Hukuk Felsefesi 2013-2014 Öğretim Yılı (Güz)
Doç. Dr. Sevtap Metin,
Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba
TOPLUM SÖZLEŞMECİLERİ
Toplum
Sözleşmecilerinin ortak amacı ve özellikleri
Ortaçağ’da devletin ve
egemenliğin kaynağı tanrı iken toplum sözleşmecileri devletin ve egemenliğin
kaynağını; devleti, egemenliği ve toplumu kuran toplumun kendisi olarak ortaya
koyarlar. Toplum Sözleşmecilerinin (Yeniçağ düşünürlerinin) Antik Yunan’dan
farkı Aristo devleti toplumun zorunlu ve doğal bir sonucu olarak görmekteydi.
İnsanın kendisini yetkinleştirebilmesi için devlet zorunlu ve doğaldır. Çünkü
toplumsal yaşam insan için zorunludur. Toplum sözleşmecileri için ise devlet,
egemenlik zorunlu değil, insan iradesi ürünü olarak yapaydır.
Toplum sözleşmecilerine göre
devlet, insanlar bunu iradeleriyle istedikleri için var olmuştur. Yani devlet
ve egemenlik tanrısal kaynaklı değildir.
Not: Tüm toplum sözleşmeleri fiksiyondur. Tarihte bunların
maddi karşılıkları olmamıştır.
Peki, toplum sözleşmecilerini doğuran sosyo-ekonomik iklim
neydi? Tüm düşünürler için bu iklimlerin bilinmesi buna ek olarak filozofların
kimi kişisel karakter özellikleri de önem taşır.
Toplum sözleşmecilerinin ortak
özelliklerinden biri de hepsinin bir “doğal durum” tespitinden hareket
etmeleridir. Hobbes (1588-1679) ve Locke (1632-1704) İngiltere’nin içinde
bulunduğu aynı sosyo-ekonomik iklimde düşünmüş ve hareket noktaları aynı olsa
da varış noktaları farklıdır.
THOMAS HOBBES (1588-1679)
HAYATI
5 Nisan 1588 yılında dünyaya gelen Hobbes’un
doğumu ile ilgili sıkça bahsedilen bir husus, annesinin İspanya donanmasının
geldiğine dair haberler üzerine kapıldığı panik sonrasında Hobbes’u henüz dokuz
ay dolmadan doğurduğudur. Bu yönüyle savaş koşullarının
olumsuzlukları karşısında dirlik ve düzen arayacak olan Hobbes’un konuya
atfettiği önemin doğumundan kaynakladığından da söz edilebilir. Orta sınıf bir
ailenin mensubu olan Hobbes’un annesi bir çiftçinin kızı iken alt düzey bir
kilise adamı olan babası, kendisi henüz küçükken aileyi terk etmiştir. Amcası
tarafından yetiştirilen Hobbes, sıra dışı bir zekaya sahiptir ve henüz dört
yaşındayken okuma-yazmayı sökmüştür. Klasik dillere eğilim gösteren Hobbes, 15
yaşında Oxford Üniversitesi’ne adım atmış ve 20 yaşında buradan mezun olmuştur.
Sonraları buradaki yıllarının kendisine bir şey kazandırmadığını söylese de,
söz konusu dönemin siyasal düşünceye Hobbes’u kazandırdığından söz edilebilir.
Keza Oxford’da öğrendiklerine karşı tepkisi, onun idealist felsefeye karşı
çıkıp materyalist bir dünya görüşüne eğilim göstermesine neden olmuştur. Daha
sonra geçimini aristokratik ailelerin çocuklarına eğitim vererek geçiren Hobbes
Avrupa’yı gezmiş ve zamanının önemli bilim insanı ve düşünürleri ile
tanışmıştır. Bu kişiler arasında Galileo, Bacon ve Descartes da bulunmaktadır .
91 yaşında ölen Hobbes’ün en ünlü eseri 1651 yılında
yazdığı Leviathan’dir. Önemli kitaplarından bazıları De Cive ve Elements of Law
olarak sayılabilir.
KİŞİSEL UNSUR
Annesinin İspanya donanmasının geldiğine dair haberler üzerine
kapıldığı panik sonrasında Hobbes’u henüz dokuz ay dolmadan doğurduğudur.
Hobbes bu nedenle “Korku ve ben ikiz
kardeşiz” der. Güvenlik arzusu buradan gelir. Bu yönüyle savaş koşullarının
olumsuzlukları karşısında dirlik ve düzen arayacak olan Hobbes’un konuya
atfettiği önemin doğumundan kaynakladığından söz edilebilir.
SOSYO-EKONOMİK UNSUR:
Hobbes’un
yaşadığı dönem gerek Avrupa tarihi, gerekse de İngiltere tarihi açısından
oldukça çalkantılı bir dönem olmuştur. Çocukluğundan (hatta doğumundan)
itibaren yaşadığı bu olaylardan oldukça etkilenmiş ve ölüm korkusu ve hayatta
kalma güdüsü hem yaşam hem de siyaset felsefesine şekil vermiştir. Hobbes’un
bilinçli bir şekilde şahit olduğu ilk büyük çatışma Avrupa’da dini inanç ve
toprak anlaşmazlıklarından doğan Otuz Yıl Savaşları’dır. Hem insani hem de
maddi açılardan çok büyük bir yıkıma neden olan bu savaşlar Hobbes’un özellikle
Leviathan adlı eserine esin kaynağı olan İngiliz İç Savaşı’na neden olmuştur.
İngiliz İç Savaşı’nın bir tarafında yer alan İngiltere’nin devlet kilisesi olan
Anglikan Kilisesi’nin doktrinini savunan Kral I. Charles ve ona destek veren toprak
sahibi aristokratlar ile diğer tarafında bulunan Parlamento’nun alt kolu Avam
Kamarası ve ona destek veren bağımsız Protestan kiliseler ve orta temel husumet
iktidarın nihai olarak kimin elinde olduğu ile ilgiliydi. Kral iktidarını
doğrudan Tanrı’dan aldığını iddia etmekte ve Parlamento’nun kendisini
sınırlayabileceği fikrini kabul etmemekte ve dahası Anglikan Kilisesi’nin
doktrinini tüm İngiliz halkına dayatabileceğini düşünmekte idi. Stuart hanedanı
monarşinin kuvvetlendirilmesini amaçlarken parlamento ve burjuvazi kralın
erklerinin kısıtlanmasını istedi. Burjuvazi, kralın yasal bir temel olmadan
vergi alamayacağını ve tutuklama yapamayacağını iddia etti. Burjuvazi ile
hanedan arasındaki mücadele bir iç savaş yaratmış ve hanedan başının (kralın)
kafası kesilmiştir. Ardından bir askeri diktatörlük gelmiş ve bu diktatörlükten
sonra tekrar Stuart hanedanlığından biri kral yapılmıştır. Hobbes’un yaşadığı
işte böyle bir iklim. Hobbes kral yanlısı olduğu için iç savaş yıllarını
sürgünde geçirir. İç savaş sonrası tahta geçen Stuart hanedanı mensubu
Hobbes’un bir öğrencisi olduğu için onu affeder ve iade-i itibar yapılır.
GENEL FELSEFESİ
Hobbes,
felsefesini oluştururken çağının bilimsel gelişmelerinden etkilenmiştir.
Özellikle de Galilei’nin geometri ve mekanik konusundaki düşüncelerinden
hareket eder; fiziksel dünyayı salt mekanik bir sistem olarak tanımlar. “Bu
anlayışa göre, bu dünyada olup biten her şey, cisimlerin birbiriyle yer
değiştirmesi yani cisimlerin hareketi ilkesine dayanarak geometrik bir
kesinlikle açıklanabilir.” Hobbes’un felsefi sistemini belirleyen bu ilkedir.
Bundan hareketle, sisteminin dine ve dünya dışı değerlere hiçbir şekilde
başvurmayan, kendi içine kapalı mekanik, materyalist bir sistem olduğu
anlaşılmaktadır. Felsefenin konusu, maddi varlığı olan şeyler ve onların insan
zihninde doğurduğu fikirlerdir.
Hobbes, modern felsefe içerisinde değerlendirilebilecek olan
epistemolojik anlayışında, bilginin kökenini klasik İngiliz yaklaşımına uygun
olarak duyu ile açıklamaktadır. Duyularla elde ettiğimiz bilgi, şeylerin
niteliği değil bizdeki izleridir. Duyularla elde edilen bilginin soyutluğuna
rağmen duyuları oluşturan neden olgusaldır. Olgularla ilgili bilginin mekanik
bir biçimde insan tarafından kavranışı biçimindeki bilim anlayışı bir yandan
ilahi olanla ilişkiyi keserken diğer yandan yararcı bir yapıyı ortaya
çıkarmaktadır.
Hobbes,
dünyayı ve insanı açıklamada aklı ilke, hareketi ise araç olarak ele alır. Akıl, ne var olmak için gerekli bir ilke,
ne de metafizik bir değerdir. Hobbes, Leviathan’da aklı şu şekilde
tanımlamıştır. “Akıl, düşünme yeteneği yani düşüncelerimizin işaretlenmesi ve
ifade edilmesi için üzerinde anlaşılmış genel adların hesaplanmasından başka
bir şey değildir; kendi kendimize düşünürken, düşüncelerimizin işaretlenmesi,
düşüncelerimizi başkalarına gösterir veya bildirirken ise ifade edilmesidir. ”
Akıl doğal olmayıp biçimsel olduğundan doğanın ilkelerini açıklayamaz. Fakat
analitik yöntemle yani çıkarsama ve bütünü parçalara bölme ile bu ilkeleri deney
içinde bulmamıza yardım eder. Sentetik yöntemle de yani toplama ve
birleştirmeyle de, parçalardan bütüne ulaşılır. Akıl, en basitten hareket
ederek daha karmaşık olana gider ve bunu yaparken yalnızca önceden kanıtlanmış
olanı kullanır. Örneğin hukukçular yasaları ve olayları toplayarak adil olanı
veya olmayanı belirler. Akıl, öncelikle en karmaşığı en basit birimine dek
ayrıştırıp, onları kanıtlanmış önermeler durumuna getirdikten sonra bu
önermeleri yeniden birleştirir.
Felsefe yapmak, doğru düşünmektir. Düşünmekse katmak, ayırmak, toplamak,
çıkarmak; bir başka deyişle, saymak demektir. Şu halde doğru düşünmek,
birleştirilmesi gerekeni birleştirmek, ayrılması gerekeni ayırmaktır.
Birleşebilen ya da ayrılabilen şeyler cisimlerdir. Demek ki felsefenin
cisimlerden başka bir konusu olamaz. Ruhlar, melekler, Tanrı düşünülemez. Bu
soyut kavramlar felsefe konuları değil, inanç konularıdır.
Hobbes’a göre
özgürlük diye bir şey yoktur. Biz
insanların davranışları içgüdülerin elindedir. Her şey de olduğu en gerçek
yönetici, çıkar düşüncesidir. İnsan doğal olarak bencildir ve eylemleri
kendisini korumaya yönelik bireysel güdülerle yönlendirilmektedir. İnsanı
karmaşık bir nesne olarak gören Hobbes, insan davranışlarını da mekanik
materyalist açıdan açıklamaya çalışır. Ona göre insanlar “istekler” ve
“nefretler”le harekete geçen makineler gibidir. Başka bir deyişle Hobbes’a
göre; bir doğa yaratığı olan insan, her şeyden önce kendini düşünmekte, kendi
varlığını korumaya çalışmakta ve bunu da, “insan insanın kurdudur,” ifadesi ile
dile getirmektedir.
Hobbes’ın
toplum felsefesi insan felsefesine dayanmaktadır. Öncelikle, Hobbes’e göre asıl
olan bireydir, toplum ise bir kurgudur (fiction). Ona göre, insanın toplum
içindeki davranışlarının temelinde yaşamını sürdürmek amacı ya da bunun
uzantısı biçiminde güvenlik isteği ve bencillik yatmaktadır. Bu durumda
belirleyici olan bireyin çıkarlarıdır. Toplum bireylerin çıkarlarını
gerçekleştirme aracıdır. Bu görüşleri ile Hobbes, toplum felsefesinin
temellerine “bencillik”, “bireycilik” ve “faydacılık” ilkelerini yerleştirmiş
olur.
Hobbes’a göre, toplumu tanımak için bireyi ele almak
gerekir. Her insan davranışının kökeninde bulunan fizyolojik ilke kendini
korumadır. Hobbes’da insanın her zaman hazza, yaşamını sürdürücü şeylere
yöneldiğini; buna karşın elemden, yaşamına zarar verecek olan şeylerden
kaçınan, bencil bir yaratık olduğunu savunur. Ahlak konusunda da bu açıdan
yaklaşan Hobbes’a göre, eğer herkesin sözünü dinlediği merkezi bir otorite
yoksa ahlaki değerler de göreceli olacaktır. Hobbes’a göre insanı diğer
canlılardan ayıran özelliklerinden biri akıl ve muhakemesidir. Akıl ve muhakeme
ise bir hesap, bir toplama çıkartma işidir.
İnsan doğuştan toplumsal bir varlık değildir, toplumsallığı
sonradan kazanır. İnsanı hayvanlardan ayıran özellik olarak konuşmak ve
geleceği düşünmek yetisi ile insanlar doğal yaşamı bırakıp yaşamlarını barış
içinde sürdürmek için “devlet”i kurmaya yönelirler. Konuşmak, insanların
amaçlarını birbirlerine aktarmalarını sağlarken, geleceği düşünmek de güvenlik
kavramını belirleyici bir kaygıya dönüştürür.
DOĞA DURUMU
Hobbes
toplum sözleşmesi kuramını açıklarken, devletin kurulmasından önceki dönemde
insanların yaşadıkları durumu anlatabilmek için doğa durumu kavramını
kullanmıştır. Toplum sözleşmesi kuramının ilk sistemli savunucusu olarak
Hobbes, doğa durumunu tasvir ederken öncelikli olarak insanların doğuştan
toplumsal olmadığını, fakat tümüyle de bir yalnızlık içinde yaşamadıklarını
belirtir.
Bu
kavrama göre doğadaki tüm bireyler doğada fikren ve bedenen eşittirler: örneğin
güçlü bir kişi karşısında güçsüzler birleşip eşitliği sağlayabilirler. Bu
eşitlikten dolayı eşit insanların eşit istek ve umutlara sahip olmak istemesi
durumu ortaya çıkar; aynı şeyi ele geçirmek isteyenler birbirlerine düşman
olacaklardır ve eşitlikten dolayı her şey hakkında her istedikleri hakkı iddia
edebilirler. İnsanda temel amaç, varlığını korumak ve sürdürmek ve sonra da
hoşlarına giden şeyleri ele geçirmektir.
Bu durumun nedeni ise doğa durumunun
yasalarla sınırlanmadığından, herkesin her şey üzerinde hakkı olduğu fakat bu
durumun aynı zamanda aslında bir savaş durumuna yol açtığıdır. Çünkü böyle bir
durumda (doğa durumu) bireylerin ayrıcalıklardan, kişisel mülkiyet hakkından,
ahlak ve adalet anlayışından söz edilemez. Benimki, seninki diye bir ayrım
yapılamaz; yani mülkiyet kavramı yoktur. İnsan ancak bir şeyi elinde
tutabildiği süre içinde, yani daha güçlü veya daha zeki birisi gelip de o şeyi
elinden alıncaya dek ona sahip olabilir.
İstenildiği takdirde bir
bireyin kullandığı bir şeyi başka biri gelip onu alabilir ve sahip olabilir.
Buna yol açan durum ise kullanılan o şey üzerinde herkesin hakkı olduğundan
doğa durumunda aslında bu bir adaletsizlik değildir. Bu durum insanların birbirlerine
düşman olmalarına yol açar ve çatışmaya sevk eder. Böylece kendi varlığını
korumak, güvenliğini sağlamak ve amaçlarına ulaşmak uğruna insanlar arasında
kargaşa, çatışma ve savaş başlamış olur. Doğal hak, kendi doğasını yani kendi
hayatını korumak için, kendi aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem
olarak kabul ettiği her şeyi yapmak özgürlüğüdür. İnsanlar arasındaki mücadeleyi Hobbes üç nedene bağlar; rekabet, güvensizlik ve herkesten üstün olma tutkusudur. Bu savaş herkesin herkesle, herkesin herkese karşı savaşıdır ve geçici bir hal değildir. Hobbes, insanların tutku ve isteklerinin, bunları sınırlayan yasa yapılmadığı sürece suç sayılmayacağını söyler.
Herkesin herkesle savaşının yaşanmadığı iddiası ileri sürülebilir. Hobbes, aslında halen bu şekilde yaşayan insanlar olduğunu belirtir. Örneğin Amerika’nın birçok yerliler siyasal bir iktidar olmadan yarı vahşi bir yaşam sürmektedirler. Hobbes’a göre insanın iktidara tabi olmadan yaşadıkları her yerde ya da iktidarın ortadan kalktığı yerde bu vahşet halinin yaşandığını belirtir.
Hobbes’a
göre insanlar devleti ve siyasal organizasyonu kurmadan evvel doğal yaşam
döneminde idi. Hobbes’a göre insan doğası gereği bencil olduğu için, doğal
düzende insanlar eşit ve özgür yaşamalarına, hakları eşit olmasına rağmen
(insanların doğal hakları var), sürekli bir mücadele vermek zorundadırlar. Yani
hak edinmek ve bu hakkı korumak için sürekli bir savaş sürüyordu. Ancak bir
devlet yoktur. Demek ki Aristo’nun aksine devlet bu dönemin zorunlu bir unsuru
değildir. Hobbes’a göre herkesin her şey üzerinde hak sahibi olması söz
konusudur ancak gerçekte bu mümkün değildir. Çünkü hakların bir güvencesi
yoktur. İnsan aynı zamanda rasyonel de bir varlık olduğu için bu güvensizlik
ortamından çıkmayı düşünmüştür. İnsanlar bir araya gelip uzlaşı ve barışı
kurmayı, anlaşmayı ve anlaşmaya sadık kalmayı rasyoları ile düşünürler. İşte bu
uzlaşı ve anlaşma yani sözleşme ile toplum sözleşmesi yapılmış olur ve devlet,
egemenlik kurulur. Devlet doğal değil, insan eliyle yapılmış, yapay bir
kurumdur.
İnsan aklı ve tutkuları onu
barışa iter. Başta ölüm korkusu, rahat bir yaşam için gerekli şeylere sahip
olmak isteği ve aklı, insana yaşamak için diğer insanlarla anlaşması
gerektiğini anlatır. İnsanların aralarında yapacakları anlaşmanın koşulları doğal yasalar olarak belirlenir. Doğal yasa aklın bulduğu genel kurallardır ve doğal yasa insana yaşamını sürdürebilmesi ve korunabilmesi için yapması ve kaçınması gerekenleri gösterir. Bunları sıralar; barışı arama ve gerçekleştirme, varlığını koruma, herkese hakkı olanı verme yani adalet, yapılan iyiliğin değerini bilme vb. gibi… Barışı aramak ve izlemek ve bunun devamı olarak bütün yolları kullanarak kendini korumak doğa yasası “ Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma” şeklinde özetlenebilir.
Bu ilkeye uygun olarak herkes her şey üzerindeki mutlak hakkından vazgeçmeli ve bu konuda diğer insanlarla anlaşmaya varmalıdır. Herkesin tümüyle haklarından vazgeçmeleri sorunu çözmez. İnsanların doğal yasa kurallarına uymaları için bir otoritenin varlığı da zorunludur. Eğer bir otorite kurulmazsa ya da kurulan otorite güvenliği sağlayacak güçte olmazsa güvenlik sağlanamayacak ve doğa durumunu geri getirecektir.
İnsanlar, devleti aralarında yapacakları bir sözleşme ile kurarlar. Bu sözleşme aralarında eşitlik bulunan ya da birbirlerini eşit olarak gören insanlar tarafından yapılır. Sözleşme ancak güçleri ve çıkarları açısından eşit düzlemde bulunanlar arasında olanaklıdır. Sözleşenlerden biri sözleşmeyle karşısındakinden daha fazla şey kaybedecekse, bir rızayı belirten sözleşmeye katılması olanaksızlaşacaktır.
Bu sözleşme ile herkes her şey üzerinde sahip olduğu mutlak nitelikte doğal hakkını bir kişiye ya da bir meclise bir sözleşmeyle terk etmiş olmakla siyasal toplumu kurmuşlardır. Lehine terk işleminin yapıldığı kişi ya da meclisin iradesi sözleşmeyi yapan kişilerin iradelerinin yerini alacak ve onları temsil edecektir. İnsanlar, sözleşme ile devleti kurarken doğal hakları olan güç kullanma hakkından devlet lehine vazgeçerler. Dolayısıyla ortaya çıkan devlet güç kullanma tekelidir. Hobbes, devleti bu kadar üstün bir güçle donatmasını açıklamak için egemeni sözleşmenin dışında bırakır. Hak ve özgürlüklerin lehine terk edildiği kişi ya da meclis sözleşmeye taraf değildir, lehine sözleşme yapılan üçüncü kişi durumundadır. Egemen güç yapılan sözleşmeye taraf olmadığı için, sözleşme hükümlerine aykırı hareket etmesi söz konusu olamayacağı gibi, hiçbir koşulla da bağlı değildir, bu nedenle sözleşmeye aykırı hareket ettiği ya da öngörülen bir koşula uymadığı gerekçesiyle egemen gücün emirlerine uyulmaması düşünülemez. İnsanlar kendi iradeleri ile tüm hak ve yetkilerini devrettikleri kişinin ya da meclisin iradesine uymayı kabul etmişlerdir. Onun adil dediğini adil, iyi ve doğru dediğini de iyi ve doğru olarak kabul etmeği kararlaştırmışlardır. Egemenin bu denli güçlü olmasının nedeni insanların onu temsilcileri olarak yetkilendirmeleridir. Bu nedenle egemen gücün sahibinin cezalandırılması ya da öldürülmesi söz konusu dahi edilemez. Hobbes bu yolla devlete veya egemene karşı herhangi bir başkaldırıyı kuramsal olarak olanaksızlaştırmıştır. Egemenin yaratıcıları yurttaşlar olduğu için, egemenin eylemlerine karşı çıkmaları kendi kendileriyle çelişmeleri demektir. Temsil sisteminin diğer bir sonucu ise halkı, “kişi” olarak yaratmasıdır. Fakat bu kişi egemenin kişiliğinden bağımsız değildir. Hobbes, halkı egemenin içinde eriterek ya da halkın kişiliğini egemene taşıyarak, iki ayrı kişinin varlığının yaratacağı iç savaş tehlikesini bertaraf etmek istemiştir.
SORU: Temsil sistemi son olarak kendi içinde önemli bir sorun taşır; eğer sözleşme belli bir zamanda belli bir zamanda belli insanlar arasında bir kereye özgü olarak yapılmışsa, bundan sonra gelen insanlar, yapımına katılmadıkları bu sözleşmeye acaba uyacaklar mı? İtiatin dolaylı bir şekilde gerçekleşmesi, egemenin sürekli olarak yetkilendirilmesi ya da egemenin temsilciliğini belirten sözleşmenin sürekli olarak yinelenmesi demektir.
Bu
devlet merkezi bir otoriteye dayanır. Sözleşmeyi yapanlar devlet kurumunca
yurttaş statüsü kazanırlar ve toplum sözleşmesinin tarafı bu yurttaşlardır.
Devlet bu sözleşmenin tarafı değildir. Yurttaşlar taraftır. Böylece devlet
(yönetici, egemen) sözleşmenin tarafı olmadığından sözleşmeye uymak zorunda
değil, sözleşmeyle bağlı değildir. O, sözleşmeye yurttaşların uymasını sağlamakla
yükümlüdür.
Şu
da söylenmelidir ki, Hobbes doğal durumdaki insanların doğal hakları olduğunu
kabul eder. Doğal durumdan egemen devlete geçildiğinde doğal durumdaki tüm
haklar bir egemene devredilmiş olur ve bu noktadan sonra hak, ancak devletin
pozitif yasalarınca tanınırsa var olabilir.
Hobbes’ta
egemenlik tek, devredilmez, mutlak ve merkezidir. Egemenin en önemli yetkisi
yasa yapmaktır. Yasalar, insanın toplum sözleşmesini yapma sebebi olan
güvenliğin sağlanmasını gözetir. Yani bireysel hakların güvenceleridir. Pozitif
yasalar işte bu işlevi görür. Doğal düzende her şey herkese aitken, toplum
sözleşmesi ile kimin ne hakkı olduğu yasalar ile tespit edilir. Hobbes’a göre
adalet işte bu amaçtaki yasalara itaattir. Hobbes’a göre egemen, devlet bu
yasalara uymak zorunda değildir. Adil olanın ölçüsü egemenin koyduğu yasa ve
buna itaattir.
Hobbes’a
göre egemene ve yasalarına direnme hakkı yoktur. Çünkü direnme, hakları
güvenceye alan devleti ortadan kaldırıp yeniden doğal yaşama düzenine, güvensiz
ortama dönülmesine sebep olabilir.
Hobbes üç devlet biçimini
kabul eder. Bu devlet biçimleri, egemenliği kimin kullandığına göre ayrılır.
Egemen güç bir kişinin ya da bir meclisin elinde olabilir, bir kişide ise
devlet biçimi Monarşidir. Egemenlik, bir mecliste ise devlet Demokratik veya
Aristokratik bir devlet olabilir. Herkesin meclise girme hakkı varsa bu bir
demokrasidir; meclise ayrıcalıklı bazı kişiler girebiliyorsa bu devlet biçimi
de aristokrasidir. Hobbes bu üç devlet biçiminden başka bir devlet biçimi olmayacağını ve bu devlet biçimlerinden hoşlanmayanların bunları farklı adlandıracaklardır. Monarşiden hoşlanmayanlar onu zorbalık olarak, aristokrasiyi beğenmeyenler ise, ona oligarşi diyeceklerdir. Demokrasiden hoşlanmayanlar da onu anarşi olarak adlandıracaklardır.
Hobbes, monarşinin diğer devlet biçimlerinden üstün olduğu görüşünü savunur. Hobbes, monarşinin egemenliğini Tanrı’dan alması veya Tanrı tarafından seçilmiş olması konusundaki klasik yaklaşımdan ayrılarak, monark için de egemenliğin kökenini sözleşme esasına bağlamıştır. Böylece Hobbes, monarşiyi bir sözleşmeyle halktan kaynaklandırarak “kralların tanrısal hakkı” kuramını yok eder.
HOBBES’UN HUKUK ANLAYIŞI
Hobbes’un hukuk görüşü, pozitif hukukun
üstünlüğü ilkesine dayanmaktadır. İnsan egoist olduğu için kendi ihtiraslarını
gerçekleştirmek isteyecektir ve bu nedenle kanunun yaptırımı insanı harekete
geçiren ihtirastan daha güçlüdür. Bu kanunun yürürlüğü ve toplumun düzeni
bakımından zorunlu bir şarttır.
Egemen güç, toplumda yasayı yapan,
kaldıran, değiştiren tek güçtür ve bu egemen güç kendi yaptığı yasalarla bağlı
değildir, “hiç kimse kendi kendini bağlayamaz” der Hobbes.
Yazılı olmayan kurallar, örneğin
gelenekler, örf ve adet kuralları da, egemen gücün açık iradesinin ürünü
olmamakla birlikte, kuvvetini egemen gücün zımni iradesinden almışlardır,
egemen güç bu kuralları zımnen kabul etmiş sayılır. Hukukun tek bir kaynağı
vardır o da egemen gücün iradesidir. Hobbes’un hukuk kuralı anlayışı iradeci
görüşü yansıtmaktadır. Ona göre, hukuk kuralı toplumu yöneten iradenin yazılı
veya sözlü ya da başka türlü açıkladığı bir emirdir.
Özgürlük ise, insanın davranışlarını
kısıtlayan dış engellerin bulunmamasıdır. Özgür insan da zeka ve gücünün
elverdiği ölçüde dilediğini yapan kişidir. Yasa insanın davranışlarını
sınırlandığına göre devlet düzeni içinde kişinin ancak yasanın yasaklamadığı
şeyleri yapmak ve yalnızca onları yapmak özgürlüğü vardır.
İnsanlar sadece pozitif hukuk tarafından
kendilerine tanınan hakların sahibidirler. Hukuk devletten önce gelmediğine,
devletin eseri olduğuna göre devletin hukuku istediği şekilde yorumlamak ve
uygulamak yetkisine sahip bulunduğunu da kabul etmek gerekir.
Devlet öncesinde herkesin her şey üzerinde mutlak hakka
sahip olması savaş halini yaratıyordu. Bu nedenle devlet düzeninde mülkiyet
hakkı egemen gücün verdiği bir hak olacaktır. İnsanların davranışlarında iyi ve
kötü olanı, haklı haksız olanı belirleyen egemen güç herkese hakkaniyete ve ortak
yarara uygun gördüğü oranda bir toprak parçası ya da bir taşınabilir mal
üzerinde mülkiyet hakkı verir. Tanınan mülkiyet hakkı, kişiye o maldan
başkalarının da yararlanmak istemelerini önleme hakkı verir ama hak sahibi bu
hakkını egemen güce karşı ileri süremez. Mülkiyet hakkı yasalarla belirlenir.
HOBBES HAKKINDA YORUMLAR
Hobbes’un bu düşüncelerini anlattığı eser Leviathan’dır; Leviathan devlettir.
Bir görüşe göre; Hobbes’a göre insanın devlete karşı ileri
süreceği bir hakkı yoktur. Çünkü hak, ancak pozitif bir yasa ile devlet
tarafından tanınıyorsa vardır. Hobbes’ta çok güçlü bir devlet otoritesi vardır
ve kilisenin egemenliğini devlet devralır.
Hobbes’un ortaya koyduğu
devlet felsefesi farklı yazarlar tarafından totaliter, liberal hatta demokratik
bir sistem olarak yorumlanmıştır. Kuramının temeline bireyleri koyması ve
siyasal sistemini bireysel çıkar teması üzerinde kurmasından dolayı bireycidir.
Diğer taraftan barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla bireylerin sahip
oldukları tüm hak ve özgürlüklerden vazgeçmelerini, devletin kurulmasının
önkoşulu olarak görmesiyle de, yararcı olarak kabul edilebilir. Hobbes mutlakiyetçi bir düşünürdür ve bu nedenle Leviathan’de ortaya koyduğu devlet totaliter bir devlet olarak görülebilir. Fakat totaliter devlet kuramlarında olduğu gibi mistik-organik bir devlet felsefesi ileri sürmez. Bu devlette birey sosyal organizmanın bir hücresidir. Devlet kutsal bir varlıktır. Oysa Hobbes’un sisteminde devlet, insanların yarattığı yapay bir varlıktır. Dolayısıyla bu gücün kaynağı bireylerin kendi aralarında yaptıkları toplum sözleşmesidir ve bu sözleşme ile bireyler sahip oldukları tüm hak ve yetkileri devlete bırakarak egemeni yaratmışlardır.
Hobbes’a yönelik diğer bir eleştiri insan tanımlamasına ilişkindir. İnsanlar bencil bir olarak kabul edilmektedir. Fakat insanlar diğer insanlar için fedakarlık yapabilmektedir. Bu nedenle Hobbes’un insan yaklaşımı sınırlandırıcıdır. İnsanı bencil bir varlık olarak kabul ettiğimizde, insanın kendinden üstün bir otoriteyi yaratması bu değerlendirmeye ters düşer. Bencillik ile sınırlandırılmaya razı olma arasında bir çelişki vardır.
Ayrıca Hobbes liberal düşüncenin iki önemli temel prensibini reddeder. Bunlar, bireyin devlete karşı ileri sürebileceği hakları olduğu ilkesi ile kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu iki temel ilkenin yanında, mülkiyet hakkını egemenin koyduğu yasalarla bireylere tanıdığı bir hak olarak görmüştür. Ancak bu hakkın egemene karşı ileri sürülememesi de liberal düşünceye aykırı bir anlayıştır.
Bir
diğer görüş ise Hobbes’u liberalizmin temellerini atmak ile birleştirir. Bu
görüşü haklı kılan argümanlar, devletin insan iradesi ve eliyle kurulmuş
olduğunu söyleyerek liberal bireye temas etmiştir. Hobbes’u liberal kılan bir
diğer argüman: egemenin en önemli işi yasa yapmaktı. Doğal durumda neyin kime
ait olduğu belli değilken pozitif yasalar kimin ne üzerinde hakkı olduğunun
belirlenmesini amaçlardı. Yani mülkiyet hakkı Hobbes’ta devlet ve pozitif
yasalar ile güvenceye alınır. Doğal haklar değil, pozitif yasalardan doğan
pozitif haklar vardır. Ve son kertede egemenliğin kaynağı insan iradesidir. Bu
da liberal görüşe yakındır.
Sonuç
olarak (Sevtap Metin’e göre) Hobbes, liberalizme daha yakındır.
Egemen,
insanların güvenliklerini sağlayamıyorsa, içte ve dışta can ve mal güvenliğini
sağlayamıyorsa sadece bu halde egemene, devlete direnilebilir. Çünkü devlet, bu
işlevi göremiyorsa meşruiyetini yitirmiştir.
Hobbes,
buna rağmen, devlete karşı sorumluluğu ileri sürecek, onu denetleyecek
kurumlara değinmeyerek devletçi bir konumda yer alır.
JOHN LOCKE 1632- 1704
YAŞAMI
1632
yılında Püriten bir avukatın oğlu olarak dünyaya gelen İngiliz düşünür John
Locke, Oxford Üniversitesi’nde skolastik bir eğitim almıştır. Ancak özellikle
tıp ve kimyaya duyduğu ilgi ile zamanla bu felsefeye karşı çıkmış; entelektüel
bir temizliği, diğer bir deyişle bilginin eleştirel bir sınamasının
gerçekleştirilmesini savunmuştur. 1667’de tıp alanındaki çalışmaları sırasında,
geleceğin Shaftesbury Kontu Lord Ashley’in hem özel hekimi hem de yakın
arkadaşı olmuştur. Yaşamının sonraki kısmında felsefe, dinbilim ve siyaset
üzerine çalışmış, 1683’de Lord Ashley’in vatan hainliği ile yargılanması nedeni
ile Hollanda’ya kaçmak durumunda kalmıştır. 1689’dan sonra ülkesine dönebilen
Locke, 1704’te ölmüştür (Dunn, 2001: 145). 18. Yüzyıl içerisinde ancak dört yıl
yaşamış olmasına karşılık düşüncelerinin ileriliği ve niteliğinin kendisinin bu
yüzyılın aydınlanma düşünürleri arasında sayılmasına yol açtığından
bahsedilebilir.
John
Locke da, tıpkı Hobbes gibi İngiliz İç Savaşı’na şahit olmuş ancak bu
tecrübesinden farklı sonuçlar çıkarmıştır. Olgunluk yılları İngiltere’de
monarşi taraftarları ile Parlamento taraftarları arasında süre giden çatışmanın
tanıklığında geçmiştir. Locke bu çatışmada Parlamento tarafında yer almıştır.
Nitekim Locke’un babası da General Oliwer Cromwell’in ordusunda Kral I.
Charles’a karşı mücadele etmiş bir subay idi. Locke’un babasına duyduğu
hayranlık ve kendi hayatındaki ilişkileri ve görüşleri onun siyasi duruşunun
şekillenmesinde etkili olmuş gözükmektedir. Locke’un konumuna etki eden en
önemli ilişkisi üst düzey bir devlet görevlisi olan Lord Shaftesbury ile olan
ilişkisidir. Lord Shaftesbury Kral II. Charles’ın en yakın danışmanıdır. Locke da Lord
Shaftesbury’nin danışmanı ve doktorudur. Lord Shaftesbury Kral II. Charles’ın
Katolikliğe dönmüş olan kardeşinin tahta geçmesini engellemeye çalıştığı gerekçesiyle
gözden düşünce Hollanda’ya sürgüne gitmek zorunda kalmıştır. John Locke kendi
hayatının da tehlikede olduğu düşüncesiyle Lord Shaftesbury’nin peşinden
Hollanda’ya geçmiştir.
Kral
II. Charles’ın Katolik kardeşi II. James adıyla tahta geçmiş ve Katoliklere
yönelik açılımlar yapmıştır. Bu açılımlara Parlamento’nun direnmesi üzerine II.
James iktidarını doğrudan Tanrı’dan aldığını ileri sürerek Parlamento’yu
dağıtmıştır. Bu olay tarihte Şanlı Devrim (Glorious Revolution, 1688) adıyla
bilinen devrimi doğurmuş ve II. James’in tahtını kaybetmesine yol açmıştır. II
James’in yerine büyük kızı Mary Kraliçe ve onun Protestan eşi William Kral
olarak geçmiştir. Bu devrimle beraber, monarşi ve parlamento arasındaki
mücadele nihai olarak parlamentonun lehine olacak şekilde sonlanmıştır. Artık
İngiltere’de monarşi, anayasal bir monarşi olacaktır ve Parlamento’nun gerçek
iktidarı elinde bulundurduğunu kabul edecektir. Nitekim İngiliz Haklar
Bildirgesi bunu kayıt altına alarak Parlameto’nun Kral karşısındaki üstünlüğünü
teyit edecektir. Bildirge’ye göre Parlamento’nun alt kanadı olan Avam Kamarası
serbest seçimlerle işbaşına gelen ve Kral tarafından dağıtılamayacak bir
organdır. Bu Bildirge’nin düzenlediği bir başka konu da hiçbir İngiliz
vatandaşının bağımsız jüri tarafından yargılanmaksızın infaz edilemeyeceğidir.
Bu
jüriler/mahkemeler
Kral’dan bağımsız hâkimler tarafından yönetilecektir. Mahkemelerin
bağımsızlığının sağlanması için hâkimlerin maaşları ve görev süreleri iyi
halleri devam ettiği sürece garanti altına alınmıştır.
Stuart hanedanının ikinci kralı başa
gelince sürgün sırası Locke’a gelir. Hobbes 1. Kral döneminde kralcı olduğu
için sürgüne gitmiştir, Locke ise 2. Kral döneminde evvelden parlamentocu
olduğu için Hollanda’ya sürgüne gider. 2. Kral tahttan düşüp Orange the William başa gelince Locke’un
sürgünü biter, İngiltere’ye geri döner.
Locke,
bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini,
insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle
Liberalizm'in öncüsü olmuştur. En önemli eserleri “An essay Concerning Human
Understanding” (İnsan Anlayış Gücü Üzerine Bir Deneme), “Some Thoughts
Concerning Education” (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler) dir. “Hükümet üzerine
iki deneme” adlı eseri siyaset felsefesinde önemli bir yere sahiptir.
Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir, mutlakiyet
yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç
büyük devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin
temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini
savunanlardan biridir.
GENEL FELSEFESİ
Locke’un
ampirist bilgi teorisine büyük hizmeti insan aklının tabula rasa olduğunu kabul
etmesi ve böylelikle bilginin gerçek kaynağının dış dünyada olduğunu
savunmasıdır. Locke’a göre insan doğduğunda aklı boş bir levha (tabula
rasa) gibidir. İnsanlar deneyimlerini
tecrübelerini bu levhaya kaydederler. Deneyden bağımsız, soyut olarak bir şeyi
bilmek mümkün değildir. İnsanlar duyu organlarıyla gözlemlerde bulunarak
dünyayı anlarlar. Sıcak, soğuk, beyaz gibi kavramları insanlar duyu organları
sayesinde deneyleyerek öğrenirler. Bu boş levha, deneylerimizden gelen basit
izlenim ve bu izlenimlerin oluşturduğu idelerle yavaş yavaş dolmaya başlar. Tüm
bilgilerin deneyden gelmesi, bilginin deneyden sonra yani a posteriori
kazanıldığına işaret etmektedir.
Ona
göre, duyumsamadan önce düşünemeyiz; yani, daha önce duyumda bulunmayan hiçbir
şey anlıkta bulunamaz. Kısacası, düşünce tamamen duyuma bağlıdır. O bakımdan,
esasında, zihin tamamen pasiftir.
Locke’a
göre, basit (yalın) ve bileşik (karmaşık) olmak üzere iki tür fikir (ide) vardır. Basit fikirler, bütün bilgilerimizin
âdeta ilk maddesini teşkil ederler. Zihin bunları ne yapabilir ne de yok
edebilir. Bu basit fikirler (ideler), zihne, duyum ve düşünce yoluyla gelirler.
Bunlar birleştirilmemiş görünümlerdir. Bir insanın bir buz parçasında
duyumladığı soğukluk ve sertlik, biberin acılığı birer basit fikir olup açık ve
seçik algılardır. Bileşik fikirler, basit fikirlerden zihin tarafından yapılır.
İnsanlar basit fikirlerini birleştirerek daha kompleks fikirler üretirler.
Basit fikirleri alan pasif haldeki zihin, sebep-sonuç ilişkisi gibi bir
ilişkiyi ifade eden bileşik fikirleri meydana getirerek aktif hale geçer.
Zihin, bileşik fikirlerin oluşturulmasında aktif olmakla birlikte, bu fikirler,
esasında, zihnin tamamen pasif haldeyken, duyumdan ve düşünceden aldığı
malzemenin tavırlarından veya değişmelerinden başka bir şey değildir.
DOĞA DURUMU
Locke liberal bireyciliğin babasıdır.
Kapitalist üretim biçiminin işleyebilmesi için gerekli hukuk kurumlarının
kurulması hususunda çalışmalar yapmıştır. Locke da siyasi felsefesini farazi
bir doğa durumundan hareketle ortaya koyar. Bu doğa durumunda yaşamanın
tarihsel kanıtları yoktur Locke’un yazılarında. Locke’un insanların siyasal bir
toplum meydana getirmeden önce doğa durumunda yaşadıklarını belirtmesi onun
insanların haklarını ve devletin insanlara karşı yükümlülüklerini ortaya koymak
için bunu bir varsayım olarak kullanmak istemesinden kaynaklanır.
Hobbes
ile ortak noktası toplum sözleşmecisi olması ve doğal yaşam döneminin
bulunmasıdır. Ancak Hobbes kötümser bir doğal düzenci iken Locke iyimserdir.
Doğal düzende insanlar özgür, eşit ve doğal haklara sahip biçimde yaşıyorlardı.
Locke’a göre insan tek başına yaşamak
için yaratılmamıştır, toplum içinde yaşamak gereğinde ve zorundadır. İlk
toplumu kadın-erkek beraberliği, sonra çocuklar, sonra efendiler ve hizmetkarların
katılımıyla oluşur toplum. Sosyal bir yaratık olan insan aynı zamanda doğal
olarak eşit ve özgürdür. İnsanlar doğal olarak tam bir özgürlük ve eşitlik
içinde yaşarlar. Başkalarından izin almağa gerek görmeden, başka bir kişinin
iradesine boyun eğmeden istediklerini yaparak, ellerindeki değerleri
diledikleri gibi kullanarak, mükemmel bir özgürlük ortamında tamamen eşit
olarak yaşarlar.
Doğa durumunda insanların eşit
olması, her türlü güç ve yargı hakkının karşılıklı olması ve bunların kimsenin
elinde başkasından fazla bulunmamasıdır. Burada haklar ve kuvvetler
karşılıklıdır, hiç kimsenin başkasından daha fazla hak ve kuvveti yoktur. Doğa
durumu bir özgürlük halidir ama bu herkesin istediğini yapabileceği anlamına
gelmez. İnsanlar her şeyden önce doğa kanuna, yani aklın kanununa bağlıdırlar.
Locke’a göre, henüz devletin ortaya çıkmadığı doğa durumunda her bireyin Tanrı
tarafından bahşedilmiş, devredilemez, elden alınamaz nitelikte olan hakları
vardır. Locke, bunların yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları olduğunu belirtmiş
ve tamamını genel mülkiyet hakları altında toplamıştır.
Tanrının insanlara verdiği doğa
kanununun sonucu olarak herkes eşit ve bağımsızdır. Ancak bu bağımsızlık,
kimseye başkasının can, mal ve özgürlüğünü ortadan kaldırma hakkını vermez.
Öyleyse herkes birbirinin hakkına saygı göstermelidir. Doğa durumunda hakkı
ihlal edilen kişinin saldırganı cezalandırma ve doğa kanununu uygulama hakkı
vardır. Ama bu mutlak bir güç değildir. Uygulanacak cezalar akla uygun ve kusurla
orantılı olup sadece sebep olunan zararı telâfi edici ve gelecekte benzer
hallerin meydana gelmesini önleyici mahiyette olan cezalardır. Ancak hakkı
ihlal edilen kişilere tanınan bu cezalandırma yetkisi bazı sorunları
beraberinde getirebilir. Örneğin öç alma, kendisinin ve yakınlarının lehine
karar verme gibi insani zaaflar yüzünden aşırı bir durum ortaya çıkabilir.
Bunun sonucu da karışıklık ve düzensizliktir. Bu ortamda, insanlar özgür
olmasına rağmen, korkular ve sürekli tehditlerle dolu doğa durumunu bırakmayı
isterler. İşte bu durum insanların siyasal toplumu oluşturmalarına neden
olmuştur. Bu aynı zamanda siyasal iktidarın sınırlarının belirlenmesinde de
temel hareket noktasını oluşturmaktadır.
Locke’a
göre doğal yaşam düzeninin tek ve en önemli sakıncası insanların mülkiyet
hakkına olan saldırıların tüm iyiliklere rağmen mevcut olmasıdır. Locke’a göre
doğal düzende mülkiyet hakkına saldırılanlar, saldıranları yargılıyorlardı.
Yani kendi davalarında yargıç oluyorlardı. Bu ise orantısız cezaların, keyfi
cezaların var olması demektir.
HUKUK
VE DEVLET
Devletin olmadığı bu durumda
bireyler arası ilişkilere düzen veren bir doğa yasası vardır. Doğa yasasının
kuralları akıl yolu ile bulunabilir. Bu doğa yasası adalet, özgürlük, eşitlik,
mala cana saygı esaslarına dayanıyordu. Bu dönemin insanı iyi niyetli,
yardımlaşmayı seven, birbirini koruyan, herhangi bir zorlama olmadan akıl ve
mantığına göre yaşayan insandı. Doğa yasası, her bireye kendisinin ve
başkalarının mülkiyetini hak tanımaz kişilere karşı savunma ödevini yükler.
Bireyler, mütecavizleri cezalandırma hakkına sahiptir. Bir taraftan, hak
tanımaz kişilerin tecavüzlerini daha etkin bir şekilde önlemek, diğer taraftan
da bireylerin özellikle kendi haklarına tecavüz edenleri cezalandırmak ve
zararlarını tazmin ettirmek hususunda hakkaniyet ölçülerinin dışına
taşabilmeleri ihtimalinin önüne geçebilmek için, bireyler bir sosyal sözleşme
ile önce sivil toplumu daha sonra da devleti tesis ederler. Bunu yaparken
bireyler, kendilerini savunma hakları saklı kalmak kaydıyla, doğa durumunda
sahip oldukları doğa yasasını çiğneyenleri cezalandırma hakkını tamamen siyasal
otoriteye devrederler. John Locke, bu düşünceyi şu şekilde ifade etmiştir: “insanların siyasal birlikler içerisinde bir
araya gelmelerinin ve kendilerini hükümetlerin yönetimi altına sokmalarının
yüce ve temel amacı mülkiyetlerinin korunmasıdır”.
Mağdurların
yargıç olmalarını engellemek için, uyuşmazlığın tarafları dışında bir
otoritenin olması gerekir. İşte devlet bunu güden bir toplum sözleşmesinin
sonucudur.
Ona göre iktidarın kaynağı halktır.
İktidar meşruiyetini Tanrı’dan veya kaba güçten değil halkın rızasından
almaktadır. Ancak, bireylerin siyasal otoritenin yönetimi altına kendilerini
sokmaları anlamında gösterdikleri bu rıza, koşulsuz bir teslimiyet de değildir.
Devletin, asli amacı olan bireyin doğal haklarını korumak görevini yerine
getirmekte başarısız olması veya bizatihi bu haklara kendisinin tecavüz etmesi
halinde, bireyler açısından sözleşme hükümsüz sayılıp, devlete/siyasal iktidara
karşı baş kaldırma/direnme hakkı doğar.
Locke’da egemen, yönetici, devlet sözleşmenin tarafıdır.
Egemenlik halktadır, yasama ve yürütme egemenliği sadece temsil ederler.
Locke’un tasvir ettiği bu rejim bir anayasal monarşidir. İktidarı
sınırlandırmanın önemli bir aracı da kuvvetler ayrılığı prensibidir. Hobbes bu
prensibe, egemenin gücünü azaltacağı ve bir savaş durumu olan doğa durumuna
dönüşe yol açacağı düşüncesiyle karşı çıkmaktaydı. Locke’a göre ise, kuvvetler
ayrılığı yozlaşmaya meyilli iktidarı kontrol altında tutabilmek için bir
zorunluluktur. Bu yüzden iktidar yasama, yürütme ve federatif olmak üzere üçe
ayrılmalıdır.
Yasama ile yürütme, Hobbes’ta olduğunun aksine, ayrıdır;
ayrı olmak zorundadır. Çünkü yasa yapan ile yürüten aynı kişi olursa yasa
yapıcıların ortak yararı gözetmeme olasılığı doğar ve bu da tehlikelidir.
Yasama erki yürütmenin üstünde yer alır, güçler birbirini denetler. Üçüncü güç,
yürütmenin içinden çıkan ve anlaşmaları imzalayan “federatif erk”tir.
Locke,
bağımsız bir yargı erkini kuvvetler ayrılığı içinde ayrı bir erk olarak saymaz.
Ancak Locke’un temel derdinin bağımsız bir yargının olması gerektiği
bilindiğinden ve yargı faaliyetinin bağımsız yargıçlarca yapılması, Locke’u
“yargıya yer tanımadığı” yönündeki eleştirilerden korur.
Locke’a
göre yasama organının erkini sınırlayacak olan halkın kendisidir. Yasama
erkinin sınırını halkın kendisi oluşturur. Toplum sözleşmesini yapanlar doğal
yaşamdaki hak ve özgürlüklerinden Hobbes’un aksine vazgeçmiş veya bunları
devretmiş değildirler. Locke’da hak ve özgürlükler Hobbes’takinin aksine egemen
tarafından konan yasalarla verilmiş değildirler. Hak ve özgürlükler zaten
bireydedir. Yasa tanımasa da vardırlar. Egemenin koyduğu yasalar bu hak ve
özgürlüklerin, özellikle mülkiyet hakkının, güvenliğini sağlama aracıdır. Sahip
olunanı yazılı ve güvenceli hale sokar. Demek ki toplum sözleşmesi ile kurulan
devlet bu doğal hak ve özgürlükleri ihlal edemez. Eğer yasama organı doğal hak
ve özgürlükleri tırpanlarsa Locke’a göre direnme hakkı doğar. Direnme hakkı ile
egemen devrilecektir.
(Sevtap Metin’e göre liberal düşüncenin asıl
temelleri Hobbes’tan çok Locke tarafından atılmıştır.)
Locke’a göre, bir politik sistemde
asıl olan yasama gücüdür. Yasama mülkiyet sahibi erkeklerden veya onların
seçtikleri temsilcilerden oluşacaktır. Yasama, doğal hakları bize sunan doğal
hukuku izleyerek pozitif hukuku geliştirecektir. Pozitif hukuku yürütecek,
uygulamaya koyacak olan yürütmedir. Yürütmenin başı monarktır. Locke, yargıyı
üçüncü bir bağımsız güç olarak görmemiş onu yasamanın içinden türetmiştir.
Yargı ya bizzat yasama meclisi tarafından yürütülecek ya da ona karşı sorumlu
yargıçlar, görevliler eliyle yürütülecektir. Federatif güç dış ilişkileri
yürütmekle görevlidir ancak bu pratik olarak yürütme gücüne ait olduğundan bu
iki güç çok da birbirinden ayrı sayılmış olmaz.
Locke yönetimlerin meşruluk
sorunuyla ve buna bağlı olarak da yönetime karşı gelme hakkı ile de ilgilenir.
O yönetimlerin meşruluğunu iki koşula bağlar. İlk koşul iktidarın yasalarca
belirlenmiş koşullar dışında elde edilmemesi, yani iktidarın gasp edilerek elde
edilmemesine dayanır. İkinci koşul ise, iktidarın zorbaca kullanılmaması yani
iktidarın doğal hukuk tarafından koyulmuş haklara karşı gelinmeden
kullanılmasıdır. Locke iktidarın yaygın ve bütüncül bir şekilde meşruluk
sınırlarının dışına çıkması halinde halkın direnme ve isyan haklarını saklı
tutar. Ancak bu yolun siyasal düzenin korunması bakımından son çare olarak
başvurulması gereken bir yöntem olduğunu da belirtir. Benzer bir durum
yasamanın da bozulması sonucu ortaya çıkar. Çünkü Locke’a göre kimse başkasının
hatası nedeniyle kendini koruma ve varlığını sürdürme hakkından vazgeçmez.
MÜLKİYET
Locke’a göre en önemli hak ve
özgürlük mülkiyettir. Nitekim mülkiyeti, doğal hukukun kutsal haklar
kategorisine sokmuştur. Locke’a göre doğal yaşamda eşit ve özgür olarak doğanın
nimetlerinden faydalanılırdı. Buradan ise bir kolektif mülkiyet anlayışı
çıkmaz. Locke’a göre doğanın nimetlerinden faydalanmada harcanan “emek”, o artı
değer, o nimeti bize ait kılar. Emek, burada yani doğal düzende mülkiyeti
doğurmuştur. Yani doğal düzende özel mülkiyete yer var, kolektif mülkiyete
değil. Locke’un bu teorisi meşhur “emek-mülkiyet” teorisidir. Emek böylece
mülkiyetin meşruiyetini sağlamaktadır. Bir şeye emek harcanıyorsa o, emek
harcayanın mülküdür.
Locke’a göre doğadaki tüm varlıklar
Tanrı tarafından insanlara ortaklaşa tahsis edilmiştir. Ancak, insanların kendi
varlıkları üzerindeki mülkiyetleri mutlaktır. Bir başka ifadeyle, her birey
kendi bedeninin ve emeğinin sahibidir. Açıktır ki doğadaki şeyler herkesindir,
ancak kendi kendisinin efendisi ve kendi kişiliğinin ve kişiliğin eylemlerinin
ve çalışmalarının sahibi olan insan kendi içinde büyük bir mülkiyet zeminine
sahiptir ve buluşlar ve zanaatlar hayatı kolaylaştırdığında kendi varlığını
desteklemek ve rahatlatmak için uyguladığı şeylerin büyük kısmı tamamen
kendisine aittir, bu şeyler diğerleriyle ortaklaşa sahip olduğu şeyler olmaktan
çıkarlar. Buna öz-sahiplik ilkesi adını verebiliriz. Birey bu hakkı sayesinde
kendisiyle ilgili hususlarda son sözü söyleme yetkisine sahiptir. Kendi
bedeninin ve emeğinin özel mülkiyetine sahip olan birey hayatta kalabilmek için
Tanrı’nın insanlara ortaklaşa bahşettiği varlıklara kendi emeğini katarak
onları özel mülkiyeti haline getirir. İnsanlar, daha önce bir başkası
tarafından özel mülk haline getirilmemiş varlıklara kendilerinden bir şey
katarak o varlıkları ortak kullanımdan çıkarıp özel mülk haline getirirler.
Ancak, bu ortaklaşa sahip olunan doğayı özel mülk haline getirme süreci
sınırsız bir süreç değildir. Özel mülk edinme süreci üzerinde biri doğal diğeri
de ahlaki olmak üzere iki sınır mevcuttur.
Mülk edinmedeki doğal sınırlamaya
göre, bir birey israf etmeden kullanabileceğinden daha fazlasını özel mülkiyeti
haline getirmemelidir. Bu durumu basit bir örnekle açıklayalım. Doğa durumunda
acıktığımızı düşünelim. Karnımızı doyurmak için etrafımıza bakınırken üzerinde
olgunlaşmış elmaların olduğu bir elma ağacını gördüğümüzü varsayalım. Locke’a
göre, biz o ağaca tırmanıp elmaları toplayarak o elmaları kendi özel
mülkiyetimiz haline getirebiliriz. Ancak bunu yaparken yiyebileceğimizden fazlasını
almamalıyızdır. Buna göre üç elma şimdi yemek için üç-beş elma da daha sonra,
elmalar çürümeden, yemek için alabiliriz. Özel mülkiyet, ağaca tırmanmak
istemeyen tembel birisi gelip bizden elimizdeki elmaları istemesi halinde, bize
o kişiye “Hayır” deme imkânını sunar. Elmalarımızı paylaşıp paylaşmamak
tamamıyla bizim takdirimizdedir.
Mülk edinmedeki ahlaki sınırlama
bize bizden sonra gelecek olanların da iyiliğini düşünme ödevini yükler. Yani,
biz başkaları için de yeter miktarda ve iyi durumda olan varlığı geride
bırakmalıyızdır. Elma ağacı örneğimize geri dönersek, eğer ağacın üzerinde 10
tane elma var ve bunların 8’i sağlam, 2’si çürük ise ve ben başka bir kimsenin
de bu ağaçtan elma almaya ihtiyacının olduğunu biliyor isem, 5 tane sağlam elmayı
alıp geride 3 sağlam iki çürük elmayı bırakmam ahlaki sınırlamaya aykırı
olacaktır. Evet, kendime 5 tane aldım, diğer kişiye de 5 tane bıraktım. Ancak,
bu sayısal eşitlik, niteliksel açıdan eşitliği getirmiyor. Locke’a göre diğer
kimselere sadece adet olarak değil ama nitelik olarak da yeter derecede
kaliteli, sağlam, lezzetli elmalar
bırakmam gerekir. Buna göre belki de kabul edilebilir sınır benim sağlam olan 8
elmadan 4’ünü almamdır.
Locke’un mülk edinme veya
zenginleşebilme üzerine getirdiği doğal sınırlamayla ilgili belirtilmesi
gereken bir husus, bu sınırlamanın, paranın kullanıma girmesiyle beraber
anlamını kaybettiğidir. Biz para sayesinde, çürüme, bozulma vb. herhangi bir
israfa yol açmadan zenginlik biriktirebiliriz. Bu nedenle, mülk edinme ve
dolayısıyla zenginleşme önünde var olduğu düşünülebilecek olan doğal sınır
ortadan kalkmış olacaktır. Ancak, ahlaki sınırlamanın geçerliğini halen
koruduğunu söyleyebiliriz. Eğer, bizim zenginleşmemiz zorunlu olarak toplumun
geri kalanının fakirleşmesi pahasına oluyor olsaydı ahlaki sınırın ihlal
edildiği düşünülebilirdi. Elma ağacı örneğine dönersek, benim daha fazla elma
almam başkalarının daha az elma alması anlamına gelecektir. Ancak elma ağacı
analojisi bir ekonomiyi tasvir etmek için her zaman geçerli olmayabilir. Çünkü
benim daha fazla elma almam başkalarının daha az elma alması demek olurken, bir
ekonomide benim zenginleşmem toplumun geri kalanının fakirleşmesi anlamına
gelmeyebilir. Eğer benim zenginleşmem başkalarının varlıklarını yağmalamak
biçiminde olmayıp üretken bir faaliyetin sonucunda gerçekleşiyor ise bu
toplumsal zenginliğin artması, ekonomik pastanın büyümesi ve benim dışında
kalan kişilerin de bundan istifade etmesi anlamına gelecektir.
Locke’un
mülkiyet hakkı üzerinde bu kadar önemle durmasını yazarlar genellikle İngiliz
İç Savaşı’nın nedenlerinde ararlar. Sonuçta iç savaşın ana sebeplerinden biri
de I. Charles’ın Parlamento’nun izni olmadan vergi koymak istemesidir. Bu da
şüphesiz Locke açısından özgürlüğe ve mülkiyete bir saldırıdır.
HOŞGÖRÜ
John
Locke’un siyaset felsefesine yaptığı önemli katkılardan birisi de onun hoşgörü
savunusudur. Locke hoşgörü savunusunu “Hoşgörü Üstüne Bir Mektup” (1689) adlı
eserinde ortaya koymuştur. Locke dini farklılıklara özgürlük tanınması, bir
başka deyişle onların hoş görülmesi doğrultusunda iki farklı argüman öne sürer.
Bunlardan ilki seküler ikincisi de dini içerikli argümandır.
Seküler
argüman esas olarak Devlet Üzerine İki Deneme adlı eserindeki argümanı ortaya
koymaktadır. Buna göre, devlet insanlar tarafından doğa durumunun
belirsizliklerini aşmak üzere kurulmuş bir kurumdur. Devletin amacı bireylerin
doğa durumunda sahip oldukları yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi doğal haklarını
güvence altına almaktır. Eğer devlet bu vazifesinin ötesine geçip bir de
bireylerin ruhlarının kurtuluşunu kendisine görev addederse ciddi problemlere
davetiye çıkarmış olur. Hatırlanacağı gibi İngiliz İç Savaşı’nın ve daha
sonraki Şanlı Devrim’in ardında yatan temel nedenlerden birisi din
çatışmasıydı. Bireyin ruhunun kurtuluşuna giden yalnız ve yalnız bir yol
vardır. Ancak farklı mezhepler hangi yolun Tanrı’ya gittiği konusunda hem fikir
değildir. Yanlış bir tercihin yapılması halinde sonuç ruhun sonsuza kadar
cezalandırılması olacaktır. Bu yüzden hangi yolun tercih edileceği riske
atılamayacak kadar önemli bir hadisedir ve her birey kendi ruhunun
kurtuluşundan kendisi sorumlu olmalıdır. Eğer devlet bireylere Siyasal resmi
bir din dayatmasında bulunursa, o dine inanmayanlar, o yolun cehenneme
gittiğine inananlar, devletin dinini vicdanen kabul etmekte büyük zorluk
yaşayacak ve belki de devlete karşı isyan edeceklerdir. Bu da doğa durumuna
geri dönmek anlamına gelecektir. Hoşgörü Üzerine Bir Mektup’ta, Locke bu
noktayı şu şekilde izah etmektedir:
Yöneticinin
tüm yetki alanı sadece… sivil meselelere ulaşır; tüm sivil iktidar, hak ve
hükümranlık bu şeylerin geliştirilmesi amacıyla bağlanmış ve
sınırlandırılmıştır; sivil iktidar hiç bir biçimde ruhların kurtarılması
[amacını kapsayacak şekilde] ne genişletilebilir ne de genişletilmelidir.
Locke’un
hoşgörü savunusunda kullandığı dini argüman ise dinin bireyin vicdani kabulü
ile ilgili olduğu ve gerçek dini inancın insanın içinden gelen samimi bir
duyguyla olacağıyla ilgilidir. Bir kimseyi vicdanına aykırı davranmaya zorlamak
o kişinin sadece dış davranışlarında değişikliğe yol açabilecekken, vicdani
kabullerinde bir değişiklik yaratmayabilecektir. Bu anlamda dinde zora
başvurmak anlamsızdır. Kişilerin dini inançları ve ibadetleri kamu düzenini
bozmadığı sürece devlet dini inanışlardaki farklılıkları hoş görmelidir. Bu
görüşünü şu ifadelerle dile getirir Locke:
“…
insanların ruhlarını kurtarma çabası yargıçlara ait olamaz, çünkü yasaların
katılığı ve cezaların gücü insanların aklını ikna etmeye ve değiştirmeye
yeterli olsa da ruhlarını kurtarmaya yardımcı olamaz. Tek bir gerçek ve cennete
giden tek bir yol olduğuna göre, insanların sarayın dininden başka bir yol
takip etmesine izin verilmezse, kendi akıllarının ışığını söndürmek ve kendi
vicdanlarının emrettiğine karşı çıkmak zorunda kalırlarsa, yöneticilerinin
iradesine körü körüne tabi olurlarsa, doğdukları ülkeye kök salmış olan dine
cehalet, tutku veya batıl inançlar nedeniyle bağlanırlarsa; din daha çok kişiyi
kendine çekecek ne tür bir umut vaat edilebilir?”
SONUÇ
John
Locke, 17. yüzyıl İngiltere’sinde yaşamış ve dönemin siyasi çatışma ve
çekişmelerine şahit olmuş bir düşünürdür. Locke, döneminin olaylarına sadece
seyirci kalmamış fakat bizatihi bu olaylara fikirsel düzeyde yön vermiştir.
Locke, Kralın mutlak iktidar iddiası karşısında anayasal bir temsili demokrasi
fikrinin savunucusu olmuştur. Bir sosyal sözleşme düşünürü olarak Locke
iktidarın kaynağını halkın rızasına dayandırmış ve Kralın iktidarının
sınırlanmasının temelini hazırlamıştır. Locke, siyasi meselelere bakışı
itibarıyla kendinden önce gelen Machiavelli ve Hobbes’un modern bakış açısını
devam ettirmektedir. Locke’a göre de devlet artık, içinde erdemli bireylerin
yetiştirileceği toplumsal koşulları yaratmak yerine, birbirleriyle çatışan
çıkarlara sahip bireylerin, birbirleriyle çatışmaya tutuşmadan bu farklı
çıkarlarını tatmin edebilecekleri istikrar ortamını tesis etmek misyonuyla
sınırlanmıştır. Toplumsal var oluşun
amacının bireyleri erdemli kişiler yapmak değil fakat onların yaşam, özgürlük,
mülkiyet gibi sivil çıkarlarını (civil interests) güvence altına almak olduğu
bir yerde siyasetin amacı da bu hakları korumakla sınırlıdır. John Locke, bu
düşünceleriyle modern dönemin temel ideolojilerinden birisi olan liberalizmin
de temel köşe taşlarını yerleştirmiştir. Buna göre tüm liberallerin savunduğu
bireycilik, pek çok liberalin kabul ettiği bireyin doğal haklara sahip olması,
sınırlı devlet ve kuvvetler ayrılığı, hoşgörü gibi fikirler Locke’un
düşüncesinde ilk sistematik ifadelerini bulmuşlardır.
JEAN JACQUES ROUSSEAU 1712-1778
HAYATI
Jean Jacques Rousseau, 1712’de Cenevre’de dünyaya geldi. Fransız asıllı
ve Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Rousseau
Fransız ve eski Yunan edebiyatının klasiklerini öğrendi. Ardından bir papazın yardımıyla
Latince’yi de söktü. Püriten ahlak anlayışıyla yetiştirilmiştir. Bunun iki
sonucu olmuştur; sadelik ve eşitlikten yanayken diğer yandan ise püriten
ahlakın baskıcılığından bunalarak özgürlükçü bir eğilime sahip olmuştur. Küçük
yaştan itibaren bir çok işe girip çıkmış olan Rousseau bu işlerde başarılı
olamamıştır.
Rousseau’nun, 1749 yılında
Dijon Akademisi tarafından açılan bir yarışmada sunduğu tez ödül kazandı ve bu
ödül O’na yazın dünyasında büyük ün sağladı. 1750’de Diderot aracılığıyla
Ansiklopediciler’e katıldı. Bu yıllarda Rousseau’nun -hukuk, ahlak, felsefe,
siyaset gibi- çeşitli alanlarda yazdığı makaleler büyük tartışmalar yarattı.
Bilim ve sanattaki ilerlemenin ahlaki ilerlemeyi sağlamadığını, doğal insanın
medeni insandanüstün olduğunu ileri sürdü. Toplumsal eşitsizliklere karşı geldi. 1754’den başlayarak gittiği hemen her yerde düşüncelerinden dolayı gözaltına alındı, soruşturmalar geçirdi. Emile adlı romanı dini çevreler tarafından tepkiyle karşılanırken, Paris Parlamentosu, kitaptaki dini bölümlerin yakılmasına ve Rousseau’nun tutuklanmasına karar verdi. Aynı yasaklar Cenevre’de de geçerli idi. Sonunda, David Hume’un daveti üzerine 1766’da İngiltere’ye geçti. Ancak Diderot ve Voltaire’le olduğu gibi Hume ile de kapıştı ve 1 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Bir süre adını gizleyerek yaşadı ve hakkındaki kovuşturmalar sona erdiğinde Paris’e döndü. Temmuz 1778’de öldü.
Rousseau hayatı boyunca birçok eser verdi. Rousseau’nun yayınlanmış eserleri şunlardır: Çağdaş müzik üzerine bir inceleme(1743), Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşmalar(1750), Köyün Kahini(1752), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliklerin Kaynağı(1758), D’Alembert’e Mektuplar(1758), Julie veya Yeni Heloise(1761), Toplumsal Sözleşme(1762) ve Emile(1762), İtiraflar(1765-1770), Polonya hükümeti Üzerine Görüşler(1772).
GENEL FELSEFESI
Rousseau’ya
göre doğa durumunda insan sınırsız bir özgürlük ve eşitliğe sahipti. Uygarlığın
ilerlemesi insanı daha iyi ve daha geniş görüşlü yapmamıştır. Bilim insana
servet ve lüksü tanıtmış, fakat aynı zamanda eşitsizliğe neden olmuştur.
Ayrıcalıkların ve paranın hakim olduğu bir dünyada gerçekten yetenekli
olanların hayat hakkına sahip olması çok zordur. Modern toplum gelişerek sivil
toplumun karşıtı bir siyasal düzeni ve bunun sonucu olan eşitsizliği
yaratmıştır.
Rousseau’nun bireye ve onun
mutluluğuna verdiği önem, felsefesinde belirleyici olmuştur. İnsanın, kültürel
farklılıkların, yapaylıkların, tutku ve rekabeti ile özel mülkiyetin yol açtığı
olumsuz etkilerden arındırılması, onun doğasından gelen bu iyi yanını ortaya
çıkaracaktır. Modern felsefenin kavramlarından biri olan “ben” fikri, ilk kez
bir düşünür tarafından toplumsal yapının açıklanmasında bu biçimde
kullanılmıştır.
Rousseau, atomik ben ile toplum
arasındaki gerilimi azaltma, ikisi arasında bir denge, bir bağlantı noktası
kurma çabasındadır. Genel irade, Rousseau’da eşitsizlikle mücadele aracına
dönüşmüştür. Pratikte yurttaşlar topluluğu olan devlet, bizzat modernleşmenin
bir sonucu olan toplumsal farklılaşmanın getirdiği bir karşı denge unsurudur.
Rousseau toplumsal yaşamın
evrimsel dönüşümünü olumsuz değerlendirir. Toplumsal alanda gelişmeler önüne
geçilemezdir ve devam edecektir. Onun iyimserliği karşısında kaderciliği bir
tezat oluşturmaktadır. Rousseau gelişim sürecinden kaçınılabileceğini ya da
onun tersine çevrilebileceğini düşünmez.
Rousseau, toplumu, toplumun
ürünlerini ve toplumdaki eşitsizlikleri eleştirirken bunun Aydınlanma adına
yapmaktadır. Gerçekte Rousseau, ahlaksal özne olan bireyi iktidara karşıt
olarak sunmaz. Modernin, kendiliğinden akılcı bir düzeni getireceği fikri
Rousseau için kabul edilemez niteliktedir. Toplum akılcı değildir ve modernlik
birleştirmekten farklılaştırma özelliği gösterir. Çıkar mekanizmalarının
karşısına genel iradeyi koymak zorunludur. Tüm bu değerlendirmeler bir arada
ele alındığında, Rousseau’dan hem demokratik, hem otoriter rejimler için
dayanak oluşturan genel irade düşüncesi, hem de modern karşısında doğayı temsil
eden saf insan düşüncesi çıkmaktadır.
DOĞA DURUMU
Tıpkı Thomas Hobbes ve John Locke
gibi Rousseau da siyasal düşüncesini bir doğa durumu varsayımından hareketle
ortaya koyar. Ancak bunu yaparken söz konusu isimler gibi çağının siyasal
davranışını meşrulaştıran bir doğa durumu tasvirine girişmemekte, bilakis insan
adaletsizliklerinin kökenini açıklayan ve var olan şartları eleştiren bir
tasvir ortaya koymaktadır.
Roussau’da
da doğal yaşam düzeni var ancak insanlar burada Locke’ta olduğu gibi gayet
mutludurlar. Rousseau da iyimser bir sözleşmecidir. Devlet ve hukuk yoktur.
İnsanlar hak ve özgürlüklerde eşittir.
Doğa durumunda hayvandan pek de farkı
olmayan insanın buna karşın iki özelliği ile hayvandan ne ölçüde farklı olduğu
ortaya konabilir. Öncelikle doğayla ilişkisi bakımından insanın özgürce seçim
yapma, karar alma erkine sahip olduğu söylenebilecektir. Bunun yanı sıra
kendisini hayvandan ayıran diğer özellik sahip olduğu gelişme yetisidir. İnsan
bu yetisi sayesinde değişip gelişme gösterse de bu daha iyiye, yetkinleşmeye
dair bir gidiş anlamına gelmeyecektir. Keza Rousseau’nun gözünde bu yetkinleşme
insanın doğa durumundan toplumsal insana doğru gidişidir. Bu ise toplumun
içerdiği erdemlerle beraber kötülüklere de kaynaklık etmektedir.
Doğa durumunda insanlar, aileler halinde
fakat ayrı ayrı oturuyorlardı. Herkes eşit ve doğal özgürlüklere sahiptirler.
Doğa durumunda insanlar akla göre değil, fakat duygularına ve doğal
eğilimlerine göre yaşıyorlardı. Bu nedenle de mutluydular. Rousseau akıl yerine
duyguyu öne çıkartmakta ve duyguların içerisinde de merhamete vurgu
yapmaktadır. Ona göre insan doğal halinde, akıl temelinde eylemde bulunan bir
varlık olmayıp daha ziyade içgüdüleri ve duyguları ile hareket eden bir
varlıktır. İstekleri sınırlı olan ve merhamet duygusuna sahip olan bu insanlar
arasında savaş da yoktur. Onun gözünde insanın kendisini koruması ilk doğal
yasa şeklinde anlamlandırılır; kendini koruma kaygısı doğa durumunda tek
devindirici güç; kendini sevme de ilk doğal tutku olarak değerlendirilir.
Kişinin sahip olduğu arzuların dar kapsamı; merhamet duygusunun yanında doğa
durumundaki insanlar arasında barışın hüküm sürmesinin bir diğer nedenini
oluşturmaktadır. Zaman içerisinde insanın akli melekeleri gelişmiştir ama bu
gelişme insanın masumiyetini kaybetmesi, doğallığını yitirmesi ve yozlaşması
pahasına olmuştur. Bu açıdan çağının en önemli gelişmesi olarak bilimsel
devrime ve bununla ilişkili olan materyalist yaklaşıma da meydan okumaktadır.
Doğa durumunda insanlar arasında
mücadele ve savaş yoktur, çünkü istekleri sınırlı ve merhamet duygusunun
frenlediği insan kötülük yapmaktan çok, kötülükten kaçmayı tercih
edecektir. Mülkiyet kurumunun
bulunmayışı doğal durumda huzur sağlıyordu. Fakat toprağın mülkiyet edinilmesi
ile uygar topluma adım atılmış ve toprak parçasının etrafını çevirerek bu
benimdir diyen ve ilkel, saf insanları bu sözüne inandıran kişi uygar toplumun
gerçek kurucusu olmuştur.
Ancak,
toplumun üyelerinden biri bir toprak parçasının etrafını çitle çevirir ve
burası benimdir der. İşte Rousseau’ya göre insanlar arası eşitsizliğin kaynağı
bu çit çevirme, yani mülkiyettir. Ve bu aşamadan sonra doğal yaşama geri
dönülemez. Tüm kötülüklerin kaynağı, en azından bu aşamada, mülkiyettir.
Mülkiyetten sonra mülk kavgaları doğarm.
Toplum halinde
yaşayan insanların lisanları ve akıl melekeleri gelişir. Bunun akabinde
sanatlar ve bilimler gelişir. Rousseau için bu süreç daha iyiye yönelen bir
ilerleme değildir. Bu insanların doğal özgürlüklerinin kaybedilmesi, doğal
olmayan eşitsizliklerin doğmasının tarihidir. Dahası, doğası gereği insanları
sosyal varlıklar olarak görmeyen Rousseau, onların sosyalleşme emareleri
göstermesini de bizatihi olumsuz bir gelişme olarak görür. Tüm bunlar, Rousseau için olumsuz olaylardır.
Kendi ifadesiyle “insanı toplumsal kılan onun zayıflığıdır; yüreklerimizi
insanlığa götüren ise ortak sefaletlerimizdir. Her bağımlılık bir yetersizlik
belirtisidir: eğer hiçbirimiz diğerlerine muhtaç olmasaydı, onlarla birleşmeyi
kesinlikle düşünmezdi”. Buna karşın, doğa durumundan uzaklaşma işbölümünü ve bu
da kaçınılmaz olarak doğal olmayan
eşitsizlikleri doğuracak ve nihayet mülkiyetin devreye girmesi de bu
eşitsizlikleri çoğaltan bir nitelik
halini alacak, bir yönüyle doğa durumunun son sınırına ulaşıldığını
gösterecektir:
Bir toprak
parçasının etrafını çitle çevirip “ bu bana aittir.” diyebilen, buna inanacak
kadar saf insanlar bulabilen ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. (
…) öyle görünüyor ki, bu toprağın etrafını çevirme olayının olduğu zaman işler
o güne kadar oldukları gibi sürüp gidemeyecekleri noktaya artık gelmişlerdi.
Çünkü ancak birbiri ardından meydana gelebilen daha önceki birçok fikre dayanan
bu mülkiyet fikri insan aklında birden bire teşekkül etmedi. Tabiat halinin bu
en son sınırına varmadan önce hayli ilerlemeler kaydetmek, birçok hünerler ve
bilgiler elde etmek, bunları bir çağdan ötekine aktarmak, çoğaltmak gerekmişti
(Rousseau, 1968:131-32).
Rousseau
eğitim ve kültürün toplumsal eşitsizlikleri yarattığını ve toplumsal kurumların
bu eşitsizlikleri hızlı bir şekilde artırdığını vurgular. Oysa doğa durumunda
insanların fiziksel üstünlükleri bile herhangi bir eşitsizliğe yol
açmamaktadır.
Özel mülkiyet kurumu ile birlikte
doğal kaynakların bazı insanların elinde eşitsiz bir şekilde birikmesi bir
insanı karnını doyurabilmek için başka bir insana muhtaç hale getirmiş;
doğmakta olan toplumda kesin çizgilerle ayrılan iki sınıfı ortaya çıkarmıştır.
Yoksullar ve zenginler şeklinde oluşan bu ayrım ve aralarındaki uçurum ise bir
savaşın çıkışını kaçınılmaz kılar. Bu savaş, Rousseau’da toplumsallığın
olmadığı doğa durumu ile toplumsal hayat arasındaki geçiş döneminin son
evresine tekabül etmektedir. Savaş sonrasında zenginlerin; kaba, aldatılmaları
kolay, kendi aralarında sorunları olan, hırslı ve hasis olduklarından dolayı
efendilerinden vazgeçmeyen insanları, parlak söylevlerin aracılığıyla
kandırmaları sonucu yapılan ve temelinde mülkiyetin bulunduğu yalancı bir
sözleşme ile devlet kurulmuş olur. Böylesi bir sözleşme ile ortaya çıkan
devletin başlıca işlevi, zenginlerin konumlarını sağlamlaştırıp eşitsiz
ilişkileri kurumsallaştırmaktır. Bu sözleşme çıplak şiddetin yerini hukukun
almasına imkân tanımış ve eşitsizliğe siyasal bir boyut kazandırmıştır.
İnsanların yetenek ve becerileri eşit
olmadığından, güçlü daha çok iş çıkartmış, becerikli daha fazla elde etmiştir.
Zekası ve yetenekleri gelişen insan, önceleri özgür ve bağımsız iken, yeni
ihtiyaçları nedeniyle daha fazla mülkiyet istemiş ve hatta hemcinslerini köle
haline getirmiştir. Uygar hayata geçiş insanlara ıstırap getirmiştir. Yeni doğmakta olan toplum bir savaş alanına
dönmüştür. Bu durum insanları düşünmeye zorlamıştır, çünkü hiç kimse güvende
değildir. Rousseau’ya göre bu durumdan çıkılması ancak halk egemenliği ile
mümkün olur.
Kısacası, insan medenileştikçe tüm yetenekleri gelişip,
zekâsı en üst düzeye çıkmıştır ancak doğa durumunda özgür ve mutlu iken şimdi
doğanın ve giderek diğer insanların kölesi olma durumuna düşmektedir. Üstelik
Rousseau, ortak yarar adına bir iktidar oluşturmayı da özgürlükleri güvenceye
almaktan çok köleliğe doğru bir adım olarak değerlendirir. Yönetim biçimleri
arasındaki farklar onların kuruluşları sırasında ortaya çıkan tesadüfi farklara
dayanmaktadır. Önemli olan gelişmeler öncelikle mülkiyetin ortaya çıkması,
sonrasında yöneticilerin belirmesi ve son olarak da meşru yönetimlerin keyfi
yönetimlere dönüşmesidir. Böylece ilkin zengin-yoksul eşitsizliği, sonra
güçlü-güçsüz eşitsizliği ve son olarak da köle-efendi eşitsizliği doğmuştur.
Rousseau, siyasal
topluma geçilmiş olmasının insanı bozduğunu söylemektedir; ancak bu aşamaya
geçilmesi normal ve kaçınılmaz bir şeydir. Doğa durumunda doğal eğilimlerine
göre menfaatlerini izleyen insan, toplum haline geçtikten sonra kendi
çıkarından başka hiçbir şeyi düşünmez olmuştur. Rousseau, uygar topluma karşı
çıkarken, bireylerin topluma girerken yaptıkları fedakarlıklarının aynı zamanda
önemli kazançlar sağladığının bilincindedir. Birey, doğal özgürlük bakımından
yitirdiklerini “sivil” ve “ahlaksal özgürlük”le kazanır. Birey içgüdülerinin
yönetiminde olmaktan, sorumlu ve ahlaksal davranışı gerçekleştiren toplumsal
bireye dönüştüğünde, özgürlüğüne de kavuşur ve kendi kendisinin efendisi olur.
Eşitsizlik Üzerine Söylev’de hipotetik de olsa ortaya çıkan “doğal özgürlük
kaybı”, insanın tam ahlaksal özgürlüğe erişmesi olanağını sağladığı için,
yapılması gereken bir fedakarlıktır.
SOSYAL SÖZLEŞME
İnsanların tarihi geriye çevirip doğal özgürlüklerini geri
kazanmaları mümkün değildir. Artık insan, doğa halindeki kendi kendine yeten,
saf, temiz insan değildir. Artık insan hayatını sürdürebilmek için başkasının
yardımına muhtaç olan, medeniyetin konforlarına bağımlı hale gelmiş bir
varlıktır. İnsanların kazanabilmeyi ümit edebilecekleri tek şey medeni toplumda
var olabilecek sivil özgürlüktür. Bu özgürlük ancak yalancı sözleşme
niteliğindeki yapının geride bırakılması ve yeni bir toplumsal sözleşme ile
gerçekleştirilebilecektir. İnsanın insana bağımlı olduğu yozlaşmış medeni
toplumdan kurtulmanın yolu da, bu toplumda sahip olunan haklardan,
ayrıcalıklardan vazgeçmede yatmaktadır. Zengin, fakir, toplumun tüm fertleri
tüm
haklarını bir sözleşme ile kurulacak yeni ahlaki topluluğa
devretmelidir.
Hiçbir otorite kuvvete dayanmaz: Örnek: ailede babanın
otoritesi, çocukların büyümesine ve kendilerini koruyacak hale gelmesine kadar
sürer.
Eğer kuvvetin hak yarattığı kabul edilirse, daha büyük
kuvvete sahip olanın egemenliği ele alması veya almak istemi ihtimali daima söz
konusu olabilir. O halde meşru otoritenin, toplumdaki egemenliğin, insanlar
tarafından yapılan sosyal sözleşmeden geldiğini kabul etmek zorunludur.
Hobbes ve Locke gibi Rousseau’da devlet egemenliğini
meşrulaştırmak için, mistik öğelerin yetersizliğinden dolayı toplum kavramına
başvurmaktadırlar. Rousseau’ya göre diğer insanlara bir toprağın kendisine ait
olduğunu benimsetebilen insan toplumun kurucusu olmuştur. Bu aynı zamanda doğal
yaşama döneminin sona erme sebebidir.
Rousseau’ya göre sosyal sözleşmenin amacı: “Üyelerinin her
birinin canını malını ortak güçle koruyan öyle bir toplum şekli bulmalı ki,
orada her insan herkesle birleştiği halde yine kendi emrinde kalsın ve eskisi
kadar hür olsun.”
Sosyal sözleşme ile insan doğal özgürlüğünü, istediği ve
elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız hakkını yitirmekte, bunun yerine
medeni özgürlüğü ve elindeki şeyler üzerinde mülkiyet hakkına kavuşmaktadır.
Doğal yaşama döneminde hemen hemen hiç bulunmayan eşitsizlik
varlığını, gücünü ve gelişmesini, insan yeteneklerinin ve aklının gelişmesinden
alır. Bu eşitsizlik mülkiyet ve yasaların ortaya çıkmasıyla sürekli ve meşru
olur. İnsanlar arasındaki eşitsizlik doğal hukuka aykırıdır.
Sosyal sözleşme varsayımsal
niteliktedir. Hiçbir zaman böyle bir sözleşme yapılmamış olabilir. Fakat
devlet ve birey ilişkilerini akla uygun bir ölçüye göre düzenleyebilmek için,
böyle bir sözleşmenin yapıldığını varsaymak gerekir.
Böylesi bir topluluğun inşası doğrultusunda ise insanlar pek
de uzlaşmaz gibi görünen iki amaca sahiptirler: “Üyelerinden her birinin canını
ve malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki,
orada her birey hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın hem
de eskisi kadar özgür olsun” (Rousseau,
1946: 20). İnsanlar, hem bir egemenin yönetimi altına girmenin zorunluluğunu
kabul etmekte, ancak aynı zamanda da bir egemenin yönetimi altına girmekle
özgürlüklerini yitirmek istememektedirler.
Sosyal sözleşme öyle bir eşitlik sağlar ki, herkes aynı
koşullarda sözleşmeye katılırlar ve aynı haklardan yararlanırlar. Genel
iradenin her kararı tüm yurttaşları eşit olarak borç altına sokar ya da olanak
sağlar, genel iradeye uyan kimse de gerçekte kendi iradesine uymuş sayılır.
Sosyal sözleşme ile Rousseau özgürlük ve otoriteyi
uzlaştırmaya çalışmaktadır. Bunu yapabilmek için genel irade kavramına
başvurmaktadır. Çünkü özgürlüğün kutsallığına inanır. Ona göre özgürlükten
vazgeçmek insan olmanın hak ve ödevlerinden vazgeçmek demektir. Yeni birlik
biçimi olan toplum, herkes için egemen otoritedir. O, kamusal bir kişi, her bir
bireyin, kimliğini oluşturan bir hayat ve iradeye sahip olması gibi, kendine
ait bir iradesi olan organik bir varlıktır. Rousseau, hem egemen otoritenin
yaratıldığı süreci, hem de bu sürecin amacını “genel irade” olarak
adlandırmaktadır. Hem öteki insanlara bağlanarak belli bir itaat ilişkisi
içerisine girilmesi hem de eskisi kadar özgür olabilmek ancak herkesin
iradesini genel iradeye devriyle mümkün olacaktır.
Toplum sözleşmeinin tarafları toplumum üyeleridir, halktır.
Bireyler bu sözleşmeyi oybirliği ile yapmak zorundadır. Eğer sözleşme
yapıldıktan sonra o toplumda yaşıyorsanız sözleşmeyi kabul etmişsiniz demektir.
Eğer toplum sözleşmesi kabul edilmiyorsa, o toplumda durulmamalıdır.
Sosyal sözleşme oybirliği
ile yapılan tek anlaşmadır. Sözleşmeyi kabul etmeyenler onun dışında sayılır ve
yabancı statüsü kazanır. Fakat sosyal sözleşmenin yapılmasıyla devlet
kurulduktan sonra devlet ülkesinde yaşayanların bu sözleşmeyi kabul ettikleri
varsayılır. Onlardan sözleşmeyi ayrıca açıkça onaylamaları beklenemez. Genel
irade, bireyin ya da toplumun zorlanmasından değil, bireyin toplum içindeki
olumlu dönüşümünden doğar. Bu nedenle de genel iradenin gerçekleşmesi, bireysel
özgürlüklerle çatışmaz, hatta onun bir koşuluna dönüşür.
Rousseau’nun bir yandan özgürlük temelinden hareket etmesi,
diğer yandan çoğunluğun düşüncesi olarak genel iradeye atfettiği değer, hem
azınlık hakları açısından, hem de genel iradeye teslimiyet açısından demokrasi
için büyük bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
EGEMENLİK
Sosyal sözleşme ile ortaya çıkan genel irade devlette egemenliğin sahibidir. Egemenlik genel
iradenin uygulanmasından ayrı bir şey olmadığı için başkasına devredilemez ve
ayrıca bölünemez.
Rousseau, sözleşme ile yaratılan devleti ortak iyiliğe
yönlendirmeyi genel iradenin işi olarak görür. Bu doğrultudaki çaba, diğer bir
deyişle genel iradenin uygulamaya geçirilmesi ise egemenlik olgusunu karşımıza
çıkarır. Burada sözleşme ile ortaya konan yeni toplum, herkes için egemen olan
otoritedir. Bu yönüyle de egemen, yurttaşların bütünü anlamındaki halktır.
Egemenlik, genel iradenin işlemesi anlamını taşımaktadır. Onun doğrudan genel
irade ile olan bağı da, kendisine atfedilen özellikleri belirler. Bu yönüyle
egemenlik; devredilemez, temsil edilemez, bölünemezdir, o mutlak ve doğrudur.
Bunlar ise egemenliğin genel irade ile olan bağını kaçınılmaz kılan
vasıflardır.
Genel irade daima doğrudur ve kamu yararına yönelmiştir.
Genel irade, toplumun ortak çıkarını göz önünde tutar. Bu niteliği ile özel
iradelerin bir toplamından başka bir şey olmayan ortak iradeden ayrıdır.
Rousseau, genel iradenin yanılmazlığı hakkında, “kişiler kendi yararları
konusunda yanılmıyorsa genel irade de genelin yararının ne olacağı konusunda
yanılmaz” gerekçesini kullanmıştır. Rousseau, genel iradeye, toplumun faydasını
kolladığı için mistik bir anlam yüklemiştir.
Genel iradeye yönelik eleştiri; Genel iradenin yanılır
olduğu zaman içinde açıkça görülmüştür. Diğer yandan genel iradenin
yanılmazlığı görüşü, ırkçı üstün ulus kavramının açılımları için de
kullanılmıştır; örnek Alman idealizmi …
Egemenliğin kaynağının halkta olması, insanların, siyasal
bir topluluğa dönüşmeden önceki güvencesiz ve temelsiz haklar yerine daha
sağlam ve daha iyi haklara kavuşabilmek için doğal durumdan çıkıp siyasal bir
topluluk haline geçtiklerini gösterir. Bu siyasal topluluğu meydana getiren
irade, halk iradesidir. Bu nedenle mutlak siyasal otorite, yönetim sürecine
doğrudan ve devamlı olarak katılması beklenen halkın kendisidir. Rousseau,
özgürlüğü, “kendi kendini yönetebilme hali” olarak tanımlamaktadır.
Rousseau’nun sisteminde hükümetin önemli ödevleri söz
konusudur. Egemenlik, bir tüzel kişilik olan halka aittir. Hükümet ise
kendisine bazı yetkiler verilen bir organdan başka bir şey değildir. Hükümetin
üyeleri ise genel iradenin memurudurlar. Hükümete tanınan yetkiler de genel
irade tarafından her zaman geri alınabilir veya değiştirilebilir. Rousseau, böylece
temsili hükümet sistemini reddetmektedir. Sistem içinde siyasal parti oluşumunu
da gereksiz gören Rousseau’nun, demokrasinin aynı zamanda fikir çoğulculuğu
olduğunu da gözden kaçırdığı söylenebilir.
Rousseau’da egemenlik, sözleşmeyi yapan halkın elindedir:
halk egemenliği. Rousseau’da yasa yapma iradesi halktadır. Bu nedenle doğrudan
demokrasi vardır. Halk, egemenliği genel irade ile ortaya koyar. Halk,
egemenliği kimseye devretmemektedir. Egemenliği, genel iradeyi kimse temsil
edemez. Rousseau temsilci kavramını kullanmaz, “ajan” kavramını kullanır. Yani
yasayı ajanlar yapar, ancak yapılanın tam anlamıyla bir yasa olabilmesi için
halkın ona oy vermesi gerekir.
Ancak Rousseau’nun projesi ancak küçük toplumlar için
uygulanabilirdir. Karmaşık ve büyük ölçekli toplumlarda bu tip bir doğrudan
demokrasinin uygulanması pek mümkün değildir.
Demokrasinin çoğunluk hakları olarak okunmasından, azınlık
haklarının da demokrasi içinde korunmasına geçilmiştir. Rousseau’nun kurmuş
olduğu genel irade teorisinin pratikte işlemesi ancak, doğrudan demokrasi ve
küçük bir nüfus topluluğu ile mümkün olabilir.
Rousseau, Sosyal Sözleşme isimli eserinin başında amacının
kişiye en fazla özgürlük tanıyan bir siyasi düzenin şartlarını göstermek
olduğunu söylemektedir. Öyle bir siyasi düzen ki, bu düzen içinde kişi toplumun
iradesine uymakla birlikte, sadece kendi iradesine uyuyormuş gibi hür kalsın.
Rousseau buna bağlı olarak vazgeçilmez insan hakları olduğunu ileri
sürmemiştir. Aksine Rousseau, genel iradeye üstün bir yer verdiğini her
fırsatta belirtmiştir. Genel iradeye uymayı reddeden bir kimsenin, sözü geçen
iradeye bağlanmaya zorlanmasının o kimseye özgürlüğünü sağlayacağını kabul
etmektedir. Bu şekilde herkesin sahip olacağı özgürlüğün nitelik ve türünü
göstermek hakkı dolaylı biçimde genel iradeye bırakılmaktadır. Bu genel
iradenin yanılmazlığı ilkesinin bir sonucudur. Uygulamada, genel iradenin,
çoğunluğun iradesine dönüşmesi ne yazık ki kaçınılmazdır. Rousseau kişisel hak
ve özgürlüklere genel irade üzerinde bir yer vermediği için, burada çoğunluk
despotizmi daha tehlikeli bir hal alır.
Rousseau’da genel irade belirlenemeyeceğinden erkler ayrılığı
ilkesi kabul edilmez.
ADALET VE KANUN
KAVRAMLARI
Rousseau “Sosyal Sözleşme”de her türlü adaletin Tanrı’dan
geldiğini ve adaletin kaynağının ancak Tanrı’da bulunabileceğini
belirtmektedir. Ancak insan hayatında adalet kavramı üzerinde durulduğu zaman akıldan
çıkan evrensel bir adalet fikrinin varlığını açıklamak gerekir.
Adaletin temel niteliklerinden birisi de karşılıklılık
ilkesini içermesidir. Adalet kavramının doğal bir yaptırımı olmadığı için bu
kavram insanlar arasında etkili değildir. Doğru insan adaletin gereklerine
uyar. Ancak yaptırımsız adalet ilkeleri iyinin zararına ve kötünün yararına
işleyebilir. Bu nedenle hakları ödevlerle bağdaştırmak ve adaleti
gerçekleştirecek sözleşmeler ve kanunlar yapmak gereklidir. Rousseau’ya göre,
siyasal sistemin kurucu öğesi olan yasalar genel iradenin ifadesidir.
Toplum sözleşmesinin aksine yasaların ortaya çıkması için
oybirliği değil oy çokluğu aranır. Yasalar, kamu yararını göstermektedir. Genel
irade oy çokluğu ile bir şeyi kabul ederse, bu onun yararına olduğu içindir.
Halk, kendi aleyhine hak ve özgürlüklerine aykırı yasalara onay vermez çünkü.
Rousseau’ya göre, genel irade özel bir amaca yönelmez. Halkın
bütün yaşamını düzenleyen kurallar kanun niteliğini taşıyabilir. Başka bir
deyişle kanunların konusu genel olmalıdır.
Kanun vatandaşları bütün olarak ve soyut açıdan göz önünde bulundurur. Özel bir
kişiyi veya davranışı düzenleyen kanun yapılmamalıdır.
Rousseau “Kanun yurttaşları sınıflara ayırabilir. Hatta bu
sınıflara girme ile ilgili özelliklerin neler olduğunu da gösterebilir. Ama
belirli bir kişiyi isim belirterek şu ya da bu sınıfa sokamaz. Kanun bir
krallık yönetimi kurabilir… ama ne bir kral seçebilir, ne de kral ailesi
atayabilir’’.
Ona göre kanunların adalete uygunluğu, aykırılığı tartışması
anlamsızdır. Çünkü hiç kimse kendisine karşı haksız davranamaz. Kanun bizim irademizi açıklayan belge
özelliğini taşıdığına göre onun adalete de uygun olduğunu kabul etmek gerekir.
Kanunları vaz eden halk, kanunlara uymayı da kabul etmiş demektir.
Yasamanın hedefi, herkesin en büyük iyiliğini
gerçekleştirmektir ve herkesin en büyük iyiliği iki temel ilkede toplanır:
Özgürlük ve eşitliktir. Eşitlik olmadan özgürlük olmaz. Eşitliği yasalar
sağlayacaktır. Bu eşitlik, herkesin gücünü şiddet kullanmadan yasalara uygun
olarak kullanmasıdır ve yine eşitlik hiç kimsenin başka bir insanı satın
alabilecek kadar zengin olmaması ve yine hiç kimsenin kendini satmak isteyecek
kadar yoksul olmamasıdır.
Yöneldikleri alana göre yasalar üç başlık altında
sınıflandırılabilir:
İlki, siyasal yasalardır ve bunlar da
anayasalardır. Sistemler anayasalarla etiketlenirler.
İkinci tür yasalar toplumsal
yasalardır ve bu yasalarla bireyin diğer biyerlerle ve devletle olan
ilişkileri düzenlenir.
Üçüncü tür yasalar ise ceza
yasalarıdır. Bu yasalarla genel olarak yaptırım kavramı düzenlenmektedir.
Bunlara ek olarak Rousseau, doğal hukuk geleneğine uyarak, insanların kalbinde
yer eden ahlak yasalarının da
dördüncü bir tür yasa kabul edilebileceğini belirtmektedir.
Rousseau, doğal hukuk yaklaşımının Ortaçağ doğal hukuk
anlayışından farklı olarak rasyonel temellere oturtmuş olduğu sosyal sözleşme
kavramını, mistik öğelerle donatmakla ve siyasal bir yöne çevirmekle de suçlanmıştır.
YÖNETİM BİÇİMLERİ
Çeşitli yönetim biçimlerinin kaynağı ise, yönetimlerin
kurulduğu sırada insanlar arasında büyük, küçük farklılıklardır. Yönetim biçimleri yöneticilerin sayılarına
göre belirlenir. Egemen toplum, yönetim görevini halkın tümünü ya da halkın
büyük bir bölümüne verebilir, öyleki, bu yönetimde yönetici yurttaşların
sayıları, yönetilen durumunda olan yurttaşların sayılarından fazla olur ve bu
yönetim biçimine demokrasi denir. Egemen toplum, yönetim görevini bir azınlığın
eline bırakabilir, bu durumda da yönetici yurttaş sayısı, yönetilenlere oranla
azdır ve bu yönetim biçimine de aristokrasi denir. Ya da egemen toplum, tüm
yönetim görevini bir kişinin eline bırakabilir, bu durumda da monarşi denen
yönetim ortaya çıkar.
Monarşiler varlıklı ülkeler için, aristokrasi orta
zenginlikteki ülkeler için, demokrasi de küçük ve yoksul ülkeler için iyidir.
ROUSSEAU’NUN ÖZGÜRLÜK
ANLAYIŞI
Rousseau’ya göre insanlar özgür doğmuşlar ancak şimdi her yerde
zincirler altındadırlar. İnsanların yeniden özgürleştirilmesi Rousseau’nun
temel meselesidir. Bu meseleye dair çözüm arayışı ile ortaya koyduğu ilkeler
ise, özgürlük tartışmasında farklı bir katkıyı ortaya çıkarmaktadır. Genel
irade ve sözleşme ile ortaya çıkan toplum, bir yönüyle özgürleşmenin
garantisini veren adil bir yasa ve kurumsal temelin inşası gayretiyle
ilişkilidir. Bununla söz konusu olan ise “ahlaki bir özgürlük”tür. Bununla
Rousseau, insanları kendilerinin erdemli efendileri kılan bir yapıyı tahayyül
eder. Artık söz konusu olan insanların kendi kaba arzularının köleliğine tabi
olmaktan kurtulmaları ve herkesin iyiliğini
ve kamu çıkarını düşünmeleridir.
Genel iradenin bir kez kurulması ile onu takip etmekte olan
uyruklar, sadece kendi gerçek iradelerine itaat edeceklerdir. Keza bireyler
birer yurttaş gibi davranarak bu iradenin inşasında bizatihi rol oynamışlardır.
Genel irade tarafından yönetilmeye rıza göstermekle yurttaş, onun kendine has
kuralları tarafından yönetilmeye de razı olmuştur ki, bu, genel iradenin hükmü
altında yaşayan herkesin gerçekten özgür olması anlamına gelmektedir. Rousseau,
yasaları “kendi iradelerimizin
kaydedildiği belgeler” olarak görür. Bu yönüyle de kendi kendini dayatan adil
bir yasaya itaat söz konusudur ve toplum tarafından kendilerinin koyduğu
yasalara itaat etmek demek, Rousseau’ya göre gerçek özgürlüktür.
Rousseau’nun özgürlüğe bakışının dikkat çekici olan bir yönü
ise genel irade karşısında itaatkâr
olmayanlara dair tutumudur. Bununla ilgili olarak kendisi genel iradeye itaat
etmeyi ret edecek olanların, yurttaşların bütünü tarafından buna zorlanmasını
öngörür. Rousseau’ya göre bir insanı “özgür olmaya zorlamak” zorunlu
olabilecektir. Keza bireyler, hem sözleşmeye dâhil olduklarında, hem de
onaylanmasının sonrasında genel iradeye itaat etmeye rıza göstermişlerdir.
Yasanın etkisizleşmemesi adına, bu durumun aksi yönündeki hareketlerin de
yaptırıma maruz kalması gerekmektedir. Rousseau’nun gözünde bireylerin itaate
zorlanması yasaları ihlal etmeye dönük anlık arzuları yerine, kendi gerçek
çıkarlarına itaat etmelerine yardımcı olmaktadır. Çünkü onun için itaat etmeye
zorlanan kişi, istemediği bir şeye zorlanmamaktadır; bu tutumun kişi tarafından
bir zorlama olarak görülmesi de yanılsamadır. Çünkü zorlama hususu, gerçekte
kişinin yalnızca yurttaş olarak sahip olduğu kendi iradesine yani genel iradeye
uymasını sağlamaktan ibarettir.
Bu doğrultuda itaatsizlere karşı uygulanan yaptırımlar ve
ceza mekanizması, Rousseau için eğitsel ve ahlaki bir aygıt niteliğindedir. Bu
doğrultudaki dersi daha iyi öğrenenler, bir kere daha genel iradeye katılma,
manevi ve siyasi cemaate diğerleri ile birlikte dönme imkânına kavuşmaktadır.
Ancak yine de özgürlük ve zorlama ya da özgürlük adına zor kullanımı gibi
hususlar, hem çeşitli açılardan içerdiği çelişkiler ile Rousseau’nun tartışma
yaratan argümanları arasında yer almakta, hem de zor kullanımının
meşrulaştırılmasında düşünsel bir dayanak sunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder