3 Aralık 2013 Salı

Hukuk Felsefesi Ders Notları - 2

Hukuk Felsefesi 2013-2014 (Güz)

DERS NOTLARI (2)

                    Doç. Dr. Sevtap Metin
             Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba


ORTAÇAĞ


Ortaçağın Ekonomik ve Sosyal/Kültürel İklimi


Ortaçağ yaklaşık bin yıllık bir dönemdir. Bu dönemin hiçbir kırılma yaşanmadan sürdüğünü ileri sürmek kesinlikle hatalı olacaktır. Özellikle on birinci yüzyıl öncesi ve sonrasında ekonomik,  siyasal ve kültürel alanlarda ciddi ayrımlar vardır.

Ortaçağ Roma İmparatorluğunun doğu ve ba diye ikiye ayrıldığı beşinci yüzyıl ile İstanbul’un fethinin gerçekleştiği on beşinci yüzyıl arasındaki dönemdir.


Roma İmparatorluğu Cermen ve Hun akınlayla önce parçalanır. Ancak Ortaçağı başlatan bir diğer önemli olay Akdeniz Havzası’ndaki İslam egemenliği akınla neticesinde Avrupa’nın diğer coğrafyalarla iletişiminin kesilmesi ve Avrupa’nın içe kapanmasıdır. Bu nedenle Ortaçağda ticaret ve şehir haya sönümlenmiştir. İnsanlar ve daha yüksek kesimlerde kalmış ve bu nedenle kapa tarım ekonomisi söz konusu olmuştur. Tarım toprakları senyörlerin mülkiyetidir. Toprağı olmayıp senyöre bağ yaşayanlar, senyörler ile serflere bir toprak parçasını kullanmak için verir ve buna karşılık asıl topraklarında onlar çalışır.

Senyör, mali, idari ve hukuki bir iktidara sahiptir. Avrupa feodalitesinde merkezi bir siyasal mekanizma yoktur.

Senyörler arasındaki mücadele, topraklara sahip olmak için değil, toprağın üzerinde yaşayan serfler ve onların emekleri hakkındadır. Çünkü nüfus savaşlarla azalmış ve insan-emek asıl zenginlik olarak görülür. Ayca, coğrafi iklim değişiklilerinin serf yaşanması da insan nüfusunu azaltmıştır. Emek-rant bu nedenle önem taşır.

On birinci yüzyıl’dan sonra ise şehir haya yeniden  canlanmaya  başlamış, ticaret ile emek-rant  yerine paranın önemininartma söz konusudur. Para ekonomisi söz konusu olup şehirler yeniden canlanır. Burjuvazi yeni zenginleşen bir sınıf olarak hayat bulmaya başlar.

Ortaçağ üzerinde bir de İslam medeniyetinin etkisi vardır. Özellikle on birinci yüzyıl’a kadar doğu dünyasında İslam Aydınlanması” yaşanmakta, Karanlık Ortaçağ” ba için geçerli olmaktadır. İslam dünyasında Aristoteles ve Platonun eserleri Arapçaya çevrilmiş ve İslam nyasında bir düşünce zenginliği söz konusu olmuştur.

On birinci yüzyıl’dan sonra, İslam filozofları olan Farabi ve İbn-i Rüşd’ün eserleri -ki bunlar Aristoteles ve Platondan etkilenmiştir- Latinceye çevrilmiş ve bu, Avrupa’da Aristoteles ve Platonun düşüncelerinin yeniden hayat bulmasınıa ve on birinci yüzyıl sonrasında bir Erken Aydınlanma yaşanmasına sebep olmuştur.

Ortaçağı etkileyen bir diğer önemli husus, Kilisenin etkisidir. Hristiyanlık başlangıçta yoksulların ve ezilenlerin dini olarak ortaya çıkmışsa da Ortaçağda





hristiyanlık güç sahiplerinin bir aygıtı olmuştur. Öyle ki, Hristiyanlık kurumsallaşıp (kilise) resmi din haline gelmiştir. Kilise ciddi bir güç sahibidir; mülk sahibidir.
Kilise nyevi iktidar üzerinde ciddi bir etkide bulunmuştur

(Hoca haftaya İbn-i Haldun ve Aquina’lı Thoması anlatıp Ortaçağ’ı anlatmayı bitireceğini söyleyerek dersi sonlandırdı)


Ortaçağ onuncu yüzyıl’a kadarki dönemi ile sonrasındaki dönem diye ikiye ayrılır. Onuncu yüzyıl’a olan dönem Erken Aynlanma diye anılır. On ikinci yüzyıl Ortaçağ Aydınlanması tabiri bu ayrım ile anlaşılmalıdır.

Ortaçağ Felsefesinin Dönemleri


Ortaçağ felsefesi ikiye ayrılarak incelenir.

1)      Patristik Felsefe (M.S. sekizinci yüzyıl’a kadar olan dönem)

Kilisenin, Hıristiyanlığın kurucu babaları, kilise babalarının düşünceleri (patristik) üzerine temellenir. Bu nemde, Hıristiyan inancı, önceki pagan inanç sahiplerine karşı savunulma ve topluma yerleştirilmeyi amaçlar. Patristik felsefe Platon düşüncelerinin ağırlık taşıdığı, yeni-Platoncu bir dönemdir.

2)      Skolastik Felsefe (M. S. Sekizinci yüzyıl’dan on dört ve on beşinci yüzyıllara kadar olan dönem)
Okul öğretisi diye adlandırılabilir. Artık Hıristiyanlık inanmayanlara yerleştirilmiştir. Skolastik dönemde felsefi olarak savunulan ve kanıtlanan Hıristiyanlığın sistemleştirilmesi söz konusudur. Skolastik dönem Aristonun görüşlerinin hakim olduğu dönemdir. Skolastik dönem, İslam felsefesi, Hıristiyan düşüncesi ve Musevi inancı için ortak bir özellik olarak;

İlk çağdan, Antik Yunandan bir kopuş yaşanır ancak bu kopuş, Aristo, Platon ve Stoizmin etkileri var olmakla söz konusu olmuştur. Yani paradoksal bir görüntü var.





Ortak özellikler

1)             Ortaçağ felsefesi nyevi bir felsefe değildir. Öte nyadaki mutluluğu amaçlar. Antik Yunan felsefesi insan aklı ile ve ona güvenerek yapılıp rasyonel ve nyevi iken Ortaçağ felsefesi özellikle Platonun etkisiyle, öteki nyaya ulaşmayı amlar. Özellikle patristik felsefede  iman  akla  üstün  çıkmıştır. Yani Tanrı ve öte nya merkezli bir felsefedir. Bu nedenle Tanrının varlığı, kötülük problemi, ölümden sonraki yaşam vs. felsefi tartışmalara yerleşir. Ortaçağ felsefesi böylece dine dayalıdır. En çok bahsedilen konular teoloji konularıdır. İnsan aklının ikinci plana itilmesi, ilk çağdan tümüyle bir kopuşa işaret etmemektedir. Platon ve Aristo, Ortaçağ dönemlerini çok etkiler. Dine daya oluş ve buna rağmen Antik Yunandan etkilenme bir aradadır.

2)             İslam, Hıristiyan ve Musevi düşünürler al-iman çatışmasında tıkandıklarında Antik Çağ düşünüşü dönüştürerek bunları aşmaya çalışmışlardır.

3)             Ortaçağ felsefesi durağan ve  dogmatiktir.  Hakikat,  ta  başından bellidir. Ortaçağ filozofu yeni ve farklı bir şey aramaz, var olanı sistemleştirmeye çalışır. Aristonun mantık sistemi ve kutsal metinlerden gelerek bir sistemleştirme yapılmıştır. Antik Yunanda ise düşünce dinamik ve sabit olmayan  bir  özelliğe sahiptir.

Ortaçağ felsefesi bu ortak özelliklere rağmen bir yelpaze özelliğinde değildir.

Kimi filozoflara göre, Patristikler, bilmek için önce inanmak gerekir. Çünkü iman ermeyen akıl, sürekli deliller, kanıtlar ister ve akıl insanı doğru yoldan, inançtan saptırabilir. Akıl insana sadece görüleni verir, görünenin arkasında yatanı keşfetmeye akıl yeterli değildir, bu alan ancak iman ile anlaşılabilir. Akıl ile imanın uyuşmayacağı düşüncesine Gazali örnek gösterilebilir.

Bir başka  filozof ise  akıl ile  imanın çatışmadığını, akıl ile  imanın aynı parçanın iki yüzü olduklarını, ay hakikati farklı şekillerde söyleyen özünde ise aynı olan alanlardır der. Bu çalışma peygamberi filozof yapar; dini de akıl olarak gösterir. Bu düşünceye örnek İbn-i Rüşd’dür.

Üçüncü görüş, akıl ile imanın ne tam olarak zıt olduğunu ne de çaştığını söyleyenlerdir. Bunlara göre akıl ile iman çoğu kez bir aradadır. Ancak akıl ile





anlaşılamayacak alanlar da vardır, burada aklın tüm desteğine rağmen salt akılla anlaşılamaz. Bu alanlar sadece iman ederek anlaşılabilir. Örnek: Aquinas Thomas.

Kısaca Ortaçağda ilkçağ etkisi mühim ve yoğundur ancak Antik Yunan ile dinin çatıştığı noktalarda din (Hıristiyanlık ya da İslam) tercih edilmiş, referans noktası din olmuştur.

Not: İslam düşünürleri arasında da ciddi farklar vardır.


İbn-i Rüşd


Ölümden sonra bedenler dirilmez, maddi olarak  dirilme  yoktur.   Dirilecek olan insanın ruhudur. Çünkü tanrı tikellerin bilgisine sahip değildir, insanların teker teker neyle uğraştıklarına bakmaz. Bu noktada Aristo etkisi görülür.

Bazı İslam filozofları evrenin Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı inancını kabul etmez. Gazali bu düşünceye saldırır. Tanrı var olmakla evren de ondan fışkırmış ve evren de varolmuştur. Yani evren tanrıdan sadır olmuştur ve Tanrı gibi ezelidir.

Tanrının sıfatlarından biri mutlak iyidir. Ancak madem öyle evrende kötülük va olur?

İbn-i Haldun

On rdüncü yüzyıl düşünürüdür. Kadılık yapmıştır.

Önemi, daha sonra ba düşüncesine de hakim olan kimi sorunsallara ilk kez temas eden kişi olduğu iddialarından gelir. Özellikle sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu sayılabilir. Mukaddime adlı eserinde toplumsal olayla kendisine konu edinen yeni bir bilim kurduğunu iddia eder.

Bu bilimin a ümrandır. Tarih içinde toplumsal olguları inceleyen bilim olarak ümran biliminden söz eder. İbn-i Haldun, Arapların Montesquieu ve Marx’ı olarak da adlandırılır. Toplumsal olaylar ve insanlarla coğrafya ve iklim koşulları arasındaki belirlenim ilişkisinden bahsetmesi Montesquieuye benzetilir.

İbn-i Haldun’un kullandığı dil  betimleyici, önyargısız  bir saptama  yapar tarzdadır. Neden-sonuç ilişkilerini saptamaya çaşır.

İbn-i Haldun’a göre tarih kahramanlık hikayeleri değil, tarihsel olayları neden-sonuç ilişkisi içinde ele almalıdır.

Marx’a benzetilen yönü, toplum tipleri ile üretim ilişkileri arasındaki bağı vurgulamasıdır. Ekonomik olaylar toplum yapısına etki eder, üretim ilişkileri toplumsal ilişkileri etkiler, der.

İbn-i Haldun’a göre toplumsal yaşam, insanın doğasının bir icabıdır.

İbn-i Haldun’a göre coğrafi koşullar ve üretim ilişkileri bakımından insanlık tarihinde iki toplum tipi vardır:

1)      çebe toplumlar

2)      Yerleşik toplumlar

Yaşadığı döneme dair taptığı bu tespit önem taşır.

İbn-i Halduna göre bu iki toplum arasında bir döngüsellik, birbirinin yerine geçme ilişkisi ve bu iki toplum tipini birbirine bağlayan bir bağ vardır: Asabiye bağı. Durkheim’ın kolektif bilincine benzeyen bu bağ, göçebe toplumlarda nesep bağı (nesep asabiyeti); medeni (yerleşik) toplumlarda ise sebep bağı (sebep asabiyeti) vardır. Nesep asabiyeti Durkheim’da mekanik dayanışmaya denk düşer. Ay soydan gelmekle ortaya çıkan bağdır. Sebep asabiyesi ise ay kültür çevresinden gelmeyi açıklar. Medeni toplumun ihtiyaçlarının daha çok ve çeşitli olması, göçebe toplumdaki basit organizasyonu aşmayı gerektirir. İşte sebep bağı, ihtiyaçlardan doğan bir sebep asabiyetidir. Bu, Durkheim’daki organik dayanışmaya denk düşer.

çebe toplumlarda devlet yoktur. Devlet yerleşik toplum aşamasında karşımıza çıkar. Böylece göçebe toplumda iktidar ilişkileri doğal şefin etrafında döner. Burada yaş ve otorite rol oynar. Medeni toplumlardaki  siyasi  iktidar  gibi güç değildir.

çebe toplumlar militer olarak güçlüdür. Böylece fethettikleri yerleri elden kaçırmamak için oralara yerleşirler. İstila ettikleri yerlere yerleşen göçebeler, yerleşik hayat ile karakter değişikliğine uğrar. Militer güç zayıflar, konfor ve haz amaçları öne çıkar. Bu yeni yaşam biçimi göçebe topluma yerleşince başka bir göçebe toplum o yeni toplumu zapteder ve bu ngüsel olarak devam eder.


İbn-i Haldun organizmacıdır. Platon’dan farklı bir organizmacılıktır. Platon’da toplum, insan bedeni bakımından bir analojiye, uzuvlar bakımından konu olurdu. İbni Haldun’da ise tüm insan toplumla tıpkı insanlarda olduğu gibi doğar büyür yaşlanır ve son bulur. çebe toplumlar yeni bir yer fetheder ve orada yerleşik topluma geçerken doğar ve büyür. Ancak militer güçlerini kaybetmeleri, başka bir göçebe toplumca zaptedilmeleri sonucunu doğurur ve böylece yıpranır ve en nihayetinde son bulurlar ve yeni bir toplum oluşturulur.

İbn-i Halduna göre duraklamadan inişe geçmede yerleşik yöneticilerin zevk ve sefahate düşkün hale gelmeleri ve yönetilenlere ağır vergiler uygulamalarından gelir.

Aquinolu Thomas (St. Thomas)


On üçüncü yüzyıl düşünürüdür. Düşüncelerinde önemli ölçüde Aristodan etkilenmiştir.

Not: Aristo ve Platon’un eserleri Yunancadan önce Arapçaya ve Arapça çevirilerden Latinceye çevrilmiştir. Etkileşim İslam bulaşarak oluyor yani.
Yeni ortaya çıkan burjuvazinin ve laikliğin önünü açan bir filozof olarak kabul    edilir.

Tanrı ile ilgili onun varlığını kanıtlayıcı argümanla Aristodan gelir. Örneğin, ilk hareket. Evrendeki her şey bir hareket ettirici ile hareket edebilir. Ancak kendisi hareket ettirilmeye ihtiyacı olmayan şey Tanrıdır. Benzeri biçimde ilk neden; evrende her şey başka bir şeyin nedenidir. Oysa Tanrı ilk nedene ihtiyacı olmayan bir varlıktır. Düzen; evrendeki her şeye zen veren bir yüksek bilincin olma gerekir. Bilinç, madde olamayacağından, evrene zen veren şey de yüksek bir akıl olarak tanrıdır.

Aquino’lı Thomasta Hukuk – Devlet

Burada da benzer biçimde Aristo etkisi vardır:

Yönetim biçimleri iyiler (monarşi, aristokrasi, politea) vardır. İyi yönetim biçimlerinde iktidarı elinde bulunduran güç ortak yara gözetir. İyi bir devlet biçiminde ortak yara gözeten yasalar yapılır. Bozulmaları ile (ay Aristodaki gibi) üç kötü yönetim biçimi ortaya çıkar.


İnsan doğa gereği devlet ve toplumla yaşar. Thomas’a göre dört tip yasa vardır:

1)      Ebedi yasa: Evreni yaratan, yöneten, ona hakim olan tanrının yasalarıdır.
Tanrısal aklın koyduğu yasalardır. En üstte yer alan yasa kategorisi budur.
                             
                             2)      Doğal yasa: Ebedi yasalardan, insan aklının anlayıp bilebileceği yasalardır.
Yani ebedi yasaların tümünü insan anlayamaz. Anlayıp bilinebilenler doğal yasalardır. Bunlar insanın doğana, ya ve ihtiyaçlarına uygundur. Hiyerarşide ikinci radadırlar.


                      3)      Pozitif yasalar: İnsan yapımı olup, doğal yasaya uygun olmak zorunda olan ve somut                olaylarda kullanılacak, uyuşmazlıkları çözüme kavuşturacak yasalardır. Hiyerarşide üçüncü                                                       sıradar.

Soru/not: Pozitif yasa, üstteki iki yasaya uygun değilse ne olacak? İnsanların, toplumun bu yalara direnme hakkı var mı?

Cevap/not: Thomas topluma bu hallerde direnme hakkı tanımaz. Çünkü direnme hakkı tanınırsa toplumsal düzen bozulur. Direnenler mevcut iktidarı deviremezse devrilmeyen iktidar daha da sertleşir. er devirirlerse yerine gelen iktidar ay akıbete ramamak için yine öncekinden sert olur. Yöneticiyi deviren halk ne yapacağını bilemeyebilir ve bu nedenle boşlukta kalabilir. Thomasa göre bu hallerde “pasif direniş yapılmalıdır. Tanrıya bu halden kurtulmak için dua edilmelidir.

4)      İlahi yasalar: Akılla kavranmayan ebedi yasalar vardır. Doğal yasalar insan aklının kavrayabildikleri kadardır. İlahi yasalar ebedi yasalar içinde insan aklının eremeyeceği, anlayamayacağı ve sadece iman edilmesi gereken yasalardır. Bu yasalar kilisenin, ruhani liderlerin yasasıdır.

Peki Aquinas’lı Thomas’tan bu ayrımlar çerçevesinde bir laiklik yorumu çıkabilir mi? (Bir dahaki ders bu tartışılarak başlanacak)


Ortaçağda öte nya, din ve tanrı merkezli ve öte nya mutluluğunu hedefleyen bir felsefe vardı.

Ortaçağ dini temelli olduğu için yeni bir şeylerin üretilmesindense verili hakikatlerden hareket etmek söz konusu olmuştur. Bu bakımdan Antik Yunan felsefesinden bir kırılma niteliği varsa da Ortaçağda tüm dinlerde Antik Yunan düşüncesinin etkisini görmek mümkündür.

Patristik dönemde Platon, Skolastik dönemde Aristo etkisi görülmüştür. Antik Yunanın din ile çatıştığı yerlerde, ortaçağ filozofları din ile Antik Yunanı bir uzlaştırma çaba içinde olmuşlardır. Bu filozoflar tanrının varlığını kanıtlamak düşüncesi üzerinden gidiyordu.

Aquinas’lı Thomas, üzerinde Aristo etkisi bariz olan bir skolastik nem filozofudur.

Aristo iyi yönetimler arasında bir tercih yapmaz ve o ülkenin yapısı hangisine uyuyorsa onun uygulanma gerektiğini söyler. Aquinas’lı Thomas bu noktada karma bir yönetim tercih eder. Buna göre, egemenliğin kaynağı tanrı olsa bile bu egemenliği yeryüzünde kimin kullanacağını tanrının belirlemediğini söyleyerek yeni bir yaklşım getirmiştir.

Yasaları dörde ayırmıştır. Ebedi yasalar tanrısal akıldan çıkan yasalardır. Doğal yasalar ise ebedi yasalardan insan aklının çıkarabilecekleri idi. Pozitif yasaların kaynağı ebedi yasadan doğan doğal yasalardı. İnsan eliyle yapılan yasalardı. İlahi yasalar ise ebedi yasalardan insanın anlayamayacağı, akılla kavranamayan ve sadece iman edilebilen yasalardır. İlahi yasala sadece kilise ve ruhban sınıfı bilebilir.

Bu ayrımlardan hareketle Aquinas’lı Thomas’ın skolastik felsefe döneminde Tanrıya ait olan ile insana ait olan yasala ayırarak laikliğin temelini atğına dair yorumlar vardır. Başka bir yorum bu ayrıma rağmen ilahi yasaların akıl tarafından kavranamayan ve iman ile itaat gerektiren yasaların varlığı, ilahi yasala tekelinde tutan kiliseyi kuvvetlendirdiği yönündedir. Yani laikliği değil, kilisenin kudretinin artırılma söz konusudur bu yoruma göre. Ancak bir tespit olarak Aquinas’lı Thomas’tan sonra insan aklının devreye girmesi ortaya konulmalıdır.


On ikinci yüzyıl sonrasında ekonomi değişir ve burjuvazi de iktidarda pay sahibi olmak  ister. İşte bu yeni  sınıfın çıkarlarını ve iktidar arzusunu toplum zleşmecileri ortaya koyar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder