aydınlanma ile ortaya çıkan ve moderniteyi de belirleyen
kavramlar şunlardır:
AKIL:
Akıl, Aydınlanma düşüncesindeki en temel kavramlardan biridir. Hatta
Aydınlanma Çağı’nın bir diğer adının Akıl Çağı olduğu kabul edilir; çünkü
Aydınlanma düşüncesi aklı temel almaktadır, neredeyse bütün Aydınlanma
düşünürleri açısından akıl en birleştirici kavramdır ve akılcılık da bütün
toplumsal ilişki ve kurumların temeli olarak görülür. Aydınlanma düşüncesinin
insan aklına duyduğu bu güven, Aydınlanma düşünürlerinin insanların kendi
akıllarını kullanarak her şeyi bilmeye, toplumsal yaşamı biçimlendirip kendileri
için daha iyi bir yaşam kurmaya muktedir olduklarını düşünmelerini sağlamıştır.
Aklın tarihsel veya toplumsal olarak belirlenmeyen, evrensel olarak bütün
insanlar için geçerli olan bir güç olduğu, yani herkesin kendi aklına ve bu
aklı kullanabilme gücüne sahip olduğu düşüncesi, doğal ya da toplumsal yaşamı
anlamak için kutsal metinler, vahiyler, duygu veya içgüdüler yerine ilk ve
temel bilgi kaynağı olarak aklın görülmesine neden olmuştur. Aydınlanma düşüncesi, aklı bu kadar merkezi
bir yere koyduğu ve felsefeyi boş inançlardan ve dogmalardan kurtarmak için
akla ve akıl yürütmeye güvendiği için rasyonalist olarak
tanımlanmaktadır. Aydınlanma düşüncesi aklı yüceltir ve herkesin kendi
aklını kullanarak içinde bulunduğu koşulları değiştirebileceğini varsayar.
Bireysel haklar, diğer bir deyişle insan hakları düşüncesi de bu fikirden
doğmuştur. Her insan kendi aklını kullanabilme kapasitesine sahip olduğu için
her birey yaşam hakkı, özgürlük hakkı, mutlu olma hakkı, saygı görme hakkı gibi
temel haklara sahiptir.
AMPİRİZM: Aydınlanma
düşünürleri, bilgiyi elde etmenin ve örgütlemenin yolunun akıl olduğunu
savunmuş, akılcılığı da ampirizm ile desteklemişlerdir. Ampirizm, doğal ve
toplumsal dünya hakkındaki tüm bilgilerin insanların beş duyuları aracılığıyla
idrak edebildikleri deneyimsel gerçeklere dayandığı düşüncesidir. Diğer bir
deyişle ampirizme göre insan doğduğunda hiçbir bilgiye sahip değildir;
doğduğunda insanın zihni boş bir levha, boş bir yazı tahtası gibidir,
deneyimlerimizle öğrendiğimiz bilgiler bu yazı tahtasının üzerine yazılır.
Ampirizme göre gerçek bir bilgi, ancak deney ve gözlemle sınanabilen bir
bilgidir; bu nedenle gözlemlenemeyen varlıklar hakkında bilgi elde etmek
olanaksızdır.
BİLİM: Aydınlanma
düşüncesinin akılla ilişkili olan bir diğer önemli kavramı bilimdir. Aydınlanma
düşünürleri bilimin akıl yoluyla oluşturulmuş tümdengelimsel bir sistem
olduğunu, deneyimlere ve gözlemlere dayanan sağlam bilginin elde edileceğini savunmuşlardır.
Diğer bir deyişle bilim, otoriteler, vahiyler, dinsel dogmalar veya mistisizm
yerine temel bilgi kaynağı haline gelmiştir. Aydınlanma düşünürleri, bilimsel
yöntemin aydınlanma ve ilerleme için itici güç olduğunu, yaşamda bilimin
uygulanamayacağı hiçbir alan olmadığını kabul etmiş ve bilimsel yöntem
sayesinde anlayan ve anlayışı sayesinde de doğaya hükmeden yeni bir insan
yaratıldığına inanmışlardır
EVRENSELLİK:
Bilim ve akıl kavramlarının bütün durumlara uygulanabileceğini ve bilimsel
ilkelerin her durumda geçerli olduğunu ifade eden kavram evrenselliktir. Diğer
bir deyişle Aydınlanma düşüncesindeki evrensellik kavramı, bilimsel bir
evrensellik düşüncesine dayanmaktadır. Diğer bir deyişle akıl, bilim ve bilgi
kavramları bütün bilişsel konulara kültürden ve değerden bağımsız, evrensel bir
bakış açısıyla yaklaşılabileceği düşüncesine neden olmuştur.
BİREYCİLİK:
Aydınlanmanın bir diğer önemli kavramı da bireycilik kavramıdır. Bireycilik,
bütün bilgi ve eylemler için başlangıç noktasının birey olduğu ve bireysel
aklın daha üst bir otoriteye maruz bırakılmaması gerektiği düşüncesini ifade
eder. Diğer bir deyişle Aydınlanma düşüncesinde insan, mükemmel ve akıllı bir
varlık olarak merkezi bir konuma sahiptir. Bireysel ve toplumsal olarak insanın
aklını kullanarak kendisini ve doğayı anlamasını ve bu yolla fiziksel, zihinsel
ve ahlaki açılardan mükemmelliğe doğru ilerleme kapasitesini ifade etmektedir. Bireyci
anlayışa göre toplum, çok sayıdaki bireyin düşünce ve eylemlerinin toplamıdır.
ÖZGÜRLÜK:
Aydınlanma düşüncesinin bir diğer kavramı da bireycilik kavramıyla ilişkili
olan özgürlük kavramdır. Özgürlük kavramı inanç, ticaret, iletişim, toplumsal
etkileşim, cinsellik ve mülkiyet gibi alanlarda feodal ve geleneksel
sınırlılıkların kaldırılması gerektiği düşüncesini ifade eder. Aydınlanma
düşünürleri, aydınlanmanın düşünen, sorgulayan, araştıran, eleştiren, özgür
bireylerle gerçekleşeceğini düşünmüşlerdir. Bu bireyler de ancak insan hak ve
özgürlüklerinin korunduğu toplumlarda yaşayabileceği için Aydınlanma düşüncesi
yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarının korunması gerektiğini savunur.
İNSAN
DOĞASININ BİRLİĞİ: Aydınlanma düşüncesindeki bir diğer önemli kavramda
insan doğasının birliği kavramıdır. Aydınlanma düşünürleri toplumsal konularda
da doğa bilimlerinin yöntemini izlemeyi savunmuş, dışarıdan bir müdahale
olmadığı sürece her şeyin doğal bir düzeni izleyeceğini, bu doğal düzenin
insanlık için en yararlı düzen olacağını düşünmüşlerdir. Bu düşüncenin
yansımaları, A.Smith’in piyasa ekonomisini dışarıdan müdahale edilmezse kendi
kendini düzenleyen bir sistem olarak görmesinde ve François Quesnay’ın ortaya
attığı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklindeki serbest piyasa
sloganında görülmektedir. Toplumsal olayların bu şekilde doğal akışına
bırakılması, bütün insanların ortak özellik ve yeteneklere sahip olduğu
varsayımına dayanıyordu. Örneğin Adam Smith, insanın doğasında işbölümü
eğiliminin olduğunu, bu eğilimin bütün insanların ortak özelliği olduğunu ve
insanların dışında hiçbir canlıda böyle bir eğilim olmadığını belirtiyordu.
Hobbes da insanların doğal durumlarının savaş durumu olduğunu, bu durumdan
kurtulmak için devletin kurulduğunu anlatırken yine insan doğasını
genellemiştir. Bütün insanlar temelde aynı özelliklere sahip olduklarına,
doğaları aynı olduğuna ve hepsi aynı şekilde akla sahip olduğuna göre, herkes
kendini aklını kullandığında aynı doğru sonuçlara ulaşacaktır. Dolayısıyla
Aydınlanma düşüncesindeki insan doğasının birliği kavramı, insan doğasının
temel özelliklerinin her yerde ve her zaman aynı olduğunu ifade etmektedir.
LAİKLİK:
Aydınlanma düşüncesinin temel özelliklerinden birinin de laiklik olması,
geleneksel dinsel otoritelerden bağımsız laik bilgiye duyulan ihtiyacı
vurgular. Aydınlanma düşüncesinde metafizik reddedilmiştir; çünkü Bilimsel
Devrimin etkisiyle evrende özsel nedenler aranmaması gerektiğine, olay ve
olguların sadece nedensellik ilişkisi içinde açıklanması gerektiğine
inanılmıştır. Metafiziğin reddedilmesi de geleneksel otoritelere, özellikle de
bilgiyi tekelinde bulunduran tutucu bir otorite olan Kiliseye karşı muhalefeti
gerektiriyordu. Bu çerçevede Aydınlanma düşüncesinde toplumun yönetilmesinde
dinî ilkelerin değil, akılcı ve bilimsel ilkelerin geçerli olması gerektiği
düşüncesi egemendir. Böylece Aydınlanma düşüncesi ile birlikte doğaüstü olanın
yerini doğal olan, dinin yerini bilim, bilginin kaynağı olarak Tanrı
buyruklarının yerini doğa yasaları, bilgiyi üretenler olarak da din adamlarının
yerini bilim insanları ve düşünürler almıştır. Toplumsal, politik ve dinsel
sorunların tümünün çözümü için deneyim ve akıl yüceltilmiştir ve bilimsel
bilginin kullanılması yoluyla toplumların ilerleyebileceğine, gelişebileceğine
ve mükemmelleşebileceğine inanılmıştır. Bu çerçevede Aydınlanma terimi toplumun
cehaletle dolu karanlık bir uykudan uyanma, aydınlanma sürecini ifade etmek
için kullanılmıştır; diğer bir deyişle aydınlanma, aklın ışığının batıl
inançlarla dolu karanlık alanları aydınlatması olarak görülmüştür.
ULUS DEVLET: İktidarın
tek meşru kaynağının halk olarak görülmesi ve iktidarın merkezileşmesi yaşanan
gelişmelerin temelini oluşturmaktadır. Kendisi için iyi olanı değerlendirebilen
eşit ve özgür bireylerin yer aldığı toplumda akla uygun tek yönetim biçimi
demokrasi olarak görülmüştür. Halk, yöneticilerin otoritesine itaat edecektir;
ancak, bu itaat zora değil, halkın kendi iradesine dayanmalıdır. Modern
devletin ortaya çıkışı kapitalizme ve yukarıda açıklanan tarihsel gelişmelere
bağlanabilir. Ulus devlet, 1783 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimlerinin
sonucunda ortaya çıkmıştır. Modern devlet ise, ulus devlet ortaya çıkmadan önce
de vardır. Ancak, her ikisinin kaynaşması Fransız Devrimi’nin egemenliğin
kaynağını halk olarak göstermesiyle olmuştur.
Ulus-devletlerin ortaya çıkmasında 15. yüzyılın sonu ile
17.yüzyılın sonu arasında yaşanan savaşların sonucunda askeri ve siyasi
otoritenin merkezileşmiş olmasının, bu merkezileşmenin bir sonucu olarak daha
fazla verginin devletler tarafından toplanabilmesinin, devletlerin
otoritelerini kullanabilmeleri için gerekli olan bürokratik mekanizmalara sahip
olmaya başlamalarının etkileri olmuştur. Bu süreçte feodal yapı çözülmüş ve
toplumsal gruplar kendi aralarındaki ilişkileri değişik sözleşmelere
dayandırmak durumunda kalmışlardır. Ulus-devlette
meşruiyet kaynağı, din, soy veya krallık olmaktan çıkmış ve laik, demokratik
yapı içerisinde kendini ifade etmeye başlamıştır. Vatandaşlar arasında farklı
sınıfsal yapıların olmaması bir zorunluluktu. Bu yolla bütün vatandaşlar
birbirlerini eşit olarak kabul etmeye başlamışlardır. Bu tür bir eşitlik
sağlanmadan ulusal dayanışmanın oluşturulması mümkün olamazdı. Devletler
homojen bir vatandaşlardan oluşan toplumun oluşmasını talep etmeye başlarlar,
bu durum milletlerin inşasına neden olmakta, millet palazlandıkça, demokrasiyi
talep etmeye başlamaktadır. Ulusal-demokratik yurttaşlık veya modern yurttaşlık
olgusu kapitalizmin gelişmesine paralel bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yurttaş,
ulus inşasının temel öğesi konumundadır. Yurttaşın inşa edilmesi için, yurttaş
olarak görülen kişilerin haklarının ve görevlerinin yasallaştırılması
gerekmektedir. Kapitalizm bir taraftan mübadele ilişkileri bağlamında evrensel
kültürün gelişmesini sağlarken, diğer taraftan da bireyin özerkliğini
önemseyerek, bireyselliğin gelişmesine katkı sağlamıştır. İktisadi ilişkilerin
sözleşme esasına dayanması, yönetimin de bir toplumsal sözleşmeye dayanması
gerektiği fikrinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
SİYASAL DEVRİMLER
Aydınlanma düşünürlerinin
fikirleri, Ruhban sınıfı ve kısmen mutlakiyetçi rejimler dışında geleneksel
toplum yapısını yıkmaya, toplumsal bir devrim gerçekleştirmeye yönelik
değildir. Bunun en önemli nedeni bu düşünürlerin çoğunun kültürlü, eğitimli ve
müreffeh bir elit içinde doğmuş olmalarıdır. Başka bir deyişle, mevcut toplum
yapısı Aydınlanma düşünürlerinin kendi kişisel çıkarlarına aykırı değildir.
Aydınlanma düşünürleri geleneksel toplumsal düzenden çok geleneksel dinsel
düzene muhaliftirler ve kendilerini
isyancı ya da devrimci olarak nitelendirmemiş, ilerlemenin bu yeni fikirlerin
etkili kişiler arasında yayılması sayesinde mevcut toplumsal düzen içinde
gerçekleşebileceğine inanmışlardır.
Her ne kadar Aydınlanma düşünürlerinin kendileri devrimci
olmasalar da Fransız ve Amerikan Devrimleri sonrasındaki siyasal ve toplumsal
örgütlenme biçimleri, Aydınlanma düşüncesinden etkilenmiştir. Örneğin, Amerikan Devrimi sonrasında
kurulan yeni Cumhuriyet’in Anayasası, insan doğasının birliği, eşitlik, hoşgörü,
düşünce ve ifade özgürlüğü gibi birçok Aydınlanma kavramını savunmuştur.
Fransız Devrimini gerçekleştirenlerin düşünceleri de Voltaire, Montesquieu,
Diderot, Rousseau, Concordet ve Benjamin Franklin gibi Aydınlanma
düşünürlerinin düşüncelerine dayanmaktadır. Buradan da anlaşılacağı gibi
Aydınlanma düşünürleri on sekizinci yüzyılda Fransız Devrimi ile başlayan ve on
dokuzuncu yüzyıl boyunca çeşitli toplumlarda yaşanan siyasal devrimlerin
nedenlerini yaratmamışlardır; ancak bu devrimleri gerçekleştirenleri harekete
geçirmişlerdir. Siyasal devrimler Aydınlanma
düşüncesinin dayandığı ilkeleri içeren yeni toplumsal örgütlenmeler
yaratılmasını sağlamışlardır. Bu düşünürler, siyasal devrimlerle altüst olan
toplumlarda toplumsal düzenin yeniden kurulması için yeni temeller aramaya
başlamışlardır.
Fransız Devrimi, Avrupa toplumunda yıllar önce başlayan
düşünsel, toplumsal ve ekonomik değişimlerin bir sonucudur. Fransız Devrimi ile
birlikte Fransa’da mutlak monarşi yıkılmış, Kilise’nin otoritesi büyük ölçüde
zayıflamış, cumhuriyet kurulmuş, Avrupa’ya uzun zaman egemen olan feodal toplum
yapısı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu devrimle birlikte Montesquieu’nun
benimsediği güçler ayrılığı ilkesi hayata geçmiş, Rousseau’nun savunduğu gibi
bütün insanların doğuştan birbirleriyle eşit olduğu kabul edilerek Fransa’da
insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul edilmiş, geleneğe karşı aklı savunan
Aydınlanma düşüncesi ve Aydınlanmanın özgürlük, bireycilik, laiklik gibi
ilkeleri siyasal ve toplumsal yaşama yansımaya başlamıştır. İnsan ve Yurttaş
Hakları Bildirgesi, insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini,
kimsenin dini inançları ya da sosyal konumu nedeniyle dışlanamayacağını ve
ayıplanamayacağını, mutlak egemenliğin ulusa ait olduğunu ve bir kişi ya da
grubun elinde toplanamayacağını, ulusun onayını almayan bir iktidarın meşru
olamayacağını, devlet yönetimindekilerin ulusa karşı sorumlu olduğunu
belirtmektedir. Böylece Fransız Devrimi, orta sınıfların yükselişini sağlamış,
siyasal iktidar anlayışında köklü bir değişikliğe neden olmuş, tek rasyonel
yönetim biçiminin demokrasi olduğu düşüncesinin yaygınlaşmasında, ulus devlet
ve milliyetçilik akımlarının başlamasında ve diğer ulusların kendi siyasal
birliklerini kurmalarında etkili olmuştur.
SANAYİ
DEVRİMİ
Sanayi devrimi terimi, teknolojik, ekonomik ve toplumsal
alanda yaşanan büyük çaplı değişimleri ifade eden bir terimdir. Bu değişimler,
ilk olarak 1760-1850 yılları arasında İngiltere’de başlamış, on dokuzuncu
yüzyıl içinde Batı Avrupa’ya, Amerika’ya, Japonya’ya ve Rusya’ya yayılmıştır.
Endüstri Devrimi, bir seferde meydana gelen bir olay değildir. Endüstri Devrimi
batı toplumlarının tarım toplumlarıyken endüstri ağırlıklı toplumlar haline
gelmelerini sağlayan birbiriyle ilişkili bir dizi gelişmeyi ifade etmektedir.
Sanayi Devrimi, Avrupa’da ekonomik açıdan en güçlü hale
gelen burjuvazinin, ticaretten elde ettiği sermayeyi sanayi alanında
kullanmasıyla gerçekleşmiştir. Burjuvazinin bu denli büyük gelir elde etmesinin
ardında coğrafi keşifler yatmaktadır. Coğrafi keşifler neticesinde, keşfedilen
topraklardaki altın, gümüş ve diğer değerli madenlerin sömürülmesi zenginlik
yaratmaya başlamıştır.
Sanayi Devrimi, Aydınlanma’nın toplumsal temelinin açığa
çıkarılmasında da etkili olmuştur. Mesela, eşitlik gibi bir konunun nesneleri
artık toprak sahipleri ve köylüler değil; tüccarlar, işçiler, öğrenciler,
burjuvazi, ulus devlet ve devlet bürokrasisidir. Bu toplumsal belirleme,
sanayiye dayalı toplumsal örgütlenmenin sonucunda oluşmuştur. Ayrıca, akılcı
düşüncenin yaygınlaşması da, sanayileşmenin gelişiminde diğer önemli etkendir.
Endüstri
Devrimi’nin merkezinde bilimsel bilginin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda
pratik amaçlara yönelik olarak kullanılması bulunmaktadır. Daha önce
üretim için büyük ölçüde insan ve hayvanların enerjisi kullanılırken, Endüstri
Devrimiyle birlikte başta buhar gücü olmak üzere cansız enerji kaynaklarından
yararlanılmaya başlanmasıyla birlikte her tür üretim için gerekli olan zaman ve
emek azalmış ve her alanda verimlilik büyük ölçüde artmıştır. Endüstri
Devrimi sürecinde yapılan keşifler ve yaşanan gelişmeler, Aydınlanma
düşünürlerinin bilim ve akla dayalı ilerleme kavramını ve Bacon’un “bilginin
amacı insanlığa maddi gelişme sağlamasıdır” şeklindeki düşüncesini
yansıtmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinin topluma faydalı olacak
bilimsel bilginin önemine ve teknolojik ilerlemeye duydukları inanç, dönemin en
önemli bilimcilerinin bilimsel çalışmalarını faydalı araçlar geliştirmeye
yöneltmelerini sağlamıştır.
Endüstrileşme, geleneksel toplumsal
yaşamı radikal bir şekilde değiştirmiş, basit kırsal yaşamın yerini karmaşık
bir kent yaşamının almasına neden olmuştur. Endüstri kentlerindeki fabrikalarda
çalışmak için kırsal alanlardan kitlesel olarak kentlere göç edilmiş, bu da
endüstriyel kentlerin beklenmedik bir hızla büyümesine neden olmuştur.
İşçilerin kentlerde ağırlıklı olarak endüstriyel kuruluşlarda ve fabrikalarda
kitlesel olarak çalışmaları, yeni “işçi sınıfı”nı doğurmuş, toplumsal
tabakalaşma yapısını büyük ölçüde değiştirmiştir. Endüstri Devrimi, uzun vadede
toplumda refahın ve zenginliğin artmasını sağlamış olsa da endüstrileşen
bölgelerde üretim ve buna bağlı olarak zenginlik ve refah artarken zenginliğin
eşitsiz dağılımı nedeniyle işçi sınıfı uzun süre yoksulluk içinde yaşamıştır.
Endüstri Devrimi her alanda daha
az emekle daha çok ürün alınmasını sağlayarak toplumun zenginliğini genel
olarak arttırdıysa da bu zenginlik toplumda eşit bir şekilde dağılmamıştır.
Endüstri Devrimine dek fabrika ya da atölye gibi endüstriyel işletmeler
olmadığı için, bu gibi işletmelerde çalışma koşullarıyla ilgili yasal mevzuat
da yoktu. Bu nedenle, Endüstri Devriminin ilk dönemlerinde de şikâyet
edemeyecek kadar küçük ve eğitimsiz olan çocuklar, fabrikalarda yoğun olarak ve
yetişkinlerden daha düşük ücretle çalışmıştır.
Ekonomiye
insan ve hayvan gücü yerine buhar, petrol veya elektrik gibi cansız enerji
kaynaklarıyla çalışan makineler yön vermektedir.
•
Zanaatkârların küçük ölçekle elde ürettikleri ürünlerin yerini fabrikalarda
makinelerle büyük ölçekli olarak üretilen ürünler almıştır.
•
Nüfusun önemli bir kısmı tarımda değil kentlerdeki endüstriyel kuruluşlarda
çalışmaktadır.
•
işbölümü uzmanlaşmış, hem yeni meslekler doğmuş, hem kol emeği ile kafa emeği
birbirinden ayrılmış hem de yapılan iş en küçük parçalarına ayrılmıştır. Bu
şekilde çalışmak, fabrikalarda çalışan işçilerin yüksek düzeyde
yabancılaşmasına neden olmuştur.
•
Kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlamış, geleneksel toplumda olduğundan daha
yüksek düzeyde işgücüne katılmışlardır.
•
Emek üzerinde kapitalist işverenler giderek daha fazla kontrole sahiptir.
•
Üretim araçlarına sahip olan ve olmayan toplumsal sınıflar ayrışmış ve
aralarındaki çıkar çatışması işçi hareketlerine yol açmıştır.
• İş
ve ev, çalışma zamanı ve boş zaman geleneksel toplumda olduğu gibi iç içe
değildir, ayrışmıştır.
•
Nüfusun çoğu kentlerde yaşamaktadır ve kırsal alanlarda yaşayanlar da ürün ve
hizmetler açısından büyük ölçüde kentlere bağlıdır.
•
Nüfusun çoğu okuryazardır.
• Laiklik
ilkesiyle, rasyonel bir şekilde, bürokrasiyle ve genellikle ulus devletler
tarafından yönetilir.
MODERNİTE*
“Modern”
kavramı Roma’dan itibaren farklı anlamlar ile kullanıla gelen bir kavramdır. Bu
günkü kullanımında iki anlam taşımaktadır: İlki yaşadığımız çağa ait olan, bu
çağda ortaya çıkmış olan anlamına gelirken diğeri eskiden yeniye geçişi
simgelemektedir. Kendisini eskiyle kıyaslamakta ve kendisinin yeni olduğunu
vurgulayan bir anlamda kullanılmaktadır. Modernite kavramı ise insanın aklını
kullanarak kendi geleceğini belirleyebileceğini bunun yanında evrenin ve
dünyanın akılcı yöntemlerle anlaşılabileceğini savunan bir yaklaşım tarzıdır.
Eski ile yeni arasındaki bir tezatlığa modern terimi gönderme yapmaktadır.
Felsefi alt yapısını Rönesans ve Reform Hareketleri ile Aydınlanma düşüncesi
oluşturan modernite 17. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Tarihsel çizgi
içinde Ortaçağ'dan sonraki çağları modern olarak niteleme eğilimi de vardır.
Modernitenin tanımı yapılırken tarih
olarak onbeşinci yüzyıl ile yirminci yüzyıl arasındaki süreç içinde tanımlanır[1].
Modernite, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın ekonomik, toplumsal, kültürel ve
siyasal alanda yaşadığı büyük ve köklü değişiklikleri ifade eder. Moderniteye
geçiş dört temel devrimle olmuştur: Newton tarafından başlatılan Bilimsel
Devrim, iktidarın meşruiyetini halka dayandıran Siyasal Devrim, aklın
üstünlüğüne vurgu yapan Kültürel Devrim ve Sanayi Devrimi’dir. Rönesans ve
Reform hareketleri neticesinde oluşan ve modernitenin fikri altyapısını oluşturan
Aydınlanma hareketinin akılcılığı ile bilimsel bilgi neredeyse tüm sürece
damgasını vurmuştur[2].
Modernitenin temel vurgusu, insanı
köleleştirdiğine inanılan gelenek ve dinin bağlayıcılığından kurtularak,
bireysel ve toplumsal yaşamı aklın önderliğinde yeniden anlamlandırmak ve
kurmaktır. Modernitenin ürettiği temel değerler arasında; akılcılık,
bireyselleşme, sekülerizm, bilimsellik, pozitivizm, kentleşme, sanayileşme,
laiklik, bürokrasi, demokrasi, ulus devlet sayılabilir. Modernite, Aydınlanma felsefesiyle ortaya çıkan; insanlığı içinde
bulunduğu bağnazlıktan hurafelerden; geri kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan;
toplum bilimlerinde insan uygarlığının genellikle sanayileşme ve laikleşme
aracılığıyla uğradığı ekonomik, siyasal ve toplumsal bir dönüşümdür ve ilerleme
olgusunu temel alarak insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün amaca doğru hareket
ettiğini kabul eder.
Modernite, farklılaşmaya zemin
hazırlayan akılcılığa ve aklın yaratıcılığına vurgu yapsa da, toplumsal ve
siyasal yapı da tekçi, bütünleştirici, birleştirici ve homojen politikaların
varlığını gerekli görür[3].
Modernitenin en önemli
özelliklerinden biri insan aklına verilen aşırı önemdir. Bu önemin ardında
Aydınlanma döneminin harekete geçirdiği saikler yatmaktadır. Diğer bir deyişle
modernite sürecinin ana uğrakları Aydınlanma rasyonalitesinin de ön tarihidir.
Modernite projesi, Aydınlanma
düşünürlerinin “cehaletin insanın bütün sefaletinin ana kaynağı olduğu ve
cehaletin ortadan kaldırılıp yerine bilimsel bilginin ikame edilmesinin,
sınırsız insani ilerlemenin yolunu açacağı kabulü” üzerine yükselir[4].
Eski olana, geleneğe, eski yöntem ve inançlara bayrak açan modernizm, yıkıcı ve
aynı oranda da kurucu bir güç olarak Rönesans, reform ve bilimsel devrimin
karşılıklı etkileşimiyle ortaya çıktı[5].
Amaç, özgür ve yaratıcı bir biçimde çalışan çok sayıda bireyin katkıda
bulunduğu bir bilgi birikimini, insanlığın özgürleşmesi ve günlük yaşamın
zenginleşmesi yolunda kullanmaktı. Doğa üzerinde bilimsel hakimiyet,
kaynakların kıtlığından, yoksulluktan ve doğal afetin rastgele darbelerinden
kurtuluşu vaat ediyordu[6].
Bir Aydınlanma projesi olarak tanımlanan modernizm nesnel ve evrensel bilim
düşüncesi, buna bağlı olarak evrensel ahlak ve hukukun olabilirliği temel parametrelerdir[7].
Modern toplum, geleneksel toplumdan kökten bir kopuşu ifade eder. İnsanlığın
doğa ile ilişkisi, ona tabi olmak değil, kendi fiziksel çevrelerini denetlemek
ve dönüştürmek çabası haline gelmiştir[8].
Genel olarak pozitivist,
teknoloji merkezli ve rasyonalist eğilimli olarak algılanan modernizm ve
doğrusal gelişmeye ve mutlak doğrulara inançla, toplumsal düzenin rasyonel
biçimde planlanmasıyla ve bilgi ve üretimin standartlaştırılmasıyla
özdeşleştirilir [9].
Modernizm düşüncesi, bir aydınlanma projesi olarak sürekli ve doğrusal bir
ilerleme anlayışı üzerine oturmaktadır. Modernistler, insan aklının gücüyle
sürekli gelişeceğini ve bu gelişmenin daha iyi bir dünyaya götüreceğine
düşünmektedirler. İlerleme sadece bilimsel alanla tanımlanmamış ve siyasal ve
toplumsal alanda da insan aklı ve iradesinin toplum, ahlak, hukuk gibi başka
konularda da değiştirme gücüne inanılmıştır [10].
Geleneksel tarım toplumundan modern topluma geçebilmek için toplumsal
ilişkilerin zaman ve mekan bağlamında yeniden yapılandırılmıştır. Modern toplum
yer bağlamları kopartarak daha belirsiz,
daha aralıklı bir zaman ve mekan bağlamına oturtmuştur. Bu ise bilmedikleri yeni riskler ve tehditler
demektir. Toplum bu riskleri ve tehditleri bertaraf etmek için yeni
mekanizmalar geliştirir: Güçlü bir gelecek ideolojisi ve bunu gerçekleştirmeye
yönelik uzmanlıkların oluşumu, bilime ve uzmanlıklara güven ile insan
ilişkileri için yeni semboller sistemi kurulur[11].
Bu ilerlemenin, aydınlanma felsefesine göre belli bir amacı vardır; söz konusu
amaç, ideal toplum düzeni olarak ifade edilmektedir. Buradan Aydınlanma
projeksiyonu için geçerli bir diğer öncülün altı çizilebilmektedir. Bir ideal
toplum düzenini varsaymak aynı zamanda bir mutlak gerçek kavramını düşünce
sistemine sokmak demektir. Bilindiği gibi Aydınlanma felsefesinin başlangıcı
sayılabilecek doğal toplum ve doğal hukuk kavramları bir tür laikleştirilmiş
mutlak gerçek düşüncesinin yansıması olarak kabul edilmektedir. Modernleşme
projeksiyonu, herşeyden önce laik bir hareket olma özelliği taşımaktadır.
Rönesans ve Reformasyondan Aydınlanmaya uzanan değişim çizgisi içinde önplana
çıkan düşünsel boyut bilim ve bilginin demistifikasyonu olarak tanımlanabilir.
Böylece bilim ve bilgilenme Tanrısal bir süreç olmaktan çıkarılmış, akıl temelli
bir insan özelliği olma konumuna indirgenmiştir[12].
Artık her şey aklın ölçüsüne vurulup, fiziksel dünyada deneylenerek elde
edilecek bilgiye dayandırılacaktı[13].
Aklın önderliğinde yeni bir toplum anlayışında devlet ve hukukun ölçütü de
akıldır ve moderniteyi diğer tarihsel dönemlerden ayırt eden de budur[14].
Modern devlet ve hukuk
birbirinden ayrı olarak düşünülemez ve incelemez. Evrensellik, tarih bilinci,
ilerlemeye duyulan inanç, bilimin hakikatı bulmada üstünlüğü ve aklın her şeyde
ölçü ve belirleyen olarak kabul edilmesi modernitenin değerleri olarak
toplumsal düzenin kuruluşunda temel ilkelerdir. Batı’nın bunlar üzerinde
yükselttiği toplum, devlet ve hukuk protipleri diğer coğrafyalarda da başka
türlüsü imkansız ya da geri ya da eksik örnekler olarak değerlendirilmesini ve
prototipin siyasal-hukuksal bağlamda en iyisi olduğu kabul ettirilmiştir. Bu
çerçevede modern hukuk hem moderniteyi açıklar, hem de sistemin değerlerini
taşır[15].
Modern devlet, sosyal sözleşme kuramlarında temellendirilmiş
ve bu kuram modern devletin temel ilkelerini oluşturmuştur. Halk egemenliğin
kaynağına olarak kabul edilmiş ve egemenlik halk tarafından devredilmiştir.
Yasa yapma yetkisi egemenindir. Buradan çıkan sonuç dünyevileştirilmiş bir
egemenlik ve yasalardır. Halk iktidarın kaynağı olduğu gibi, yasaların
kaynağıdır da. Özerkleşmiş iradesi ile yeni toplumsal düzenin merkezinde duran
birey, toplumsal düzenin sağlanmasında kaynağı kendisi olan hukukla, akla
uygun, keyfiyete, gücün tahakkümüne son veren bir düzen oluşturacaktır. Bu aynı
zamanda hukukun kolayca içselleştirilmesini getirir[16].
Toplumun doğrusal bir çizgide geliştiği kabulü, toplumların evrimsel gelişimi
kuramlarını getirirken, üst-anlatılar ile gelişme çizgilerinin çerçevesi
belirlenmiş oluyordu. Böylece bu çizgide ilerleme bir amaç olarak toplumların
yönünü çizmede “araçsal akıl” kullanımı meşruiyet kazanıyordu[17].
17. yüzyılda modernite
gelişirken, insanı ve eğilimlerini, insan doğası kavramıyla tek bir biçime
sokmuştur[18]. İnsanın onur ve
değer bakımından eşitliği ilkesi gelişmekte olan demokrasinin ayrılmaz bir
parçası oldu[19]. Aynı bağlamda
insan devletin bir yurttaşı olarak devlette ilişkilendirilmiş fakat insan olmak
bakımından etik açıdan insan varlığının geneliyle ilişkilendirilmemiştir.
Modernite ve kapitalizmin gelişmesi sınıfları geliştirmiş, insan, liberal
söylemde burjuvalar, Marksist söylemde proleterler kabul edilmekteydi.[20] İktidara gelen burjuvazi sadece özerk bir
“pazar” alanı yaratmakla kalmamış, aynı zamanda tabiatı ve toplumu da
pazarlaştırmıştı. Toplumsal bir etkinlik olarak mübadelenin pazarlaştırılmış
bir toplumda gerçekleştirilmesine katkıda bulunan özerk bireyi gerektirir.
Dünyevi, maddi bir epistemoloji imkanıyla, serbest mübadeleyle oluşan Pazar
iktisadı böylece birleşmekte ve dışsal şartlardan bağımsız bir bireyi
varsaymaktadır. Bilgiyi arayan özne aynı zamanda pazarda da etkinlikte bulunan
bir öznedir.
Evrensellik, bir grubun bütün
üyelerini ilgilendiren, kişiden ve yerden bağımsız olarak dünyanın her yerinde
aynı kabul edilip uygulanan durumları, yapıları ve özellikleri betimlemek için
kullanılan bir kavramdır.[21] Modernlik ile
ortaya çıkan yeni toplum anlayışı felsefi düzeyde toplum sözleşmesine
dayanmaktadır. Toplum sözleşmesi ile insanlar kendi çıkarları için bazı
haklarını yönetici gruba bırakmışlardır. Bu sözleşme anlayışı insan doğası ile
ilgili görüşlerin üstüne yükselmiştir. Evrensel, ebedi, değişmez insan doğası
olduğuna göre bunlara yanıt verebilecek evrensel ahlak ve hukuk görüşleri de
kurulabilir. Aydınlanma, evrensel geçerliliği olacak bir hukuk ve ahlak kurmaya
çalışmıştır.[22] Evrensel
geçerlilik iddialarını destekleyen bir diğer durum, bilginin nesnelliğine ve
bilimin doğa ve toplum yasalarını açıklayabileceğine dair oluşan güven
ortamıdır.
Modern hukuk, sosyal sözleşme
kuramına dayandığı için, doğal hukukçudur. Doğal hukuk, yeniçağda hukuku akıl
ve toplumun çıkarlarına göre örgütlenmiş bir toplumda yaşayan insanın haklarını
temel alır[23].
Kant, modernitenin
insanı ‘ergin insan’ olarak tanımlamaktadır. Akıl sahibi insan kendi kendini
temellendiren, akıl aracılığıyla kendisini içsel eleştiriye tabi tutan insan
olarak görür. “Sapere Aude! Kendi
aklını kullanma cesareti göster.”[24]Aydınlanmanın
aşırı akıl vurguculuğuna ve özne merkezli modern felsefeye karşı Kant, yine
akıl süzgeciyle eleştiren özneye işaret etmektedir. Kant’ın öznesi ‘kendi
kendine hüküm koyabilen bir ‘kendiliğinden özne’ olarak tanımlanabilir.
Bireysel olarak olumsallıktan kaçınılamasa da eleştiri sayesinde özne aklın
sınırlarını görebilecek ve olumsallığı aşabilecektir.[25]
Her türden belirlenmişlikten arınmaya yönelik bu yaklaşım özgürleştiren bir
eleştiri gücüdür[26].
Ancak tarihsel işleyişte, özellikle modern doğa bilimlerinin yöntemsel
arayışına paralel olarak aklın teknik kullanımının kamusal alanda tek yargıç
konumuna yükselmesi, Aydınlanma idealinin giderek karşı çıktıklarına benzer
biçimde tahakkümcü bir güce dönüşmesine neden olur. Bu açıdan Aydınlanma
akılcılığı hem tahakkümden kurtarıcı hem de tahakküm edici bir boyuta sahiptir.
Ancak aklın tahakkümcü ve tahakkümden kurtarıcı bir güç olarak her
tanımlanışında, farklı bir niteliğiyle yargılanıyor oluşu gözden
kaçırıldığında, Aydınlanmanın da tüm kazanımlarıyla birlikte mahkûm edilmesi
tehdidi baş gösterir
Modern çağ her şeyden önce öznel
özgürlüğün damgasını taşıdı. Bu özgürlük, kişinin çıkarlarını akılcı olarak
kollayabilmesini sağlayan medeni kanunla toplumda; siyasal iradenin
oluşturulmasına katılımda eşit hak ilkesiyle devlette; ahlaksal özerklik ve
kendini gerçekleştirme olanağıyla özel alanda ve nihayet, bu özel alanla
ilişkili olarak, kişilerin kendilerini ifade edebilir hale geldikleri bir
kültür birikiminin oluşturduğu geliştirici süreçle de kamusal alanda
gerçekleştirildi. Birey açısından bakıldığında, nesnel tinin ve mutlak olanın
taşıdığı biçimler, öznel tinin kendisini geleneksel yaşam tarzının doğa benzeri
kendiliğindenliğinden kurtarabileceği bir yapı edinmişti. Bu süreçte birey
hayatını burjuva, yurttaş ve insan olarak sürdürdü ve bu alanlar birbirinden
ayrılarak bağımsız hale geldi. Geçmiş çağın bağımlılıklarından kurtulmanın
yolunu hazırlayan bu ayrışma ve özerkleşme, tarih felsefesi açısından
bakıldığında, aynı zamanda hayatın etik bağlamının bütünselliğinden de bir
soyutlama ve yabancılaşma olarak yaşandı[27].
Laiklik, modernitenin temel
unsurlarından birisidir. Laiklik, Avrupa’da yaşanan din savaşlarının sonucunda
benimsenmiş bir uzlaşı yöntemidir. Şöyle ki, Reform hareketinden sonra
Avrupa’da iki büyük mezhep oluşmuştur. Bunlardan birisi İngiltere’nin
benimsediği Protestanlık, diğeri ise Fransa’nın benimsediği Katolikliktir.
İngiltere’de, azınlıkta olan Katoliklere ve Fransa’da ise Protestanlara karşı
yapılan kıyımlar sonucunda, asgari müşterekte uzlaşma düşüncesi benimsenmiştir.
Devletler, tebaadan yurttaş haline gelen insanlarına karşı eşit muamelede
bulunma ve aralarında din farkı gözetmeme yükümlülüğü altına girmişlerdir. Bu
anlamda laiklik de, pratik ihtiyaçlara cevap vermek üzere düşünülmüş, bir
asgari müşterekte buluşma yöntemidir. 18. yy’de kapitalist üretim biçiminin
yerleşmesiyle, devletin ekonomi üzerindeki baskısı en aza inmiş ve piyasanın
ihtiyaçları doğrultusunda modern hukuk ortaya çıkmıştır. Modern hukuk alanında
öncelikle de ticari ilişkileri güvence altına alan özel hukuk gelişmiştir.
Diğer taraftan, ticaretin liberalleşmesiyle, anayasal devletin kurumsallaşması
sağlanmıştır. Anayasal devlet, bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına
alan, siyasal yönetimi bireylerin hak ve özgürlükleri lehine hukuki ve kurumsal
mekanizmalarla sınırlayan devlettir . Modern ulus devletler, 1648 Westphalia
Anlaşması ile birbirlerinin egemenliklerini karşılıklı olarak kabul etmişlerdir.
Anlaşmayla, her biri kendi toprakları üzerinde egemen olan, eşit ve bağımsız
pek çok devletin bulunduğu bir dünya sistemi yaratılmıştır.
EK
OKUMA LİSTESİ:
Rönesans
üzerine: “Rönesans,” Batı’ya Yön
Veren Metinler
* Bu metin Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba’nın Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar VI Sempozyumu’nda
(26-29 Kasım 2012) sunduğu “Postmodernizm
ve Hukuk” bildirisinden derlenmiştir.
[1] Modernitenin tarihlemesi konusunda farklı düşünceler
olmakla birlikte başlangıcı konusunda onbeşinci yüzyıl veya onaltıncı yüzyıldan
başlatılması ve süreç olarak kabul edilmesi yönünde genel bir eğilim söz
konusu. Bu konuda bkz. Robert Hollinger, Postmodernizm
ve Sosyal Bilimler, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık,
2005, s.37.
[2] Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”:
Doğuşu ve Doğası, Adıyaman Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, Sayı 7, Aralık 2011, s.10. (10-26)
[3] Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”:
Doğuşu ve Doğası, Adıyaman Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, Sayı 7, Aralık 2011, s.11.
[4] Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul,
Paradigma Yayıncılık, 2005, s.17, bkz. İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s.24 vd.
[5] Fatmagül Berktay, “Küreselleştikçe Parçalanan Bir
Dünyanın Düşünsel İzdüşümü: Postmodernizm,” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yayın No:21-22, Ekim
1999-Mart 2000, s.1. (1-12)
[6] David Harvey, Postmodernliğin
Durumu, Çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları, 1997, s.25.
[7]Seyfettin Aslan, Abdullah Yılmaz, “Modernizme Bir
Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm,” C.Ü.
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, S.96. (93-108) . Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev.
Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s.17-18.
[8] Alex Callinicos, Postmodernizme
Hayır: Marksist Bir Eleştiri, Çev. Şebnem Pala, Ankara, Ayraç Yayınevi,
2001, s.53.
[9] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev.
Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları, 1997, s.2. Ayrıca bk. Callinicos, Postmodernizme Hayır: Marksist Bir Eleştiri,
s.53 vd.
[10] Fatmagül Berktay, “Küreselleştikçe Parçalanan Bir
Dünyanın Düşünsel İzdüşümü: Postmodernizm,” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yayın No:21-22, Ekim
1999-Mart 2000, s.2-3. Ayrıca bkz. Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul,
Beta Yayınları, 2011, s.1-2.
[11] İlhan Tekeli, Modernite
Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s.27-28.
[12] Seyfettin Aslan, Abdullah Yılmaz, “Modernizme Bir
Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm,” C.Ü.
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, S.96.
[13] Fatmagül Berktay, “Küreselleştikçe Parçalanan Bir
Dünyanın Düşünsel İzdüşümü: Postmodernizm,” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yayın No:21-22, Ekim
1999-Mart 2000, s.1.
[14] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul,
Beta Yayınları, 2011, s.2.
[15] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul,
Beta Yayınları, 2011, s.3.
[16] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul,
Beta Yayınları, 2011, s.24-25.
[17] İlhan Tekeli, Modernite
Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s
[18] Newton fiziğinin kabullerinin benimsenmesi, insan
davranışlarını anlama, önceden tahmin etme ve kontrol etme imkanının insan
davranışlarını bilimsel yönde incelenmesini beslemiştir. Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev.
Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s.14.
[19] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul,
Beta Yayınları, 2011, s.4.
[20] Karadağ, “Postmodernite ve Kamusal Alan: Mutlak
Hakikat Arayışının Sonu,” s.54-55.
[21] Karadağ, “Postmodernite ve Kamusal Alan: Mutlak Hakikat
Arayışının Sonu,” s.54.
[22] İlhan Tekeli,
“Modernizm ve Postmodernizm Kavramları Üzerine,” Gösteri Dergisi, Mayıs
1992, bkz. İlhan Tekeli, Modernite
Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s.25 vd.
[23] Leo Strauss, “Tabi Hak ve Tarih,” Devlet Kuramı,
s.271-281.
[24] Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”,
Seçilmiş Yazılar, der. ve çev. N. Bozkurt, İstanbul, Remzi Kitabevi Yayınları,
1984, s. 213.
[26] Ahu Tunçel, “Yöntem Ya da Eleştiri Yetisi Olarak
Aydınlanma Akılcılığı,” Çevrimiçi: http://www.tabularasadergisi.com/images/25-26/yil_9_25-26-Part6.pdf s.71.
(70-82)
[27] Jürgen Habermas, “Postmodernliğe Giriş: Bir Dönüm
Noktası Olarak Nietzsche,” Post Modernist Burjuva Liberalizmi, Çev.
Yavuz Alogan, İstanbul, Sarmal Yayınevi, Temmuz 1995, s.55. (55-71)
tşk
YanıtlaSil