3 Aralık 2013 Salı

Hukuk Felsefesi Ders Notları - 3

Hukuk Felsefesi 2013-2014 Öğretim Yılı (Güz)

DERS NOTLARI (3)

Doç. Dr. Sevtap Metin
Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba




YENİÇAĞ'IN DOĞUŞUNDA ETKENLER

 RÖNESANS VE REFORM HAREKETLERİ
Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda önce İtalya’da başlayan, daha sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılan edebiyat, sanat, düşünce ve bilim alanındaki büyük yenilik, gelişme ve anlayışlara “yeniden doğuş”, diğer bir ifadeyle “Rönesans” denir. Rönesans’ın İtalya’da başlamasının nedeni, İtalya’nın Hristiyanlığın dini merkezi olması ve zengin kilisenin sanatçıları koruması etkili olan başlıca faktörlerdir. Bu süreci başlatan ise, Eski Yunan ve Roma edebiyatına ait eserlerin keşfidir. Bu eserlerin keşfi, insanlarda yeni meraklar ve ilgiler uyandırmış ve içinde yaşadıkları dünyayı araştırmaya ve incelemeye yöneltmiştir. Rönesans yeniden başlayışı, yeniden doğuşu simgelemektedir. Ancak bu süreçte geçmişten köklü bir kopuş olmamış, sadece bu yönde bir yol açılmıştır.  Fransız tarihçisi Michelet, Rönesans'ı “dünyayı ve insanı keşfetme” diye niteler. Bu, dünyaya açılma, yeni ülke ve toplulukları keşfetme ile insanı ve ona kişilik veren özelliklere değer verme demekti. Rönesansta, dini ve mistik bilgi karşısında, akli bilgiye verilen önem artmış ve kiliseye yönelik bir tepki oluşmuştur. Rönesans, diğer bütün özellikleri bir yana, Ortaçağ’ın kavramlarına ve yöntemlerine karşı bir başkaldırıdır.
Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, dönemin artan özgürlük ve eşitlik ihtiyacı sebebiyle hümanizm olmuştur. Bu dönemde, insan merkezli bir felsefe anlayışı öne çıkmaktadır. Bu dönem bilgi anlayışı ise, rasyonalist bilgi anlayışı ve klasik mantığa ters düşerek pozitif, amprist bir bilgi anlayışı oluşumuna zemin hazırlamış ve yeni bir mantık sistemi geliştirmiştir. Dönemin bireyi ön plana alan bilgi anlayışı; insan zihnini, dış dünyadaki izlenimleri alan pasif bir alıcı olmaktan ziyade, daha etkin bir akıl olarak ele almıştır. Orta
Çağın ortadan kaldırmaya çalıştığı bireyselcilik anlayışına karşın Rönesans’ ta insan aklı ve birey felsefenin merkezi haline gelmiştir.

Rönesans’tan sonra Avrupa’nın genel özellikleri şöyle sıralanabilir: 

* Din adamları ve kilise eleştirilerek Reform hareketlerinin başlamasını sağlamıştır.
* Krallar papaların devlet işlerine karışmasını önlemişlerdir. Bu durum yönetimde laik anlayışın ve kralların güçlenmesini sağlamıştır.
* Ticaret faaliyetleri bölgesel olmaktan çıkarak önce ülke sınırlarına, sonra bütün Avrupa’ya, ardından farklı kıtalara yayılmıştır. Bu durum Avrupalı devletlerin ekonomik yönden güçlenmelerini sağlamıştır. Coğrafi keşifler sonucunda Avrupalılar çeşitli kıtalarda sömürge imparatorlukları kurmuşlardır.
* Papa’lığın tek yetki mercii olmaktan çıkmış, Katolik kilisesi zayıflamıştır. 

Rönesans’tan sonra Avrupa’daki bu gelişmelere yol açan bazı temel olaylar şunlardır.
a) Barutun Ateşli Silahlarda Kullanılması
b) Kağıt ve Matbaanın Yaygınlaşması
 Avrupa’da kağıt ve matbaanın yaygınlaşmasıyla;
Çok sayıda kitap basılmış ve ucuz satılmıştır.
Okuryazar sayısı artmıştır.
Değişik bilgi ve düşünceler geniş alanlarda yayılmıştır.
Bilim, kültür ve düşünce hayatı gelişmiştir.
Rönesans ve Reform hareketlerine zemin hazırlanmıştır. 
c) Pusula, Gemicilik ve Haritacılıkta Gelişme

REFORM SÜRECİ VE ETKİLERİ

16. yüzyılda Papa’lığın (günümüz adıyla Katolikliğin) bozulmalar karşısında ilk olarak Almanya’da başlayan Hristiyanlık’ta yeni düzenlemeler yapılmasına “Reform” denir. En büyük önderleri Martin Luther ve Jean Calvin ve arkadaşları veya öğrencileridir. Katolik kilisesine karşı bir tepki, bir “protesto” olan bu dinî akım ilk Hıristiyanlığa dönmeyi, Ortaçağ Katolik kilisesinin Hıristiyan öğretisinde yapmış olduğu yorumları temizlemeyi amaçlamıştır.
Antik Yunan döneminde Batılı insan, diğerlerinden farklı olarak, eşya ve olayları farklı bir yöntem ve felsefeyle yorumlamayı keşfetmiştir. Ancak, Hristiyanlığın kabulüyle birlikte, felsefe ya da felsefi düşünce biçimi bu dinin etkisi altına girmiştir. Kilisenin kurumsallaşarak gücüne güç katması, insanların düşünce biçimlerinin kilisenin emri altına girmesine sebep olmuştur. Aklı, dinin doğrularına uyarladığını iddia eden kiliseye karşı, zamanla dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının özdeşleştirilemeyeceğine yönelik düşünceler gelişmiştir.  Bu süreç kaçınılmaz olarak Kilise otoritesinin çatlamasına neden olmuştur ve “bireyin kendi başına karar verebilmesi hakkı”, bireyin ufkunu genişletmiştir; vicdan özgürlüğü diğer diğer özgürlüklerin, dinsel çoğulculuk da siyasal çoğulculuğun önünü açtı. Özgürlüklerin tanınması ile iktidarın sınırı ve zorba yönetime karşı direnme konularının ve bağlantılı olarak da siyasal sözleşme görüşünün tartışılması olanağı doğdu.

BİLİMSEL DEVRİM
Klasik yaklaşıma göre, 16. ve 17. yüzyıllardaki “Bilim Devrimi”, bilimin her alanını etkilemekle kalmamış; bilimsel araştırma tekniklerini, bilim adamının belirlediği hedefleri, bilimin felsefede ve hatta toplumda oynayabileceği rolü de değiştirmişti.
              Bilimsel devrim, Antik Yunan’dan Ortaçağ’a kadar kabul görmüş olan doktrinlerin reddedildiği ve fizik, biyoloji, kimya, anatomi, astronomi başta olmak üzere çeşitli bilim dallarında yapılan önemli çalışmalarla modern bilimin temellerinin atıldığı döneme (1500-1700) verilen addır. Bilimsel devrim tek bir olay ya da keşif olarak değil, Galilei, Newton, Leeuwenhoek, Papin, Leibniz gibi çok sayıda bilim insanının keşiflerinden oluşan bir bütün olarak düşünülmelidir. Bilimsel devrimle birlikte deneysel yöntem geliştirilmiş, doğanın matematiksel kurallara uyduğu ve bilimsel bilginin pratik amaçlara ulaşmak için kullanılması gerektiği kabul edilmiş ve bilimsel kurumlar geliştirilmeye başlanmıştır.
Bilimsel devrim birden bire ortaya çıkan bir süreç değildir, bu devrimin gerçekleşmesi için uygun ortamı hazırlayan birtakım toplumsal ve ekonomik gelişmeler söz konusudur. Bilimsel devrimin meydana gelmesini mümkün kılan bu gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleri ile birlikte Avrupa’da 15. yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar egemen düzen olan feodalizmin çözülerek yerini merkantalist kapitalizme bırakması, kilisenin ekonomik ve toplumsal gücünün zayıflaması ve bilimle uğraşan insanların kilisenin patronajından kurtularak dönemin zengin tüccarları tarafından himaye edilmesi olarak özetlenebilir.
Bilimsel Devrim olarak adlandırılan dönemdeki bazı çalışmalardan örnek vermek gerekirse, Galileo Galilei (1564-1642) güneş sisteminin merkezinde dünyanın değil güneşin yer aldığını göstermiş, Johannes Kepler (1571-1630) gezegenler ve gezegen sistemleri ile ilgili yasaları keşfetmiş, güneş sisteminin matematiksel bir açıklamasını yapmış, William Harvey (1578-1657) kan dolaşımı teorisini geliştirmiştir.
Bilimsel devrim ilk bakışta doğa bilimlerinde yaşanan gelişmelerle ve teknolojik ilerlemelerle ilişkili gibi görünse de aslında bu devrim, Avrupa’da düşünce yapısında yaşanan köklü bir değişimi ifade etmektedir. Bilimsel devrimden önce bilginin kaynağı olarak kutsal metinler kabul edilir ve sorgulanmazken, bu devrim sürecinde sistematik şüphe, eleştirel düşünce, ampirik çalışmalar önem kazanmış, dünyaya ilişkin mekanik bir algılama şekli gelişmiş, bu mekanizmanın kurallarının ortaya konabileceği düşüncesi doğmuştur.

Bilim ve ilerlemeye duyulan güven, doğa bilimlerinde kullanılan bilimsel yöntemin toplumsal dünyanın incelenmesi için de kullanılmasına ilişkin bir istek doğurmuş, doğa bilimlerinde kullanılan aynı yöntemleri kullanarak etik, siyasi ve ekonomik sorunların da çözülebileceğine ilişkin bir kanı oluşmasını sağlamıştır. Bilimsel yöntem kullanılarak toplumsal olguların işleyişi hakkındaki genel kanunlara ulaşılırsa bu olguların işleyişinin de kontrol altına alınabileceği ve böylece toplumsal yaşamdaki birçok sorunun çözülebileceği düşünülmüştür. Bilimdeki bu gibi önemli gelişmeler, özellikle bilimsel yöntemin kullanılması Aydınlanma düşüncesinde bilimin merkezi bir yere sahip olmasını sağlamış ve Aydınlanma düşüncesindeki akıl ve ilerleme gibi bazı önemli ilkelerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Özellikle Newton’un bilimsel başarıları, Aydınlanma düşünürlerinin bilimsel yöntemin topluma da uygulanabileceğine ve gelecekte, bilim sayesinde toplumsal değerlerin amaçlar doğrultusunda rasyonel olarak seçilebileceğine inanmalarını sağlamıştır. Bu nedenle bazı Aydınlanma düşünürleri, felsefenin deneysel fizik yapar gibi yapılması gerektiğini savunmuş ve fizikteki hareket kavramı ile ahlaktaki tutku kavramı arasında bir ilişki kurarak insanların ilgi ve tutkularını Newton’un çekim kanununa uyarlamaya çalışmışlardır.

AYDINLANMA DÜŞÜNCESİ
En basit tanımıyla Aydınlanma, insan, toplum ve doğa hakkında geleneksel dünya görüşüne karşı çıkan yeni düşünme biçimlerinin yaratılmasıdır. Daha geniş bir ifadeyle Aydınlanma, 1600’lerin sonlarında başlayan, 1789’daki Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaşan ve 18. yüzyılın son çeyreğine kadar süren bir dönem içinde Batı dünyasında bilimsel, felsefi, sosyal ve siyasal alanda yaşanan süreçlerin ve üretilen düşüncelerin bir toplamı olarak ifade edilebilir. Aydınlanma hareketinden önce insan, toplum ve doğa hakkındaki düşüncelere Kilisenin otoritesine dayalı olan geleneksel bakış açısı egemendir. Bilginin kaynağı dinsel metinler ve Kilise’dir. Bu dönemde iletişim araçları ruhban sınıfının tekelinde olduğu için bilginin iletilmesi de bu sınıfın kontrolündedir. Bu döneme kadar laik aydınlar, ruhban sınıfının bilgi üzerindeki kontrolüne meydan okuyabilecek kadar kalabalık ve güçlü hale gelememişlerdir. Laik aydınların bu güce sahip olabildiği ilk dönem Aydınlanma olarak kabul edilir. Aydınlanma düşüncesi büyük ölçüde İngiltere, Fransa ve İskoçya’da şekillenmeye başlamış, daha sonra Almanya, İtalya, Avusturya-Macar imparatorluğu, Rusya, Belçika, Hollanda ve Amerika’ya kadar yayılmıştır.
Aydınlanma düşüncesi tek bir fikir değildir, birbiriyle ilişkili bir dizi fikir, değer ve ilkenin bileşiminden oluşur. Diğer bir deyişle Aydınlanma düşüncesi belirli bir düşünceden çok hem fiziksel hem de toplumsal dünyayı anlamanın yeni bir biçimi, yani yeni bir bakış açısıdır. Bu açıdan Aydınlanma düşüncesi bir paradigmadır. Aydınlanma paradigması, birçok açıdan ortak özellikler taşıyan bu düşünürleri birleştirmiş, onlara ortak bir zemin sağlamıştır. Bu sayede Aydınlanma Çağı içinde yer alan düşünürler, çok çeşitli fikirlere sahip olsalar ve ayrıntılarda birbirlerinden farklılaşsalar da bazı ortak noktalarda birleşmişlerdir. Bu ortak noktalar en açık şekilde bu düşünürlerin üzerinde uzlaştıkları bazı temel kavramlarda görülebilir. Bu kavramlardan en ön plana çıkanları; akıl, ampirizm, bilim, ilerleme, evrensellik, bireycilik, hoşgörü, özgürlük, insan doğasının birliği (aynılığı)ve laikliktir.
Avrupa’da 18. yüzyıla dek dünyanın yaratılışı, insanın dünyadaki yeri, doğa, toplum, insanların görevleri gibi konulardaki bütün bilgiler Hıristiyan Kiliselerinin hakimiyeti altındaydı. Kepler ve Kopernik’in 16. ve 17. yüzyıllarda yaptıkları astronomik keşifler, Galileo’nun gezegenlerin hareketleriyle ilgili yaptığı gözlemler, ampirik bilim denemeleri ve gezginler sayesinde uzak ve yabancı toplumlar hakkında daha fazla bilgi edinilmesi gibi etkenler sayesinde, geleneksel evren ve dünya anlayışına karşı çıkılmasını sağlayacak bilimsel ve ampirik bir zemin oluşturmuştur. Aydınlanma düşüncesi, bu zemine dayanarak dinsel otoriteye bağlı olan yerleşik geleneksel bilgi biçimlerini (örneğin dünyanın yaratılışına ilişkin İncil’e dayalı açıklamaları) yıkıp bunların yerine deneyime ve akla, yani bilime dayanan yeni bilgi biçimleri koymak istemişlerdir. Avrupa toplumunun geleneksel bir toplumsal düzenden ve dünya hakkında geleneksel bir dizi inançtan yeni toplumsal yapı biçimlerine ve dünya hakkında yeni, modern düşünme yollarına doğru bir değişim geçirmekte olduğunu belirten Aydınlanma düşünürleri, akıl ve bilim sayesinde meydana gelen bu değişimin toplumun daha iyi bir noktaya doğru ilerlemesini sağlayacağını savunmuşlardır.
Bilimsel başarılar, rasyonel ve ampirik temelli bir yöntem kullanılarak dinsel dogma ya da hurafelerden bağımsız bir bilgi biçimi oluşturulabileceğini gösterdiği için, Aydınlanma düşünürleri ahlaki konularla ilgilenirken ahlak felsefesini teolojiye olan bağımlılığından kurtarmaya, bilimsel ve rasyonel bir temele oturtmaya ve buradan nesnel bilgi üretmeye çalışmışlardır.
Aydınlanma ile ortaya çıkan ve moderniteyi de belirleyen kavramlar şunlardır:
AKIL: Akıl, Aydınlanma düşüncesindeki en temel kavramlardan biridir. Hatta Aydınlanma Çağı’nın bir diğer adının Akıl Çağı olduğu kabul edilir; çünkü Aydınlanma düşüncesi aklı temel almaktadır, neredeyse bütün Aydınlanma düşünürleri açısından akıl en birleştirici kavramdır ve akılcılık da bütün toplumsal ilişki ve kurumların temeli olarak görülür. Aydınlanma düşüncesinin insan aklına duyduğu bu güven, Aydınlanma düşünürlerinin insanların kendi akıllarını kullanarak her şeyi bilmeye, toplumsal yaşamı biçimlendirip kendileri için daha iyi bir yaşam kurmaya muktedir olduklarını düşünmelerini sağlamıştır. Aklın tarihsel veya toplumsal olarak belirlenmeyen, evrensel olarak bütün insanlar için geçerli olan bir güç olduğu, yani herkesin kendi aklına ve bu aklı kullanabilme gücüne sahip olduğu düşüncesi, doğal ya da toplumsal yaşamı anlamak için kutsal metinler, vahiyler, duygu veya içgüdüler yerine ilk ve temel bilgi kaynağı olarak aklın görülmesine neden olmuştur. Aydınlanma düşüncesi, aklı bu kadar merkezi bir yere koyduğu ve felsefeyi boş inançlardan ve dogmalardan kurtarmak için akla ve akıl yürütmeye güvendiği için rasyonalist olarak tanımlanmaktadır. Aydınlanma düşüncesi aklı yüceltir ve herkesin kendi aklını kullanarak içinde bulunduğu koşulları değiştirebileceğini varsayar. Bireysel haklar, diğer bir deyişle insan hakları düşüncesi de bu fikirden doğmuştur. Her insan kendi aklını kullanabilme kapasitesine sahip olduğu için her birey yaşam hakkı, özgürlük hakkı, mutlu olma hakkı, saygı görme hakkı gibi temel haklara sahiptir.

AMPİRİZM: Aydınlanma düşünürleri, bilgiyi elde etmenin ve örgütlemenin yolunun akıl olduğunu savunmuş, akılcılığı da ampirizm ile desteklemişlerdir. Ampirizm, doğal ve toplumsal dünya hakkındaki tüm bilgilerin insanların beş duyuları aracılığıyla idrak edebildikleri deneyimsel gerçeklere dayandığı düşüncesidir. Diğer bir deyişle ampirizme göre insan doğduğunda hiçbir bilgiye sahip değildir; doğduğunda insanın zihni boş bir levha, boş bir yazı tahtası gibidir, deneyimlerimizle öğrendiğimiz bilgiler bu yazı tahtasının üzerine yazılır. Ampirizme göre gerçek bir bilgi, ancak deney ve gözlemle sınanabilen bir bilgidir; bu nedenle gözlemlenemeyen varlıklar hakkında bilgi elde etmek olanaksızdır.

BİLİM: Aydınlanma düşüncesinin akılla ilişkili olan bir diğer önemli kavramı bilimdir. Aydınlanma düşünürleri bilimin akıl yoluyla oluşturulmuş tümdengelimsel bir sistem olduğunu, deneyimlere ve gözlemlere dayanan sağlam bilginin elde edileceğini savunmuşlardır. Diğer bir deyişle bilim, otoriteler, vahiyler, dinsel dogmalar veya mistisizm yerine temel bilgi kaynağı haline gelmiştir. Aydınlanma düşünürleri, bilimsel yöntemin aydınlanma ve ilerleme için itici güç olduğunu, yaşamda bilimin uygulanamayacağı hiçbir alan olmadığını kabul etmiş ve bilimsel yöntem sayesinde anlayan ve anlayışı sayesinde de doğaya hükmeden yeni bir insan yaratıldığına inanmışlardır

EVRENSELLİK: Bilim ve akıl kavramlarının bütün durumlara uygulanabileceğini ve bilimsel ilkelerin her durumda geçerli olduğunu ifade eden kavram evrenselliktir. Diğer bir deyişle Aydınlanma düşüncesindeki evrensellik kavramı, bilimsel bir evrensellik düşüncesine dayanmaktadır. Diğer bir deyişle akıl, bilim ve bilgi kavramları bütün bilişsel konulara kültürden ve değerden bağımsız, evrensel bir bakış açısıyla yaklaşılabileceği düşüncesine neden olmuştur.

BİREYCİLİK: Aydınlanmanın bir diğer önemli kavramı da bireycilik kavramıdır. Bireycilik, bütün bilgi ve eylemler için başlangıç noktasının birey olduğu ve bireysel aklın daha üst bir otoriteye maruz bırakılmaması gerektiği düşüncesini ifade eder. Diğer bir deyişle Aydınlanma düşüncesinde insan, mükemmel ve akıllı bir varlık olarak merkezi bir konuma sahiptir. Bireysel ve toplumsal olarak insanın aklını kullanarak kendisini ve doğayı anlamasını ve bu yolla fiziksel, zihinsel ve ahlaki açılardan mükemmelliğe doğru ilerleme kapasitesini ifade etmektedir. Bireyci anlayışa göre toplum, çok sayıdaki bireyin düşünce ve eylemlerinin toplamıdır.

ÖZGÜRLÜK: Aydınlanma düşüncesinin bir diğer kavramı da bireycilik kavramıyla ilişkili olan özgürlük kavramdır. Özgürlük kavramı inanç, ticaret, iletişim, toplumsal etkileşim, cinsellik ve mülkiyet gibi alanlarda feodal ve geleneksel sınırlılıkların kaldırılması gerektiği düşüncesini ifade eder. Aydınlanma düşünürleri, aydınlanmanın düşünen, sorgulayan, araştıran, eleştiren, özgür bireylerle gerçekleşeceğini düşünmüşlerdir. Bu bireyler de ancak insan hak ve özgürlüklerinin korunduğu toplumlarda yaşayabileceği için Aydınlanma düşüncesi yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarının korunması gerektiğini savunur.

İNSAN DOĞASININ BİRLİĞİ: Aydınlanma düşüncesindeki bir diğer önemli kavramda insan doğasının birliği kavramıdır. Aydınlanma düşünürleri toplumsal konularda da doğa bilimlerinin yöntemini izlemeyi savunmuş, dışarıdan bir müdahale olmadığı sürece her şeyin doğal bir düzeni izleyeceğini, bu doğal düzenin insanlık için en yararlı düzen olacağını düşünmüşlerdir. Bu düşüncenin yansımaları, A.Smith’in piyasa ekonomisini dışarıdan müdahale edilmezse kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak görmesinde ve François Quesnay’ın ortaya attığı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklindeki serbest piyasa sloganında görülmektedir. Toplumsal olayların bu şekilde doğal akışına bırakılması, bütün insanların ortak özellik ve yeteneklere sahip olduğu varsayımına dayanıyordu. Örneğin Adam Smith, insanın doğasında işbölümü eğiliminin olduğunu, bu eğilimin bütün insanların ortak özelliği olduğunu ve insanların dışında hiçbir canlıda böyle bir eğilim olmadığını belirtiyordu. Hobbes da insanların doğal durumlarının savaş durumu olduğunu, bu durumdan kurtulmak için devletin kurulduğunu anlatırken yine insan doğasını genellemiştir. Bütün insanlar temelde aynı özelliklere sahip olduklarına, doğaları aynı olduğuna ve hepsi aynı şekilde akla sahip olduğuna göre, herkes kendini aklını kullandığında aynı doğru sonuçlara ulaşacaktır. Dolayısıyla Aydınlanma düşüncesindeki insan doğasının birliği kavramı, insan doğasının temel özelliklerinin her yerde ve her zaman aynı olduğunu ifade etmektedir.

LAİKLİK: Aydınlanma düşüncesinin temel özelliklerinden birinin de laiklik olması, geleneksel dinsel otoritelerden bağımsız laik bilgiye duyulan ihtiyacı vurgular. Aydınlanma düşüncesinde metafizik reddedilmiştir; çünkü Bilimsel Devrimin etkisiyle evrende özsel nedenler aranmaması gerektiğine, olay ve olguların sadece nedensellik ilişkisi içinde açıklanması gerektiğine inanılmıştır. Metafiziğin reddedilmesi de geleneksel otoritelere, özellikle de bilgiyi tekelinde bulunduran tutucu bir otorite olan Kiliseye karşı muhalefeti gerektiriyordu. Bu çerçevede Aydınlanma düşüncesinde toplumun yönetilmesinde dinî ilkelerin değil, akılcı ve bilimsel ilkelerin geçerli olması gerektiği düşüncesi egemendir. Böylece Aydınlanma düşüncesi ile birlikte doğaüstü olanın yerini doğal olan, dinin yerini bilim, bilginin kaynağı olarak Tanrı buyruklarının yerini doğa yasaları, bilgiyi üretenler olarak da din adamlarının yerini bilim insanları ve düşünürler almıştır. Toplumsal, politik ve dinsel sorunların tümünün çözümü için deneyim ve akıl yüceltilmiştir ve bilimsel bilginin kullanılması yoluyla toplumların ilerleyebileceğine, gelişebileceğine ve mükemmelleşebileceğine inanılmıştır. Bu çerçevede Aydınlanma terimi toplumun cehaletle dolu karanlık bir uykudan uyanma, aydınlanma sürecini ifade etmek için kullanılmıştır; diğer bir deyişle aydınlanma, aklın ışığının batıl inançlarla dolu karanlık alanları aydınlatması olarak görülmüştür.

ULUS DEVLET: İktidarın tek meşru kaynağının halk olarak görülmesi ve iktidarın merkezileşmesi yaşanan gelişmelerin temelini oluşturmaktadır. Kendisi için iyi olanı değerlendirebilen eşit ve özgür bireylerin yer aldığı toplumda akla uygun tek yönetim biçimi demokrasi olarak görülmüştür. Halk, yöneticilerin otoritesine itaat edecektir; ancak, bu itaat zora değil, halkın kendi iradesine dayanmalıdır. Modern devletin ortaya çıkışı kapitalizme ve yukarıda açıklanan tarihsel gelişmelere bağlanabilir. Ulus devlet, 1783 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimlerinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Modern devlet ise, ulus devlet ortaya çıkmadan önce de vardır. Ancak, her ikisinin kaynaşması Fransız Devrimi’nin egemenliğin kaynağını halk olarak göstermesiyle olmuştur.
Ulus-devletlerin ortaya çıkmasında 15. yüzyılın sonu ile 17.yüzyılın sonu arasında yaşanan savaşların sonucunda askeri ve siyasi otoritenin merkezileşmiş olmasının, bu merkezileşmenin bir sonucu olarak daha fazla verginin devletler tarafından toplanabilmesinin, devletlerin otoritelerini kullanabilmeleri için gerekli olan bürokratik mekanizmalara sahip olmaya başlamalarının etkileri olmuştur. Bu süreçte feodal yapı çözülmüş ve toplumsal gruplar kendi aralarındaki ilişkileri değişik sözleşmelere dayandırmak durumunda kalmışlardır.  Ulus-devlette meşruiyet kaynağı, din, soy veya krallık olmaktan çıkmış ve laik, demokratik yapı içerisinde kendini ifade etmeye başlamıştır. Vatandaşlar arasında farklı sınıfsal yapıların olmaması bir zorunluluktu. Bu yolla bütün vatandaşlar birbirlerini eşit olarak kabul etmeye başlamışlardır. Bu tür bir eşitlik sağlanmadan ulusal dayanışmanın oluşturulması mümkün olamazdı. Devletler homojen bir vatandaşlardan oluşan toplumun oluşmasını talep etmeye başlarlar, bu durum milletlerin inşasına neden olmakta, millet palazlandıkça, demokrasiyi talep etmeye başlamaktadır. Ulusal-demokratik yurttaşlık veya modern yurttaşlık olgusu kapitalizmin gelişmesine paralel bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yurttaş, ulus inşasının temel öğesi konumundadır. Yurttaşın inşa edilmesi için, yurttaş olarak görülen kişilerin haklarının ve görevlerinin yasallaştırılması gerekmektedir. Kapitalizm bir taraftan mübadele ilişkileri bağlamında evrensel kültürün gelişmesini sağlarken, diğer taraftan da bireyin özerkliğini önemseyerek, bireyselliğin gelişmesine katkı sağlamıştır. İktisadi ilişkilerin sözleşme esasına dayanması, yönetimin de bir toplumsal sözleşmeye dayanması gerektiği fikrinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

SİYASAL DEVRİMLER
Aydınlanma düşünürlerinin fikirleri, Ruhban sınıfı ve kısmen mutlakiyetçi rejimler dışında geleneksel toplum yapısını yıkmaya, toplumsal bir devrim gerçekleştirmeye yönelik değildir. Bunun en önemli nedeni bu düşünürlerin çoğunun kültürlü, eğitimli ve müreffeh bir elit içinde doğmuş olmalarıdır. Başka bir deyişle, mevcut toplum yapısı Aydınlanma düşünürlerinin kendi kişisel çıkarlarına aykırı değildir. Aydınlanma düşünürleri geleneksel toplumsal düzenden çok geleneksel dinsel düzene muhaliftirler ve kendilerini isyancı ya da devrimci olarak nitelendirmemiş, ilerlemenin bu yeni fikirlerin etkili kişiler arasında yayılması sayesinde mevcut toplumsal düzen içinde gerçekleşebileceğine inanmışlardır.
Her ne kadar Aydınlanma düşünürlerinin kendileri devrimci olmasalar da Fransız ve Amerikan Devrimleri sonrasındaki siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimleri, Aydınlanma düşüncesinden etkilenmiştir. Örneğin, Amerikan Devrimi sonrasında kurulan yeni Cumhuriyet’in Anayasası, insan doğasının birliği, eşitlik, hoşgörü, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi birçok Aydınlanma kavramını savunmuştur. Fransız Devrimini gerçekleştirenlerin düşünceleri de Voltaire, Montesquieu, Diderot, Rousseau, Concordet ve Benjamin Franklin gibi Aydınlanma düşünürlerinin düşüncelerine dayanmaktadır. Buradan da anlaşılacağı gibi Aydınlanma düşünürleri on sekizinci yüzyılda Fransız Devrimi ile başlayan ve on dokuzuncu yüzyıl boyunca çeşitli toplumlarda yaşanan siyasal devrimlerin nedenlerini yaratmamışlardır; ancak bu devrimleri gerçekleştirenleri harekete geçirmişlerdir. Siyasal devrimler Aydınlanma düşüncesinin dayandığı ilkeleri içeren yeni toplumsal örgütlenmeler yaratılmasını sağlamışlardır. Bu düşünürler, siyasal devrimlerle altüst olan toplumlarda toplumsal düzenin yeniden kurulması için yeni temeller aramaya başlamışlardır.
Fransız Devrimi, Avrupa toplumunda yıllar önce başlayan düşünsel, toplumsal ve ekonomik değişimlerin bir sonucudur. Fransız Devrimi ile birlikte Fransa’da mutlak monarşi yıkılmış, Kilise’nin otoritesi büyük ölçüde zayıflamış, cumhuriyet kurulmuş, Avrupa’ya uzun zaman egemen olan feodal toplum yapısı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu devrimle birlikte Montesquieu’nun benimsediği güçler ayrılığı ilkesi hayata geçmiş, Rousseau’nun savunduğu gibi bütün insanların doğuştan birbirleriyle eşit olduğu kabul edilerek Fransa’da insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul edilmiş, geleneğe karşı aklı savunan Aydınlanma düşüncesi ve Aydınlanmanın özgürlük, bireycilik, laiklik gibi ilkeleri siyasal ve toplumsal yaşama yansımaya başlamıştır. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini, kimsenin dini inançları ya da sosyal konumu nedeniyle dışlanamayacağını ve ayıplanamayacağını, mutlak egemenliğin ulusa ait olduğunu ve bir kişi ya da grubun elinde toplanamayacağını, ulusun onayını almayan bir iktidarın meşru olamayacağını, devlet yönetimindekilerin ulusa karşı sorumlu olduğunu belirtmektedir. Böylece Fransız Devrimi, orta sınıfların yükselişini sağlamış, siyasal iktidar anlayışında köklü bir değişikliğe neden olmuş, tek rasyonel yönetim biçiminin demokrasi olduğu düşüncesinin yaygınlaşmasında, ulus devlet ve milliyetçilik akımlarının başlamasında ve diğer ulusların kendi siyasal birliklerini kurmalarında etkili olmuştur.

SANAYİ DEVRİMİ
Sanayi devrimi terimi, teknolojik, ekonomik ve toplumsal alanda yaşanan büyük çaplı değişimleri ifade eden bir terimdir. Bu değişimler, ilk olarak 1760-1850 yılları arasında İngiltere’de başlamış, on dokuzuncu yüzyıl içinde Batı Avrupa’ya, Amerika’ya, Japonya’ya ve Rusya’ya yayılmıştır. Endüstri Devrimi, bir seferde meydana gelen bir olay değildir. Endüstri Devrimi batı toplumlarının tarım toplumlarıyken endüstri ağırlıklı toplumlar haline gelmelerini sağlayan birbiriyle ilişkili bir dizi gelişmeyi ifade etmektedir.
Sanayi Devrimi, Avrupa’da ekonomik açıdan en güçlü hale gelen burjuvazinin, ticaretten elde ettiği sermayeyi sanayi alanında kullanmasıyla gerçekleşmiştir. Burjuvazinin bu denli büyük gelir elde etmesinin ardında coğrafi keşifler yatmaktadır. Coğrafi keşifler neticesinde, keşfedilen topraklardaki altın, gümüş ve diğer değerli madenlerin sömürülmesi zenginlik yaratmaya başlamıştır.
Sanayi Devrimi, Aydınlanma’nın toplumsal temelinin açığa çıkarılmasında da etkili olmuştur. Mesela, eşitlik gibi bir konunun nesneleri artık toprak sahipleri ve köylüler değil; tüccarlar, işçiler, öğrenciler, burjuvazi, ulus devlet ve devlet bürokrasisidir. Bu toplumsal belirleme, sanayiye dayalı toplumsal örgütlenmenin sonucunda oluşmuştur. Ayrıca, akılcı düşüncenin yaygınlaşması da, sanayileşmenin gelişiminde diğer önemli etkendir.
            Endüstri Devrimi’nin merkezinde bilimsel bilginin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda pratik amaçlara yönelik olarak kullanılması bulunmaktadır. Daha önce üretim için büyük ölçüde insan ve hayvanların enerjisi kullanılırken, Endüstri Devrimiyle birlikte başta buhar gücü olmak üzere cansız enerji kaynaklarından yararlanılmaya başlanmasıyla birlikte her tür üretim için gerekli olan zaman ve emek azalmış ve her alanda verimlilik büyük ölçüde artmıştır.  Endüstri Devrimi sürecinde yapılan keşifler ve yaşanan gelişmeler, Aydınlanma düşünürlerinin bilim ve akla dayalı ilerleme kavramını ve Bacon’un “bilginin amacı insanlığa maddi gelişme sağlamasıdır” şeklindeki düşüncesini yansıtmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinin topluma faydalı olacak bilimsel bilginin önemine ve teknolojik ilerlemeye duydukları inanç, dönemin en önemli bilimcilerinin bilimsel çalışmalarını faydalı araçlar geliştirmeye yöneltmelerini sağlamıştır.
            Endüstrileşme, geleneksel toplumsal yaşamı radikal bir şekilde değiştirmiş, basit kırsal yaşamın yerini karmaşık bir kent yaşamının almasına neden olmuştur. Endüstri kentlerindeki fabrikalarda çalışmak için kırsal alanlardan kitlesel olarak kentlere göç edilmiş, bu da endüstriyel kentlerin beklenmedik bir hızla büyümesine neden olmuştur. İşçilerin kentlerde ağırlıklı olarak endüstriyel kuruluşlarda ve fabrikalarda kitlesel olarak çalışmaları, yeni “işçi sınıfı”nı doğurmuş, toplumsal tabakalaşma yapısını büyük ölçüde değiştirmiştir. Endüstri Devrimi, uzun vadede toplumda refahın ve zenginliğin artmasını sağlamış olsa da endüstrileşen bölgelerde üretim ve buna bağlı olarak zenginlik ve refah artarken zenginliğin eşitsiz dağılımı nedeniyle işçi sınıfı uzun süre yoksulluk içinde yaşamıştır.
Endüstri Devrimi her alanda daha az emekle daha çok ürün alınmasını sağlayarak toplumun zenginliğini genel olarak arttırdıysa da bu zenginlik toplumda eşit bir şekilde dağılmamıştır. Endüstri Devrimine dek fabrika ya da atölye gibi endüstriyel işletmeler olmadığı için, bu gibi işletmelerde çalışma koşullarıyla ilgili yasal mevzuat da yoktu. Bu nedenle, Endüstri Devriminin ilk dönemlerinde de şikâyet edemeyecek kadar küçük ve eğitimsiz olan çocuklar, fabrikalarda yoğun olarak ve yetişkinlerden daha düşük ücretle çalışmıştır.
Ekonomiye insan ve hayvan gücü yerine buhar, petrol veya elektrik gibi cansız enerji kaynaklarıyla çalışan makineler yön vermektedir.
• Zanaatkârların küçük ölçekle elde ürettikleri ürünlerin yerini fabrikalarda makinelerle büyük ölçekli olarak üretilen ürünler almıştır.
• Nüfusun önemli bir kısmı tarımda değil kentlerdeki endüstriyel kuruluşlarda çalışmaktadır.
• işbölümü uzmanlaşmış, hem yeni meslekler doğmuş, hem kol emeği ile kafa emeği birbirinden ayrılmış hem de yapılan iş en küçük parçalarına ayrılmıştır. Bu şekilde çalışmak, fabrikalarda çalışan işçilerin yüksek düzeyde yabancılaşmasına neden olmuştur.
• Kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlamış, geleneksel toplumda olduğundan daha yüksek düzeyde işgücüne katılmışlardır.
• Emek üzerinde kapitalist işverenler giderek daha fazla kontrole sahiptir.
• Üretim araçlarına sahip olan ve olmayan toplumsal sınıflar ayrışmış ve aralarındaki çıkar çatışması işçi hareketlerine yol açmıştır.
• İş ve ev, çalışma zamanı ve boş zaman geleneksel toplumda olduğu gibi iç içe değildir, ayrışmıştır.
• Nüfusun çoğu kentlerde yaşamaktadır ve kırsal alanlarda yaşayanlar da ürün ve hizmetler açısından büyük ölçüde kentlere bağlıdır.
• Nüfusun çoğu okuryazardır.
• Laiklik ilkesiyle, rasyonel bir şekilde, bürokrasiyle ve genellikle ulus devletler tarafından yönetilir.

MODERNİTE*
“Modern” kavramı Roma’dan itibaren farklı anlamlar ile kullanıla gelen bir kavramdır. Bu günkü kullanımında iki anlam taşımaktadır: İlki yaşadığımız çağa ait olan, bu çağda ortaya çıkmış olan anlamına gelirken diğeri eskiden yeniye geçişi simgelemektedir. Kendisini eskiyle kıyaslamakta ve kendisinin yeni olduğunu vurgulayan bir anlamda kullanılmaktadır. Modernite kavramı ise insanın aklını kullanarak kendi geleceğini belirleyebileceğini bunun yanında evrenin ve dünyanın akılcı yöntemlerle anlaşılabileceğini savunan bir yaklaşım tarzıdır. Eski ile yeni arasındaki bir tezatlığa modern terimi gönderme yapmaktadır. Felsefi alt yapısını Rönesans ve Reform Hareketleri ile Aydınlanma düşüncesi oluşturan modernite 17. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Tarihsel çizgi içinde Ortaçağ'dan sonraki çağları modern olarak niteleme eğilimi de vardır.
           Modernitenin tanımı yapılırken tarih olarak onbeşinci yüzyıl ile yirminci yüzyıl arasındaki süreç içinde tanımlanır[1]. Modernite, 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal alanda yaşadığı büyük ve köklü değişiklikleri ifade eder. Moderniteye geçiş dört temel devrimle olmuştur: Newton tarafından başlatılan Bilimsel Devrim, iktidarın meşruiyetini halka dayandıran Siyasal Devrim, aklın üstünlüğüne vurgu yapan Kültürel Devrim ve Sanayi Devrimi’dir. Rönesans ve Reform hareketleri neticesinde oluşan ve modernitenin fikri altyapısını oluşturan Aydınlanma hareketinin akılcılığı ile bilimsel bilgi neredeyse tüm sürece damgasını vurmuştur[2].
            Modernitenin temel vurgusu, insanı köleleştirdiğine inanılan gelenek ve dinin bağlayıcılığından kurtularak, bireysel ve toplumsal yaşamı aklın önderliğinde yeniden anlamlandırmak ve kurmaktır. Modernitenin ürettiği temel değerler arasında; akılcılık, bireyselleşme, sekülerizm, bilimsellik, pozitivizm, kentleşme, sanayileşme, laiklik, bürokrasi, demokrasi, ulus devlet sayılabilir. Modernite, Aydınlanma felsefesiyle ortaya çıkan; insanlığı içinde bulunduğu bağnazlıktan hurafelerden; geri kalmışlıktan kurtarmayı amaçlayan; toplum bilimlerinde insan uygarlığının genellikle sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik, siyasal ve toplumsal bir dönüşümdür ve ilerleme olgusunu temel alarak insanlığın gittikçe daha iyi ve üstün amaca doğru hareket ettiğini kabul eder.
Modernite, farklılaşmaya zemin hazırlayan akılcılığa ve aklın yaratıcılığına vurgu yapsa da, toplumsal ve siyasal yapı da tekçi, bütünleştirici, birleştirici ve homojen politikaların varlığını gerekli görür[3].
             Modernitenin en önemli özelliklerinden biri insan aklına verilen aşırı önemdir. Bu önemin ardında Aydınlanma döneminin harekete geçirdiği saikler yatmaktadır. Diğer bir deyişle modernite sürecinin ana uğrakları Aydınlanma rasyonalitesinin de ön tarihidir.
            Modernite projesi, Aydınlanma düşünürlerinin “cehaletin insanın bütün sefaletinin ana kaynağı olduğu ve cehaletin ortadan kaldırılıp yerine bilimsel bilginin ikame edilmesinin, sınırsız insani ilerlemenin yolunu açacağı kabulü” üzerine yükselir[4]. Eski olana, geleneğe, eski yöntem ve inançlara bayrak açan modernizm, yıkıcı ve aynı oranda da kurucu bir güç olarak Rönesans, reform ve bilimsel devrimin karşılıklı etkileşimiyle ortaya çıktı[5]. Amaç, özgür ve yaratıcı bir biçimde çalışan çok sayıda bireyin katkıda bulunduğu bir bilgi birikimini, insanlığın özgürleşmesi ve günlük yaşamın zenginleşmesi yolunda kullanmaktı. Doğa üzerinde bilimsel hakimiyet, kaynakların kıtlığından, yoksulluktan ve doğal afetin rastgele darbelerinden kurtuluşu vaat ediyordu[6]. Bir Aydınlanma projesi olarak tanımlanan modernizm nesnel ve evrensel bilim düşüncesi, buna bağlı olarak evrensel ahlak ve hukukun olabilirliği temel parametrelerdir[7]. Modern toplum, geleneksel toplumdan kökten bir kopuşu ifade eder. İnsanlığın doğa ile ilişkisi, ona tabi olmak değil, kendi fiziksel çevrelerini denetlemek ve dönüştürmek çabası haline gelmiştir[8].
Genel olarak pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist eğilimli olarak algılanan modernizm ve doğrusal gelişmeye ve mutlak doğrulara inançla, toplumsal düzenin rasyonel biçimde planlanmasıyla ve bilgi ve üretimin standartlaştırılmasıyla özdeşleştirilir [9]. Modernizm düşüncesi, bir aydınlanma projesi olarak sürekli ve doğrusal bir ilerleme anlayışı üzerine oturmaktadır. Modernistler, insan aklının gücüyle sürekli gelişeceğini ve bu gelişmenin daha iyi bir dünyaya götüreceğine düşünmektedirler. İlerleme sadece bilimsel alanla tanımlanmamış ve siyasal ve toplumsal alanda da insan aklı ve iradesinin toplum, ahlak, hukuk gibi başka konularda da değiştirme gücüne inanılmıştır [10]. Geleneksel tarım toplumundan modern topluma geçebilmek için toplumsal ilişkilerin zaman ve mekan bağlamında yeniden yapılandırılmıştır. Modern toplum yer bağlamları kopartarak  daha belirsiz, daha aralıklı bir zaman ve mekan bağlamına oturtmuştur.  Bu ise bilmedikleri yeni riskler ve tehditler demektir. Toplum bu riskleri ve tehditleri bertaraf etmek için yeni mekanizmalar geliştirir: Güçlü bir gelecek ideolojisi ve bunu gerçekleştirmeye yönelik uzmanlıkların oluşumu, bilime ve uzmanlıklara güven ile insan ilişkileri için yeni semboller sistemi kurulur[11]. Bu ilerlemenin, aydınlanma felsefesine göre belli bir amacı vardır; söz konusu amaç, ideal toplum düzeni olarak ifade edilmektedir. Buradan Aydınlanma projeksiyonu için geçerli bir diğer öncülün altı çizilebilmektedir. Bir ideal toplum düzenini varsaymak aynı zamanda bir mutlak gerçek kavramını düşünce sistemine sokmak demektir. Bilindiği gibi Aydınlanma felsefesinin başlangıcı sayılabilecek doğal toplum ve doğal hukuk kavramları bir tür laikleştirilmiş mutlak gerçek düşüncesinin yansıması olarak kabul edilmektedir. Modernleşme projeksiyonu, herşeyden önce laik bir hareket olma özelliği taşımaktadır. Rönesans ve Reformasyondan Aydınlanmaya uzanan değişim çizgisi içinde önplana çıkan düşünsel boyut bilim ve bilginin demistifikasyonu olarak tanımlanabilir. Böylece bilim ve bilgilenme Tanrısal bir süreç olmaktan çıkarılmış, akıl temelli bir insan özelliği olma konumuna indirgenmiştir[12]. Artık her şey aklın ölçüsüne vurulup, fiziksel dünyada deneylenerek elde edilecek bilgiye dayandırılacaktı[13]. Aklın önderliğinde yeni bir toplum anlayışında devlet ve hukukun ölçütü de akıldır ve moderniteyi diğer tarihsel dönemlerden ayırt eden de budur[14].
Modern devlet ve hukuk birbirinden ayrı olarak düşünülemez ve incelemez. Evrensellik, tarih bilinci, ilerlemeye duyulan inanç, bilimin hakikatı bulmada üstünlüğü ve aklın her şeyde ölçü ve belirleyen olarak kabul edilmesi modernitenin değerleri olarak toplumsal düzenin kuruluşunda temel ilkelerdir. Batı’nın bunlar üzerinde yükselttiği toplum, devlet ve hukuk protipleri diğer coğrafyalarda da başka türlüsü imkansız ya da geri ya da eksik örnekler olarak değerlendirilmesini ve prototipin siyasal-hukuksal bağlamda en iyisi olduğu kabul ettirilmiştir. Bu çerçevede modern hukuk hem moderniteyi açıklar, hem de sistemin değerlerini taşır[15].
Modern devlet, sosyal sözleşme kuramlarında temellendirilmiş ve bu kuram modern devletin temel ilkelerini oluşturmuştur. Halk egemenliğin kaynağına olarak kabul edilmiş ve egemenlik halk tarafından devredilmiştir. Yasa yapma yetkisi egemenindir. Buradan çıkan sonuç dünyevileştirilmiş bir egemenlik ve yasalardır. Halk iktidarın kaynağı olduğu gibi, yasaların kaynağıdır da. Özerkleşmiş iradesi ile yeni toplumsal düzenin merkezinde duran birey, toplumsal düzenin sağlanmasında kaynağı kendisi olan hukukla, akla uygun, keyfiyete, gücün tahakkümüne son veren bir düzen oluşturacaktır. Bu aynı zamanda hukukun kolayca içselleştirilmesini getirir[16]. Toplumun doğrusal bir çizgide geliştiği kabulü, toplumların evrimsel gelişimi kuramlarını getirirken, üst-anlatılar ile gelişme çizgilerinin çerçevesi belirlenmiş oluyordu. Böylece bu çizgide ilerleme bir amaç olarak toplumların yönünü çizmede “araçsal akıl” kullanımı meşruiyet kazanıyordu[17].
17. yüzyılda modernite gelişirken, insanı ve eğilimlerini, insan doğası kavramıyla tek bir biçime sokmuştur[18]. İnsanın onur ve değer bakımından eşitliği ilkesi gelişmekte olan demokrasinin ayrılmaz bir parçası oldu[19]. Aynı bağlamda insan devletin bir yurttaşı olarak devlette ilişkilendirilmiş fakat insan olmak bakımından etik açıdan insan varlığının geneliyle ilişkilendirilmemiştir. Modernite ve kapitalizmin gelişmesi sınıfları geliştirmiş, insan, liberal söylemde burjuvalar, Marksist söylemde proleterler kabul edilmekteydi.[20]  İktidara gelen burjuvazi sadece özerk bir “pazar” alanı yaratmakla kalmamış, aynı zamanda tabiatı ve toplumu da pazarlaştırmıştı. Toplumsal bir etkinlik olarak mübadelenin pazarlaştırılmış bir toplumda gerçekleştirilmesine katkıda bulunan özerk bireyi gerektirir. Dünyevi, maddi bir epistemoloji imkanıyla, serbest mübadeleyle oluşan Pazar iktisadı böylece birleşmekte ve dışsal şartlardan bağımsız bir bireyi varsaymaktadır. Bilgiyi arayan özne aynı zamanda pazarda da etkinlikte bulunan bir öznedir.
Evrensellik, bir grubun bütün üyelerini ilgilendiren, kişiden ve yerden bağımsız olarak dünyanın her yerinde aynı kabul edilip uygulanan durumları, yapıları ve özellikleri betimlemek için kullanılan bir kavramdır.[21] Modernlik ile ortaya çıkan yeni toplum anlayışı felsefi düzeyde toplum sözleşmesine dayanmaktadır. Toplum sözleşmesi ile insanlar kendi çıkarları için bazı haklarını yönetici gruba bırakmışlardır. Bu sözleşme anlayışı insan doğası ile ilgili görüşlerin üstüne yükselmiştir. Evrensel, ebedi, değişmez insan doğası olduğuna göre bunlara yanıt verebilecek evrensel ahlak ve hukuk görüşleri de kurulabilir. Aydınlanma, evrensel geçerliliği olacak bir hukuk ve ahlak kurmaya çalışmıştır.[22] Evrensel geçerlilik iddialarını destekleyen bir diğer durum, bilginin nesnelliğine ve bilimin doğa ve toplum yasalarını açıklayabileceğine dair oluşan güven ortamıdır.
Modern hukuk, sosyal sözleşme kuramına dayandığı için, doğal hukukçudur. Doğal hukuk, yeniçağda hukuku akıl ve toplumun çıkarlarına göre örgütlenmiş bir toplumda yaşayan insanın haklarını temel alır[23].
Kant, modernitenin insanı ‘ergin insan’ olarak tanımlamaktadır. Akıl sahibi insan kendi kendini temellendiren, akıl aracılığıyla kendisini içsel eleştiriye tabi tutan insan olarak görür. “Sapere Aude! Kendi aklını kullanma cesareti göster.”[24]Aydınlanmanın aşırı akıl vurguculuğuna ve özne merkezli modern felsefeye karşı Kant, yine akıl süzgeciyle eleştiren özneye işaret etmektedir. Kant’ın öznesi ‘kendi kendine hüküm koyabilen bir ‘kendiliğinden özne’ olarak tanımlanabilir. Bireysel olarak olumsallıktan kaçınılamasa da eleştiri sayesinde özne aklın sınırlarını görebilecek ve olumsallığı aşabilecektir.[25] Her türden belirlenmişlikten arınmaya yönelik bu yaklaşım özgürleştiren bir eleştiri gücüdür[26]. Ancak tarihsel işleyişte, özellikle modern doğa bilimlerinin yöntemsel arayışına paralel olarak aklın teknik kullanımının kamusal alanda tek yargıç konumuna yükselmesi, Aydınlanma idealinin giderek karşı çıktıklarına benzer biçimde tahakkümcü bir güce dönüşmesine neden olur. Bu açıdan Aydınlanma akılcılığı hem tahakkümden kurtarıcı hem de tahakküm edici bir boyuta sahiptir. Ancak aklın tahakkümcü ve tahakkümden kurtarıcı bir güç olarak her tanımlanışında, farklı bir niteliğiyle yargılanıyor oluşu gözden kaçırıldığında, Aydınlanmanın da tüm kazanımlarıyla birlikte mahkûm edilmesi tehdidi baş gösterir
Modern çağ her şeyden önce öznel özgürlüğün damgasını taşıdı. Bu özgürlük, kişinin çıkarlarını akılcı olarak kollayabilmesini sağlayan medeni kanunla toplumda; siyasal iradenin oluşturulmasına katılımda eşit hak ilkesiyle devlette; ahlaksal özerklik ve kendini gerçekleştirme olanağıyla özel alanda ve nihayet, bu özel alanla ilişkili olarak, kişilerin kendilerini ifade edebilir hale geldikleri bir kültür birikiminin oluşturduğu geliştirici süreçle de kamusal alanda gerçekleştirildi. Birey açısından bakıldığında, nesnel tinin ve mutlak olanın taşıdığı biçimler, öznel tinin kendisini geleneksel yaşam tarzının doğa benzeri kendiliğindenliğinden kurtarabileceği bir yapı edinmişti. Bu süreçte birey hayatını burjuva, yurttaş ve insan olarak sürdürdü ve bu alanlar birbirinden ayrılarak bağımsız hale geldi. Geçmiş çağın bağımlılıklarından kurtulmanın yolunu hazırlayan bu ayrışma ve özerkleşme, tarih felsefesi açısından bakıldığında, aynı zamanda hayatın etik bağlamının bütünselliğinden de bir soyutlama ve yabancılaşma olarak yaşandı[27]
Laiklik, modernitenin temel unsurlarından birisidir. Laiklik, Avrupa’da yaşanan din savaşlarının sonucunda benimsenmiş bir uzlaşı yöntemidir. Şöyle ki, Reform hareketinden sonra Avrupa’da iki büyük mezhep oluşmuştur. Bunlardan birisi İngiltere’nin benimsediği Protestanlık, diğeri ise Fransa’nın benimsediği Katolikliktir. İngiltere’de, azınlıkta olan Katoliklere ve Fransa’da ise Protestanlara karşı yapılan kıyımlar sonucunda, asgari müşterekte uzlaşma düşüncesi benimsenmiştir. Devletler, tebaadan yurttaş haline gelen insanlarına karşı eşit muamelede bulunma ve aralarında din farkı gözetmeme yükümlülüğü altına girmişlerdir. Bu anlamda laiklik de, pratik ihtiyaçlara cevap vermek üzere düşünülmüş, bir asgari müşterekte buluşma yöntemidir. 18. yy’de kapitalist üretim biçiminin yerleşmesiyle, devletin ekonomi üzerindeki baskısı en aza inmiş ve piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda modern hukuk ortaya çıkmıştır. Modern hukuk alanında öncelikle de ticari ilişkileri güvence altına alan özel hukuk gelişmiştir. Diğer taraftan, ticaretin liberalleşmesiyle, anayasal devletin kurumsallaşması sağlanmıştır. Anayasal devlet, bireysel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, siyasal yönetimi bireylerin hak ve özgürlükleri lehine hukuki ve kurumsal mekanizmalarla sınırlayan devlettir . Modern ulus devletler, 1648 Westphalia Anlaşması ile birbirlerinin egemenliklerini karşılıklı olarak kabul etmişlerdir. Anlaşmayla, her biri kendi toprakları üzerinde egemen olan, eşit ve bağımsız pek çok devletin bulunduğu bir dünya sistemi yaratılmıştır.


EK OKUMA LİSTESİ:
Rönesans üzerine: “Rönesans,” Batı’ya Yön Veren Metinler




* Bu metin Yard. Doç. Dr. Ülker Yükselbaba’nın Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar VI Sempozyumu’nda (26-29 Kasım 2012) sunduğu “Postmodernizm ve Hukuk” bildirisinden derlenmiştir.
[1] Modernitenin tarihlemesi konusunda farklı düşünceler olmakla birlikte başlangıcı konusunda onbeşinci yüzyıl veya onaltıncı yüzyıldan başlatılması ve süreç olarak kabul edilmesi yönünde genel bir eğilim söz konusu. Bu konuda bkz. Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s.37.
[2] Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”: Doğuşu ve Doğası, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, Sayı 7, Aralık 2011, s.10.  (10-26)
[3] Gamze Aslan Yaşar, “Ortaçağdan Günümüze “Modernite”: Doğuşu ve Doğası, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 4, Sayı 7, Aralık 2011, s.11.
[4] Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s.17, bkz. İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s.24 vd.
[5] Fatmagül Berktay, “Küreselleştikçe Parçalanan Bir Dünyanın Düşünsel İzdüşümü: Postmodernizm,” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yayın No:21-22, Ekim 1999-Mart 2000, s.1. (1-12)
[6] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları, 1997, s.25.
[7]Seyfettin Aslan, Abdullah Yılmaz, “Modernizme Bir Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm,” C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, S.96. (93-108) . Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s.17-18.
[8] Alex Callinicos, Postmodernizme Hayır: Marksist Bir Eleştiri, Çev. Şebnem Pala, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2001, s.53.
[9] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları, 1997, s.2. Ayrıca bk. Callinicos, Postmodernizme Hayır: Marksist Bir Eleştiri, s.53 vd.
[10] Fatmagül Berktay, “Küreselleştikçe Parçalanan Bir Dünyanın Düşünsel İzdüşümü: Postmodernizm,” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yayın No:21-22, Ekim 1999-Mart 2000, s.2-3. Ayrıca bkz. Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul, Beta Yayınları, 2011, s.1-2.
[11] İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s.27-28.
[12] Seyfettin Aslan, Abdullah Yılmaz, “Modernizme Bir Başkaldırı Projesi Olarak Postmodernizm,” C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, S.96.
[13] Fatmagül Berktay, “Küreselleştikçe Parçalanan Bir Dünyanın Düşünsel İzdüşümü: Postmodernizm,” İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Yayın No:21-22, Ekim 1999-Mart 2000, s.1.
[14] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul, Beta Yayınları, 2011, s.2.
[15] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul, Beta Yayınları, 2011, s.3.
[16] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul, Beta Yayınları, 2011, s.24-25.
[17] İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s
[18] Newton fiziğinin kabullerinin benimsenmesi, insan davranışlarını anlama, önceden tahmin etme ve kontrol etme imkanının insan davranışlarını bilimsel yönde incelenmesini beslemiştir. Robert Hollinger, Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s.14.
[19] Rukiye Akkaya Kia, Moderniteden Postmoderniteye Egemenlik ve Hukuk, 2. Bs., İstanbul, Beta Yayınları, 2011, s.4.
[20] Karadağ, “Postmodernite ve Kamusal Alan: Mutlak Hakikat Arayışının Sonu,”  s.54-55.
[21] Karadağ, “Postmodernite ve Kamusal Alan: Mutlak Hakikat Arayışının Sonu,” s.54.
[22] İlhan Tekeli, “Modernizm ve Postmodernizm Kavramları Üzerine,” Gösteri Dergisi, Mayıs 1992, bkz. İlhan Tekeli, Modernite Aşılırken Siyaset, Ankara, İmge Kitabevi, 1999, s.25 vd.
[23] Leo Strauss, “Tabi Hak ve Tarih,” Devlet Kuramı, s.271-281.
[24] Immanuel Kant, “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, Seçilmiş Yazılar, der. ve çev. N. Bozkurt, İstanbul, Remzi Kitabevi Yayınları, 1984, s. 213.
[25] Küçük, “Postmodernin Modern Karakteri Ya Da Dönemleştirmenin İronisi,” s.209-210.
[26] Ahu Tunçel, “Yöntem Ya da Eleştiri Yetisi Olarak Aydınlanma Akılcılığı,”  Çevrimiçi: http://www.tabularasadergisi.com/images/25-26/yil_9_25-26-Part6.pdf  s.71. (70-82)
[27] Jürgen Habermas, “Postmodernliğe Giriş: Bir Dönüm Noktası Olarak Nietzsche,” Post Modernist Burjuva Liberalizmi, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Sarmal Yayınevi, Temmuz 1995, s.55. (55-71)

1 yorum: